Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Fantastik Polisiye Olaylar Serisi
Fantastik Polisiye Olaylar Serisi
Fantastik Polisiye Olaylar Serisi
Ebook387 pages4 hours

Fantastik Polisiye Olaylar Serisi

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

'Bir zamanlar onlar da kardeşti ama bu zamanla unutuldu ve silik bir hatıra oldu zihinlerinde, tıpkı insanoğlunun birbirlerini yok etmeden önce kardeş olduklarını unutmaları gibi. O, kardeşlerin en iyisi ve yüce olanıydı kendi katından atılmadan önce. Büyük bir hata yapmış, babasının eserini, insanoğlunu önemsememiş, onları koruyacağı yerde kötülemiş, kıskanmış ve yok etmek istemişti. Kardeşleri ise onu bir süre sonra dikkate almamış, unutmuşlardı, ama o başına gelenleri hiç unutmamıştı ve intikamını alacaktı.

Bu yüzden güç ve zevkin hayatta en önemli şey olduğunu, bunun için zayıfları yok etmek gerektiğini gösterdiği insanoğlunu baştan çıkarmış, birbirlerinin kardeşi olduğunu unutturmuştu, ama bu yeterli gelmeyecekti. Kesin sonuç almalı, onları tamamen yok etmeliydi. Buna karar verdikten sonra ise tüm planlarını incelikle yaptı, ancak kardeşlerini hiç hesaba katmamış, onların kendisini unuttuğu gibi o da onları unutmuş ve bu onun en kritik hatası olmuştu. Kardeşleri ise olacakları fark ederek babalarına iletmişler, o da karşı planını yapmıştı.

Komiser Kenan bu planda seçilmiş olan anahtar kişidir. Gerçekliği sorgulayan kafa yapısı, mantığını dinlemesi, ama hislerine de kulak vermesi ona olaylara bakış açısındaki yeteneğini kullanmasını sağlamış, gerçeği tam olarak kavramasından sonra ise başından geçen olayları anlamaya başlamış, birlikte olduğu kişilere olan sorumluluk duygusu ile son serüvenine atılmıştır'

Güncellendi (01.09.2022) : Kelime hataları, Gramer yapısı, Noktalama işaretleri, Cümle düzeni ve Anlam karmaşası tekrar elden geçirildi.

Yazarın Tüm Kitapları:

• Yazgı – Fantastik, Polisiye Olaylar Serisi
• Yıldızlara Seyahat – Zamanı Göstermek Hünerli Bir İştir
• Orta Evren Günlükleri – Ruh Tutucuların Yükselişi
• Orta Evren Günlükleri – Kristal Küre Birliği
• Orta Evren Günlükleri – Evrenin Anahtarı
• Orta Evren Günlükleri – Evrenini İncisi
• Orta Evren Günlükleri – Yok Oluşun Kıyısında
• Ümit Rıhtımı – Kaybolanlar
• Glütensiz Hayat – Tahıl Beyin Özeti
• Yalnızlıklarım – Salih Yıldız
• Bilmukabele Kalbim Kırıldı
• Lanetliler Şafağı - Gerçeklerle Yüzleşme Zamanı
• 100 Günde Beşer’i Alem
• Lanetliler Şafağı - Gerçeklerle Yüzleşme Zamanı

LanguageTürkçe
Release dateApr 30, 2020
ISBN9780463750582
Fantastik Polisiye Olaylar Serisi
Author

Ceyhun Özçelik

Ceyhun Özçelik, the writter of The Diaries of the Middle Universe, was born in İstanbul, Turkey, in 1975. He started to write his novel series in 2006. It has been 12 years for him to write his bestsellers and still continue. In 2010, he decided to share them to all over the world.He has been living in Marmaris almost for 25 years by finishing his carrier in tourism and he moved to small city called Muğla. He finished his education about tourism and hotel management and public administration.His imagination is always about outer life in space even different universes. He impressed from the other performers too much that he mentioned about it in every book he wrote.'I present this story to the spectacular writers and directors that I have read their stories and watched their films for years, which have influenced my imagination and dream world and took me to wonderful lands'

Read more from Ceyhun özçelik

Related to Fantastik Polisiye Olaylar Serisi

Related ebooks

Reviews for Fantastik Polisiye Olaylar Serisi

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Fantastik Polisiye Olaylar Serisi - Ceyhun Özçelik

    İNTİKAM BÖLÜM 1

    Gece, tüm karanlığı ile yüreğine çökmüştü. Camekânlı odanın oya işlemeli tül perdesinin arasından içeri süzülen donuk ay ışığı, ala bulanmış ellerinin arasındaki gümüş hançerin kanlı yüzeyine dokunmuş, kararan hissiz gözlerine yansımıştı.

    Sermaye olan bedeni, pespaye gönüllerin eğlencesi olmaktan çıkmıştı artık. Ruhunu ise çok önceleri, yaşanmamış çocukluğunda kaybetmişti, kaybettirilmişti. Duygusuz dünyasından ona kalan yegâne şey biricik kardeşinin anısıydı. Ondan sonrası ise bulanıktı.

    Açlık kasırgası henüz vurmamıştı gecekondu bölgesini, ama fırtına yakındı ve sırra kadem basan ayyaşların, ruhunu satan kevaşelerin yurdu olmuştu yaşadığı yer. Pazar malı olan biçareler, açlık ve zevk eksikliklerini gideriyordu insan müsveddelerinin. Geniş tepenin yamacına üst üste sıralanmış çarpık gecekondular açlığın ve sefaletin hüküm sürdüğünün göstergesiydi adeta.

