Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Öksüz Ağaçların Çobanı
Öksüz Ağaçların Çobanı
Öksüz Ağaçların Çobanı
Ebook228 pages2 hours

Öksüz Ağaçların Çobanı

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

"Şimdi bir ıslığın sarhoşluğunda senin beni bulacağın cehennemlere gönüllü gidiyorum. Neyin narıyla yandıysak, ondan doğacağız. Çünkü aşk bir insanı yeniden doğurmaktır. Aşk iki kişiyi tek ruhta akıtmaktır ya da iki ruhu tek bedende sınamak… Cennet bir insandır çünkü, cehennem de..."

Hiçbir aşk hikâyesi, yaşayanlar ile onu izleyenler için aynı şey değildir. Dışarıdan bakanların gülüp geçeceği o coşkulu savruluşun hikâyesi bu. Bir ağacın toprağı kucaklayan kökleri gibi görülmeyen şeylerin masalını dinliyoruz bu kez.

İstanbul'un altına tünel kazıp kayıp sevgilisini arayan bir adamın tutkulu aşkının hikâyesi, Ferhat ile Şirin'den Orpheus ile Eurydike'ye, masallara, hayallere ve rüyalara kadar, hayatımıza dahil olmuş birçok şeyi kucaklıyor.

Yürüyen ağaçların, gerçekle aldanmayı reddeden Meryem'in, Pinokyo'yu sorgulayan emekli bir hayat kadınının büyülü hikâyesi Öksüz Ağaçların Çobanı…
LanguageTürkçe
Release dateAug 9, 2023
ISBN9786050960365
Öksüz Ağaçların Çobanı

Related to Öksüz Ağaçların Çobanı

Related ebooks

Reviews for Öksüz Ağaçların Çobanı

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Öksüz Ağaçların Çobanı - ismail Güzelsoy

    Öksüz Ağaçların Çobanı

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/ismail-guzelsoy

    ÖKSÜZ AĞAÇLARIN ÇOBANI

    Yazan: İsmail Güzelsoy

    Editör: Aslı Güneş

    Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Kasım 2020 / ISBN 978-605-09-6036-5

    Kapak tasarımı: İsmail Güzelsoy

    Resimler: İsmail Güzelsoy

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Öksüz Ağaçların Çobanı

    İsmail Güzelsoy

    Vallahi sizi sileceğiz.

    – Yahya Adnan el-Şuğri

    Düşmanın en büyük hilesi dostluğudur.

    – Sadi

    Giriş

    İki ay sonra üç yaşına basacaktım. Salkımsöğüdün dallarının arasından süzülen ikindi ışığının küçük bir parçası annemin sol yanağının üzerine vuruyordu. Utanmış da yüzü kızarmış gibi görünüyordu annem. Bu fikir hoşuma gitti, gülümsedim. Üzerime eğilmiş dikkatle beni izliyordu. Soluğumuz kesilene kadar ısırdım seni oyunu oynamıştık. Uzun, hafif dalgalı saçı, yüzümü çevrelemişti. Kızıl ikindi ışığından kopan o lekeden başka, aramızda dünyaya dair hiçbir şey yoktu artık. Bana gülümseyerek bakıyordu. Işık, çenesine inmişti, onu yakalamak için elimi uzattım, annem oyuna devam etmek istediğimi sanarak ısıracakmış gibi yaptı ama benim kaçmadığımı görünce durdu. Merakla bakıyordu. Onun bakışlarını taklit ettim, yattığım yerden biraz doğrulup burnunu öptüm. Tıpkı onun yaptığı gibi... Gözleri şehla olmuştu yine. Annem öyleydi, ne zaman heyecanlansa gözleri şehla olurdu. Hiçbir zaman öğrenemeyecekti ama onu şaşırtmak için uğraşmamın nedeni buydu aslında. Saçlarının dibinde bir salkımsöğüt yaprağı vardı. Farkında değildi, ben de bir şey söylemedim, yalnızca baktım. Salkımsöğüdün yaprağı annemin saçlarına nasıl da yakışıyordu!

    Aklımdan geçenleri okumuş gibi, Sen ne güzelsin! dedi.

    Sen de ne güzelsin! dedim.

    Annemin yüzünde yer değiştiren o kırmızı lekeyi hayranlıkla takip ediyordum. Bir yeri aydınlatmaktan çok o yere rengini veren büyülü leke onun gür saçlarını okşuyordu. Sonra leke birden duvara sıçradı. O zaman annem benim baktığım yöne döndü.

