Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Hicretten Hikmete
Hicretten Hikmete
Hicretten Hikmete
Ebook291 pages3 hours

Hicretten Hikmete

Rating: 5 out of 5 stars

5/5

()

Read preview

About this ebook

Yaşanılan çağın kayıt altına alınması, gelecek nesillere aktarılmasının en güçlü ifade biçimlerinden biri edebiyat yani yazmadır. Daha sonra belki bir sanat dalına evrilecek olan bu demetler de bu şekilde kayıt altına alınıp, saklanır. Kur’an’da da yazma aracı olan kaleme yapılan kuvvetli vurgu belki de bundandır.
Ben de bu zamana kadar gezdiğim yerlerde görüp duyduğum şeyleri bu amaçla dönem dönem kayıt altına almaya çalıştım. Bu şahitliklerin sadece benimle orada kalmasına razı olmadım. Onları kayıt altına alarak arkadan gelecek nesillerin de takdirine sunulmasını önemli bir vazife bildim.
Bu bağlamda elinizdeki bu kitap özellikle 2009-2013 yılları arasında Azerbaycan’da iken şahitlik ettiğim güzellikleri içeren bir çalışmadır. O süreçte bazen bizzat oda arkadaşımdan dinlediğim bir hatırayı, bazen dünyanın değişik yerlerinden çeşitli sebeplerle Azerbaycan’ı ziyarete gelen misafirlerimizin bulundukları ülkelerle ilgili paylaştıkları yaşanmışlıkları bazen de anlatılan bir rüyayı kayıt altına aldım.
Aslında 2013 yılında hazır olan bu çalışma, o dönemde baş gösteren siyasi çalkantılar nedeniyle kitaplaşma imkânı bulamamıştı. Ama aradan geçen bu sürede geç de olsa yeniden kendisine bir menfez bulmuş oldu. Özellikle son dönemde ortaya çıkan bazı durumların etkisiyle de zihinlerde oluşan tortuları da bertaraf etmesi açısından bazı ehli vicdan sinelerde ciddi tesirler yapacağına inandığım bu çalışmayı bu vesileyle sizlere takdim etmekten mutluluk duymaktayım.

LanguageTürkçe
Release dateOct 4, 2021
ISBN9781005232344
Hicretten Hikmete
Author

Birol Topuz

1978 yılında, Çorum'un Osmancık ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu ilçede tamamladı. Lise eğitimini ise Kastamonu'daki Göl Anadolu Öğretmen Lisesi'nde tamamladı. 2001 yılında Uludağ Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Dünyanın değişik ülkelerinde öğretmenlik yapma imkânı buldu. 2005-2008 yılları arasında kaldığı İngiltere’de İşletme alanında yüksek lisansını tamamladı. 2021’de Almanya’daki Potsdam Üniversitesi’nde din sosyolojisi alanında doktorasını tamamladı. Değişik zamanlarda haber7.com, haberx.com ve rotahaber.com gibi sitelerde köşe yazıları yazdı. Başta eğitim ve diyalog olmak üzere değişik alanlarda faaliyet gösteren pek çok sivil toplum kuruluşunda görevler yaptı. 2009 yılında gezip vazife yaptığı ülkelerde bizzat yaşadığı veya gözlemlediği olayları içeren denemelerden oluşan "İlk Cemre" isimli kitabı yayınlandı. 2021’de ise ikinci kitabı “Hicretten Hikmete” yayınlandı. Yazarımız evli ve iki kız çocuğu babasıdır.Crab Publishing’de yayınlanan kitapları:1. Hicretten Hikmete2. Değişim3. Buhran4. Aidiyet

Read more from Birol Topuz

Related to Hicretten Hikmete

Related ebooks

Reviews for Hicretten Hikmete

Rating: 5 out of 5 stars
5/5

1 rating0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Hicretten Hikmete - Birol Topuz

    TAKDİM

    İMAN YARASINA MERHEM

    Okuma eylemi, metnin uzayında yazar ve okurun dünyalarının buluşmasına çıkarılan davetiyedir. Gadamer’in ifadesiyle ‘ufukların mezci’... Ufuklar arasındaki uyuşmazlık anlamayı imkansızlaştıracağı gibi -mesela hiç bilinmeyen bir dilde yazılmış metne nüfuzun imkansızlığı- kâmil bir uyuşmanın anlamaya yepyeni boyutlar kazandıracağı da muhakkak. Dilin, ufuk mezcinin bir girdisi olduğu açık. İlim de öyle, inanç da... Peki ya hissiyat? Aşıkların serzenişlerini en iyi aşıklar anlar. veya Onlar metinde bambaşka manalar bulurlar. diyebilir miyiz?

