Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Yok Oluşun Kıyısında
Yok Oluşun Kıyısında
Yok Oluşun Kıyısında
Ebook587 pages7 hours

Yok Oluşun Kıyısında

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Değerli Okuyucu;
Bu kitap serinin beşinci ve son kitabıdır. İlki 'Orta Evren Günlükleri', ikincisi ‘Kristal Küre Birliği’, üçüncüsü 'Evrenin Anahtarı', dördüncüsü 'Evrenin İncisi' adlı kitaplardır. Sırayla okuyunuz.

Güncellendi (01.09.2022) : Kelime hataları, Gramer yapısı, Noktalama işaretleri, Cümle düzeni ve Anlam karmaşası tekrar elden geçirildi.

‘Evren yolcularının kâinatı yok olmaktan kurtarmak için geri dönmemek üzere çıktıkları seyahatin sonu evrenin incisinde son bulmuştu. Saf kötülüğün evreni boğma planını bozmaları gerekiyordu, ama bunu yalnız yapamazlardı. İnsanlığın gizli koruyucuları ve evrensel güçler tarafından kader çizgisi yeniden belirlenen, yaşamın dengesini, devamlılığını sağlamak için seçilmiş olan Peter, onların bu amacına ulaşmasında yardımcı olabilecek miydi? Yoksa bildiğimiz yaşam sona mı erecekti? Bunun cevabı ise kendi potansiyellerinin hiç farkında olmayan insanların içinde gizliydi aslında’

'Uzay... Uçsuz bucaksız bir bilinmeyenler diyarı... Hem korkutucu hem de oldukça merak uyandırıcı bir bulmaca... Her insan hayatında bir kez olsun gökyüzüne bakıp orada neler oluyor demiştir içinden.

Ömrünün yirmi iki yılını kaybetmiş, tam kendini bulmuşken kan kanserine yakalanıp ölümü bekleyen Peter için, geceleri yıldızlara bakmak katlanılmaz olan yaşamının son kaçış noktasıydı aslında. Hayatının bu şekilde sonra ereceğini düşünürken kâinatı kurgulayan kozmik güçlerin onun için farklı bir planı olacağını asla bilemezdi. Son nefesini vermeyi beklerken dünyanın en zeki ve en zengin adamı olacağı onun hayal bile edemeyeceği bir şeydi.

Evrenin düşmesi ve bilinen hayatın yok olmasına çok kısa bir zaman kalmıştı. Her ne kadar kendisine düşen görevi en iyi şekilde yapabilmesi için gereken güçlerle donatılmış olsa da tek başına bu yükün altından kalkması olanaksızdı. En başından beri bilinen yaşamı yok etmeye çalışan saf kötülüğe baş kaldıran evren yolcuları ve insanlığın gizli koruyucuları onun ne kadar önemli olduğunu fark etmiş, tüm güçleri ile ona arka çıkmışlardı. Yine de başarılı olabilmeleri mümkün değildi çünkü onlara gereken en önemli ayrıntıyı son ana kadar hep atlamışlardı'

Yazarın Tüm Kitapları:

• Yazgı – Fantastik, Polisiye Olaylar Serisi
• Yıldızlara Seyahat – Zamanı Göstermek Hünerli Bir İştir
• Orta Evren Günlükleri – Ruh Tutucuların Yükselişi
• Orta Evren Günlükleri – Kristal Küre Birliği
• Orta Evren Günlükleri – Evrenin Anahtarı
• Orta Evren Günlükleri – Evrenini İncisi
• Orta Evren Günlükleri – Yok Oluşun Kıyısında
• Ümit Rıhtımı – Kaybolanlar
• Glütensiz Hayat – Tahıl Beyin Özeti
• Yalnızlıklarım – Salih Yıldız
• Bilmukabele Kalbim Kırıldı
• 100 Günde Beşer’i Alem
• Lanetliler Şafağı - Gerçeklerle Yüzleşme Zamanı

LanguageTürkçe
Release dateJul 28, 2022
ISBN9781005498672
Yok Oluşun Kıyısında
Author

Ceyhun Özçelik

Ceyhun Özçelik, the writter of The Diaries of the Middle Universe, was born in İstanbul, Turkey, in 1975. He started to write his novel series in 2006. It has been 12 years for him to write his bestsellers and still continue. In 2010, he decided to share them to all over the world.He has been living in Marmaris almost for 25 years by finishing his carrier in tourism and he moved to small city called Muğla. He finished his education about tourism and hotel management and public administration.His imagination is always about outer life in space even different universes. He impressed from the other performers too much that he mentioned about it in every book he wrote.'I present this story to the spectacular writers and directors that I have read their stories and watched their films for years, which have influenced my imagination and dream world and took me to wonderful lands'

Read more from Ceyhun özçelik

Related to Yok Oluşun Kıyısında

Titles in the series (5)

View More

Related ebooks

Reviews for Yok Oluşun Kıyısında

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Yok Oluşun Kıyısında - Ceyhun Özçelik

    ÖNSÖZ –KURTULUŞUN SESİ

    "Benim adım Peter Barış Hoffman. Süpersonik dalga boyları uzmanıyım ve belki de dünyanın en iyi araştırma mini-denizaltısı olan Nemesis3000’de çalışıyorum. Askeri deniz akademisini Berlin’de bitirdikten sonra, Amerika’ya giderek eğitimimi tamamladım.

    Çocukluğumdan bu yana sesleri ayırt etmedeki yeteneğim, çok iyi olan duyma hissim ve farklı seslere olan tutkunluğum sayesinde ses frekansları konusunda uzmanlaştım.

    Şu an neredeyim biliyor musunuz? Antarktika açıklarında, yüzeyden yaklaşık beş bin metre aşağıda bilinmeyen bir nedenden dolayı kaza yapan Nemesis’in güvertesi ile makine dairesi arasında kalan laboratuvar bölümünde sıkışmış durumdayım. Sağ bacağımın üzerine düşen ecza dolabının yüzünden kımıldayamıyorum. Bacağımı da hissedemiyorum. Sanırım kırıldı.

    Avazım çıkana kadar bağırmama rağmen yardım gelmedi. Sekiz kişilik ekibin hiçbirinden ses çıkmaması garip. Ne yapacağımı bilemiyorum"

    Uzun boylu, esmer, yapılı biriydi Barış. Birçoğunun aksine uzun zamanlarını bilgisayar başında geçirmesine rağmen kendisini ihmal etmemiş, spor yaparak güçlü bir vücuda sahip olmuştu, fakat bunun şu an ki durumda pek faydası olmuyordu.

    İki eliyle üzerindeki ecza dolabını sıkıca kavrayarak tüm gücünü vermesine rağmen dolabı ancak yerinden oynatabilmişti. Bu şekilde olmayacaktı. Nefesini toplayarak bekledi. Dışarıda kalan sol ayağını da kullanacaktı bu sefer. Odaklanarak, tüm gücüyle dolabı hafifçe kaldırdıktan sonra sol ayağının yardımıyla onu kaydırabilmiş ve kurtulmuştu.

    Tavandaki lambaların yanıp sönmesi iyiye işaretti. Denizaltında hâlâ yardım çağırmak için kullanabileceği biraz enerji vardı. Kendini zorlayarak duvara dayanıp ayağa kalktı ve sekerek bilgisayara yöneldi. Laboratuvardaki bilgisayardan tüm verilere girip durumu kontrol edebilirdi. Bilgisayarın yanında bulunan ve iç hat iletişimini sağlayan telsizi eline alarak seslendi.

    Ben Peter! Beni duyan var mı?

    …………

    Hiç ses yoktu. Bir daha denemesine rağmen cevap veren olmamıştı. Bilgisayarın çalışması ise onun için şanstı. Ana güvertedeki bilgisayara bağlanmaya çalıştı, ama ‘Sistem Arızalı’ uyarısı alıyordu. Neler olup bittiğini merak ediyordu. Kapalı devre kamera sistemine bağlanmayı denedi. Başarmıştı. Ekrandaki güverte yazan kutucuğa tıkladı ve dehşetle irkildi.

