Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Oğul: Ütopik, #1
Oğul: Ütopik, #1
Oğul: Ütopik, #1
Ebook159 pages1 hour

Oğul: Ütopik, #1

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Yazar, "Ütopik" serisinin bu ilk kitabında sıradışı bir tarz ve üslup eşliğinde, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın savaşını anlatıyor. İsimlerden, zamandan ve mekandan bağımsız, aşk ile süslenmiş, son derece sürükleyici bir roman sizi bekliyor...

"Öyle şeyler oluyordu ki şehirde, meyhanedeki günlerini özler oldu. İyi ki orada çalışmış, kendisini bodruma kapatmış ve insanların düştüğü bunalımı görmemişti. Her şeyin efendisi iktidar hırsı ve para olmuştu. İnsanlar anlaşılmaz bir para hırsına kapılmış, ardından gidiyorlardı. Dostlar, hatta kardeşler para yüzünden kavga ediyor, ömür boyu görüşmemeyi göze alabiliyordu. Aşklar alınıp satılıyor, gerçekten seven birisini bulmak gittikçe zorlaşıyordu. Statü, para ve gösteriş insanlığı çepeçevre kuşatmıştı. Kötülükler almış başını gitmişti. Mutluluk unutulmuştu. İnsanlarda birbirlerine karşı güvensizlik, daha da kötüsü kıskançlık başlamıştı. Bunlar hep vardı insanoğlunun yaşam serüveninde, ancak hiç bu kadar baskın olmamışlardı. Hele insanları yeni yeni tanımaya başlayan birisi için çok kötü deneyimlerdi bunlar. Gerçek dostun bulunamadığı bir dünyada zenginliğin ne önemi vardı ki? İnsanlar köle olmuşlardı. Sürekli çalışma halindeydiler. Karşılığında ellerinde hiçbir şey yoktu. Bunu fark etmekten bile acizdiler. Özgür köleler kuşatmıştı etrafı. Tüm hafta çalışıyor, karşılığında geçimlerini ancak sağlayabiliyor, birilerini zengin ediyor, ailelerini ihmal ediyor, çocukları ile ilgilenemiyor ve buna çalışkanlık, başarı adını veriyorlardı. Kendisinin insan olup olmadığını ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. İktidar kavgası sık sık patlak verir olmuş, bu uğurda nice canlar feda edilmişti. Bir yerlerde savaş başladığı haberinin alınmadığı gün yoktu. Her gün başka bir yerde, başka bir ulusun çocukları ölüyordu. Hastalıklar artmıştı. Tüm hizmetler aksıyordu. Halkın dini duyguları sömürülüyor, birileri bu yolla sürekli ceplerini dolduruyordu. Gün geçmiyordu ki, yeni suçlar icat edilmesin. Çocuklar bile birer suçlu olmuşlardı. Ticaret aksıyordu. Kimsenin kimseye güveni kalmamıştı. Ahlaksızlıklar imrenilen, yüceltilen, örnek gösterilen davranışlar oluyordu. Herkes kendini korumaya çalışıyor, bunun için özel muhafızlar tutuluyordu. Birileri sürekli bir şeyler telkin ediyordu zavallı halka. Meşru olmayan hiçbir şey yoktu sanki. Böyle giderse çok değil, birkaç yıl, en fazla birkaç yüzyıl sonra insanlık felaketini görecekti. Bu kadar cahil birisi bile tüm bu olanları görebiliyor ve anlamlandırabiliyorsa, okumuş insanların bildiği daha ne kötülükler olmalıydı. Kendisinden de iğreniyordu. Katildi.

Dünya ne kadar küçük, insanlar ne kadar zavallı, Tanrı ne kadar anlaşılmaz ve hayat ne kadar tuhaftı…"

(Kitaptan...)

LanguageTürkçe
PublisherÜmit Günel
Release dateJan 18, 2020
ISBN9781393843122
Oğul: Ütopik, #1

Related to Oğul

Titles in the series (1)

View More

Related ebooks

Reviews for Oğul

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Oğul - Ümit Günel

    BAŞLANGIÇTAN SONRASI

    I. BÖLÜM

    "Soğuktur,

    Sessizdir,

    Issızdır,

    Hatta karanlıktır

    Günışığı Meyhanesi,

    İsminin aksine."

    ... VE KAPI GICIRDAYARAK açıldığında saat gece yarısını henüz birkaç dakika geçiyor, yarı aralık olan kapıdan dışarıya; dünyanın en büyük, en kalabalık şehrine alkol ve terle karışık ağır bir koku yayılıyor ve çıkan duman havanın sisine karışıyordu.