    Kir ve toz içinde kalmış sümüklü veletler kozalakları tekmeleyerek maç yapıyorlardı taşlı patikada. Patikanın başında beliren kumral, dalgalı saçlı küçük kız, hafifçe esen rüzgârın saçlarını savurmasına aldırmadan, pembe plastikten ayakkabılarını taşlara vurmaya çekinerek ufak adımlarla ilerlemekteydi. Üzerindeki yırtık pırtık mavi örgü yeleği, içine giydiği kirli gri tişörtü ve eskimiş mavi pantolonuyla soğuk havaya meydan okuyordu. Yolun kenarından geçerken kozalağı kovalayan çocuklar üzerine doğru gelmiş, o da kenara kaçmıştı yavaşça.

    O sırada gecekondudan çıkan, rengi atmış beyaz atleti iri göbeğinin üzerinde kalmış olan ayyaş adam, göbeğini kaşırken uyku sersemliği ile ona çarpmış ve etli eliyle kafasını ittirerek, Çekil ayağımın altından! demişti.

    Elindeki, çöpten topladığı parçalanmış kitap sayfalarını düşüren küçük kız, zar zor öğrendiği okumasını geliştirmek için evine götürüyordu onları. Yere düşen sayfaları yavaşça topladı ve aksak adımlarla sağa, yukarı doğru yönelerek kaldıkları fakirhaneye yol aldı.

    Yoksulluk tarlasında açan bir başaktı Ayşegül. Henüz çok ufak yaşlarda itilmişliğe alışmış, alıştırılmıştı. Yalnız ve sevgisiz bir çocuktu. En sevdiği iki şeyden ikincisi okumaktı. İlki ise kardeşi idi. Mutlu kelebekler dans ederdi ufacık yüreğinde, kardeşi Oğuzcan'ı şefkatle kucakladığında. Alamadığı sevgiyi ona verirdi. Yemediği azığını ona yedirirdi.

    Çok önceleri terk eylemişti yavrularını gariban anneleri. Koca dayağına dayanamamış, canını zor kurtarmıştı vahşi adamın elinden. Çocuklarını bırakmış, ama onların acısını hep yüreğinde taşımıştı. Alkolik olan babalarıyla kalan çocuklar yaşam savaşı veriyordu yeni kurulan düzende.

    Ayyaş babaları eve nadiren gelir, geldiği zamanlar kâbus anları başlardı. Üvey anneleri olan entarisi yamalı, yalın ayak, kapçık ağız, çatısız Kehribar'ın ise ne zaman ne yapacağı hiç belli olmazdı. Fahişenin sıpaları! Üstüme kaldınız! derdi hep.

    Kışın getirdiği zalim soğuk, yemeğe ve sıcaklığa muhtaç, zavallı bedenlerini donduruyordu. Delik deşik köhne gecekonduda Ayşegül, henüz bir buçuk yaşında olan kardeşine sarılmış, bir yandan akan burnunu eliyle siliyor, bir yandan da onu sıcak tutmaya çalışıyordu çaresizce.

    Kehribar içeri girdiğinde, onlar bir ayağı kırık, eski kanepede yatıyorlardı. Pis kadın çarpık ağzıyla, Bırak o veledi! Bulaşıkları yıka sürtük! diye azarladı zavallı kızı.

    Uyuyan bebeği ürkütmeden yavaşça kalkan kız, buz tutmuş ellerini ısıtmak için üfleyerek lavabonun yanına gitti. Kehribar ise Oğuzcan'ın yanına gitmişti. Rengi solmuş, minik bebek hiç hareket etmiyordu. Elini alnına koyduğunda çocuktan hiç sıcaklık gelmediğini fark eden kadın nafile bir çabayla çocuğu sarsıp uyandırmaya çalışmıştı. Ayşegül, ağlamaya başlamış, ona bir şey olmasından çok korkmuştu, ama artık çok geçti. Minik bebek sonsuz uykusuna dalmıştı çoktan. Gerçeği anlayan Kehribar avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

    Seni aşağılık! Onu sen öldürdün! O kadar sıkmasaydın ölmeyecekti! Kahpenin dölü! Bunu ödeteceğim sana!

    Ayşegül hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, ama ağlaması Kehribar'ın oklavayla acımasızca onu dövmesinden değil, hayatında en çok sevdiği ve onun için en değerli varlık olan kardeşini kendi elleriyle öldürmesindendi. Çatlak kadın o kadar sert vuruyordu ki Ayşegül bir süre sonra kendini kaybetmiş, bunu gören Kehribar, öldüğünü zannederek onu ve minik yavruyu ağzını gelişigüzel bağladığı bir çuvala koyup onları dondurucu soğukta boğazın derin sularına atmıştı.

    Nane molla gecelerin mayhoş sırdaşı yaşlı balıkçı Telli baba, yeşil cübbesinin içine sakladığı köpek öldüreni yudumluyordu boğaz kenarında. Martılar kahvaltılarını sebepleniyordu serin kış sabahında. Sis yeni yeni kalkıyordu yayılarak üzerinde oturduğu boğaz sularının durgun yüzeyinden. Telli baba, sahile vuran küçük kızın bedenini gördüğünde bulutlu kafasıyla yapabileceği en iyi şeyi yaparak eliyle kızın midesine bastırmış, ağzından sular gelen Ayşegül şans eseri kurtulup hayata geri dönmüştü. Minik kardeşi ise derinlerde bir yerde rahatsız uykusuna dalmıştı çoktan.