    Yazarın niyetine nüfuz, şimdilerde imkansızı talep gibi görünse de tabi bir okur talebidir. Metne, sadece metnin dünyasını değil, aynı zamanda bir başka insanın, yazarın dünyasını keşif amacıyla yaklaşır okur. Elbette yazarın niyet ve hissiyatından bağımsız olarak metnin taşıdığı, metinle okur arasındaki diyalogun üreteceği anlamlar vardır. Bir şehir rehberini okurken, sizi içine çeken, yazardan çok şehrin dünyası olur. Hele bu okumayı bizzat da o şehrin sokaklarında dolaşırken yapıyorsanız. Yine de Hacdayken bir Hac rehberi okumakla, din büyüklerinin Hac hatıralarını okumak arasında ufukların kaynaşması anlamında ciddi farklılıklar olacağı da muhakkak. Hapishanelerde en ziyade talep edilen kitapların yazarların mahpusluk dönemlerinde yazdıkları eserler olması, öğretmenlerin öğretmen yazarlara ayrı bir ilgi duymaları, sürgün edebiyatının okur ve yazarlarının da sürgünün evlatları olması hep aynı ufuk benzeşmesi arayışının sonucu gerek. Dünyaya baktığımız yerden bakan bir başka gözün neler gördüğü ilgimizi çekiyor... Bu ilgi, rehberliğe, yol göstericiliğe ihtiyaç duyduğumuz anlarda zirveye ulaşıyor.

    Elinizdeki kitabı böyle bir rehberliğe ihtiyaç duyduğum, yazarının sarmaya çalıştığı yaralarla düçar olduğum bir zamanda okudum.

    İlk müsveddelerini okuduğumda da bu satırları karalarken de ismini bilmiyordum kitabın. Bir adı vardıysa da bence meçhuldü...

    Her okur, kitaba isminin penceresinden yaklaşır. Ben, İman yarasına merhem adını taktığım taslak metne, yaralarımın penceresinden yaklaştım. Yaşanmışlıkların, kırgınlıkların, kızgınlıkların, bezginliklerin penceresinden... Ve bir de yaşandıklarında, Eskiden böyle şeyler olduğunda gözlerim yaşarırdı. dedirten tevafukların...

    Okumanın sübjektifliğine inanırım. Hiçbir okur, hiçbir kitaba aynı nesnel zaviyeden yaklaşamaz. Her okuma eylemi, bir hayatın, bir önceki okumanın, biraz önce can sıkmış bir telefon konuşmasının süregelen bir parçasıdır. Ve elbette kitabın kapağı kapatıldığında yaşanmaya devam edecek olan, okura ama sadece okura ait olan bir hayatın...

    İman yarasına merhemi Bertrand Russell’ın Türkçeye 1935 yılında ‘Mistiklik ve Mantık’ diye çevrilmiş olan küçük kitabının hemen sonrasında okudum. Mistiklik ve Mantık’ta Russell mistik düşüncenin Parmenides’ten bu yana zaman kavramının, geçmiş ve geleceğin yadsınmasının üzerine bina edildiğini anlatır. Tam Russell’ın Sufi bir Acem şairinden yaptığı;

    Allah’ı gözümüzden saklayan, mazi ile istikbaldir.

    Her ikisini de ateşle yak!

    Daha ne zamana kadar kendinin, bir kamış gibi, lif lif parçalanmasına ses çıkarmayacaksın?

    satırlarını okumuştum ki, Birol Topuz Bey’den, mutadı olduğu üzere her Perşembe gönderdiği WhatsApp yazılarından birini aldım: Zaman ve Biz.