    Yürüdükçe ve meyhaneden uzaklaştıkça içerideki müziğin sesi yavaş yavaş azaldı. En sonunda gecenin sessizliği içerisinde kaybolup gitti. Hiçbir ses, hiçbir zaman kaybolmasa bile... Derken kulaklarında çınlamaya başladı, duyulur duyulmaz bir tonda. Hava dondurucu derecede soğuktu. Soğuktan ceketinin yakasını kaldırdı, kendisine eve kadar eşlik edecek olan binlerce şekilsiz taşın üzerinde sağa sola sallanarak ve taşlara takılıp sendeleyerek yürümeye devam etti. Bu sahneyi ve birazdan olacakları çok iyi biliyordu: Çeyrek saat sonra kulaklarındaki müzik sesi kaybolacak, müzik sesi kaybolduktan sonra bir o kadar daha yürüyecek, dört köprü ve köprü sayısının dört katı kadar evin önünden geçecekti. Bilmediği bir şey vardı, o da bu akşam öleceğiydi.

    Yürüyemeyecek kadar sarhoş olsa bile, düşünceler kendisini yalnız bırakmıyordu. Meyhaneye gelen yeni şarkıcı ne kadar genç, ne kadar güzeldi. Büyük ihtimalle zengin birinin metresi olacaktı, belki de meyhanenin sahibinin. Her akşam dansını onun için sergileyecekti ve önce ara sıra, daha sonra sık sık dayak yemeğe başlayacaktı. Kaçıp kurtulmak isteyecek ama ne gidecek yeri olacaktı, ne parası, ne de kaçacak cesareti. Hep böyle olmaz mıydı? Kendisinden en az 20 yaş küçük bir kız hakkında böyle düşündüğü için biraz utandı. Ama gerçekler inkar edilemiyordu, özellikle etrafta itirafı duyacak kimse olmadığı zamanlarda. Ve insan çocuğu yaşındaki birisine aşık olabiliyordu. Birine söylese acaba ne derdi? Utanmalı mıydı? Aşkın utanılacak bir yanı olur muydu ki hiç?

    İsmi de güzeldi, masallardaki gibi... Nasıl diyordu şarkısında? Aşkla dolu iken şair olmak isterdim. Şair olup, en güzel aşk şiirlerini yazmak... Kendisi gibi kaba saba bir adamın bile şarkı sözlerindeki güzelliği düşünebilmesinin tek bir nedeni olduğunu anlamıştı, insan sadece aşıkken şiir yazabiliyordu.

    KAPI UZUN UZUN ÇALDI. Önce annesinin uykudan uyanma, ardından kapının açılma sesi duyuldu, sonrasında ise bağırtılar. Babası yine meyhaneden geliyordu anlaşılan, yine sarhoştu ve yine annesini dövecekti. Seslere bakılırsa, bu geceki bahane kapının geç açılmasıydı. Zaten bu bahane haftada en az iki üç kere kullanılıyordu. Bu gece de diğerlerinden farklı değildi. Perde açılıyor! diye geçirdi içinden. Acaba bu geceki oyun kaç perdeydi ve ne kadar sürecekti? Bu geceki oyunda kendisine bir rol düşüp düşmeyeceğini merak etti birden. Genellikle perde kapanmaya yakın kendisine de ufak bir rol düşer, perde kapanmadan önce dayak yiyen son kişiyi canlandırırdı. Oysa bu gece başrolü oynayacaktı. İlk defa. Henüz bilmese de.

    Sesler gittikçe arttı, azalacağı yerde, üstelik başı yastığın altındayken bile. Çığlıklar dayanılmaz olmuştu, dayanamadı. Annesinin yüzü kanlar içindeydi, yerde yatıyor, kalkmaya çalıştıkça tekme yiyor, ardından yine boylu boyunca uzanıyordu. Göz göze geldiklerinde, babasının gözlerinde, insanın kanını dondurabilecek nefreti gördü, alnının ortasına boyunun yarısına gelen o ağır vazo ile vurduğunda da, koca adam yere yığıldığında da.

    DAHA ÖNCE HIÇ BABASINI öldürmemişti. Bir başkasını da öldürmemişti. Ne yapacağını bilemiyordu. İnsan hep yaşadıkça, gördükçe, duydukça öğrenmiyor muydu? Annesine baktı. Hala yerde yatıyordu. Kadının gözleri kan çanağı olmuştu, sesi çıkmıyordu. Konuşmaya çalıştıkça kelimeler boğazına diziliyor, konuşamıyordu. Belli belirsiz eliyle bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Konuşmak istediği belliydi. En sonunda sesi duyuldu, tam annesine sarılacakken ve bir daha kulaklarından hiç gitmemecesine: Katil!

