Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Nil'in Kelebekleri
Nil'in Kelebekleri
Nil'in Kelebekleri
Ebook320 pages3 hours

Nil'in Kelebekleri

Rating: 5 out of 5 stars

5/5

()

Read preview

About this ebook

İçimi açsan nar, ama yerim dar…

"Kadınlar çok seyrek olarak söylediklerini kastederler.

Asıl demek istediklerini bulmak için, sakın 'ne demek istiyorsun' diye sormayın. Bu soru sizi, kastedilmeyecek başka bir cümleye yönlendirir ve aslolandan gitgide uzaklaşmanıza sebep olur. Bu sebeple sonuç ilişkisi kurulmaz.

Mesela sık kullanılan bir cümleyi ele alalım: 'Yalnız kalmak istiyorum.'
Cümlenin öznesi 'ben', burada 'sen' manasında kullanılmış. 'İstiyorum' olumlu gibi dursa da olumsuz, yani asıl kökü 'istemiyorum'. Buraya kadar cümlemiz 'Sen yalnız kalmak istemiyorum.'

Böyle bir cümleye pek rastlanmadığından, yuvarlamamız gerekir. Yuvarlarsak aslolan cümleye varırız: 'Sen yalnız kalmamı isteme!'

Bu cümleyi canlandırabilecek erkek yok denecek kadar azdır. Kadın yalnız kalmak istemiyor, bu kesin. Fakat bu yeterli değil.

Onun yalnız kalmasını istememelisiniz.

Ayrıca kadını bu raddeye getirmeyin. Kadınlar yalnız kalmayı asla istemez. Şayet kendilerini yalnız hissederlerse, pıt diye doğuruverirler. Elde var iki olurlar. Bir suyla şaka olmaz, bir de kadınlarla..."
LanguageTürkçe
Release dateJun 8, 2023
ISBN9786050909197
Nil'in Kelebekleri

Related to Nil'in Kelebekleri

Related ebooks

Related categories

Reviews for Nil'in Kelebekleri

Rating: 5 out of 5 stars
5/5

1 rating0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Nil'in Kelebekleri - Nil Karaibrahimgil

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/nil-karaibrahimgil

    NİL’İN KELEBEKLERİ

    Yazan: Nil Karaibrahimgil

    Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2021 / ISBN 978-605-09-0919-7

    Kapak tasarımı: Uğurcan Ataoğlu

    Grafik tasarım: Fatma Yollar

    Kapak fotoğrafı: Serdar Tanyeli

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şişli – İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Nil’in Kelebekleri

    Nil Karaibrahimgil

    İçses

    Bana sorarsanız hayat sadece ‘an’lardan ibaret. Bu ‘an’lar belirip, kendilerini çabucak ‘anı’ yapıyor.

    Biz sadece onlara şahit olabiliriz. Onlar da bize.

    "Her pazartesi Kelebek ekinde köşe yazar mısın? dediklerinde, Tamam, o hafta etkilendiğim herhangi bir şeyi yazabilirim" dedim. Beni etkileyenin, başka birilerini de etkileyeceğini varsaydım. Ve başladım toplamaya. Bu toplanmaz denilen şeylerden de topladım. Beni etkilediyse, hoş gelmiştir diye.

    Bu kitap, hayatımın bu anlarına toplu bir teşekkür.

    İçinde ve kapağında bir anlık gülüşler, bir anlık manzaralar, bir anlık ‘hah işte bu!’lar, bir anlık baharlar, baharatlar var. Kafiyeler var.

    Köşe yazılarının ömrü ‘bir günlük’, en güzel gülüşün, buluşun, duruşun bir günlük diyenlere en güzel cevabı yine kelebeklere bakarak bulabiliriz:

    Kelebekler kelebek olmadan önce, tırtıl olarak yaşıyorlar. Kanatlarını açıp en rengârenk oldukları kısa sürede de, sadece çoğalmak istiyorlar. Yani bizim, ‘A kelebek!’ diyerek el çırptığımız dönemlerinde, gerekirse yemek bile yemeyip yavrulamayı düşünüyorlar. En güzel hallerini, kendilerini ebedi kılma çabasıyla geçiriyorlar.