    Kardeşini kaybetmek onu derin bir sessizliğe itmiş kalbini de suların altında bırakmıştı sanki onunla beraber. Kendini durgun suların kucağına birkaç kez bırakmaya çalışsa da Telli baba onu yakalamış ve kardeşine ulaşma çabası her defasında son bulmuştu. Ne yapacağını bilememişti yaşlı adam bu eksik akıl, küçük kızla.

    Telli baba derlerdi ona, çünkü bir zamanlar ünlü bir kanuniydi. Çaldığı zaman neşelenirdi gönüller. Onun şarkıları ile akardı gece, Beyoğlu'nun en iyi meyhanelerinde. Ne var ki şarap onun belalısıydı. Kendini kaybedene kadar içmeye başlayınca iş göremez olmuş ve deniz kenarındaki terk edilmiş bir barakada yaşamaya başlamıştı. Kilo almış, gri saçları sakallarına karışmış gariban bir balıkçıydı artık. Eşi ve çocukları da onu terk etmişti çok uzun zaman önce. Hayatın bir tek anlamı vardı onun için artık. O da şişenin dibini nerede olsa bulmaktı. Sahilde balık avlar, onları satıp hayatının anlamını satın almaya giderdi hemen.

    Onu sahilde bulduktan sonra fakirhanesine götürüp ısınmasını sağlamış ve karnını doyurmuştu Telli. Ne var ki orada kalamazdı Ayşegül. Ayrıca günden güne sararıp solmaya başlamıştı. Bir şey yemiyor, konuşmuyor sadece dalgın dalgın denize bakıyordu.

    Kendine zor bakan yaşlı adam ara sıra yanına uğrayan dilenci başı, gevrek, uzun boylu, kel ve dişsiz Salih'e bahsetmişti ondan. Salih de eğer kızı verirse ona iyi para vereceğini söyleyince o da kabul etmişti. Ne de olsa yaşam şarap davasından ibaretti onun için.

    Henüz on iki yaşında olan Ayşegül için farklı bir hayat çizgisi belirlenmişti. Yazgısı onu garip ve acımasız bir girdaba sürüklüyordu. Alınıp satılan bir hayattı onunki artık, ama o hayata anlamsız bakmaya başlamıştı artık. Annesini kaybetmenin acısı yetmiyormuş gibi kardeşi de ondan alınmış, ne için yaşadığını bile bilemez olmuştu. Kaderine razıydı.

    Dişsiz Salih, ona dilencilik sanatını anlatıyor, kemikli, uzun, sert elleriyle acımasızca işkence edip orasını burasını kurcalayarak, istediklerini yapmazsa çok daha kötü şeyler olacağını söylüyordu. Bölgenin en çetin dilenci başıydı. Kırklarında, kır, kıvırcık saçları sadece kafasının yanlarında kalmıştı. Oldukça uzun boylu ve zayıftı esmer adam. Tüm sokaklarda ona bağlı yüzlerce çocuk çalışıyor, onları besliyor, organize ediyor ve üzerlerinden oldukça iyi para kazanıyordu. Ona dişsiz demelerinin sebebi yanlış kişilerin tekerleğine çomak sokmasından dolayı dişlerini eline vermelerindendi. O zamandan beri takma dişlik kullanıyordu Salih.

    Aradan geçen iki senede Ayşegül büyüyüp, serpilmeye başlamıştı. Artık o baygın halinden de sıyrılmış ve dilencilik yapmak zorunda olmadığı zamanlar tekrar okuma çalışmaları yapıyordu. Acısını hafifletmenin en güzel yoluydu buydu onun için. Salih'in gözüne batmamaya çalışıyordu ve aynı kaderi paylaştığı diğer çocuklarla sakin bir hayat sürdürmeye başlamıştı.

    Ara sıra aşağı mahallelere gelip piyasaya yeni düşenleri kontrol eden ve onları tuzağa düşüren yardakçı, kesik kulak Melahat onu fark etmiş, henüz taze olduğunu anlayınca onun üzerinden kazanacağı parayı düşünüp ağzı sulanmıştı. Gecekondu bölgesine yakın olan şehir merkezinin alt sokaklarının birinde büyük bir restoran işletiyordu. Ona kesik kulak demelerinin sebebi alt şehir piyasasının tüm içyüzünü bilmesi ve bu bilgileri toplamadaki hüneri idi. Yeri ve zamanı geldiğinde bu bilgiler satılabilir veya kullanılabilirdi. Onun ustalığı da buradaydı. Herkesle iş yapabilir ve her işi bitirebilirdi toparlak kadın. Kızıl kıvırcık saçlarının altındaki ufak kafası dev vücudunun altında kayboluyordu adeta.

    Ara sıra genç kızların peşine düşer, ele geçirdiğini iyi bir fiyata tanıdığı ünlü kanunsuzlara veya sosyeteye pazarlamaktan çekinmezdi. Şeytana bile pabucunu ters giydirecek cinsten çalışırdı kafası. Salih'in dişlerini döktürten de oydu, ama o çok daha başka biri olduğunu zannederek hayatına devam ediyordu.

    Hemen planını yapan Melahat, onu dişsizden satın alarak çok zengin bir mafya babası olan Faça Hüseyin'e pazarlamıştı. Faça ile kimsenin bilmediği bir geçmişleri vardı. Ona her türlü bilgiyi o sağlıyordu. Karşılığında ise Faça onun güvenliğini sağlıyordu. Ne olduğunu anlamayan genç kız önce restorana getirilmiş, karnı doyurulduktan sonra önce kuaföre oradan da elbise almak üzere mağazaya götürülmüştü. Şaşkın haldeydi. Başına bir şey gelmesinden korkuyor, ancak ne olabileceğini anlayamıyordu Ayşegül.