    O kim? dedim, iki duvarın birleştiği noktaya iliştirilmiş adamın resmini göstererek.

    Annem fısıltıyla cevap verdi: Deden, Değil Efendi dedi. Daha önce bir kez daha ondan söz ederken yine fısıldamıştı. Değil Efendi’nin adının öyle söylenmesi gerektiğini biliyordum artık. Ben de fısıltıyla, Neden gülümsüyor ki? dedim.

    Neşeli bir adamdı da ondan... En çileli zamanlarda bile gülümsemesini kaybetmedi. ‘Sen gülümsemenin tadını çıkar, gerisi hayattır, bozulur-düzelir’ derdi hep. Çok zarif bir insandı o. Bir gün sana anlatacağım Değil Efendi’yi dedi.

    Neden zarifti, ne yapıyordu da zarif oluyordu? Zarif olmak için ne yapmak lazım?

    O yaşayan son meddahtı.

    Meddah ne yapar?

    Masal anlatır. Esasen yetişkin insanlara masal anlatır. Ama yaşasa sana da anlatırdı dedi, doğrulup duvardaki babasının fotoğrafına baktı annem. Yüzü aydınlandı, gülümsedi.

    Yaşasa bana ne anlatırdı? dedim.

    Bilmem, az düşüneyim dedi ve doğrulup düşünmeye başladı. Sessiz bir bahar sonuydu. Çimen ve deniz kokan esinti kapının önündeki salkımsöğüdün dallarını savuruyordu. Sokak lambası yanmıştı.

    Annem heyecanla işaretparmağını çenesine götürdü ve Yaşasa, sana Mırmıri’nin masalını anlatırdı herhalde dedi. Artık fısıldamıyordu.

    Nasıl? Sen biliyor musun o masalı?

    Tabii ki, babamın bütün masallarını bilirim.

    Anlatsana ya! diye bağırdım.

    Şşt! Babanı uyandıracaksın. Sessiz ol. Hem öyle anlat demekle olmaz. Hikâyelere saygılı ol, nazikçe çağır. ‘Hikâye dediğin şey her dala konmayan ürkek bir serçedir’ derdi deden. Bir de, ‘Çıplak gözle öyle görünse de hiçbir hikâye bedava değildir’ derdi...

    Para mı istiyorsun yani? dedim

    Para ne ki, harcarsın biter. Bana bitmeyecek bir şey... mesela... mmm bir burun verirsen anlatırım dedi.

    Burnumu öptü ve anlattı. Annemin sözlerini çok ayrıntılı hatırlamıyorum. Yeniden fısıldamaya başlamıştı. Mırmıri’yi anlatıyordu. Padişah’ın kızıyla evlenmek isteyen hisli ve her zaman kısık sesle konuşan kurnaz bir adamın hikâyesiydi bu. Masal ilgimi çekmemişti, annemin yüz ifadesini izlemek güzeldi yalnızca. Hava hızla kararıyordu. Pencerenin önündeki portakal rengi sokak lambasının aydınlığında annemin gözlerini iri iri açarak heyecanla anlatışı nasıl büyülü bir görüntüydü, sana tarif edemem. Dünyanın en güzel masalı onun yüzünde gezinen heyecanlı gölgelerdi. Anlattığı şeylerin ne önemi olabilirdi ki!

    Mırmıri bakmış ki başka çare yok, ‘tamam’ demiş Padişah’a, ‘O ağacı sana getireceğim. Böyle demiş ve uzun bir yolculuğa çıkmış. Bir ağacı nasıl yürüteceğini de bilemiyormuş zavallı. Kendi kendine ‘Yahu ağaç da yürür müymüş?’ diye mır mır söylene söylene düşmüş yollara.

    Biliyor musun, tutkuyla konuşan bazı insanların gözleri, bu dünyaya değil de anlattıkları uzaklıklara bakar. Annemin bir yanı, anlamadığım o tuhaf masalın büyülü topraklarında geziniyordu, farkındaydım ve onu ayıltmak istemiyordum. Ne de ben oraya gidebiliyordum. İki ayrı dünyanın kapısından birbirimize bakıyorduk. Masalı dinler gibi yapıyor, onun şehla gözlerinde kamaşan sokak lambasının ışığını izliyordum. Sonraki yıllarda çok pişman olacaktım oysa. Biraz sonra ölecek olan annemin anlattığı o masalın her kelimesi benzersiz bir hazinenin parçalarıydı. Küçüktüm ve bunu bilmiyordum henüz.