    Benimki de bir anlık gülüşle, şarkıyla ya da yazıyla çoğalma çabası. Gözlerinizi şu yazdıklarımın üzerinde gezdirip, bana şahit olduğunuz her an beni çoğaltıyorsunuz. Beni mahcup ediyorsunuz. Lafı bir türlü size teşekkür etmeye getiremiyorsam, hep bu mahcubiyetimden. Size teşekkürüm çok içten.

    Okurlarım dışında hayatımın içinde yer alan ve bu kitabı hayalimden gerçeğe taşıyan biricik insanlar da var. Hayatın güzel anlarını bana hediye eden ve paylaşan annem Berin, babam Suavi, kardeşim Onur ve canım Serdar var. Yazılarımı kitap olmaya değer bulan Doğan Kitap ve editörüm Handan var. Kitabın kapağını bana rağmen benim için yapan Uğurcan ve Fatma var. Kapak fotoğrafımı çeken tatlı insan Serdar Tanyeli var. Bu kitabın bir de internet sitesi olmasın mı? diyen Muzaffer ve Igoa ekibi var. Onlara da teşekkürüm çok derinden.

    Bu arada internet demişken, www.nilinkelebekleri.com’a girerseniz, Hindistan’da en güzel renklerle boyanmış ağaçlar bulacaksınız. Bu ağaçların her biri, bu kitaptaki bir yazıyı temsil ediyor. Ağaçlardan birini tıklar, yorum yazarsanız, ağaç biraz büyüyecek. Ne kadar çok yorum, o kadar büyük ağaç! Her ağacın bir büyüme hedefi var, o hedefe ulaştığında, ben gidip o ağaç için gerçek bir fidanlıkta gerçek bir ağaç dikeceğim. Çok ağaç dediğimin farkındayım ama bu sayede, bu kitabın kâğıdına olan borcumu ödemiş olacağım.

    Üç dilekle bitirmek istiyorum. Dilerim bu kitap sayesinde yazılarım yeni okurlarla buluşur. Dilerim eski okurlar, yazıları bir arada bulunca sevinir. Dilerim bu kitap okuyana güzel ‘an’lar bırakır.

    Sevgi.

    Nil

    Kim bu içimdeki fısıltı?

    Kim bu içimdeki fısıltı, beni sadece sesiyle sarıp sarmalayan? Savaşlara ve barışlara yollayan... Saçların güzel merak etme diyen... Geceleri sorularla uyutup, sabahları cevaplarla uyandıran. Seviyorum onu. Onsuz bir iç diyaloğum, bir iç annem olmazdı. Hiç olurdum. Matruşka olamazdım onsuz. Ne kadar renkli de olsam, içi boş bir tahta kadar süs olurdum.

    Nereye gitsem benimle gelen, o susuk ses kimin? Demin yolda yürürken, bana su içen kuşu gösterdi, sonra inciler takmış o yaşlı kadını, sonra o bankta uyuyakalmak üzere kafasının ağırlığını hafifçe omzuna düşüren kızı... Aslında çoğu şeyi bana o gösterdi diyebilirim. İçimde kocaman resmini çizip, gözüme soktu bazen bazı şeyleri. Sırf anlayabileyim diye... O da benimle sınırlı naapsın? O benim ta kendim değilse tabii.

    O fısıltı benim gerçek sesim aslında. Size duyurduğum sesime pek benzemediğini söyleyebilirim. Daha yumuşak, daha şakacı bir ses. Ses demek bile sesini fazla açmak olurdu, bir sesin sureti gibi daha ziyade. Başka yerlerden gelen bir haber gibi... Bilemem, belki de hayatın göbeğiyle kırmızı hattı olan biri. İyi biri. Benden iyi. Beni iyi yapıyor, bana iyi geliyor, iyilikler yaptırıyor bana. Öfkelendiğimde onun sesini duymamak için çok bağırmam gerek. Belki de herkesin öfkelenince bağırması bundandır. ‘Saçmalıyorsun’ der çünkü öyle zamanlarda. ‘Nefes al ver’ der.