    Restorana geri geldiklerinde tombul kadın onu acımasız gözlerle süzerek, İşte böyle kızım, işte böyle. Güzel olmalısın! Değerini göstermelisin! diyordu.

    Az sonra Mercedes marka beyaz araç restorana yanaştı. İçinden çıkan iki iri kıyım, takım elbiseli adam Melahat'ın masasına siyah bir çanta bıraktı ve kızın kollarından tutup onu araca bindirdi. Hızla uzaklaşan aracın camından Melahat'ı gören Ayşegül onun çantaya bakarak şeytani bir şekilde gülümsediğini izliyordu.

    Araç şehir merkezindeki Lante Plaza binasının altındaki kapalı otoparka girdi ve gözden kayboldu. Burası Faça'nın paravan şirketine ev sahipliği yapan iş yeriydi. Yurt dışına tekstil ihracatı yaptıklarını söylüyorlardı, ancak araştırıldığında bulacakları şey yıl boyunca sadece bir tır gönderilen sentetik kumaştan yapılma çorap olacaktı.

    Başına bir şey geleceğinden endişelenen ufak kızın hissettikleri gerçekten de doğruydu, ancak kaçabileceği hiçbir yer, yapabileceği hiçbir şey yoktu. Faça'nın yer altındaki gizli bürosunda zorla ırzına geçilen, henüz on dört yaşındaki Ayşegül'ün yüreğindeki son masumiyet kırıntıları da yok olmuş, virane olan ruhu dipsiz kuyu misali kararan göz bebeklerine yansımıştı. Acı içinde kıvranıp ağlarken kardeşi aklına gelmişti. Kehribar'ın elinden yediği dayağı ve sonrasında denize atılışını hatırlıyordu. Birden kardeşinin denizde ona bakan aklaşmış göz bebeklerini ve ona uzanan elini gördü. O an acısını unutmuş ve sadece o gözlere odaklanmış, kendini o gözlerde kaybetmişti. Yine dalmış ve kendi dünyasında kaybolmuştu. Yolunu bilmiyor, ama bulmaya da çalışmıyordu. Artık hiçbir şey hissetmiyordu, hatta yaşamıyordu.

    Sinsi kadın para kaynağını bulmuş, her ay onu mafya babasına pazarlıyordu. Aradan dört ay geçmiş ve küçük kızın karnı şişmeye başlamıştı. Faça, ondaki değişimi anlayarak onu öldüresiye dövüp hastanelik etmiş, çocuğu düşürmesi için ise özellikle karnını tekmelemişti vahşi adam. Son anda kurtarılan talihsiz körpe, çocuğu düşürmüş ve yine ölümden dönmüştü. Artık ruhsal dengesini tamamen yitirmiş, konuşmayı bile unutmuştu.

    Ayşegül'ü caninin elinden alan Melahat, onun bu durumunu kavramıştı. Onu kendine getirmenin tek yolu vardı artık o da ona yeni bir benlik kazandırmaktı. Bunu yapmak için ise onu uzun süre uyutmak ve sonra ayılmasını sağlamak gerekiyordu. Sıra hiç değişmezdi. Önce satar, sonra uyutur, ardından başka birini yaratır, tekrar satardı.

    Onu uyutması için esrar satıcısı Keş Ali'ye teslim etti. Aslında kendisi hiçbir şekilde bağımlılık yapan bir madde kullanmamıştı, yine de yolda gören onu tam bir keş sanırdı. Siyah kıvır kıvır saçlarını arkadan bağlar, hep spor kıyafetler giyerdi bu tıknaz, esmer tenli adam. Gözlerinin altındaki torbalar koyulaşmış haldeydi hep oysaki tozdan değil uykusuzluktan olmuştu onun ki. Yıllardır çekerdi uykusuzluğu. Şanslıysa günde bir iki saat uyuyabilirdi sadece.

    Yıllarca madde satıcılığı yapmış ve düzenli çalıştığı için bölgenin sorumlu adamı olmuştu. Uyuşturucu trafiği onun elindeydi. İstediği gibi yönlendirip, istediği şekilde satış yaptırıyordu. Eskiden o, mal alıp satabilmek için mafyanın ayağına giderdi. Şimdi ise tüm tacirler piyasaya mal sokacakları zaman önce onu bulmak zorundaydılar. Yoksa sonları diğerleri tarafından yok edilmek olabilirdi. Ali'nin diğer işi ise Melahat gibi beyaz kadın ticareti yapanlara servis ve ev sağlamasıydı. Kendine bağlı çalışan en az on ev vardı ve bu evlerde pezevenklerin malları barınıyordu. Ali'nin yanında dumanlı iki sene geçiren kendini bilmez haldeki zavallı Ayşegül, yazgısının bir başka hüzünlü yolculuğuna çıkıyordu.

    Oraya gittiğinde dağılmış halde olan kızı gören Ali, onun kumaşının iyi olduğunu sezmiş ve onu bambaşka biri yapmak için kolları sıvamıştı. Bunun için önce onun uyutulması ve hiç ayık gezmemesi gerekiyordu. Beyine format atmak dedikleri şeydi bu. İki sene bu halde gezmiş, nerede ve kim olduğunu bilmeden ondan faydalanılmıştı, ancak Ali onu diğerlerinden ayırmış, güzelleşmesi için tüm tedavilerini ve bakımlarını yaptırmıştı. O, iş için mükemmel bir adaydı. Bu yüzden onu Melahat'in elinden alması gerekiyordu, çünkü şehirde yaşayan ve Melahat'e göre çok daha zengin kişilere pezevenklik yapan Peruklu Naciye onu görünce kesinlikle iş yapmak isteyecekti.