    Tam iki saat boyunca boş sokaklarda koştu, sık sık arkasına bakarak, takip edildiğini sanarak. Yaşadığı şokun etkisiyle yorulmadan ve durmadan koştu. En sonunda bir duvara yaslanıp nefes almaya çalışırken annesinin sesi hala kulaklarında çınlıyordu:

    Katil! diyordu ses.

    Ne kadar dayanılmaz bir acıydı.

    Yaslandığı duvarda birkaç dakika geçirmiş ve solukları artık normale dönmüştü, ancak o zaman kanlı ellerine bakabildi. Babasının kanını gördü, aynı zamanda da kendi kanıydı bu. Pencerelerin birinden sarkan eski bir bez parçasına sildi ellerini, izin hiç kaybolmayacağını, ellerinden kaybolsa gözlerinden, gözlerinden kaybolsa zihninden hiç kaybolmayacağını bile bile. Daha sonra yürüdü, yürüdü, hep yürüdü.

    Sesleri duyduğunda, yaşadıklarından ve yürümekten yorulmuş, bayılmak üzereydi. Bulduğu ilk kapı boşluğuna sığınmış öylece duruyordu. Karşısında duran üniformalı, Demek buradasın, çık oradan! diye bağırana kadar da çıkmadı. Ancak o zaman çıktı ve üniformalılar tarafından tartaklandığı halde yürümeye çalıştı. Kendisini bir yere götürüyorlardı. Belki de darağacına.

    Onu bulan üniformalının omuzlarındakinden biraz daha fazla yıldıza sahip olan geldiğinde, demir parmaklıkların arkasında yere serilmiş yatıyordu. Yüzü kan içindeydi. Yeni gelenin elindeki demir çubuğu gördüğünde, her şey bitti! diye geçirdi içinden. Belki de her şey şimdi başlıyordu.

    Konuşturabildiniz mi? diye sordu yanındakine. Hayır, diye cevap verdi ötekisi. Bu cevap kendisini mutlu etmemiş olacaktı ki, üzerine doğru yürüdü ve bağırmaya başladı:

    Söyle sen mi çaldın şu hanımefendinin cüzdanını? Nereye sakladın onu? Ardından havada parlayan çubuğu gördü. Sonra da o çubuğun indiğini.

    Bir şey söylemek istercesine ellerini sürekli havaya kaldırıyordu. En sonunda, az yıldızı olan yanına geldi ve önemli bir keşifte bulunmuşçasına, Bu çocuk dilsiz, konuşamaz efendim! diye bağırdı.  

    Allah kahretsin, atın şunu sokağa, dedi öteki. Uğraşmak istemiyordu belli ki. Giderken arkasından bir tekme atmayı da ihmal etmedi. Daha sonra tüm yüz ifadesini değiştirerek arkasında duran hanımefendiye doğru döndü ve asayişin ne kadar bozulduğu konusunda uzun bir nutuğa başladı. Erkeklerin, kim olursa olsun, güzel bir kadın karşısındaki davranışları dikkatle incelenmeye değerdi. İnsan davranışı açısından, her zaman aynı sonuçları veren bunun gibi çok az durum vardı hayatta.

    Kimi serbest bıraktığını öğrendiğinde tüm yüz ifadesi yeniden değişecekti kuşkusuz. Ancak; o ana kadar kendisi çoktan uzaklaşmış olacaktı oradan. Hiçbir şey düşünmüyor, ayaklarının kendisini yönlendirmesine izin veriyordu. Katil! diyordu kulaklarındaki ses. Yoksa gerçekten katil miydi?

    KAÇIŞ I

    UYANDIĞINDA SABAH OLMUŞTU. Sığındığı kuytu köşeden kafasını çıkarıp etrafına bakındı. Hepsi birer rüyaymış, demek istedi. Tüm vücudunu saran kanlı elbisesi, delicesine ağrıyan ayakları ve yanında yattığı çöp yığını olmasa, diyebilirdi belki de. Unutması uzun süreceğe benzese de, dün gece olanları hatırlaması uzun sürmedi. Bu sırada, tam karşısındaki dar sokakta karşıdan karşıya gerili olan çamaşır ipi dikkatini çekti. Kendini asıp bu utançtan kurtulmalı mıydı? yoksa. Kendini asmak yerine, ipte asılı olanlardan seçtiği temiz bir pantolon ve bir gömleği ödünç olarak yanında aldı. Artık buradan gidebilir, sokağın sonundaki çeşmede yüzünü yıkadıktan sonra, katil olmayan insanların arasına yeniden karışabilirdi. Gerçi, kimin katil olup kimin olmadığını anlamak ne kadar mümkündü? Ve yüz yıkamakla kurtulunur muydu katil olmaktan?