    Kamerada donuk, açık gri gözbebekleriyle bir çift göz ona bakıyordu anlamsızca. Hemen sonra, içeri dolmuş olan suyun içinden yavaşça geriye doğru süzülen kaptanın beyaz saçları yavaşça dalgalanmaya başladı. Kaskatı kesilmiş açık haldeki parmaklarının olduğu elleri yardım çağrısı yaparmışçasına ileri doğru uzanmıştı. Arkada, zayıf güverte ışığında suda yüzen diğer nesneler görünüyor, koltuklarından kalkamamış olan saçsız veri uzmanı ve kahve tonlu dolgun saçları suyun içinde dalgalanan deniz biyolojisi uzmanı, kafaları arkaya sarkmış halde, ekranlarına bakarken boğulmuşlardı. Tuhaf şekilde onların da gözbebekleri soluk gri bir tabakayla kaplanmıştı. Güvertenin geniş camı parçalanmış, sistemlerin hepsi kapanmıştı.

    Peter’in içi burkulmuş, heyecanlanmış ve kendini tuhaf hissetmişti. Görüntüyü kapattı ve endişeyle kamara yazan, üç metre uzunluğundaki koridora bakan kamerayı açtı. Her iki tarafta yan yana dörder kapının bulunduğu koridorda, sağ baştan üçüncü kapının aralığında havada duran iki tombul bacak görünüyordu. Bu bacaklar deniz türleri bilimcisine aitti.

    Omuriliğinden beyin soğancığına doğru gelen irkilme hissi tüm damarlarında dolaşmaya başlamış ve kendini kaybedeceğini fark etmişti. Derin derin nefes alarak kendini rahatlatmaya çalıştı, ama içindeki panik hissi kaybolmak bilmiyordu. Kamerayı kapatarak, ellerinin titremesine aldırmadan makine dairesinin kamerasını açtı. Makine dairesinin de ışıkları yanıp sönüyor, ama hiç kimse görünmüyordu. Denizaltının neredeyse tüm kabloları elinden geçmiş olan kısa boylu Japon mühendisten eser yoktu.

    Kargo bölümünün kamerasını açtığında ise durumun çok vahim olduğunu anlamıştı, çünkü kargo bölümü tamamen yok olmuştu ve ona gerekebilecek tüm araçlar da kargo bölümüyle gitmişti. Çaresizce hareket etmeyen bacağına baktı. Titremesi artmış, başı dönmeye başlamış, gözleri kararmıştı ve bunu durdurabilmek için elinden hiçbir şey gelmiyordu. Tek hissettiği şey ise o sesti. Derinden gelen ve ruhuna işleyen o ses…

    Oldukça uzun olan hastane koridorunu hızla koşan kısa boylu, tıknaz hemşire Sonya, koridorun sonunda bulunan doktorun ofisine kapıyı çalmadan dalmıştı.

    Ne oldu Sonya? Ne bu acelen? dedi Doktor Robert yerinden kalkarak. Nefes nefese kalan hemşire kendini toparlamaya çalışarak,

    Peter! dedi.

    Kendine zarar mı verdi yoksa?

    Peter! O, konuştu!

    Sadece bilinçsiz hastaları kabul eden, onlara özel bir tedavi uygulayan ve bu anlamda dünyada oldukça az sayıda bulunan hükümet destekli hastanelerden biriydi Belmont’taki Makleen Akıl Hastanesi. Peter ise çok uzun süredir burada bakım altına alınmıştı.

    Genç yaşta aklını tamamen yitirmiş ve oraya yatırılmıştı. Doktorlar beynin çok aşırı kullanımından kaynaklanan bir sorun olduğunu söylemişler, ama onunla iletişime geçememişlerdi. Bir tür gözleri açık koma haliydi onunki. Şimdiye kadar hiçbir şeye tepki vermemiş, hiç kimseyle konuşmamıştı.

    Hemşire her zamanki gibi odasını temizlemiş, onun rahat etmesi için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Peter, elleri hasta elbisesi içinde bağlı halde gözlerini marinaya çevirmiş denize ve teknelere bakıyordu. Hemşire camın en üstündeki ufak bölmeyi açmış içeriye temiz hava girmesini sağlıyordu.

    Dışarıda insanların sesleri, kuş seslerine karışıyor, trafiğin sesi de onlara eşlik ediyordu. İşte o anda gelmişti denizaltının muazzam sonar sesi. Neredeyse tüm sesler kesilmiş, art arda gelen ve denizaltının suyun altına doğru harekete geçtiğini bildiren ses, Peter’in hissiz beynini harekete geçirmişti.

    Gözlerini hemşireye dikerek, bulunduğu bilinçaltı durumundan bir an sıyrıldı ve Buradan kurtulmam gerek! Ayağım kırık! Tüm ekip yok oldu! Tüm araçlar gitti, ama ben buradan kurtulmalıyım! dedi heyecanla.

    Sonra hiçbir şey söylememiş gibi kafasını sessizce çevirerek, boş gözlerle etrafı seyre devam etmişti.

    BİRİNCİ BÖLÜM - UYANIŞ

    Peter! Peeter! Beni duyuyor musun? Peter?

    Normalde gözlerimin kamaşması gerektiğini biliyordum, çünkü güçlü, iri sağ eliyle benim çenemi tutan doktor gözüme tuttuğu beyaz, keskin ışıkla tepkim olup olmadığını anlamaya çalışıyordu, ama sonradan nedenini anlayacağım üzere gözlerim hiçbir tepki vermemişti ve her nasılsa doktoru hayal meyal görüp ne dediğini anlıyordum.

    Hiçbir tepki yok!

    Konuştu! Gözlerimle gördüm! Kamera kayıtlarına bakın isterseniz! dedi Sonya kendini ispat etmek istercesine.

    Baktım. Ben de gördüm, ama yirmi iki yıldır uyanmayan kronik bir hasta bu. Onun bu saatten sonra düzelmesi olanaksız. Uyanırsa onu da diğerlerinin arasına koyabiliriz tabii kendine zarar vermeyeceğinden emin olduktan sonra. İlaçlarını da ben düzenlerim. Zaten bu bizim sorunumuz da değil. Hükümet yetkililerine bildiririz. Hepsi bu. Şimdi onu bir tekerlekli sandalyeye koyalım. Bir hasta bakıcı bahçede gezdirsin bir süre ve gözlesin

    Yirmi iki yıl! Ne yani bu kadar zamandır neresi olduğunu tam anlayamadığım bu yerde mi kalıyordum? Hayır! Bu olamazdı. Ben, kariyerime yeni başlamıştım ve bir deniz kazası geçirmiştim. Sanırım kendimden geçmiş olmalıydım ve beynim bana bu oyunları oynuyordu her nasılsa. Büyük olasılıkla oksijensiz kalmıştım.

    Derin bir nefes aldım, gözlerimi iyice açtım ve birden irkildim. Kabin görevlisinin bembeyaz olmuş gözbebekleri denizaltının kamaralarının birinin içinden bana doğru bakıyordu. Arkada, duvardan açılan küçük bir çatlaktan su sızıyordu ve çatlak gitgide büyümeye başlamıştı. Görevliyi kollarından tutup kenara çektim. Jack’ti adı. Ekibin en neşeli ve genç elemanıydı. Onun adına üzgündüm, ama şimdi buradan çıkmalıydım ve bunun için yüzeye doğru hızla yüzmekten başka çarem yoktu.

    Tüm denizaltı kıyafetleri teçhizat odasının patlamasıyla gitmişti, ama odada bulunan ve duvarı süsleyen dekoratif can simidi işimi görürdü. Yol çok uzundu ve vurgun yeme ihtimalim neredeyse yüzde yüzdü, yine de denemeliydim. Eğer yüzeye kadar canlı kalmayı başarabilirsem bu durumdan kurtulabilirdim.