    Tevafuk abi... dedi bu duruma... Tevafuk abi... WhatsApp mesaj penceremde, ruhumun hayatı izlediği penceremde asılı kaldı...

    Bu kitabı, o pencereden okudum...

    Tevafuk bizim inanç dünyamızda, Tanrı’nın zar atmadığı söyleminden ibaret değildi. O bizim için ihsan şuurunun, sekine ile müeyyedliğin, geminin kaptanının dümeni bir an olsun bırakmadığının ifadesiydi... Endonezya’ya uçan bir uçakta yanıbaşındaki yolcuya imkanlarıyla hayalleri arasındaki uçurumu izah etmeye çalışan Muhsin Bey’i, ileride açacağı okulların izin başvurularını yapacağı eğitim müsteşarının yanına oturtmuş olan Allah, sadece, Ben varım ve her şeye nigahbanım! demiyor; aynı zamanda işin sahibinin Kendisi olduğunu, Kendi davasına sahip çıkanları ekstradan lütuflarla teyid edeceğini ilan ediyordur zira...

    Tevafuk abi... O Allah bizi yalnız bırakmadı, bırakmayacak da! demek...

    Tevafuk abi... Hizmet ve Hicret yolcularının Ey iman edenler! Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit-kadem kılar. (Muhammed Suresi, 7) ferman-ı subhanisinin yaşayan tefsirleri olması demek...

    Birol Topuz’un gerçek hayattan derlediği hikâye tadında yaşanmışlıkları okurken bencileyin aklınızdan Hep şu bilindik kurtarıcı kompleksleri… veya Sen hala inanıyor musun böyle şeylere? direnişleri geçerse, kitabın hedeflenen okur kitlesisiniz demektir. Okumaya devam...

    İman yarasına merhem, nihai analizde bir anlam arayışında olan insanın bulduğu ve fakat hadiselerin tazyikatı altında kaybettiği anlamı hatırlatıyor insana... Tıpkı gördüğümüzde muazzam haz aldığımızı hatırladığımız ama içeriğini bir türlü hatırlayamadığımız bir rüyayı birden bire aklımıza getiren bir sahne gibi...

    Mantısını Bismillah deyip açan, Ya Hâdî deyip kapatan anneler var hala... Hidayet arayışında Bill’ler de... Kaybettiğimiz ve yeniden arayıp bulmamız gereken, Bu yolda hiçbir yönlendirme boşuna değil. Hiçbir değişiklik gelişi güzel değil. Hiçbir görevlendirme sebepsiz değil. diyebilen iman derinliğidir...

    İman yarasına merhem, bu derinlik arayışına bir çağrı...

    Arayan bulur, tevafukunu...

    Kerim Balcı

    ÖN SÖZ

    Yazmak, kimileri için bir ifade biçimi. Aslında hayat, yaşadığımız süre zarfında beş duyumuz ile algıladığımız ve buna vermiş olduğumuz reaksiyonları da kapsayan ve bu haliyle de bütün bir süreci özetleyen olgunun adı. Etrafımızda dönen ve algıladığımız hadiselere karşı reaksiyon biçimlerimiz birbirinden farklı. Bazılarımız, bizim için bir şey ifade eden bu şeyleri ete kemiğe büründürerek kalıcı hale getirir. Bunun en veciz, en net ve gelecek kuşaklara da aktarılabilecek en kestirme şekli ise sanat ve edebiyattır. O yüzden, bu hakikati önceden keşfetmiş bazı dimağlar çoğu kez edebiyata dayelik yapan eğitime yatırım yapar ve konjonktürün fırsat verdiği ölçüde de zaman zaman sanata işaret ederler.