    Sırf o anlatmayı sürdürsün diye, dinlemediğim o masalla ilgili arada sorular soruyordum: Ağaçları nasıl yürütmüş peki?

    Sabırlı ol, dinlersen anlayacaksın.

    Bir tıkırtı duyuldu, büyü bozuldu ve güzel annem yerinden doğruldu. Kapıda babam duruyordu. Sağ eli arkasındaydı. Dalgın dalgın bana baktı, anneme döndü, başıyla Yaklaş anlamına gelecek bir işaret yaptı.

    Annem ürkmüştü. Dudakları titriyordu. Bir şey mi oldu, iyi misin sen?

    Babam yine aynı hareketi yaptı. Salon ile yatak odasını birbirine bağlayan geniş kemerin içinde duruyordu. Annem yaklaşınca onu kucaklayıp kendine çekti ve Ne anlatıyorsun çocuğa? diye mırıldandı. Annem ona sıkı sıkı sarıldı, duyamadığım bir şey fısıldadı. Birden keskin bir Ah! sesiyle annemin fısıltısı kesildi. Ardından bir inleme, bir hırıltı duydum. Doğrulup baktığımda birbirine dolanmış iki karartıdan başka bir şey göremedim.

    Çocuk burada, yapma! diye inledi annem. Bu onun son sözüydü. Loşluğa rağmen, babamın dimdik duran vücudunun üzerinden annemin sahipsiz bir gölge olarak ağır ağır kayıp yere yığıldığını görebiliyordum. Önce iki büklüm kaldı, birkaç kez sarsıldı, hıçkırdı ve yere kapaklandı. Birkaç dakika içinde bacaklarındaki denetimsiz seğirmeler kesildi. Babam, içinde durduğu kalın kemerin kirişine yaslandı, olduğu yere çöktü. Bir güç onu aşağı doğru çekiyor gibiydi. Birkaç kez doğrulmaya çalıştıysa da, onu aşağı doğru çeken güce boyun eğdi ve annemin cesedinin yanına uzandı.

    Ölümün ne olduğunu bilmiyordum ama artık annemin orada olmadığını anlamıştım. Ölüm annemin masalının yarım kalmasıymış.

    Çocuk burada, yapma! diye inleyerek ölen genç bir annenin tek çocuğuyum ben. Yıllar süren bir sarhoşluktan ayıldığım zaman onun ölümünün yarım kalmış bir masal olduğunu anlayacaktım. Masalı dinlesem annem ölmeyecekti belki de. Annemin ömrü Mırmıri’nin sihirli ve meçhul hikâyesine gömülmüştü.

    Biliyor musun, öldükten sonra ne olduğunu biliyorum ben. Ciddiyim. Duymak ister misin? Pişman olma ama. İnsan bilmediği hiçbir şeyden incinmez. Her bilişin bir bedeli var, anlıyorsun değil mi? Sonrayı ve sonranın da sonrasını bilmek istiyorsan gel...

    Sana iki kayboluşun masalını anlatacağım şimdi. Bir de yürüyen bir ağacı...

    İnsan başkaları için kaybolur, kendisi her zaman nerede olduğunu bilir. Hemen hemen her zaman, demek istiyorum. Nadiren kendimizden bile kayboluruz. İsteyerek... Kaybolduğumuz zaman, kaybettiğimiz şeylerin olduğu yere gideceğimizi biliriz. Çünkü bu dünyada kaybolan her şeyin toplandığı bir yer var. Bir seferinde oraya gittim ben.

    Baştan başlayayım mı? Ama önce Meryem ile neler yaşadığımızı bilmen gerek. Şimdi sana Meryem’i anlatacağım.

    1

    Adalar-Bostancı vapurunun yedi on beş seferinde görürdüm Meryem’i. Çiğ çay ve yosun kokan vapur, sisin içinde süzülürken yolcuların kırılgan rüyalarının bir kısmı hâlâ onlarla birlikte olurdu. Genellikle çocukluk çağlarından itibaren birbirini tanıyan Adalılar, bakışlarıyla ya da uzaktan bir el sallamayla selamlaşırlardı. Ben Meryem’i görebileceğim bir yere oturmaya çalışırdım. Onun için de vapura son binen yolcular arasında olmak isterdim. Herkesin beni efendi delikanlı bellemesinin sırrı buydu. İskelenin yanında dikilip uyku mahmuru yolcuların geçmesini beklerdim. Tek amacım vapura Meryem’den sonra binmekti. Göze batmadan onu izleyebileceğim bir yer bulmak için herkesin oturmuş olması gerekiyordu.