    Yaralı olan sağ ayağımın üzerine basmamaya çalışarak duvara doğru uzandım. Yerinden çıkardığım can simidini kendime geçirdiğim an birden patlayan çatlaktan boşalan basınçlı okyanus suyunun içinde kaldım ve kendimden geçtim.

    Yine o ses! Etrafta başka bir denizaltı var sanırım, çünkü kulağıma çok hafifçe gelen bu sonar sesini nerde olsa tanırım. Kaptan, kazadan önce Nemesis’in yardım sinyalini açmış olmalı.

    Gözlerim hâlâ kapalıydı, ama ağzıma dolan sular neredeyse boğulmama neden olacaktı. O an hafifçe gözlerimi açtım ve iri kıyım, kel, yeşil elbiseli birinin bana zorla su içirmeye çalıştığını fark ettim.

    Hadi, lanet olası! Yut şu hapları. Tüm gün senle uğraşamam! diyordu sertçe.

    Hafifçe öksürüp kendime gelmeye başladım. Adam o sırada benden ayrılarak hemen arkada duran sarışın, etine dolgun bir başka yeşil elbiseli kadın ile gevezeliğe başladı.

    Bu zombi kendine gelmiş, doğru mu?

    Heheh! Zombi ya! Evet! Doktor başıma bela etti bunu. Üç gündür saatlerce burada durup onu gözlüyorum. Sen nerelerdeydin bu arada?

    Aaa! Yıllık izin! Biraz kafa dinledim!

    Kafamı yavaşça kaldırdım ve karşımda duran denize bakmaya başladım. Son derece sakindi yüzey. Oradan oldukça ileride geniş ve büyük bir iskele olduğunu görebiliyordum. Bu durum sesin nereden geldiğini de açıklıyordu, çünkü iskelenin biraz gerisinde, yüzeyde yarısı duran, USS500 adlı savaş denizaltısı demirlemişti. Onun yapım aşamalarını okumuştum gördüğüm derslerde. Bin kişilik, üzerinde çok güçlü savaş donanımı olan muhteşem bir araçtı.

    Yavaşça, diğerlerine fark ettirmemeye çalışarak arkama baktım. Bu sefer uyandığımda uzun çam ağaçlarının tam ortasındaki bir bahçedeydik ve arkada beş katlı bir bina duruyordu. Geniş giriş kapısının üzerindeki duvarda yazan Makleen Akıl ve Ruh Hastanesi yazısını zorlukla okuyabilmiştim. Şimdi anlamaya başlamıştım durumu. Denizin altında falan değildim aslında ve buranın uzun süreli hastasıydım. Acı bir gerçekle yüz yüze kalmış, ne yapacağımı bilmez bir halde etrafa bakarken hasta bakıcı hareketlerimi görüp elindeki telsizle doktora bilgi veriyordu.

    Hastanın sanırım bilinci iyice açıldı doktor bey! Etrafa bakınmaya başladı! Toplanma salonuna mı? Tabii efendim!

    Bu konuşmanın hemen sonrasında asansörle çıktığımız kattaki odaya doğru ilerledik. İçerde garip sesler çıkaran, masalardaki oyunlarla oynamaya çalışan, dans eden, hatta uçak taklidi yapan birçok garip hasta vardı. Anlaşılan o ki hiçbirinin aklı başında değildi. Beni ne olduğunu anlamadığım, tüm renklerin iç içe olduğu rengârenk bir tablonun yanına getiren hasta bakıcı, Buradan manzarayı seyredersin zombi kardeş! Sakın bir çılgınlık yapayım deme! Hahah! diyerek oradan uzaklaştı.

    Hemen sağımdaki camlardan geniş okyanusu ve çamları görebiliyordum. Huzur verici bir yer olduğu kesindi, bir de şu mideme kramplar girmesine sebep olan tuhaf resim olmasaydı! O sırada arkama gelen bir başka kadın görevli beni kendine çekerek elindeki hapları uzatıp ağzımı açmamı söylüyordu. Bu kadın diğerlerinden farklıydı.

    Beyaz elbiseli ve avurtları içine çökmüş olan tıknaz bir hemşireydi. Onu hatırlıyordum. Yavaşça ağzımı açtığımda elindeki dört adet hapı boğazıma gönderip, elindeki su dolu bardağı mideme boşalttı. Sonrasında, Aç bakalım ağzını! İyice Aç! İşte böyle! Hapları yuttuğundan emin olmalıyım! Numara yapmak yok, tamam mı Peter? dedi, beni uyararak.

    O an hatırlamıştım olanları. Doktor nasılsa iyileşemez diye düşünüp buradakileri önemsemediğini açıkça belli etmemiş miydi? Bu ilaçlar da bana kalırsa bizim hasta oluşumuzun devamlılığını sağlayacaktı. Burada bir şeyler döndüğü kesindi. Hapları yuttuğumdan emin olmak isteyen bir hemşire onları yutmamanın yolunu bulanların olduğunu da biliyordu kesinlikle. Bunu denemeli miydim? Henüz bundan emin değildim, ama bildiğim şey durumumun ümitsiz olduğu ve bu delilerle yirmi iki yıldır uyanmadan aynı yerde yaşadığım gerçeği ile baş başa olmamdı. Tekrar cama dönüp manzarayı seyre daldığım an yine kendimden geçtim.

    Gözlerimi açtığımda kendimi çakıl taşları ile dolu, hafif dalgalı bir sahil kıyısında buldum. Denizden esen meltem rüzgârı yosunların kokusunu sahile taşıyordu. Güneş tüm cömertliği ile her yeri aydınlatmaktaydı. Elimde plastik, oyuncak bir kürek vardı ve karşımdaki, kumral, küt saçlı, benim gibi yuvarlak yüzlü, sekiz yaşındaki kız, Ağabey, kumları düzelt! Kale dağılacak! diyordu. Adı Sema’ydı ve o benim kız kardeşimdi.

    Tamam! Sen de surların arasını aç! Önüne taşları koyacağım! Su gelirse onu yıkmaz! diyordum heyecanla.

    Henüz on iki yaşındaydım ve Türkiye’de Edremit kıyılarındaki yazlığımızdaydık. Babam, annemin ilk eşi olan Olaf Hoffman, hükümette bir kuruluşta kâtip olarak çalışıyordu, ama genç yaşta geçirdiği kalp krizi yüzünden onu kaybettik. Ardından Erdal Kama adındaki bir Türk işçi ile evlenen annem Almanya’da kalmaya devam etti ve Sema doğdu. Üvey babam beni her zaman ikinci plana atmış, bir şekilde annemi ikna ederek benim Alman askeri deniz okuluna yatılı olarak gitmemi sağlamıştı.

    Bu gelişmeden önce her yaz ailece Edremit’e gelir ve tatili burada, bahçeli evimizde geçirirdik. Masmavi Ege denizinin kıyısında, mis kokulu bahçeleri olan Edremit ilçesinde tek katlı müstakil evimizdeydik. Burayı çok severdim, ama en çok aklımda kalan, bahçeden taptaze toplanmış, domates, biber, maydanoz eşliğinde, taze inek sütünün kaynatılmış baygın kokusuna aldırmaksızın yaptığımız kahvaltıydı. Taze domatesi ısırdığımda burnuma gelen keskin kokusunun verdiği haz dayanılmazdı, ama ardından el yapımı zeytinyağına bandırdığımız ekmeğin içine boca ettiğim çökelek peynirinin tadına da doyum olmuyordu.