    Belki de o ses, benim ruhumdur. Belki de ruh, o. Beyinden gelse hissederdim, ses yukardan gelmiyor eminim. Karın taraflarından geliyor bu ses. Ve içimde ışıklı bir tüye binip, seyahat ediyor. Her yerimi bilir. Derin nefeslerle büyüyen ciğerlerimi, korkularla şimşeklenen beynimin arka sokaklarını, isteyince çıtlattığım ayak başparmağımın gürültüsünü. Benim hakkımda en çok bilgiye, o sahip.

    Kim o fısıltı, benim hiç tanışmadığım bir sürü insanı tanıyıp, selam veren? Nereden tanıdığını hiç bilmiyorum ama gariptir, o insanları ben de tanımış gibiyim önceden. Yani o ve ben aynı şey değilsek tabii... Bir keresinde bunu sormuştum ve cevap olarak, bazı insanlarla göz göze gelmemizin tesadüf olmadığını söylemişti.

    Ne derse hakkı var. Ki bunu dememe çok kızar. Bu kelimeden hiç haz etmiyor. Savaşlar bundan çıkarmış. Ama gerçekten, içime taşınmış bir aile gibi o fısıltı. Fısır, fısır ve fısır. Çoluk çocuk içimde yaşıyorlar, çamaşır asıyorlar sanki saçlarıma. Sanki ellerim, sanki gözlerim onların balkonu... Öyle ısıtıyorlar işte beni.

    Mesela ben, önüne bakarak yürüyenlerden oldum her zaman. Sanki kaldırımlarda yazan bir hikâye, beni peşinden sürüklüyor. Altını çiziyorum bazı cümlelerin, kalın kalemlerle... Öyle zamanlarda, tatlı bir sevgili gibi yüzümü çenemin altından hafifçe tutup, gülerek yukarı kaldıran hep o. Onun sayesinde gördüm ben, gökyüzünde yazılı olanı...

    Bence o fısıltı gibi şey, doğuştan. Melekten bir dost, bir tür yol gösterici belki. Çünkü hiçbir insan, bu dünyaya iç pusulasız gelmedi. Herkes bildi kuzeyi neresi, nerede ekvator? Nereler soğuk buz gibi kutup, nerelerde siesta? Bu fısıltı olmasa, bu seyahatler de olmazdı aslında. Düşünsenize, hepimize ‘hadi kalk git’ diyen o değil miydi?

    Bazı sabahlar, diğerlerinden daha güzel değil mi? Mesela bu sabah... İçimde sekiyor, oyunlar oynuyor, gıdıklıyor beni... Dur yapma diyorum.

    İşte böyle yazılar yazdırıyor bana...

    Bir kadının saçını yaşama hakkı

    Yokuş aşağı yürürken, saçlarını rüzgâra bırakırsın bazen... Ve sanki kanatların varmış gibi olur. Rüzgâr uçurur, sen içindeki uçan balonların ipini bırakırsın.

    Bir denizden çıkarsın, bir sıcak yere yatarsın. Onun üzerine başını koyarsın. Nemlidir daha. Ama sen kitabın ortasına gelene kadar kuruyacak, kıvrılacak. Tuzlu kalıcak. Bir yaz boyu, deniz, güneş, kum ve yağ kokucak. Rengi açılacak. Tenine uyacak, şımarıcaksın kendine.

    Bir akşamüstü ışığında, kafanı toparlamak için sırf, saçlarını tutup havaya kaldırıp, bir uyduruk düğüm atıp kahveni yudumlayacaksın. Bir erkeğin aklında ‘o güzel topuzlu kız’ olarak kalıcaksın. O senin aklında kalmıycak. Bir şeye ilhamsındır sadece. Ve bu sana yeter...

    Reklamlardaki gibi yürürsün bir kaldırımdan. Savurarak saçlarını. Güzelce yıkayıp, güzelce tarayıp, güzelce bıraktığın saçlarını... Senin güzelliğini başına taç yapan o tellere, kim bilir kimler takılır düşer. Umursamadan yürür gidersin. Zamanın içinden geçtiğin gibi. Saçların olduğu için böylesin...