    Dikkat çekecek biri değildi Meryem. Çoğunlukla elindeki fotoğraflarla ilgiliydi. Bazen yolculuk boyunca tek bir fotoğrafa bakardı, bazen kenarı testere ağzı şeklinde kesilmiş o kartları yelpaze gibi açıp aynı anda bunların birkaçını birden seyrederdi. Yine de yolun son on dakikasında kartlardan birini en üste çıkarır ve ona kapılıp giderdi. Açma ya da simit yemez, yolcularla ilişki kurmazdı. Nadiren pencereden dışarı dalgın dalgın baktığını görürdüm. Bazen de bir çay alır, bakışlarını elindeki fotoğraftan ayırmadan yolculuğu boyunca çayı sürekli karıştırıp dururdu.

    Ne vardı o fotoğraflarda? Meryem’in yüzündeki gölgeleri, bakışlarındaki duruluğu ya da şaşkınlığı izleyerek hayal etmeye çalışırdım. Ünlü oyuncular, eski İstanbul sokakları, sevimli hayvanlar, tarihi kişilikler, ünlü gangsterler, giysi modelleri, düğün görüntüleri, Büyükada konakları... Kenarları örselenmiş fotoğraf destesi neleri resmediyordu acaba?

    Dayanılmaz bir merak değildi hissettiğim. Bilmesem de olurdu hani. Meryem’i izlemek hoşuma gidiyordu. Ben onu merak ediyordum. On sekiz yaşında bir erkeğin kadınları fark edişi, dinmez bir merakla başlar. Benim Meryem’e olan merakım onun incelediği fotoğraflara yönelmiş olmalıydı. En azından başlangıçta... O fotoğrafları incelesem Meryem’i de anlayabileceğimi sanıyordum belki de. Kadın ile erkek arasındaki o karmaşık ilişkinin karanlığında güçlü bir bilme ve bilinme isteği var bence. Onun bütün giysilerini, iki çantasını, üç ayakkabısını, saç modelini, pastel kızıl ojeli tırnaklarını, ten renginden biraz canlı ve koyu rujunu, içine inci yerleştirilmiş gümüş istiridye küpelerini, çınar yaprağı şeklindeki sedef kolyesini tanıyordum. Dalgın ve uzak bakışları bazen uyumadan önce gözlerimin önünde belirirdi. Öyle zamanlarda gözlerimi bir daha açmaz, o bakışları hayalime hapsetmeye özen gösterirdim. Ben onu tanımak değil, bilmek istiyordum. Kendim gibi, kendimi anlayamadığım kadar iyi anlamak...

    Birini sevmek kendinden sıkılmakla başlıyor galiba. Ben kendi garip hikâyemden usanmıştım. Yarım kalmış bir masalı tamamlayacak tek şey bir kucaklaşma olabilirdi.

    Bir yolunu bulup Meryem ile tanışmayı hayal ediyordum sık sık. Gemi batıyor ve ben onu dalgaların arasından çekip alıyorum, sonra... Gülünç, ergen masallarıyla çeşnilenen, buna benzer sayısız yavan hikâyem vardı ama gerçek hayatta onunla konuşma şansım yoktu. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabaydı Büyükada. Doğrudan yanına gidip sohbet edemezdim. Böyle bir tanışmayı doğal gösterebilecek hiçbir vesile olamazdı. Ya da o günlerde öyle zannediyordum.

    2

    Lodostan dolayı ilk vapur seferinin iptal edildiği söyleniyordu. Bilet gişesindeki İsmet Dayı, Daha tam belli değil, bekliyoruz bakalım demişti. Yaşlı yolcuların kahvehaneye gidip tavlaya oturduklarını gördüğümde, artık o seferin iptal edildiğinden emin olarak sonraki vapuru beklemek için ben de dışarıdaki masalardan birine yerleştim. Kabaran denizin, rıhtımdaki bir tekneyi hoyratça çalkalayışını izlerken, köşede beliren Meryem’in kararlı bir şekilde masama yöneldiğini fark ettim. Kalbim sekti.