    Bu hatıra belki de çocukluğumun en güzel hatırasıydı ve şu an bunu yaşamak çok keyif vericiydi, ancak yine o ses benim olduğum yerde hafifçe zıplamama neden olmuştu. Karşıdaki pencere hafifçe aralanmış, iskelede harekete geçen denizaltıyı görebiliyordum. Bu son gelen uzun ses onun kalkış yaptığını belirtiyordu. Güneş camdan uzaklaşmıştı ve camda uzun süreden beri kendi aksimi ilk defa görmenin şaşkınlığı ile karşı karşıyaydım. Önce karmakarışık, kırlaşmış sakallarımı, sonra uzun, tel tel olmuş saçlarımı ve ardından birer nohut büyüklüğünde olan küçücük gözlerimi görmüştüm. Yüzüm bundan ibaretti neredeyse, çünkü kafam o kadar ufalmıştı ki bir insan olduğumu bile anlayamayacaktım.

    Ellerime baktığımda parmaklarımın birer çatal sapı kadar ince olduğunu görüyordum. Uzun boylu biri olmama rağmen tekerlekli sandalyeye iki büklüm çökmüş, küçücük görünmüştüm. Gözlerimin altı mosmordu ve giydiğim elbise çok enteresandı. Enine uzanan, yuvarlak, mavi çizgileri olan beyaz bir pijamayı andırıyordu. Birden gülmek geldi içimden, çünkü saç ve sakalları düzeltip kaytan bir bıyık bıraksam Daltonlar’dan Avarel’e ne kadar çok benzediğimi hayal etmiştim. Çocukluk hatıralarımın içinde en sağlam yerlerden birine sahip olan nadir çizgi filmlerden biriydi Red Kit. En bayıldığım karakterler ise Rintintin ve Kalamity Jane olmuştu.

    O sırada arkadan gelen hemşirenin sesi, ilaç alma vaktimin geldiğini belirtiyordu. Ellerimi hareket ettirebiliyordum artık, o halde ilaçları kendi ellerimle ağzıma atabilirdim. Suyu da kendim içebilecektim ve hemşireye sadece kontrol etmek kalacaktı. O arada ben de ilaçları dilimin altına saklayacaktım. Plan buydu ve bunu bir kere başarabilirsem hemşire de benden bir daha şüphe duymayacaktı. Daha fazla uyanık kalmaya ihtiyacım vardı ve bunun yolu hapları içmemekten geçiyordu.

    İlk denemede hemşire benim hapları almama izin vermemişti. Bir dahaki sefere dedim içimden. Buğulu geçen iki günün ardından haplarım yine gelmişti, ama bu sefer onları hemşire değil yeni işe başlayan esmer, uzun boylu kadın hasta bakıcı getirmiş ve ben de onun tecrübesizliğinden faydalanma fırsatını kaçırmamıştım. Şansıma ilaçlarımı hep o getirmeye başlamıştı ve işine pek de özen gösterdiği söylenemezdi.

    Bir keresinde, İçtin mi? Kontrol etmeme gerek yok değil mi? demiş, ben başparmağımla onu onaylayınca, En azından sen akıllısın Peter! Diğerleri beni çok uğraştırıyor! diyerek yanımdan bıkkın bir halde ayrılmıştı. İşini zorla yaptığı her halinden belli oluyordu ve bu sayede amacıma kolayca ulaşabilmiştim. Bir daha soru da sormamış ve ağzımı kontrol etmemişti.

    Gitgide çok daha az uyumaya başladım, ama çok acıkmaya başlamıştım. Yemekleri kaçırmıyordum, ancak verilen besinler yuvarlak ekmek hariç bir şeye benzemiyordu. Sadece ekmekle de güçlenemezdi vücudum. Bu böyle olmayacaktı. Ara sıra beni yemekhanenin yanındaki koridora bırakıp başka işlere koştukları anlarda, çalışan personel için ayrılan kızarmış tavuk butları ve meyveleri aşırmaya başlamıştım. Çok dikkatli davranıyor ve koridordaki kameranın beni görmemesi için oldukça fazla çaba sarf ediyordum, ama sonunda başarıyordum.

    Kaslarım da yavaş yavaş toparlanınca odamda ilk yürüme çalışmasını yapmış, ama başarısız olmuştum. Yine da yılmayacaktım. Gece gündüz yaptığım küçük egzersizler ve yürüme çalışmaları bir ay sonra sonuçlarını vermeye başlamıştı. Dışarıda her zamanki gibi perişan halde görünmeye devam ediyor ve uyuma numarası yapıyordum çoğu zaman, ama odam benim spor salonum olmuştu artık. Kollarımın ve bacaklarımın beni rahatça taşıdığından emin olunca gözümü sahile dikmeye başladım.

    Beni önünde bir metrelik dikenli tellerin olduğu deniz kıyısı şeridine bırakıp çoğu zaman diğerleri ile sohbete dalan iri hasta bakıcının gününü bekliyordum. Bazen ortadan yok oluyor ve saatlerce gelmiyordu. O arada bana dikkat eden de yoktu genelde. Bu hastaneden bir an önce kaçıp kurtulmayı çok istiyordum. Başıma her ne geldiyse haksızca bir sebepten olduğuna inanıyordum. Yoksa aklım başımdaydı.

    Yüzerek kenardan ormanlık alanın olduğu kıyıya ulaşacak, oradan da anayolu takip edip kasabaya geçecektim. En azından benim planım buydu. Sonrasını bilemiyordum.

    İKİNCİ BÖLÜM – KAÇIŞ

    Aradan iki gün geçtikten sonra beklediğim an gelmiş, iri kıyım hasta bakıcı beni sahil kenarına götürmüştü. Benimle durup sürekli beni gözlemesi gerekiyordu aslında, ancak bu onu çok bıktırmıştı. Sonuçta saatlerce tekerlekli sandalyede oturup gözlerini tepkisiz bir halde denize dikerek hiç konuşmayan, hareket etmeyen biri vardı yanında ve bu ona işkence gibi geliyordu. O yüzden bu günleri kaçamak yapacağı günler olarak değerlendirmeye karar vermiş, beni bırakıp ortadan kayboluyordu.

    Benim ise aradığım fırsat buydu. Havanın oldukça sıcak olduğu öğleden sonra saatlerindeydik ve deniz üzerinde hiç esinti yoktu. Etrafımı son bir kez kollayıp hiç kimsenin bana bakmadığından emin olunca sandalyenin tekerleklerini yavaşça çevirdim ve çalılıkların arasında gözden kayboldum. Şimdi dikenli teller ve ağaçlar arasındaydım. Kenardan düz ilerlersem hastane duvarı ile karşı karşıya kalacaktım. Bu yüzden yüzmekten başka çarem yoktu.

    Teller bir buçuk metre yüksekliğindeydi, ama gevşek oldukları için aşağı çekip üzerinden rahatça atladım. Daha öncesinde sandalyeyi çalıların arasına gizlemeyi unutmamıştım. Yavaşça suya dalarak sağıma doğru son derece sessiz bir şekilde yüzmeye başladım. Duvarı arkada bırakıp yaklaşık yüz metre daha ilerleyerek sık orman ağaçlarının olduğu bir yere çıktım. Bir süre dinlenerek güneşin altında kuruyup ağaçların arasına daldım. Hasta bakıcı ve hastanedekiler beni fark edinceye kadar buradan ayrılıp en yakın kasabaya ulaşmam gerekiyordu. Bunun için biraz daha iç kesimdeki ana yola doğru ilerledim.

    Sık çalılıklar ve ağaç dalları her yerimi çizmekle meşgulken ben yol kenarına odaklanmıştım. Ayağımdaki terlik de kayıp çıkıyordu ikide bir. Bir süre gizlice ilerledikten sonra yolun kenarına park etmiş bir pikap görerek yavaşça yaklaştım. Aracın sahibini görebiliyordum. Elli yaşlarında, kır, kıvırcık saçlı, uzun sakallı biriydi. Kafasında rengi iyice değişmeye başlamış krem rengi bir kasket vardı. Araçtan on metre uzakta, ağaçların arasına iyice dalmış, yoldan gelenlerin kendisini göremeyeceği şekilde çalılara doğru dönmüştü.