    Bazen tek sayfalık bir karikatür, sayfalar dolusu bilgiden daha çok şey ifade edebilir. İlk bakışta çok sade, basit ve önemsiz gibi görünen bir çizim aslında tarihe şahitlik etmenin en sade biçimi olabilir. Onca askeri güç, kontrol edilip yönlendirilmiş medya ve manipülatif bilgiyi, gün olur 14 yaşındaki Anna Frank’a ait olan bir günlük tepetaklak edebilir. Ya da tuval üzerine çizilen bir resim, yaşanılan çağa ışık tutabilir. Veya icra edilen bir şarkı ya da yazılan bir şiir yine kendi alanlarında yaşanmışlıkları içinde barındırabilir.

    O sebeple, yaşanılan çağın kayıt altına alınması, gelecek nesillere aktarılmasının en güçlü ifade biçimlerinden biri edebiyat yani yazmadır. Daha sonra belki bir sanat dalına evrilecek olan bu demetler de bu şekilde kayıt altına alınıp, saklanır. Kur’an’da da yazma aracı olan kaleme yapılan kuvvetli vurgu belki de bundandır.

    Ben de bu zamana kadar gezdiğim yerlerde görüp duyduğum şeyleri bu amaçla dönem dönem kayıt altına almaya çalıştım. Bu şahitliklerin sadece benimle orada kalmasına razı olmadım. Onları kayıt altına alarak arkadan gelecek nesillerin de takdirine sunulmasını önemli bir vazife bildim.

    Bu bağlamda elinizdeki bu ikinci kitap da özellikle 2009-2013 yılları arasında Azerbaycan’da iken şahitlik ettiğim güzellikleri içeren bir çalışmadır. O süreçte bazen bizzat oda arkadaşımdan dinlediğim bir hatırayı, bazen dünyanın değişik yerlerinden çeşitli sebeplerle Azerbaycan’ı ziyarete gelen misafirlerimizin bulundukları ülkelerle ilgili paylaştıkları yaşanmışlıkları bazen de anlatılan bir rüyayı kayıt altına aldım.

    Aslında 2013 yılında hazır olan bu çalışma, o dönemde baş gösteren siyasi çalkantılar nedeniyle kitaplaşma imkânı bulamamıştı. Ama aradan geçen bu sürede geç de olsa yeniden kendisine bir menfez bulmuş oldu. Özellikle son dönemde ortaya çıkan bazı durumların etkisiyle de zihinlerde oluşan tortuları da bertaraf etmesi açısından bazı ehli vicdan sinelerde ciddi tesirler yapacağına inandığım bu çalışmayı bu vesileyle sizlere takdim etmekten mutluluk duymaktayım.

    Yukarıda da belirttiğim gibi bizlere düşen kalemin namusu gereği olup biteni objektif bir şekilde kamuoyuna arz etmek. Bizim samimiyetimiz, okuyanların hakkaniyeti, kaderin de hissesi nispetinde ortaya çıkacak olan tesir ise tamamen bizim dışımızda cereyan edecek.

    Kitabın sayfaları arasında bazen orta Asya steplerinde, bazen Afrika’nın kavurucu çöllerinde bazen de Avrupa’nın medeni ama bir o kadar da vahşi ortamlarından sızan manevi atmosferlere şahitlik edeceksiniz. Bazen çığlık olmuş bir anayla, bazen taş kesilmiş bir babayla karşılaşacaksınız. Çoğu kez insanların hayatına dokunan sihirli ellere şahitlik edecek ve Keşke biz de bu hikâyenin bir yerinde olabilseydik diyeceksiniz. Hepsi yaşanmış, hepsi doğru, hepsinin de şahitleri hala günümüzde yaşayan bu hikâyeleri ilgiyle okuyacağınızı umut ediyorum.

    Bu bağlamda elinizdeki çalışmanın ortaya çıkmasında emeği geçen bütün dostlara ve özellikle bizlere bu imkânı veren Crab Publishing’e teşekkürü bir borç biliyorum. Alaka duyup kitabı okuyacak olan meraklılarına ise şimdiden iyi okumalar diliyor, varsa içinde istifadeye değer bir şey, cümlemizin istifade etmesini de temenni ediyorum..