    Naciye ise üç katlı, en az otuz odalı çiftlik evinde yaşıyor ve bunun gibi dört eve bakıyordu. Uzun boylu, elli yaşlarında ve biçimli vücudunu hâlâ göstermekten çekinmediğini belli eden elbiseler giyen, sarışın, yeşil gözlü güzel bir kadındı. Ona peruklu demelerinin sebebi hep farklı peruk kullanması değil kırklarında bir deri hastalığı yüzünden dökülen saçlarıydı.

    Naciye işlerini iki şekilde yürütüyordu. İlk olarak, kendisi için sürekli çalışan bir ekibi vardı. Kimseyi zorla çalıştırmak niyetinde değildi, ancak işin içine girdikten sonra çıkış yolu olmadığını da bilirlerdi onunla çalışanlar. Bir kere alınacak bir karardı bu onun için çalışacak kişilerde. Bir de sonradan devşirilen kızlar vardı ki onları dışarıda servise gönderir çoğu zamanda birine satardı.

    Peruklu Naciye için alıştırılan ve adının bile ne olduğunu unutan genç kız, on yedi yaşındaydı ve hazırdı. Başak sarısı lüle saçlı, gül pembe yanaklı, nehir yeşili gözleri süzgün bakışlı, baştan çıkarıcı bahar kokusu tenli, kayıp gecelerin yalnız ve ruhsuz yolcusu, satılmış zevk kraliçesi Banu'ydu artık o.

    Keş Ali şeytan kadınla anlaşma yapmanın kolay olmadığını biliyordu. Ona yalan söylerse sorun çıkacaktı. O da niyetini direk Naciye'ye anlattı. Naciye çevresi çok geniş biriydi ve bu durum için ağırlığını koymaya karar vermişti. En iyi müşterilerinden biri olan Faça'ya durumu anlattı. Bu iş artık sadece onun elindeydi. Onunla anlaşma yapan Naciye, ona ileride birini bedava verecekti. Anlaşma sağladıktan sonra Ali, Melahat'in yanına gitti ve kız için ödemesi gereken parayı teslim etti.

    Bu yaptığını unutmayacağım Ali. Şimdilik kulak üstü yapıyorum, yine de borç hanene ekledim bunu. İleride ne zaman istersem bana bir iyilik borçlusun. Unutmasan iyi edersin! demişti restorandaki geniş patron koltuğuna oturan enli kadın.

    Banu'nun nefes kesici güzelliği kısa sürede sosyetenin dillerine destan olmuştu. Çok para kazanmış, kazandırmıştı. Duygusuzdu. Sadece nefes alır, işini yapar ve yoluna devam ederdi. Hayatı başkalarının elindeydi belki, ama o yaşıyor muydu? Kendisine bunu soruyordu ara sıra. Kimdi? Yaşama amacı neydi?

    Bir sene sonra Naciye, ondan yeterince faydalandığını düşündüğü için artık reşit olan kızı evli ve çok zengin birine sattı. Kuma gittiği eve girerken evde onu karşılayan karnı burnundaki kumral, hamile kadın, ona nefretle bakmaktaydı. Onun yanından geçerken kadının hiddetli nefesini ensesinde hissetmiş ve sıktığı dişlerinden acı bir ıslık sesi gibi gelen fısıltısını duymuştu.

    Seni aşağılık o...

    Az sonra lüks cipiyle eve gelen çam yarması, pala bıyıklı, esmer adam, diğer odaya geçmiş, hamile kadın ise çığlık atarcasına bağırmaya başlamıştı adama.

    Şerefsiz godoş! Bunu da mı yapacaktın bana?

    Kes sesini be kadın! diye gürleyen adam, hâlâ ağzında bir şeyler geveleyen kadını dövmeye başladı.

    Yan odadaki kapının aralığından içeriye bakan Banu, yere düşen kadının karnını vahşice tekmeleyen caniyi izliyordu. Hiçbir şey hissetmeyen kıza bu görüntü hiç yabancı gelmemişti. Az sonra saçlarından sürüklenerek dışarı çıkarılan hamile kadın kanlar içerisindeydi, ama köpüren ağzıyla hâlâ bir şeyler mırıldanıyordu. Yüzü gözü şişmiş, tek gözü kapanmış, kolları vücudundan bağımsız bir organmış gibi hareket ediyordu. Kadını evin dışına sürükleyen adam cipin arka kapısından onu zorla içeri soktu ve kapıyı kapatıp kilitledi. Geri dönüp evin açık kapısından kafasını uzatan adam ona bakıp, pis pis sırıtarak, Geliyorum yavrum! dedi.

    Adama garipçe bakan genç kız, kapı kapandığında birden hatırlamıştı. O görüntü zihninin tavan arasına sıkışmış olmalıydı. Bulanıktı bu anı, ama bir zamanlar Ayşegül diye birinin varlığı hâlâ orada, içeride bir yerdeydi.

    İNTİKAM BÖLÜM 2

    Sessiz geceyi soluk ışığıyla aydınlatan keyifsiz dolunayın altında, kafası güzel olan sarhoş adam, siyah cipini park ettikten sonra sallanarak eve girdi. Kapıyı kapatıp, Ben geldim yavrum! dedi kelimeleri ağzında yuvarlayarak. Etraf karanlıktı ve göz gözü görmüyordu. İki katlı evin alt kat ışığını yakarak etrafa bakan adam hiç kimseyi göremeyince kaşlarını çatmış ve üst kata çıkmıştı. Yatak odasına doğru yöneldiğinde bayıltıcı parfüm kokusu geliyordu burnuna. Odaya yavaşça giren adam yatakta olmasını umduğu kız için yatağın üzerine baktı. Çarşaf kabarıktı.