    Pantolonunun fermuarını açışını duyabilmiştim. İşemek için harika bir nokta seçtiği kesindi. Pikaba iyice yanaştığımda kasasında bir örtü ve altında çeşitli ağaç kesim araçları görebiliyordum ve örtü oldukça büyüktü. Sessizce tırmanıp kendimi örtünün altına iyice sakladım. Uzun boyluydum, ama zayıf olmam işime yaramış ikiye bükülerek görünmez hale gelmiştim. Biraz sonra araç harekete geçmişti ve yönü de kasabaya doğruydu. Eğer şansım yaver giderse görünmeden oraya gidebilecektim.

    Uzun bir yolculuktan sonra birçok aracın ve insanların sesini alabildiğim bir alana geldiğimizi fark ettim. Aracı bir ara yola koyan yaşlı adam hemen yolun karşısındaki lokantaya doğru ilerliyordu. Örtünün altından görebildiğim kadarıyla arka sokak boştu ve ben inerken beni görebilecek kimse yoktu. Hemen inerek yandaki daha dar bir sokağa girdim ve çöp tenekelerinin yanına sığındım. Örtüyü de almayı unutmamıştım. Nasılsa çok pahalı bir şey değildi, ama beni soğuktan koruyacağı kesindi. Orada bir süre gizlenmeye karar verdim, ama yorgunluğum beni ele geçirmiş ve rahatsız bir uykuya dalmama neden olmuştu.

    Aniden öksürerek uyandım. Zorla nefes alıyordum ve ağzımdan sular fışkırmıştı. Biraz kendime geldiğim de nerede olduğuma baktım. İnce kumlu, kısa bir sahil ve arkasında bir sürü tropikal ağaç olan bir yerdeydim. Sağa sola bakınca buranın bir ada olabileceğini düşündüm. Belimdeki can simidini çıkardım ve garip bir şekilde ona baktım bir süre. Benim ne işim vardı burada? Bu simit Nemesis3000’in kamarasındaki simitti! İyi, ama bu gerçek değildi ki?

    O olay aklımın ürettiği bir senaryo olmalıydı. Sağ ayağıma bakarak onun hâlâ acıdığını hissetmeye başlamıştım. El ve kollarıma bakınca ne kadar kaslı ve güçlü olduğunu anlayabiliyordum. Yine genç halimdeydim. Bu bir rüya ise acı hissetmemem gerekiyordu, oysa bacağımın ağrısı beynimi zonklatmaya yetiyordu. Etrafa baktığımda sadece ufak kayalar ve ağaçlar olan bir yerdeydim, ama ağaçlardaki muzlara gözüm takılmıştı hemen. Midem şiddetli alarm sinyalleri göndermeye başlamış ve gözlerim onlardan başka bir şey görmez olmuştu, ama önce bacağımla ilgilenmeliydim.

    Bu arada hastaneden kaçışım geldi aklıma. Demek ki beynim zorlandığında bu tarz şeyler kurguluyordu. Önceliğim bu değildi ama. Hayatta kalmalıydım ve bunun için yapacak çok işim vardı. Aldığım askeri eğitimin faydasını görecektim sonunda. Kayalardan ufak parçalar kırıp, keskin taraflarını küçük sopalara sardım. Bunun için adada bolca olan sarmaşıkların yumuşak, bağlanabilir ince ve uzun dalları çok işime yaramıştı. Sonradan bunlardan balık ağı ve sepet de yapabileceğimi düşünerek işe koyuldum.

    Sert bir dal parçası kesip onu bacağıma dolayarak, yürümek için destek yaptım. Ayrıca yaralı dizime sahildeki kayaların arasından topladığım yosunları sürüp onu gömleğimden yırttığım bir parça bez ile sarmıştım. Ardından uzun muz ağaçlarına yanaşarak, ellerim için yaptığım tırmanma aparatları ile onlardan birine çıkmayı başardım ve salkımları bir bir keserek aşağıda biriktirdim. Bu ihtiyacım olan enerjiyi sağlayacaktı, ama güçlenmem gerekiyordu ve proteine ihtiyacım olacaktı. Bunun için balık kadar iyisi yoktu tabii ki.

    Biraz muz yiyip kendimi iyi hissedince hemen işe koyulup balık avlamak için ağ yapmaya başladım, ama bu iş sandığımdan uzun sürmüş ve beni yormuştu. Muz ağaçlarının altında otururken hafifçe esen rüzgârın zihnime verdiği rahatlık gözlerimin kapanmasına neden olmuştu ve benim de buna daha fazla direnmeye niyetim yoktu.

    Yavaşça gözlerimi araladığımda önce yine rüyada olduğumu hissetmiştim, ama karşımdaki garip renklerin birbirini boğarmışçasına bir görüntü oluşturduğu tabloyu görünce hastanenin salonunda olduğumu anladım. Sinirlerim iyice zıplamaya başlamıştı, çünkü hangi olayın gerçek hangisinin rüya olduğunu hâlâ anlayamayacak kadar zihnim bulanıktı. Ne yapacağımı biliyordum.

    Sağ elimle sol kolumu son derece sert bir şekilde çimdikledim. Bir şey hissetmemiştim, ama bu ilaçlardan da olabilirdi. Gözümü pencereden rahatça görebildiğim sahile çevirip düşünmeye başladım. İçerisi normalden soğuktu ve nefes aldıkça ağzımdan çıkan su buharını görebiliyordum. Buranın bu kadar soğuk olmasının mümkün olamayacağını fark ettim ve o an anladım. Zihnim beni yanıltıyor ve gözlerim başka bir gerçeklik görmeme neden oluyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım ve yavaşça açtım. Sol tarafımdan gelen sokak lambasının cılız ışığı ile etrafı seçmeye başlamıştım.

    Çöp tenekelerinin arasındaydım ve gece olmuştu çoktan. Çöpte gördüğüm parçalanmış ekmek ve çürümek üzere olan pizza parçalarını görebiliyordum. Muzu neden hayal ettiğim de ortaya çıkmıştı dikkatle bakınca. Çürümeye başlamış bir paket muz duruyordu çöplerin en üstünde. Paketin üzerinde büyük alışveriş merkezlerinden birinin logosu vardı. Muhtemelen satılamayacak durumda olan ürünleri atıyorlardı ve bu da benim şansımdı elbette ki, çünkü yenmeyecek kadar kötü değillerdi.

    Onları yemeye başlamadan önce kendimi bir kez daha çimdikledim ve çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. İşte benim gerçek durumum buydu. Kırk iki yaşında, akıl hastanesinden kaçmış eski bir askerdim. Geçmişim ise henüz aklıma gelmemişti. Nasıl hastaneye yatırıldığımı ve sebebini bilmiyordum, ama onu öğrenmenin de zamanı gelecekti elbette.

    Kendimi biraz toparlamıştım bir şeyler atıştırdıktan sonra. Hava serindi ve hafifçe titrememe neden oluyordu. Henüz bünyem çok zayıftı ve her an hasta olabilirdim. O yüzden hareket etmeli ve ısınmalıydım. İlk olarak giyecek bir şeyler bulmam gerektiğinin farkındaydım. Kamyonetine gizlice bindiğim yaşlı adamın gittiği lokantanın yanında büyük bir alışveriş merkezi görmüştüm. Muhtemelen muzları atanlar da onlardı. Hemen dar sokaktan ara yola girip aracın gündüz park ettiği yere ilerledim. Hemen karşısında ise ana yol vardı.