    Yüzüne düşen perçemleri, bir sokağın köşesinde, kulağının arkasına iter bir erkek. Aşk maşasıyla tutulup, ateşe atılmış gibi hissedersin. Rüzgâr yine bozsa dersin, o yine yapsa...

    Halini anlatmasını istersin ondan. Dile gelir. İçin topluyken örülür. İçin zıplarken, at kuyruğu olur. Karar vermişsen, fönlü durur. Yağmur yağarsa, nem olur, kıvrılır uyur omuzlarında. Hayatı değiştirmek istediğinde, değiştirebileceğin tek şey odur çoğu zaman. Gider renk değiştirirsin. Kestirirsin kısacık. Cesur olursun.

    Yüzünü çerçeveler. Dünyaya asar.

    Bir şeyden rahatsız olduğunda, yapacak bir şey yoksa, seninle oynar. Kıvırırsın, omzunun arkasına atarsın. Toka takar, çıkarırsın. Seni saklar, saklanmak istediğinde. Oyalar elini, oyalanmak istediğinde.

    Uzar. Uzar da uzar. Daha güzel olsun diye, yağlar, ballar sürer, bepanten iğneleri kırarsın. Çok güzel olursa, kalp bile kırarsın... Tabii bunu tercih etmezsin... Biri onlara şiir yazsa, hayır demezsin.

    Yolda yürürken, burnuna kokusu gelir. Senin ormanın onlar. O mis koku, ciğerini açar, kalbini açar, adımlarını hızlandırır...

    En tropik halinde, sıcak bir yaz günü, o saçını arkaya atan erkek vardı ya o, ya da ona benzer biri, bir çiçek asar ona. Süs takar. Gözün yere bakar.

    Benim için cennet budur. Diğer cennetlere saygım sonsuzdur.

    Kendimde olmayanı istemezsem, otomatikman mutlu mu olurum?

    Kırmızı ojeli ellerimle, g’leri j’leri, y’leri f’leri fırfırlayarak yazıyorum. İnsan tuhaflıkları araştırmalarım devam ediyor. Yine son derece bilimsel, kötümser ve komikserim. Bunlar birbirini dengeleyen şeylerdir. Nerede kalmıştık... Hah, insan, sonucunu bilmediği maçı, ertesi gün seyretmek istemezmiş. İstemiyoruz çünkü, hayata girişle çıkış arası, olaylar üzerinde kontrol sahibi olmak istiyoruz. Kundaktayken bile, çevirdiğimiz şey ters dönerse, ses çıkarırsa gülücükler saçıyoruz. Maç oynanırken, takıma yolladığımız hurra enerjisi televizyondan kabloya, kablodan stada, staddan topa, toptan ağlara gidiyor diye düşünüyoruz. Maç çoktan oynanıp bittiyse, ‘ben izlemem kardeşim! Üzerinde etkimin olmadığı, bana tepkimeyen şeyi napayım ben’ diyoruz. Bu yüzden kumarda, zarı kendi atanlar, kazanıcaklarına daha çok inanırmış. Diyeceksiniz ki, e yani naapalım bu böyleyse... Öyle demeyin ama hemen, bu huyumuz bize pahalıya patlıyor. Kontrolü elden bırakmayan biz, geleceğimizi de hayal gücümüzle kontrol etmeye çalışıyoruz. Hayat oynanırken, yolladığımız hurra enerjisi damarlara, damarlardan beyine, beyinde küçücük bir alana, o alandan yarına bağlanır sanıyoruz. Halbuki gerçek yarın, hiç bugünkü yarın gibi değil! Gördüğünüz gibi, bunu anlatmak bile mümkün değil.