    İşte buradasın! dedi iştahla.

    Çarşafı kaldırdı, ama sadece yan yana dizilmiş yastıklar vardı. Ay ışığı karanlık odayı aydınlatıyor, adam şaşkınca bakıyordu yatağa. O an gözleri fal taşı gibi açılan adam, inlemişti ve inlemeye devam ediyordu. Soğuk çeliğin, kaynayan kanına dokunuşu onu yavaşça yere çökmeye zorlamış, vücudu, omuriliğinden beynine kadar uyuşmaya başlayıp güçsüzleşen hantal bacakları onu taşımaz olmuştu. Hissettiği acıya burnuna gelen şehvetli parfüm kokusu karışıyor ve bu, olanları anlamasını güçleştiriyordu. Gözleri ay ışığının parlaklığına takılmış ve ayağa kalkması gerektiğini hissetmiş, kendini zorladığında ise artık bunun için çok geç olduğunu anlamıştı.

    Saç köklerinin acısı ile sarsıldı. Manikürlü, pembe, uzun tırnaklarını saç derisine geçiren ve ince parmaklarıyla saçlarından tuttuğu adamın kafasını geriye yaslayan Ayşegül, böbreklerini delik deşik ettiği gümüş hançeri adamın boğazına dayamıştı.

    Adamın kendi değerli hançeri idi bu... Birçoğunun uzuvlarını kesmekte ve onlara faça atmakta kullanmıştı onu.

    Kararmış gözlerinde acımasızlık perdesi vardı Ayşegül'ün. Yavaş yavaş kesmeye başlamıştı adamın boğazını. Kanlar yere fışkırıyor, garip sesler çıkarıyordu tavuk gibi boğazlanan cani. Yaptıklarının bedelini ödeyecekti.

    Az sonra işini bitirmiş olan genç kız adamı bırakmış ve yere yığılışını izlemişti sessizce. Yerde hâlâ garip sesler çıkaran adam acıyla son nefesini veriyordu. Hamile karısını döven, doğmamış çocuğunu öldüren, zorla ırzına geçen Faça Hüseyin, kendi kanının içinde can çekişerek ölmüştü.

    Çocukluğunu hiç yaşamamış, hayatı boyunca hırpalanmış ve kullanılmıştı o. Sevgisiz yaşamında tek özlemi kardeşine tekrar kavuşmaktı. En çok pişmanlık duyduğu şeydi bu aynı zamanda. Onu hep korumak istemiş, ama yanlışlıkla ellerinde can vermişti minik bebek. Sonrası, sonrası ise yaşanmamıştı hiç. Onun için sonrası olmamıştı. Olmamalıydı. Özgürdü artık.

    İşte bunları düşünüyordu boğazın kasvetli sularına çakılmadan önceki son metrelerde. Kesilmiş film şeritleri halindeydi saniyelere sığan anlamsız anıları. O sulardaydı biricik kardeşi Oğuzcan. Ona kavuşacaktı sonunda. Gözlerini kapattı ve son sözlerini geçirdi aklından.

    Canım kardeşim, yanına geliyorum! Özgür ve hep beraber olacağız artık

    Ayşegül, erkek kardeşini öldürmenin bedelini ödeyebilecekti sonunda. Pişmanlığının başka çaresi yoktu. Ona tekrar kavuşmak için kendini yüz altmış metrelik boğaz köprüsünden atmıştı.

    Oysaki kardeşini üşümemesi için sararken havasız bırakarak öldürdüğünü zanneden Ayşegül'ün tüm hayatını değiştirebilecek olan acı gerçeği kimse fark etmemişti. Son yılların en soğuk gecesiydi ve küçük kız kardeşini ne kadar sararsa sarsın, o soğuğa minik Oğuzcan'ın çelimsiz bedeni dayanamamıştı. Onu, Ayşegül değil, açlık ve soğuk öldürmüştü.

    Yavaşça uyandığında kendini karanlık bir odada, devasa bir şöminenin önünde, alevlerin oynaşmasını seyrederken bulmuştu Ayşegül. Suyun içindeki görüntüler gözüne geliyordu. Kardeşini gördüğünü zannetmiş, ama yine o boş, aklaşmış gözlerle karşı karşıya gelmişti derinlere doğru kayarken. Şimdi ise buradaydı. Ateş çok gür yanıyordu, ama kendini çok soğuk hissediyordu. Nefesini dışarı verdiğinde ağzından çıkan buharı fark etmişti. Etrafına bakındı. Oturduğu geniş koltuğun karşısında bir koltuk daha vardı. Cam masanın üzerindeki şampanya kadehinde kan kırmızısı bir sıvı yarıya kadar doluydu. Alevler daha hızlı oynaşmaya başlamış ve içindeki kara duman, karşısına doğru havada süzülerek şekillenmişti.

    En ufak bir tedirginlik yoktu kızın yüzünde. Sadece oluşan şekle anlamsız gözlerle bakıp ne olacağını seyrediyordu. Korku ve endişe duyguları uzun süre önce sökülüp alınmıştı ondan. Keder ve üzüntü de hissetmiyordu. Tek hissettiği şey kalbinde kalan ufak bir özlem kırıntısıydı, hepsi o. Önünde bir adam şekillendi, ancak üzerine giydiği uzun siyah elbisenin büyük kapşonundan yüzü görünmüyordu. Elinde çok uzun siyah bir tespih vardı adamın. Alevlerin çıkardığı kara dumandan oluşan adam yavaşça karşısındaki koltuğa oturdu. Ayşegül şimdi iki kırmızı nokta seçebiliyordu kapşonun içinde.