    Birol Topuz

    5 Eylül 2021, Almanya

    ATEİST BABA’NIN MÜSLÜMAN KIZINA HEDİYESİ

    28 yıl… Tam 28 yıldır demir perdenin uzunca bir dönem hâkim olduğu, o soğuk yüzünü her daim her fırsatta gösterdiği, kurallarıyla, kanunlarıyla, alışkanlıklarıyla, örf-adet, gelenek-görenekleriyle herkesi çepeçevre kuşattığı bir coğrafyada yaşamıştı: Ukrayna. Dili oralı, giyim-kuşamı oralı, aklı oralı, kalbi oralıydı. Haliyle, inanışları da elbette oralıydı. Ateizm, oradaki hâkim inanıştı.

    İşte böyle bir atmosferin çocuğudur Maria. Oysa, hayat kozmik bir bilmece. Rab, kullarının tümüne her zaman ve mekân diliminde her an amade. Lütuf, görebilen için sağanak sağanak her yerde. İkram, kula Rabbin kendisini latifçe hatırlatması adına bir emare.

    Babası bir ateist, annesi bir Ortodoks… Kendisi ise evrensel bir inanış sahibiymiş kendince. Yani hepsinin güzel yanları. Yani bir parça hepsinden. Başka bir ifadeyle, esasen hiç birisinden…

    Yüreği temiz olmayan kimsenin anlayışı da temiz olamaz. der Dostoyevski ‘Yeraltından Notlar’ isimli eserinde. Yüreği temizmiş demek ki, Mevla ona neler neler nasip etmiş hem de hiç beklenmedik zaman diliminde…

    Maria, bir gün, bir delikanlıyla karşılaşır ülkesinde. Hali, tavrı, duruşu farklı birisidir bu adam ona göre. Ülkesinde bir sürü yabancı vardır ama o ne ülkesindeki yabancılara ne de kendi insanlarına pek benzememektedir. Gittiği üniversitede rastlamıştır ona. Uzaktan uzağa takip eder kendisini belli bir süre. Ailesi, kendisini okula bıraktırır, okul çıkışı da bizzat özel araçla aldırırdı. O yüzden, herhangi biriyle rahat rahat konuşamaz, hele bir erkekle arkadaşlık hiç yapamazdı.

    Onun payına da sadece derste veya okul içinde kurabildiği dostluklar ve arkadaşlıklar kalmıştı. Bu ahlak ise annesinin inanışı sayesinde aileye kalan bir mirastı. Bir üniversitede biyokimya alanında öğretim görevlisi olan, güngörmüş bir kadındı o da.

    Okul içinde bir vesile ile irtibat kurmaya çalışır bu genç ile Maria uzun süre takip ettikten sonra. Ders ile alakalı sorular sorar, dostluğunu aşikâr eder ve nihayetinde aralarında oluşan samimiyetin akabinde tavırlarıyla alakalı gizemi anlamaya çalışır. Lafı döndürüp dolaştırıp Türkiye’den gelen ve orada öğretmenlik yapan bu gencin edep, ahlak ve anlayışıyla alakalı düsturlarına getirir. Hiç de sıkmamaya, rahatsız etmemeye, onu istemeden de olsa incitmemeye de gayret göstermek suretiyle.

    Ve nihayetinde anlar ki, tüm bu farklılığın esas sebebi: İslamiyet... Tüm kapılar oraya çıkmakta. Tüm cevaplar referansını o kaynaktan almakta. Toplum için garip gibi algılanan tüm olağanüstü tavır ve davranışlar oradan nemalanmakta, oradan alınmakta.

    Derken, kendi kendine araştırmaya başlamış Maria. İslam hakkında malumat sahibi olmaya çalışmış ve doğru veya yanlış bir sürü kaynağa bakarak kendisince malumat elde etmiş. Elde ettiği her malumatı da arkadaşıyla sohbet malzemesi yapmış ve işin aslını öğrenmeye çalışmış.

    Mesela, Türkiye gibi Müslüman bir ülkede her 4 saatte bir kadına tecavüz edildiğini uluslararası kriminal verilerinden okuyunca irkilmiş ve Kadının ne gibi bir yeri var acaba bu dinde? diye sorgulamaya başlamış. Bazı marjinal sitelerdeki aşırı grupların hicab şekillerini görünce iyice sinmiş. Lafın kısası, yemeden içmeye, haklardan hayatın kendisine kadar bir sürü araştırma yapmış.