    Peki, söyleyin: Kafası birleşik doğan ikizler hakkındaki fikriniz nedir? (Kendinize 5 saniye tanıyın, ilk geleni yakalayın sıkıca tutun, dürüstçe içinize fısıldayın.) Onlar için üzülüyorsunuz. Sizden daha kötü bir durumdalar. Dolayısıyla kesinlikle eminsiniz ki, sizden katmerlerce daha mut-suz-lar. Siz öyle sanın. 6. saniyeyle birlikte, beyninize yeni bir şey sokmaya hazırlanın. Onlar hallerinden gayet memnunlar! Birbirleriyle çok mutlular. Lori ve Reba Schappel ikizleri, onları birbirlerinden ayıracak olan ameliyata kesinlikle hayır diyor. Onlar gibi yüzlercesi var. Neşeli, oyunbaz ve iyimserler. Reba, biraz utangaç, ödüller kazanan bir country albüm doldurmuş. Lori daha sosyal, çilekli pastayı çok seviyor ve bir hastanede çalışıyor. İleride evlenip, çocuk yapmak istiyor. İkisi de son derece mutlu olduklarını söylüyor. Ben söylemiyorum, dikkatinizi çekeyim. Okuduğumu işime geldiği gibi, kendi dilimle aktarıyorum. Aktarmamın sebebi, mutluluğun matematiksel bir ölçümü olmasının, imkânsızlığını göstermek. Ve sırayla şu soruları sordurtmak: Onlar, benim kadar mutlu olabilirler mi? Eğer öyleyse başkaları mutluyum dediğinde, aynı mutluluktan mı bahsediyoruz? Bunlarla kafamı karıştırma daha fazla diyorsanız, sadede geleyim. Tıpkı Lori ve Reba’nın birbirlerinden ayrıldıkları gün, ‘eskiden mutsuzduk’ diye yanılmaları gibi, biz de her gün geçmişi ve en önemlisi geleceği yanlış tartıyoruz. Bugünden yarına bakıp, bugünkü hislerle bir gelecek kuruyoruz. Geleceği bugün gibi bir şey sanıyoruz. Tahminoskop, yarın nasıl olucak sorusunun cevabını göremiyor. Çünkü orası kör noktadır.

    Gözümüz etrafa, hayal gücümüz zamana bakıyor. Fakat o kadar hayalsiz, o kadar güçsüz ki, içiniz rahat olsun. İnsan, yarını bugünün biraz değişiği zannediyor. Hangimizin bugünü, geçmişinin biraz değişiği? Hiçbirimizin. Hepimizinki yeni. Fakat orası kör nokta dediğim gibi. Plan yapan, kendine komplo kurar yani anlayacağınız. Çünkü yarınla bugün, Ulan Batur’la Tokyo kadar benziyor ancak.

    Buyrun sizin her günkü falınız:

    Üç vakte kadar, sürprizler içindesiniz.

    Küçük şeylerin keşfedicisi

    İyimser ve meraklı günlerimden birinde Hawaii şamanlarının 7 cümlesini okudum. Bir kutuda çıkageldiler yılbaşı hediyesi olarak. Hayatla ilgili basit dolambaçsız cümlelerdi bunlar. Hepsini önceden duymuştum, şaşırtıcı değillerdi.

    Sadece düğüm çözücü, sadeleştirici, düşündürücüydüler.

    İşte size 7 cümlede, hatta kelimede, hayatın anlamı:

    Aloha: (To love is to be happy with) sevmek birlikte mutlu olmaktır.

    Yoruma gerek bile yok. O kadar basit ve doğru ki. Demek artık sevmenin ya da âşık olmanın limitini hesaplayıp, türevlerini bulmam, sürekli sağlama yapıp, paranteze almama falan gerek yok. En sonunda hepsinin kareköküne bakıp, bu ne ya? demek de yok. Sonuç yuvarlak bir sayı! 3 hece. Hawaiili filmlerden çiçeklerle boynumuza asılan tanıdık bir kelime: Aloha.

    Yanımda duran her neyse, onunla mutluysam onu seviyorum demektir.

    Oh be.

    Kala: (There are no limits) hiçbir şeyde sınır yoktur.