    Sevgili kızım! Benim kim olduğumu biliyor musun? diye seslendi adam gür, inlemeye benzeyen ve karanlık odada hafifçe yankılanan bir sesle.

    Kafasını iki yana sallayan kız onu tanımadığını ifade ediyordu, ama sonrasında konuşmaya başladı. Bu Ayşegül değil içinde doğan ve benliğini hapsettiği Banu'nun kararlı ve kendinden emin sesiydi.

    Kim olduğunu ve ne istediğini bilmiyorum, ama ben verebileceğim her şeyi verdim. Benim için yaşamanın bir anlamı ve amacı yok. Peki, söyler misin yaşama amacı olmayan birine ne diyebilirsin?

    Ne diyebileceğimden öte bir amaç verebilirim küçüğüm! dedi gizemli adam ve sözüne devam etti.

    Yaptığın şey içindeki gerçek ateşi yaktı ve benim sana ulaşmamı sağladı. Başka birinin canını alıp kendini yok ettin, ama içinde bitmeyen bir hesaplaşman var ve ben sana bu konuda yardım edebilirim

    Değil sen, kimse bana yardım edemez artık! Ben kardeşimi öldürdüm! Onun elimde can vermesine izin verdim! Yaşam boyu satıldım ve şimdi intikamımı aldım! Geriye kalan tek şey kendimle olan hesaplaşmam! Tek istediğim kardeşimin yanına gidebilmek!

    Pekâlâ! Öyle olsun! dedi adam ve kemikli parmaklarını havaya kaldırarak onun gözlerinin kapanmasını sağladı.

    Genç kız şimdi bir rüyanın içine girmişti. Çatlak üvey anasını görüyordu. Battaniyeye sarılmış oturuyor ve üzerinde sadece bir bez bulunan karşı kanepede yatan çocuğa bakıyordu acımasızca. Çocuk son hareketlerini yapıyordu donmuş parmaklarıyla. O da kadına bakıp bir şey söylemek istiyordu sanki. Sonra yerinden kalkan Kehribar çocuğun kalbini kontrol etti. İşlem tamamdı. Bir boğaz daha kurtulmuştu. O sırada içeri giren Ayşegül kardeşini sarmış ve onunla yatmaya başlamıştı kanepede nefes almadığını bilmeden.

    Sonra bir ses duydu ve gözlerini birden açtı. Yine adamın karşısındaki koltuktaydı, ancak artık o ne kederli Ayşegül'dü ne de hiçbir şey hissetmeyen Banu. Gözleri yaşarmıştı, ama ağlayamıyordu. Yutkunmaya çalışıyor, ancak onu da beceremeyecekti. Gözleri kızarmaya başlamış ve çatal çatal olmuştu. Bütün hayatı bu yalanın içinde kaybolmuştu. Öfkesi, dışarı vermek için çok değerliydi. Kalbindeki ateş ona enerji veriyordu. Birden karşısındaki adam elindeki tespihi sallamaya başladı. Tesbih değişerek kalın halkalı bir zincire dönüştü. Kız yerinden fırlayarak ona saldırmaya kalktığında ise zinciri onu boğazına sardı ve elinde tuttuğu zincirin diğer ucuyla onu duvara savurdu. Çarpmanın şiddetiyle yere, dizlerinin üzerine düşen kız şimdi kafası önde, iki eli yerde, tasmalı bir süs köpeği gibi görünmüştü. Kafasını yavaşça kaldırdı. Göz bebekleri artık kıpkırmızı olmuştu ve adama bakıyordu tıslayarak.

    Sakin ol küçüğüm. İçindeki enerjiyi kullanmayı, paylaşmayı öğreteceğim sana ve böylece intikamını alabileceksin. Sadece buna sebep olan herkesi yok etmek için gerekeni yaparsan sana kardeşinle olma şansı tanıyacağım. Eğer şartımı kabul edersen bu aramızdaki anlaşma olacak. İşte senin amacın! dedi ayaktaki adam.

    Sessizce kafasını sallamıştı kız. İntikamını alacaktı, ancak kendini nasıl kontrol edeceğini bilmiyordu. Adam elindeki zincirin onun boynundan boşalmasını sağlayarak onu tekrar tesbih haline getirdi ve masanın üzerindeki kadehi ona uzatarak, Al! İç bunu. Kendini kontrol etmeni sağlayacak ve böylece benimle yaptığın anlaşmaya onay vereceksin, ancak tüm anlaşmalarda olduğu gibi seni uyarmam gerek. Bir daha geri dönüşün olmayacak dedi.

    Bir tıslama gibi çıkan sesi kendisini de şaşırtmıştı kızın, ama cevabı hazırdı.

    Ne olacaksa olsun! dedi ve bardağı bir dikişte içti.

    Keskin metal kokusu ve tadı gelmişti ağzına. Dudaklarının arasında ufak damlalar sızmıştı üzerine doğru. İçtiği bir boğanın kanıydı ve onu sakinleştirmişti. Aslında kan tadı hoşuna bile gitmişti sanki. İçerken kapattığı gözlerini yavaşça açtı. Kırmızı olan göz bebekleri şimdi simsiyahtı.

    Adama bakarak, Sen kimsin? dedi sakin ve olgun bir sesle.

    Benim kim olduğum önemli değil! Zamanı gelince öğreneceksin. Şimdi uyuma zamanın geldi sevgili çocuğum. Uyu ve bana verdiğin sözü unutma dedi.