    Neden her sabah, güya çaktırmadan, karşıma kurulup beni seyrediyorsun, sende hiç utanma arlanma yok mu? Böyle bir şey söylemeyeceğini biliyordum ama onun yüzündeki ifadenin duruluğu, hareketlerindeki kararlılık beni ürkütmüştü. Suçluluk duymuştum. Onu izlemek, merak etmek, düşünmek, hayal etmek ne büyük günahtı! Pişmanlık ve kaygıyla bakışlarımı ondan kaçırmaya çalıştığımda yanıma gelmişti bile.

    Şunu okur musun? dedi.

    Elinde tuttuğu, kareli bir defterden özensizce yırtılmış kâğıdı çay bardağımın yanına koydu ve karşıma oturdu. Anlayamamıştım. Nedense o sayfada yazılanla kendi günahlarım arasında bir bağ olduğunu vehmetmiştim. Dolambaçlı, anlamsız, kırılgan bir bağ olmalıydı... Bir şifre, bir bulmaca, bir cinas... Görünürde o cümlenin benim hayâsız davranışlarımla hiçbir ilgisi yoktu ama dolaylı bir yolla benimle ilişkili olmalıydı. Onu okuyup doğru yorumlamam halinde her şey açıklığa kavuşacak, yaptığım bütün kepazelikleri anlayacak ve nedamet getirecektim. Ama defalarca okumama rağmen öyle bir duyguya kapılmamıştım. Şifreyi çözememiştim.

    Okuyacak mısın? dedi.

    Okuyorum...

    Meryem gülerek, Öyle değil, bana okuyacaksın dedi. Sonra ciddileşmeye çalışarak Yüksek sesle diye mırıldandı.

    Ha, öyle mi? Neden?

    Allak bullaktım. Aklımdan geçen kaygılı kuruntuları izlemeyi bırakmış, teslim olmuştum. Artık ne derse yapabilecek haldeydim.

    Ben dislektiğim, okuma özürlüyüm. Anladın mı? dedi.

    Hayır...

    Daha önce disleksi diye bir şey duymamıştım. Utangaç bir şekilde parmaklarını kenetleyip öne eğildi ve şöyle söyledi: Disleksi bir hastalıktır. Kâğıdın üzerindeki harfler sürekli hareket eder ve bir türlü okuyup anlayamazsın. O sırada yanımızdan geçen garsona Bir çay da ben alabilir miyim? dedi.

    Kısa bir an bakıştık, bakışlarını masaya indirdi, sağ elinin işaretparmağındaki yüzüğün kaşını okşamaya başlamıştı. Gözlerinden bir ton açık, bal rengi kehribar bir yüzüktü.

    Okuyacak mısın şimdi?

    Evet... tabii... Okuyayım...

    Şaşkındım. Kâğıttaki cümleyi kekeleyerek okudum: İnsanlık kültürü, birilerini aldatmayı amaçlamayan yalanlar sayesinde incelmiş ve zenginleşmiştir.

    Gülümsedi ve o ana kadar fark etmediğim ikinci bir kâğıdı uzattı. Bunu da...

    Etraftakilerin bizi izlediği duygusuna kapılmıştım. Utanmıştım. Kâğıdı elime alıp göz ucuyla diğer masalara baktığımda rahatladım, herkes bir sonraki vapurun çalışıp çalışmayacağına odaklanmıştı. Kimse bizim farkımızda değildi henüz. Hava böyle giderse ancak öğleden sonraya... O da belki diye bağırdı biletçi İsmet Dayı.

    Tam kâğıdın üzerindeki cümleyi okuyacakken, Bekle! diye fısıldadı Meryem. Garsonun hemen arkamda olduğunu fark ettim. Nedense okuyacağım cümleyi garsonun duymasını istemiyordu. Bekledim, garson gidince Meryem yine öne eğilip merakla yüzüme bakmaya başladı.

    Burada da şöyle yazıyor: ‘İnsanlık tarihinde söylenen o ilk yalan aynı zamanda edebiyatın da ilk başyapıtıydı.’

    O ilk yalan... öyle mi?

    Evet, o ilk yalan... dedim.

    Teşekkür ederim.

    Hiç durmadan çayını karıştırıyordu. Ben bardağımı yarılamışken, o hâlâ kaşığı dalgınca bardakta döndürüp duruyordu. İç

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1