    Ayakları onu evine doğru götürüyordu. Gitmemesi gerektiğini bilse de, yorgunluktan ve dayaktan şişmiş çıplak ayaklarına engel olamıyordu. Zaten, her suçlu gitmez miydi suç mahalline? ve ne farkı vardı ki diğerlerinden?

    Sokakta her şey yolunda gibiydi. Sanki, bir gece önce burada biri öldürülmemişti. O sırada annesini gördü evin önünde. Yere diz çökmüş oturuyor, sessizce ağlıyordu. Merak etti: Babasına mı, yoksa kendisine mi ağlıyordu annesi? Belki hiç öğrenemeyecekti bu sorunun cevabını. Ne düşünmesi gerektiğini bilemiyordu, ne hissetmesi gerektiğini de. Hiçbir şey düşünmedi. Hiçbir şey hissetmedi. Arkasını döndü ve uzaklaştı oradan. Bu, eski hayatına sessiz bir vedaydı. Tüm vedalar gibi acı veriyordu. Üstelik ayrılık daha yeni başlıyordu.

    YENİ HAYAT I

    ZAMAN TÜM HIZIYLA AKIP geçiyordu, hep olduğu gibi. Tüm insanlar iki yıl yaşlanmışlardı. Şüphesiz annesi de yaşlanmıştı. Şimdi ne yapıyordu acaba? Hayatta mıydı? Annesine ve eski yaşamına sessizce veda ettikten sonra bir daha hiç dönmedi oralara. Koca şehrin diğer bir kayıp köşesinde, insanlardan kaçarak geçirdi bu iki yılı. Büyük şehirlerin tek iyi yanı buydu belki de. Hep saklanacak bir yer bulunuyordu. Bu uzun kaçışta sakalları çıkmaya başlamış, bununla da kalmamış bir karış uzamıştı. Yirmiden çok daha yaşlı gösteriyordu.

    Hep saklanmıştı iki yıl boyunca. Nerede terk edilmiş bir ev varsa evi olmuştu, nerede bir sokak köpeği varsa, arkadaşı. Sofrasını çöpten topladığı yemek artıkları ile kurmuştu, çöplüklerin arasında. Hiç rahat uyumamıştı bu iki yıl boyunca. Yer her zaman soğuktu, her zaman sertti, çoğu zaman da ıslak ya da nemli. Nasıl uyusundu zaten? Annesi hep kendisini izliyordu rüyalarında.

    Önce günler geçti, sonra aylar, en sonunda da yıllar. Hep aynı sırada, sırayı hiç şaşırmadan. Bazen yük taşıdı pazarlarda, hatta iki sefer şehir dışına bile gitti. Ama hep bilmediği bir nedeni oldu buraya, kendi şehrine dönmek için. En azından içindeki ses böyle söylüyordu. Ayakları hep annesine gitmek istedi şehre dönüşlerinde. Kendisi ise istemedi ve en sonunda ayaklarına söz geçirebilmeyi öğrendi. Bir kez ellerine söz geçirememiş ve katil olmuştu, onu dinlemeyen uzuvları tarafından başka bir yanlışa sürüklenmek istemiyordu.

    Aylar boyunca her gün şehre yukardan bakan tepeye gitti. Oradan şehre baktı, her gün o tepeye gelen iki sevgiliyi izledi. Hiç konuşmasalar da, aralarında gizli, sessiz, fakat çok güçlü bir bağ oluştu genç çiftle. Ne kadar da mutuydular. Erkek onunla aynı yaşlardaydı, belki bir iki yaş büyük. Kız içinse bir tahmin yapamıyordu. O da 20’li yaşların başında olmalıydı. 60 yaşına kadar yaşasa, hayatının üçte birini daha şimdiden geçirmiş demekti. Yıllar ne kadar da çabuk geçiyordu. Üstelik büyük kısmı boş yere.

    Her sabah o tepeye çıktı. Sevgililer de her sabah geldiler. Birbirlerine hep uzak olsalar da, aralarındaki bağ hep yaklaştırdı onları kendisine. Oysa onlar ne kadar mutlu, kendisi ne kadar mutsuzdu. Acaba anneleri ve babaları var mıydı? Babalarını öldürmüş olmaları ihtimalini düşünüyordu sık sık. Hep düşük ihtimal çıkıyordu sonuç. Bir gün geldi, artık bunu düşünmez oldu. Düşünecek başka şeyler vardı. Bundan sonra ne yapacağı ya da o gün karnını neyle doyuracağı veya aşkın büyüsü gibi... Onlara bakan düşünmeden edemezdi, belki

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1