    Sokağa yavaşça göz attığımda hafif loş ve tenha olduğunu görüyordum. Yolda gezinen bir iki kişi haricinde ortalıkta kimse yoktu. Örtüyü sarınıp karşı yola geçtim ve mağazanın bittiği köşeyi döndüm. Mağazanın arkasına açılan bir aralık arıyordum ve hemen beş metre ileride o aralığı bulup oldukça dar ve karanlık bir yoldan ilerledim. Yere sıfır olan dar, küçük bir pencere bulmuştum ve burası tam da mağazanın arkasına geliyordu. İçeriye baktığımda istiflenmiş kutulardan başka bir şey yoktu. Doğru yerdeydim.

    Yanımda hiç paramın, hatta kimliğimin bile olmaması beni bu yola sürüklemişti. Bir şeyler çalmayı hiç istemiyor, kendime bunu yakıştıramıyordum, ancak ihtiyacım olanı almalı ve hayata yeni bir adım atabilmeliydim. Bunu yaparken yakalanmamak en önemli unsurdu. Mağazanın kenarından geçerken içerdeki kameraları görmüştüm. Bu yüzden mağazadayken yüzümün görünmemesi gerekiyordu. Bir diğer önemli faktör ise parmak iziydi. O yüzden ellerime bir şey giymem gerekecekti. Tabii bunların hepsinden önce içeri nasıl gireceğim sorusunu cevaplamam gerekiyordu.

    Yere iyice eğilip örtüyü elime sararak pencereyi hafifçe ittirdim, ama hareket etmemişti. Yukarıda bir dilin onu tuttuğunu biliyordum. Hemen arkamda bulunan çöpten bir mısır konservesi kutusu buldum. Kapağını tam olarak ayırıp pencerenin dilinin olduğu araya sertçe soktum. Dil rahatça açılmıştı, ama pencere yarım açıktı şimdi de. Örtüyle sertçe ittirdiğimde onu tutan kelepçelerinden çıktı ve arkaya düştü. Pat diye bir ses çıkarmıştı, ama sesin seviyesi endişelenecek kadar yüksek değildi.

    Normalde beş altı yaşlarında bir çocuk girebilirdi buradan, ama ben de oldukça zayıftım ve oraya sığabileceğimi düşünüyordum. Örtüyü ellerimde tutmaya özen gösterip kendimi içeri doğru ittim ve yavaşça bir metre aşağıda olan zemine indim. Etrafa ve özellikle tavana baktığımda kırmızı ışığı olan bir şey göremiyordum. Kamera yoktu burada, ama her ne kadar gözüm karanlığa alışsa da etrafı tam seçemiyordum.

    İçerisi bir çeşit depo olmalıydı, çünkü konserve yiyeceklerin olduğu kutular istiflenmişti buraya. Oranın çıkışının olduğu gri kapıya ilerleyip onu açmaya çalıştım, ama olmuyordu. Kapının hemen yanında, metal rafların arasında bulunan alet çantası gözüme çarpmıştı. Oradan levye benzeri bir demir parçası alıp kapı aralığından soktum ve onu biraz zorlayarak kapı dilinin boşa çıkmasını sağladım. Bu alet işime yarayabilirdi. Onu belime sokup kaymaması için pijamamın ipini iyice sıktım.

    Kapıdan geçerek ufak bir koridorun sonunda sağa, yukarı çıkan merdivenlere yöneldim. Yukarıdan mağazanın içinde bulunan dolapların ışığı geliyordu. Tam sağa dönecekken birden durdum. Kameralar aklıma gelmişti ve yüzümü korumam gerektiğini düşünmüştüm o an. Tekrar geri gidip alet çantasından bir tornavida alarak onunla örtüye iki delik açtım ve onu kafama sardım.

    Merdivenleri çıktığımda sol taraftaki elbise reyonunda tam da aradığım şeyler vardı. Orada askıda bulunan eldivenleri ve bereyi aldım. Bereye de iki delik açıp kafama geçirmiş, eldivenleri giyerek örtüyü belime sarmıştım.

    İlerideki çanta reyonundan siyah, uzun, ama elde taşınabilir bir çanta alıp gözüme kestirdiğim elbiseleri, çorapları ve iki çeşit ayakkabıyı ona yerleştirdim. Onu kenara bırakarak doğru tıraş malzemelerinin olduğu reyona yönelip jilet, makas ve traş köpüğü almış, diş fırçası ve macununu da unutmamıştım. Tam geri dönecekken gözüm parfüm reyonuna takılmış ve gözüme çarpanları toplamıştım.

    Aşağı doğru inmek üzereyken merdivenlerin diğer tarafında müdür yazan kapıyı gördüm. Elimdeki demir paçası ile kapıyı zorlayıp kolayca açmıştım. Bu odada ne bulacağımı bilmiyordum, ama biraz para bulabilirsem işime yarayabilirdi. İçerideki geniş masanın çekmecelerini karıştırıp orada biraz bozukluk bulmuştum, ama asıl sürpriz kilitli olan en alt çekmecedeydi.

    Onu da zorlayıp açtım ve bir tomar yirmi dolarlık buldum. İşte bu beni harekete geçirecek paraydı. Onu alırken birden vicdanım beni uyarmıştı, ama ona verecek cevabım vardı. Bir gün buraya geri gelip borcumu öderim, sıkıntı yapma! diyordum kendi kendime.

    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM - KİMLİK

    Hemen geldiğim yere geri dönüp, dar pencerenin altına kutuları istifledim. Etrafı kolaçan ederek önce çantayı dışarı çıkarıp sonra kendimi yukarı çekerek karanlık aralığa çıktım. Ana yola giderek caddenin biraz ilerisinde bulunan kasabanın çıkış yolunun üzerindeki benzin istasyonuna doğru ilerlemeye başladım. Yolun karşısına geçmiş, gölgede kalmaya çabalıyordum. İstasyonun dışında kimse yoktu, ama içerideki mağazada, kasada biri vardı. Hemen mağazanın yanında bulunan restoranda da üç ayrı kişi yemek yemekteydi. Hepsi iri yarı, sakallı tiplerdi ve görünüşlerinden dışarıda bulunan damperli kamyonların sahipleri oldukları açıkça belli oluyordu. İstasyonun tuvaleti ise hemen oranın arka kısmında kalmıştı.

    Oraya görünmeden ulaşabilmek için önce yolun karşısına geçip sokağın diğer tarafına geldim ve lokantayı gözleyerek sessizce arkadan tuvalete girdim. Şansıma içeride kimse yoktu. Hemen işe koyulup önce tıraş olmuş ve cılız, solgun yüzümün ortaya çıkmasını sağlamıştım. Zaten çok az ve tel tel olan saçımı da kazımıştım. Aynada kendime bakarken oradakinin kim olduğunu bilmediğime dair garip bir his uyandı içimde. Yıllarca kendi yüzümü görmemenin şaşkınlığı içerisindeydim.

    Şimdi bunları düşünmenin zamanı değil dedim içimden. Kıyafetleri giydiğimde kendimi biraz daha normal hissetmeye başlıyordum. Balıkçı yaka, kırmızı, dar bir kazak, gri bir pantolon vardı üzerimde. Kalın, kırçıllı yeşil renkli ceketi de giyerek giyinme işini tamamladım. Parfüm sıkmayı da unutmamıştım. Geride kalan malzemeyi çantaya atıp, oradan lokantaya yöneldim.

    Sadece şekere yüklenen bünyem çökmek üzereydi, çünkü açlıktan gözlerim kararıyordu. İçeri girip bir masaya geçerek yanıma gelen uzun boylu garsona kızarmış tavuk butları ve bolca patates istediğimi söyledim. Siparişi verirken üç porsiyon vermiştim ve bundan dolayı garson bana garipçe bakmıştı, ama onu umursamıyordum. Zihnim sadece açlığıma odaklanmıştı.

    Yemeğin tamamını mideye yuvarlamam on dakikamı almış, yanında iki büyükçe kolayı da içmiştim garsonun şaşkın bakışlarının altında. Ardından biraz gerindim, çünkü yemeğin ve yorgunluğun verdiği ağırlık vardı üzerimde. Saat gecenin dördüne yaklaşıyordu ve restoran kapanış hazırlıklarına başlamıştı.