    Ve bir gün arkadaşına, Ben Müslüman oldum. diyerek selam vermiş. Arkadaşı da şaşırmış. Ve sadece onun şahitliğinde kelime-i şehadet getirmiş. İsmini de kendisi Meryem olarak değiştirmiş.

    Elbette, ondaki değişikliğin sadece isimden ibaret olmadığını ailesi de çabucak anlamış. Kızlarının giyim-kuşamındaki farklılığı, hele hele tesettüre girmesi onlarda derin etkiler yapmış. Ama oldukça medeni olan aile bu işe hiç karışmamış. Senin fikrin kızım… demişler sadece.

    Bu öğrendiği yeni dini yaşarken, elbette sık sık Türk arkadaşına danışan kız, bu din için en önemli hususlardan birinin doğruluk ve emniyet olduğunu öğrenmiş. Her şeyin kıymetini buna göre aldığını, ne olursa olsun doğruluktan ve emniyetten asla taviz verilmemesi gerektiğini öğrenince bir sırrını paylaşmış arkadaşıyla…

    Evvela kendisini sıradan bir ailenin ferdiymiş gibi tanıtan genç kız, arkadaşına, kendisinin esasında şehirlerinde mevcut olan araba fabrikasının sahibinin kızı olduğunu ifade etmiş. Bunun sebebini ise Yıllarca benim etrafımda hep ailevi durumum nedeniyle yani çıkar yüzünden insanlar oldu. Bana yakınlıklarının esas nedenleri hep para oldu. Ben de aynı korkuyla, sana kendimi bu şekilde tanıtmak istemedim. demiş masumane.

    Bir akşam eve gittiğinde ise odasında ilginç bir hediye almış genç kız. Masasının üzerinde bir kutu. Kutunun içinde ise özenle hazırlanmış bir paket. Paketi heyecanla açan Maria, kutudan çıkanın küçük bir halı olduğunu fark etmiş. Bunun ne anlama geldiğini ilk önce anlayamayan Maria, hemen hediyenin sahibini aramaya başlamış. Hediyenin babasından geldiğini görünce de işlevini merakla öğrenmek istemiş. Babası da: Kızım bu bir seccade. Senin yeni dininde ibadet ederken evlerinde insanlar genelde bunun üzerinde ibadetlerini yapıyorlarmış. İş yerimdeki bir arkadaşım, senin Müslüman olduğunu duyunca bana verdi, ben de sana bir hediye olarak getirdim. demiş.

    Bu hediye karşısında çok şaşıran ve sevinen Maria, biraz daha hızlı şekilde yeni diniyle alakalı araştırmalar yapmaya başlamış. Bunun için interneti kullanmış, arkadaşından yardım almış, kaynakları araştırmış kendince. Ve namaz vakitlerini gösteren bir program indirmiş bilgisayarına. Hem de kendi şehrini ayarlamış. Günde beş vakit, namaz zamanı geldiğinde okunan ezanları çok sevmiş. Bu ezanlar evlerinin içerisinde yankılanır olmuş her daim.

    Bundan kimse şikâyetçi olmamış. Ne annesi bir şey demiş ne de babası. Kız kardeşi de meraklı gözlerle takip etmekteymiş ondaki bu coşku ve heyecanı. Zira karşılarında duran, canı nereye isterse oraya giden, dil öğrenmek için İtalya’ya bile gidip altı ay kalan, Avrupa’nın neredeyse tüm şehirlerini gezmiş, başkentte kendisine bir daire aldırıp, dönem dönem orada kalan bir genç kız. Tüm bu yaptıklarının yanında, şu an karşılarında gözleriyle şahit oldukları hazzı gören aile şaşkındır.