    Bunu en iyi, her şeyin bittiğini düşünürken son adımı atıp kurdeleyi göğüsleyen bilir. Ben ara sıra çakozlar gibi olurum çitlerin kafamda olduğunu, bahçemde olmadığını... hatta ufuk çizgisinin bile olmadığını. Dünyanın yuvarlaklığından öyle durduğunu. Ne kadar çalışsam, düşünsem, söylesem, öğrensem, koşsam, anlatsam az olduğunu... Bir bunları, bir de yanımdakilerin limitlerimi belirlediğini unutmamam gerek. Çünkü insan çocukça sobelediği duvarların kendi saklambaç oyunu olmadığını anlar bazen. Üstüne bir de mızıkçı ilan edilir ki sormayın!

    Mawa: (Now is the moment) sadece ‘şimdiki zaman’ vardır.

    Geçmiş ve gelecek iki yanımdan uzayıp giderken ben ancak Süpermen gibi tam tepeye uçarsam yaşamış olurum. Öbür türlü ‘yaşadım’ ya da ‘yaşayacağım’ demem gerekir ‘yaşıyorum’ yerine. Ve eğer tam da şu anda çalarsa bir telefon, cevapsız kalır. Telesekreterse şöyle der: aradığınız kişiye ‘şu an’ ulaşılamıyor! Ben daha tam çözemedim hep burda olmayı. Ben gidip gidip geliyorum ama en azından biliyorum: EN-BÜ-YÜK-ZAA-MAN-ŞİM-Dİ-Kİ-ZA-MAN!

    Mana: (All power comes from within) bütün güç içten gelir.

    Ben kendimi götürmezsem gitmiş olmam. İçimdeki ateş harlı değilse eller bana uzanmaz. Aslında her cümle birinci tekil şahısla başlamalı. Çünkü ‘ben’ yoksam eylem olmaz. Aradığım güç için hep bakakaldığım uzaklar. Ama bu nasıl bir hipermetropluktur Nil Hanım! Karnınızı değil kendinizi içinize çekiniz.

    Makia: (Energy flows to where attention goes) dikkat neredeyse enerji oraya gider.

    Dikkatli bir bakış her şeyi değiştirmeye başlar. En basitinden biri bana dikkatle baksa yürüyüşüm, gülüşüm değişebilir, daha dik durmaya başlayabilirim. Koşucu olsam sadece önüme bakmam gerekir, okçu olsam sadece 12’ye. Büyüteçle ateş yakmak için elimi sabit tutmam şart yoksa kâğıt alev almaz. Bunlar güzel de madalyonun öbür yüzü ‘korktuğum başıma geldi’ cümlesi.

    Dikkat genellikle farkında olmadan korkulan şeylere kayınca bendeki enerji istemediğim yerde aktive olur.

    En olmasını istemediğim yerde enerjimin ne işi var diyenlere: Dikkat dikkat!!!

    Pono: (Effectiveness is the measure of truth) gerçek mi değil mi etkisinden belli olur.

    Bu çok acayip. Beni en çok düşündüren bu. ‘Gerçek ne?’ sorusuna verilebilecek en acımasız, en objektif cevap. Soğuk, buz gibi bir cevap ama dimdik. Peki etkiyi nasıl anlarım? Uydurmayalım. Etki kendini hemen belli eder. Etkili miydi değil miydi diye bir şey yok ki. Dizini çarptıysan masa gerçek. Saçın uçtuysa rüzgâr gerçek. Kalbini çarptıran, gözünü yaşartan, kahkahayı patlattıran, aaaa diye şaşırttıran, tüylerini diken diken eden o şeylerin hepsi gerçek. Peki ya ben, ben gerçek miyim? Buyur bakalım.

    İke: (The world is what you think it is) dünya sana nasıl geliyorsa öyledir.

    Aklıma bir reklam sloganını getiriyor. Rolling Stone dergisinin reklamı mıydı tam hatırlamıyorum. Ama lafı şuydu: algılanan gerçektir. Örneğin ben yüzme dersi alırken o havuzun diğer ucu daha uzaktı. Buna yemin edebilirim. Ben daha iyi yüzdükçe kısaldı. Şimdi bir adım! Zor algıladığım her şey zor, kolay algıladığım her şey kolay. Ah benim kontrol etmesi zor duygularım! Dünyamı siz yönetiyormuşsunuz da haberim yokmuş.