    Hesabı ödeyerek dışarı çıktım ve ne yapacağımı düşünmeye başladım. Vücuduma giren maddelerin etkisindendi sanırım, çünkü artık daha net düşünmeye başlamıştım. Zihnimdeki bulanıklık kalkmış, yerine araştıran ve plan yapmaya niyetli bir aydınlık hali gelmişti.

    Öncelikle nerede olduğumu keşfetmem gerekiyordu, çünkü bunu bilmiyordum. Amerika’da bir yerlerde olduğum kesindi insanların konuşmalarından anladığım kadarıyla. Tabelalara niye bakmadığımı da anlamamıştım. Tam olarak kendimde olmamamdan dolayıydı büyük ihtimalle. İstasyonun hemen ön tarafında, ana yolun kenarındaki tabelalara göz attığımda San Mateo’ya bağlı Belmont kasabasında olduğumu fark ettim. Hemen üzerinde San Francisco tabelası vardı.

    Aklımdaki ikinci ve en önemli soru ise bir kimliğimin olmamasıydı. Evraklarım hastanede bir yerlerde olmalıydı, ama oraya geri dönemezdim. Bu çok riskliydi. Kimliğimin olması ise bana seyahat özgürlüğü kazandıracak ve tekrar görmeyi çok istediğim Edremit’teki annemin evine gidebilecektim. Evet! Planım buydu. Türkiye’ye gitmem gerekiyordu ve bunun için pasaporta da ihtiyacım olacaktı. Bana bunu sağlayacak tek yer ise ancak bir konsolosluk olabilirdi. Onlara kimliğimi kaybettiğimi söyleyebilirdim, ama sistemlerinde kayıtlı isem hastane kayıtlarımın hemen ortaya çıkması ve beni akıl hastanesine geri göndermeleri muhtemeldi, yine de başka bir çıkar yolum yoktu.

    Bu riski alacak ve buraya en yakın konsolosluğa gidecektim, ama bunun için bazı bilgilere ihtiyacım vardı ve bu bilgileri alabileceğim tek yer internetti. Sabahı bekleyip bir cep telefonu almalı ve internete bağlanabileceğim bir yerde araştırma yapmalıydım. Muhtemelen en yakın konsolosluk San Francisco’daydı. Oranın yerini bulunca ise bir otobüse atlayıp oraya gitmek en doğru hareketti bana göre. Bu yüzden yönümü bulmaya çalışıp yoldan geçen birilerine bakınarak yürümeye başladım. Otobüs garajının yerini öğrenmem gerekiyordu.

    Uzun süre şehir merkezine doğru yürüdüğümde sonunda sabah beş buçuğa doğru gazete dağıtan bisikletli bir genci durdurup garajın yerini öğrendim. Yaklaşık beş kilometre olan yolu arşınlamaya başlamıştım bile. Sabah yedi sularında garaja ulaşmıştım ve henüz içeri girmeden bir elektronik mağazasının yanındaki bankta oturmaya başlamıştım. Açılış saati sekizdi ve benim de telefonu alabilmek için beklemem gerekiyordu.

    Mağazaya girdiğimde sadece internete girecek bir cihaz almak istediğimi söylemiştim ve oradaki genç bayan bana bir tablet önermişti. Ayrıca şimdiye kadar şekil ve tür bakımından hiç görmediğim son derece yeni teknoloji ürünü bir sürü cihaz göstermişti. Yıllarca bilincimin kapalı olmasından dolayı başka bir döneme uyandığımı yeni yeni fark ediyordum.

    Yıl 2037’di ve ben 2015 yılında hastaneye yatmış olmalıydım ki o zaman android telefonların altın çağıydı. Şimdi ise onlardan eser yoktu. Cihazların çoğu hologram ekranlıydı, hatta vücuda bağlanabilen türleri de icat edilmişti. Bu durum beni biraz endişelendirmişti, çünkü teknoloji bu kadar ilerlediyse benim mağazaya girişim ve orayı soymam, hatta hastaneden kaçmam bile çoktan anlaşılmış olabilirdi. Henüz peşimde olan kimse yoktu, ama her an birileri beni yakalayabilir düşüncesi acele etmem gerektiğini hissettiriyordu bana.

    San Francisco’ya bileti alıp otobüse oturmuştum. Otobüslerin şekli bile değişmiş daha çok hızlı trene benzetilmişti. Yola çıktığımızda gerçekten hızlı olduğunu da anlamıştım. Bir saatlik yolu yarım saatte almıştık. Oraya ulaştığımda hemen kendime oturacak bir lokanta bulup internetini kullanmaya başladım ve konsolosluğun adresini alarak bir taksiye atladım. Zaten orada yakalanmazsam hiçbir yerde yakalanmazdım.

    Oraya geldiğimde kapıdaki görevliyle Almanca konuşmaya başladım ve ana dilimi yeni yeni hatırladığımı fark ettim. İngilizce eğitimini okulda almıştım ve bunun haricinde annem sayesinde Türkçem de gelişmişti.

    Onlara kimliğimi kaybettiğimi ve Alman vatandaşı olduğumu söyleyerek beni kontrol etmelerini bekledikten sonra içeri alınmıştım. Uzun boylu, sarışın, küt saçlı ve oldukça heybetli görünen bir bayan görevli beni karşısına alıp oturmamı söylemiş ve tam adımı sormuştu.

    Benim adım Peter Barış Hoffman. Ben kimliğimi kaybettim ve daha da ilginci ben sanırım bir amnezi hastasıyım, çünkü çok uzun süre kim olduğumu hatırlamayarak yaşadığımı düşünüyorum. Bana ancak siz yardım edebilirsiniz dedim endişeli bir şekilde kadına bakarak. Masada duran isimlikte adı yazıyordu. Adı Hanna Schuster’di.

    Hanna bana garipçe bakarak, Üzerinizde sizin kimliğinizi kanıtlayacak hiçbir evrak yok mu? dedi bir kaşını hafifçe havaya kaldırıp.

    Yok maalesef!

    Ne kadar zamandır kendinizi hatırlamadığınızı öğrenebilir miyim?

    Yirmi iki yıl kadar!

    Anlamadım? Ne yani bu kadar zamandır nerede olduğunuzu bilmediğinizi mi söylüyorsunuz? diye sordu Hanna şaşkın bakışlarla.

    Evet, Bayan Schuster! Biliyorum biraz deli saçması gibi gelebilir size, ama tam olarak bunu söylüyorum. Beni veri tabanınızda araştırıp neler olduğunu da ancak siz söyleyebilirsiniz, çünkü ben bir Alman vatandaşıyım! Son sözleri üzerine basa basa söyleyerek onun bulunduğu şok havasından sıyrılıp işini yapması gerektiğini hatırlatmak istemiştim.

    Bu işe yaramıştı. Hemen önündeki bilgisayardan adımı araştırmış, ancak bir şey bulamamıştı. Hemen geri döneceğim! diyerek arkada müdüriyet yazan yere girdi ve bir süre sonra geri gelerek bilgisayar ekranının yanındaki tablete benzer cihazın tuşlarına basmaya başladı. Eliyle kulağının içine dokunup konuşmaya başlayan kadının birisini aradığını o an anlamıştım. Bir iki yerle görüştükten sonra görüşmeyi bitiren kadın bilgisayarını kurcalamaya başlamıştı.

    Konuşmalardan Alman nüfus müdürlüğü ile görüştüğünü ve benim adımı onlara verdiğini duymuştum. Şimdi ise hakkımdaki son durumu belirtir bir belge bekliyordu sanırım.

    İşte geldi! Hımm!