    Puslu sabahın seherine doğru, ilerleyen gecenin sonunda, Rumeli kıyılarında ıssızlık hüküm sürerken, sahile vuran dalgaların ve yosun tutmuş kayalıklarının arasından, solmuş cildini beyaz bir örtüyle kapatmış, üzerinden süzülen suların yere düşmesine aldırmaksızın yavaşça kumlara iz bırakarak sudan çıkıyordu ölüm çobanı. Ölmeyi hak edenlerin çobanıydı o. Onları sürecek, yönetecek, besleyecek ve kanlarını akıtacaktı sonunda. İntikamını alacaktı. Ona ne olduğunu ve kimleri görmesi gerektiğini çok iyi biliyordu.

    Islak halde tırmandığı küçük tepenin ardındaki düzlükte kendine bakan çaykoliklere aldırmadan geçti çay bahçesinin önünden. Hava buz kesiyor, ama o bunu hiç hissetmiyordu. Taksi durağının önüne doğru yaklaştığında pala bıyık, kasketli yaşlı adam ona doğru geldi.

    İyi misin? dedi adam yavaşça soğuk havayı soluyarak.

    Ona doğru zeki bir bakış atan çoban, İyiyim bey amca. Sağ ol! Taksici misin? dedi sakin sesiyle.

    Onun ıslak halini gören adam başına bir şey geldiğinden emindi, ama sesindeki kendinden emin tavrı hissettiğinde karşısındakinin aklının yerinde olduğunu anlamıştı, yine de garip bir şey yok muydu onda? Sesi, sesi çok garipti. Herhalde kötü bir gece geçirdi diye düşündü.

    Evet! Bir yere mi gitmek istiyorsun? diye sordu. Belki de o, iyi bir müşteri çıkabilirdi.

    Sana bir teklifim var. Sana bin lira vereceğim, ama iş bittiğinde gittiğimiz yerleri ve beni unutacaksın. Kabul edersen bugün benimle berabersin dedi yine sakin ve yavaş sesle konuşarak.

    Adam biraz şüpheyle baktı önce, ama çobanın gözlerini görünce büyülendi adeta. Bu gözler ona çok dikkatli bakıyor, sanki yapması gerekenin çok önemli bir şey olduğunu söylüyordu. Tereddüt etmeden kabul etti ve arabaya doğru giderek motoru çalıştırıp ona doğru yanaştı. Arabaya binen genç ona doğruca Beyoğlu'na gitmesini söyledi.

    Beyoğlu'nun daracık arka sokaklarından geçerek hafifçe geniş olan bir yola sapıp eskimiş duvarlarından açık pembe boyaları dökülen beş katlı bir apartmanın yanında durdular.

    Şoföre dikiz aynasından bakan, kumral, kısa, dalgalı saçları kurumaya yüz tutmuş ve etrafa dağılmış genç ona seslenerek, Şimdi bana ceketini ve kasketini ver ve burada bekle! Hemen döneceğim! dedi emrivaki bir tavırla.

    Aynaya şüpheyle bakan adam yine kararsızlıktan ani bir dönüş yaparak dediğini yaptı. Kasketi genişleterek kafasına sıkıca geçiren çoban onu yüzünü örtercesine giymişti. Ceketi de sırtına geçirip arabadan hızla çıkarak apartmana girdi. Merdivenlerden üçüncü kata çıkıp kırmızı topuklu ayakkabıların sağa sola yattığı kapının önünde durdu ve kapı zilinin olduğu kapağı yerinden çıkarıp içindeki anahtarı alarak kapağı yerine taktı.

    Ayakkabılara bakarak Nataşa isimli Rus kızın evde olduğunu anlamıştı. Uyuyor olmalıydı, ama ona fark ettirmeden çantayı almak olanaksızdı. İşleri gereği onlar hep tetikte olmaya alışıktı ve onun tilki uykusunda olduğundan neredeyse emindi. O, hedeflerinden biri değildi ve özellikle zarar görmemesi için uyarılmıştı.

    Yavaşça kapıyı açarak sağdaki ilk odanın yanından geçti ve hemen yanındaki odaya doğru yöneldi. Kapısı açık olan diğer kız elbiseleriyle yatakta uzanıyordu. Zor bir gece geçirmiş olmalıydı. Odasına girerken onun inlercesine gelen sesini duydu.

    Banu, sen misin?

    Benim, yat sen! Hemen çıkacağım!

    Sesine ne oldu senin? Hasta mısın yoksa?

    Soğuk almışım biraz

    "Neredesin kızım? Aramayan kalmadı seni! Telefonu da almamışsın! Hemen Naciye'yi ara! Seni çok merak etti! dedi Nataşa kırık Türkçesiyle.

    Ben çıkıyorum. Naciye'yi göreceğim! dedikten sonra içinden, Onun beni bu ilk ve son görüşü olacak! Ona yaptıklarının hesabını verecek. Hepsi verecek! diyerek kapıyı çekip aşağı doğru yol aldı.

    İNTİKAM BÖLÜM 3

    Sekiz ay sonra, Rumeli pazarında

    Kehribar, kirli, çürümüş meyve sebze parçalarının etrafa saçıldığı pazar yerinde, her Çarşamba olduğu gibi kurduğu küçük patates, soğan tezgâhını kaldırıyordu. Yağmur şiddetle yağıyordu ve görünüşe bakılırsa daha uzun süre yağacaktı. Her kış olduğu gibi hava erkenden kararmış, kara bulutlar ise büsbütün kasvet havasına bürümüştü ortamı, ıslaklık ve soğuk yetmiyormuş gibi.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1