    Hawaii şamanlarına göre hayatın anlamı işte bu yedi kelimeymiş.

    Nil kızımızın bu haftaki naçizane keşfi bu.

    Bir kusur ettiysem affola.

    Aloha.

    Leonardo’nun vinci

    Bayanlar baylar, karşınızda anatomist, mimar, botanist, şehir planlamacısı, kostüm ve sahne tasarımcısı, şef, mizahçı, mühendis, at binicisi, kâşif, coğrafyacı, jeolog, matematikçi, filozof, fizikçi, ressam ve müzisyen... Nil Karaibrahimgil!

    Değil tabii ama ‘keşke’si var.

    İşte bu ‘keşke ben de onun gibi...’ kahramanlarımın peşinde koştuğum günlerden birinde Da Vinci gibi nasıl düşünürüz? kitabını alıp eve kapandım. Kafamdaki soru her zamanki gibi şuydu: Peki benim vince hangi benzini koyarsam ne kadar kaldırabilir? Bir baktım Leonardo’nun benzini çeşit çeşit, hem isimleri Lorenzo’nun yağından bile güzel! İnsan sadece bunları okusa, beynine bir endam gelir:

    Curiosita, Dimostrazione, Sensazione, Sfumato, Arte/scienza, Corporalita, Connessione.

    Neymiş bunlar neymiş neymiş? diyenler Curiosita’ya hoş geldiniz. Türkçesi merak, merak, merak. Hayata karşı meraklı bir tutum izlemek, bıkmadan usanmadan en saçma şeyleri bile öğrenmeden duramamak. Leonardo için ‘gelmiş geçmiş en meraklı adam’ demeleri boşuna değil. Bir çiçeği bile çizerken üç değişik açıdan çizmiş. İnsan vücudundan sineğin uçuşuna kadar neye baksa yüzlerce açıdan bakmış. En önemlisi bunlar neyin nesi çok merak etmiş. Belki kuşların neden iki kanadı olduğunu kendimize hiç sormadan bir ömür geçer. Peki ya ‘Ben en çok ne zaman kendim gibi olurum? Hangi insanın yanında, nerelerde, ne yaparken?’ sorusunu sormadan ömür geçer mi? Gökyüzü neden mavi bilmesek de olur. Peki, ‘Yapmayı en çok sevdiğim şeyden nasıl para kazanırım?’ı bilmesem de olur mu? ‘Archimandrite’nin ne demek olduğunu öğrensem de unuturum. Peki, hayatta en çok istediğim şeyin ne olduğunu öğrensem unutur muyum?

    Dimostrazione: Öğrendiğini deneyerek test etme tutkusu, yanlış yapa yapa öğrenme isteği. Leonardo demiş ki: Deneyim asla hata yapmaz. Öğrendiğimiz şeyleri yazmaya kalksak bayağı bir şey yazabiliriz. Deneyerek öğrendiklerimizi yazsak o kadar olmaz. Çünkü en büyük korku hata yapma korkusu! Leonardo’nun çizdiği uçaklar hiç uçmamış ama bunun korkusu onu 42 yaşında Latince öğrenmekten alıkoymamış. Bildiğimizden emin olduğumuz, bu doğrudur dediğimiz çoğu şeyi nereden öğrendik? Televizyondan, kitaplardan, internetten, arkadaşlardan, aileden, başkalarından. Yani her cevap bir kıyafet olsa, ben bunu kimden almıştım sorularının içinden çıkamayız. Peki ya ben, ben kendime elime iğneleri batıra batıra ne diktim? İşte bana en yakışan kıyafet o! O halde soralım: Hata yapmaktan korkmasaydım neyi daha değişik yapardım?

    Normalspor bir insan ‘bakar ama görmez, dinler ama duymaz, dokunur da hissetmez, yer ama tatmaz, kıpırdar ama hareket etmez, içine çeker de koklamaz, konuşur

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1