    Bu süreçte, laf arasında kırdığı potların farkına da varmış Maria dönem dönem. Bunlardan birisi, sabah namazını her zaman iki defa kılmasıymış. Bunu da arkadaşıyla namaz hakkında konuşurken fark edebilmiş. Sabah saat kaçta namaz için kalkıyorsunuz? diye arkadaşına sorduğu soruya aldığı cevaba mukabil: Oysa ben iki defa kalkıp kılıyorum namazımı… demiş. Nedeni ise sonradan ortaya çıkmış. Meğer Maria, programda yazan hem imsak vakti hem de güneş vaktini ayrı ayrı namaz vakitleri olarak algılıyormuş ve uzunca bir süre de her ikisinde de namaz kılmış.

    Bu güzel günlerin üzerinden çok da zaman geçmemiş, samimiyet imtihanı hemen kapıda belirmiş. Tam da üniversitesinde imtihanları başladığı dönemde, karnında büyük bir sancı hisseden Maria, dayanamadığı sancının sebebiyle mecburen gittiği hastanede acı bir gerçekle karşılaşmış. Meğer sancıların geldiği yer karaciğermiş. MR’da görülen karaciğer hayli şekil değiştirmiş, başka bir ifadeyle neredeyse iflas etmiş. Nedeni ise uzunca bir dönemdir hem Hepatit A hem de Hepatit C virüsü taşımasıymış.

    Arkadaşıyla telefonda son konuşmasında genç kızın ağzından tevekküle dayalı şu cümleler çıkmış: Eğer Allah imkân verirse, sabırla tedavimi olup, iyi bir Müslüman olarak hayatıma devam edeceğim.

    Doktorlar, uzunca bir tedavi süreci öngörmüşler. Daha bir kaç hafta önce Müslüman olan, İslam’ın tüm inceliklerini öğrenmek için gece-gündüz araştıran ve hayatın önüne çıkardığı imtihanları sükûnetle karşılayan Maria, arkadaşına sadece bir soru sormuş: Hasta halimle namazlarımı nasıl eda edebilirim?

    HACI ATA’NIN SİLUETİ / KARAVANDAN KÜLLİYEYE

    Televizyonu ilk açtığımda ekranı dolduran kişiyi bir müddet Hacı Ata sanarak izledim. Ne kadar da özlemişiz seni abi… diyerek seyrettim kendisini.

    Senden geriye kalan o samimi, içten, pazarlıksız, sadık, vefalı, emektar, çilekeş haller birer mazi gibi şimdilerde. İnsanlarımız ticari metaa gibi algılanır oldu müesseselerimizde. İşe yarıyorsa elde tutuluyor, işe yaramıyorsa bir kulp bulunup bin bir bahane ile doğru-yanlış sebeplerle kapı dışarı ediliyor. Naehiller en muteber yerlerde. Liyakat bizim bağımızda solalı hayli zaman olmuş. Samimiyet; o da neymiş? İş yapıyor mu yapmıyor mu ondan haber ver sen önce(!), o olmasa da olur.

    İşlerin başındakilerin kendilerini işin sahibi sanma devrindeyiz. Müesseselerimiz olmuş birer özel mülkiyet maalesef. ‘Ben ne dersem, o olur’ her kademede kendisini hissettiren tutum. İşe sahip çıkmayla, işi sahiplenme karmaşası yaşıyoruz bu günlerde. Emaneten oturduğumuz yerleri, sanki oraların sahibiymişiz gibi kullanma hastalığına yakalanmışız: Kimse bana itiraz etmesin, kimse bana karşı çıkmasın, benim dediğim yapılsın, ekstra teklif, öneri, fikir gelmesin, bunlar zaman kaybı, benim dediklerimi yaparsanız kâfi, gerisi lafı güzaf, benim sözümün üstüne söz söylüyor mu? Söylüyorsa ne feci… Her dediğime ‘He’ diyorsa ne ala. Bana da bu lazım zaten… ve daha neler neler.