    Hanna tekrar bana şüpheyle bakmaya başlayarak, Bay Hoffman, tabii siz bu iddia edilen kişi iseniz, sizin Amerikan hükümeti tarafından kayıp ilanınız verilmiş ve Alman yetkilileri süre bakımından yokluğunuza karar verip ölüm ilanı vermiş. Yani teknik olarak bu belgedeki kişi ölü görünüyor. Siz emin misiniz bu kişi olduğunuza?

    Gayet iyi ve canlı durumdayım gördüğünüz gibi! Acaba elinizde bana ait DNA sonuçları ve parmak izi var mı? Bu sayede o kişi olduğumu kanıtlayabilirim ancak. Bakın, ben neler olduğunu bilmiyorum ve hayatımın yirmi iki yılı eksik. Şu an hissettiğim hayal kırıklığını tahmin edemezsiniz. Almanya’ya geri dönüp kendimi bulmam gerekiyor. Bana yardım edin lütfen!

    Bu bilgiler ancak Amerikalı yetkililerde olmalı, çünkü bana gönderilen evraklarda yok. Hemen dışarıdaki veznenin yanındaki odaya gidip parmak izinizi ve DNA’nızı vermek istediğinizi söyleyin. Ben orayı arıyorum. Sonra holdeki koltuklarda bekleyin. Bu iş biraz uzun sürebilir, ama gerçeği öğreneceğiz sonunda

    Diğer odaya geçerek işlemleri bitirdikten sonra bekleme salonunda oturmaya başladım sessizce. İstediğim gibi gelişmiyordu olaylar. Alman hükümetinde benim bilgilerimin olmayışı işimi hiç kolaylaştırmayacaktı, çünkü Amerikan yetkilileri benim kayıtlarımı düzgün aldılarsa hastanede yatışım ortaya çıkacaktı ve beni buradan alıp tekrar oraya geri götüreceklerdi. Endişeliydim, ama başka yapabileceğim bir şey de yoktu. İkinci alternatif buradan kaçak olarak Avrupa’ya gitmekti ve açıkçası kendimi öyle bir serüvene hazır hissetmemiştim.

    Aradan iki saat geçmiş ve sonunda genç bir bayan benim yanıma gelip, Bayan Schuster sizi bekliyor! diyerek beni onun odasına davet etmişti. Odaya girdiğimde Hanna’nın iki elini çene altında bağlayıp bana dikkat ve şefkatle baktığını sezdim ve bu beni biraz umutlandırdı.

    Merakla ağzından çıkacak kelimeleri beklemekteydim. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra arka kapı açılmış ve genç bayan elinde bir başka kahve ile çıkagelmişti.

    Bu sizin için Bay Hoffman! Aramıza hoş geldiniz!

    Önce kahveye sonra şaşkınca kadına bakarak, Ben olduğumu kanıtlayabildiniz demek ki! dedim.

    Her ne kadar umutlu olsam da, yine de her an hastane yetkilileri veya askerlerin beni götüreceği hissi ile tetikteydim. Kahveden bir yudum alıp Hanna’nın konuşmaya başlamasını beklemeye koyuldum.

    Bay Hoffman! Peter! Bu kişi kesinlikle sensin ve gördüğüm kadarıyla gayet canlısın. Hâlâ bunca zaman neler olduğunu bilmemene çok şaşkınım, ama bu beni ilgilendirmez artık, çünkü seni ve hikâyeni biliyoruz ve sen bizim vatandaşımız olduğun için ayrıcalık hakkını kullanacağız, yine de sormadan edemeyeceğim. En son hatırladığın şey nedir geçmişe dair?

    Hafızamın beni bıraktığı yer çok gerilerde aslında. Ailemin beni Alman askeri deniz okuluna yatılı olarak gönderdiğini hatırlıyorum. Oraya dair hiçbir anım yok. Sonrasında Amerika’ya gelişimi de hatırlamıyorum. Bir çeşit araştırma ekibinde olduğumu hatırlıyorum, ama bunun rüya mı gerçek mi olduğunu söyleyemem. Bir denizaltında ses uzmanı olarak görevliydim sanırım, yada bu hayal gücümün bir eseri. Bilemiyorum!

    Ben bu konuda sana yardımcı olacağım, çünkü sadece verilerine değil hikâyene de ulaştık. Biraz zahmetli oldu. Askeri bir birlikle görüşmek hele ki burada çok sıkıntılı böyle konularda, ama sonunda onları ikna edebildik. Bunun için müdürümüzün bir iki ipi çekiştirmesi gerekti, ama buna değdi. Şimdi, buraya geldiğinizde deniz kuvvetlerinin bilim ekibine katılmışsınız ve birleşmiş milletlere bağlı bir asker statünüz olmuş. İlk göreviniz Bering denizi yakınlarındaki denizin altına çökmüş bir adayı incelemekmiş. Ayrıntıları alamadık, ama burada küçük bir denizaltı ile bir kaza geçirmişsiniz. Bir daha sizden, denizaltından ve ekipten hiçbir haber alınamamış

    Bu, neden o rüyaları gördüğümü açıklıyor. Onlar rüya değildi. Ben hepsinin öldüğünü gördüm. Aslında hatıram denizaltının içinde başlıyor. Oradan bir şekilde kurtulup yüzeye çıktığımı ve bir adaya sığındığımı hatırlıyorum, ama yavaş yavaş geliyor bu hatıralar. Sanırım zamanla bana neler olduğunu tam olarak anlayabileceğim. Şimdi ne yapmam gerekiyor Hanna? Sana böyle hitap etmemde sakınca yoktur umarım!

    Tabii ki yok! Peter, sana geçici bir kimlik belgesi vereceğiz. Amerikan hükümetine göre artık burada kalamayacağın açıkça vurgulandı. Seni sınır dışı ediyorlar ki bu zaten senin de istediğin bir şeydi. Artık bizim korumamızdasın ve ilk uçakla Almanya’ya yerini ayırttık

    O sırada elinde, üzerinde bir adres ve telefon olan kâğıt parçasını bana uzatan Hanna, Seni, havaalanına götürüp ülkeden ayrıldığına emin olacağız. Ardından bu kâğıtta yazan adrese giderek kimlik ve pasaport işlemlerini başlatabileceksin. Ondan sonrası sana kalmış. Hayatını yeniden kurabilirsin, ancak ABD hükümeti seni sınır dışı ettiği için buraya bir daha dönemeyeceksin. Çok nadir durumlarda bu engeli kaldırdıklarını biliyorum, ama onun haricinde burası sana yasaklandı

    Sıkıntı değil! Ben bulunduğum esaretten kurtuldum. Bunun için size çok müteşekkirim. Herşey için çok sağolun!

    Hanna telefonla bir görevli çağırmış ve askeri bir araçla oradan ayrılmıştık. Uçağa bindikten sonra gözlerim de yavaş yavaş kapanmış ve derin bir uykuya dalmıştım. Uyandığımda hâlâ okyanusun üzerindeydik, ama neredeyse altı saattir deliksiz uyuduğumu fark ettim. İlk defa rüya görmemiş veya uyanınca kendimi başka bir yerde bulmamıştım. Sanırım ruh halim de düzelmeye başlamıştı, yine de aklımdaki deli sorular beni rahatsız etmeye yetiyordu.

    ABD hükümetine göre de kayıp olmam bende bazı şüphelerin gün ışığına çıkmasına neden olmuştu. Önce akıl hastanesinde yaşadıklarımın bir hayal ürünü olup olmadığını düşündüm, ama değildi ve bundan emindim. O halde benim kayıtlarıma nasıl ulaşamadıkları sorusu geliyordu aklıma. Beni başka bir kimlik ve isimle kayıt altına almış olmalılardı. Doktorun dediği şey aklıma gelmişti. Bizim sorunumuz değil. Hükümetin sorunu dememiş miydi bizim için?

    Bu ne demekti acaba? Aklıma gelen bir başka teori ise oranın hükümetten para araklamak için kurulmuş

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1