    Vefanın adı şimdilerde İstanbul’daki semtten de silindi sanırım. O denli gerilerde kaldı… Tüm bunlardı, Hacı Ata zannı ile beni ekrana kilitleyen zatın hafızalarımızda depreştirdikleri. Oysa bu, Hacı Uncle (amca) imiş meğer. Hacı abinin ikizi gibi. Yere bakarak konuşuyor, kameraları göz ucuyla süzüyor, utangaç, çekingen, belki biraz da tedirgin, hayalindeki konular açılınca da bir aslan kesiliyor birden bire, el kol hareketleriyle pür heyecan, sanırsın kendinden geçiyor…

    Oradaki adı bu imiş, ‘Hacı Amca’. Bizim ismini sonradan öğrendiğimiz Ali Katırcıoğlu veya Kervancı. Hayalleri olan kişi. Yetmiş küsur yaşına bakmayarak bir karavanda ömür süren zat. Onca yaşına, hastalıklarına bakmadan Türkiye’den binlerce kilometre ötelere uçmuş, bir karavanı kendisine mesken edinmiş ve gece gündüz hep hayalinin gözlerinin önünde tuğla tuğla büyümesini belki de bir çocuk sevinciyle izlemiş. Belki de karavanın penceresinden geceler boyu bakmış ve ağlamış külliyesine, ağlamış bakmış doya doya. Kaç gece uykusunu bölüp koridorlarında gezmiş, kaç gece külliyesini hallerinin kıblesi eylemiş bilmiyoruz. Acaba nasip olacak mı bize buranın açılışını görmek demiş. Bunların belki de daha fazlasını o gün, güneşin her şeyi ayan-beyan göstereceği günde göreceğiz bir bayram neşesiyle.

    Evet, bir külliyeden bahsediyoruz. Camisiyle, medresesiyle, alışveriş merkeziyle, konferans salonuyla, aşhanesiyle, ilahiyat fakültesiyle bir külliyeden bahsediyoruz. Peki, nerede bu külliye? Johannesburg şehrinde… Altın kentinde. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin en önemli kültür, siyaset ve sanayi-ticaret merkezinde. 100 dönüm arazi üzerine inşa edilmiş bir külliye. Hem de oraların en işlek yolu üzerindeki bir tepeye inşa edilmiş. Otobandan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde. Selimiye’nin ikizi bir camisi herkesin ilgi odağı. Ziyaretçileri her gün yüzleri bulan bir külliye. Altın Kenti’nin şehir turları arasında yerini alan ve şehri gezmeye gelecek olan tüm yerli-yabancı ziyaretçilerinin de mutlaka uğrayacağı bir yapıt.

    Gauteng eyaletinin Başbakanı Nomvula Mokonyane şimdilerde olmuş Hacı Amca’nın manevi kızı. Cumhurbaşkanını açılışa bizzat ben getireceğim. diyen ve sözünü de tutan yine o. Vermiş olduğu başka bir söz ise, külliye açıldıktan sonra ilk bakanlar kurulunun da yine burada yapılacağı müjdesi. Yapar mı? Cumhurbaşkanını getirdiğine göre, bunu da yapacak gibi görünüyor.

    Bu ne demek oluyor biliyor musunuz? 50 milyon nüfuslu bir ülkede sadece 3 milyon Müslümanın yaşadığı, yıllar yılı beyazlar ile siyahlar arasında kavgaların koptuğu, siyahların insan yerine konulmadığı, tehdit edilen beyazların ise güvenlik önlemleri almadan yaşayamadıkları, kaldıkları yerleri ancak silahlı kişilerin korumalarıyla hayatlarını sürdürebildikleri yerde, başbakanın bu çıkışı ne ifade ediyor acaba?

    Farkında olmadan, bu hanımefendi hangi yaraya merhem olduğunu, hangi yaraları kabuklaştırdığını bilmem bilebiliyor mu? Diyalogun, hoşgörünün, karşındakine saygının bugünlerde yokları oynadığı pazarımıza sunduğu metaın ne kadar kıymetli olduğunu bir bilse… Daha dün, Arakan’da katledilenlerin bile gölgesinde bir tefekkür edebilsek belki anlarız bu sunulanın kıymet ve önemini.

    İşte, bugün farkında bile olamadığımız o kapıyı açan ise, o piri fani, nur yüzlü, tonton, sevimli haliyle o hanımefendiyi kendisine hayran bırakan Hacı Amca. Birkaç dakika için

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1