Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Çiçek Ezmeyenler
Çiçek Ezmeyenler
Çiçek Ezmeyenler
Ebook355 pages4 hours

Çiçek Ezmeyenler

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Ben bir öğretmenim. Kadim zamanlarda, yorgun yolcuların konakladığı kervansaraylar gibi olmalıyım. Sıcak, emin, cömert. Kışla yaz kucaklaşmalı ellerimde. Çorak toprakların bağrından nehirler akıtmalıyım, gür ve gümrah. Ve toprağımın çorak yanlarını kanımla sulamalıyım, vahaya dönüştürmeliyim tüm coğrafyamı...

LanguageTürkçe
Release dateNov 23, 2020
ISBN9780463918999
Çiçek Ezmeyenler
Author

Faruk Arslan

12 Nisan 1969′de Ankara’da doğdu. 1986’da GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’ndan mezun oldu. 1987′de askeriyeden ayrıldı. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi ve Hazar’ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997′de ‘Uluslararası Hukukçu’ ünvanını kazandı. Kanada’da Centennial College’den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diploması ile mezun oldu. 2011’de York Üniversitesinde Sosyoloji, 2014’te Wilfrid Laurier’de ‘Sosyal Danışmanlık ve Terapi’ masteri, 2015’te aynı üniversitede ‘Din ve Kültür’ masteri bitirdi. Halen Martin Luther College Üniversitesinde ‘İnsan İlişkileri-Ruhsal Bakım ve Psikoterapi’ doktorası yapıyor.Zaman Gazetesi ve Cihan Haber Ajansı için 1992-1998 yılları arasında Azerbaycan, 1998-2000 Ankara ve 2000-2001 arasında Kanada da gazetecilik yaptı. Sonraki dönemde farklı ülkelerde yayınlanan gazete ve dergilere köşe yazısı yazdı.Evli ve üç çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türk vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik ve akademik yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.YAYINLANMIŞ KİTAPLARINDAN BAZILARIBiladı Ekrad Kürdistan-Kürt Diyarının Saklı TarihiErgenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay GüneyGece YolculuğuGurbette Aykırı Konuşmalar (Röportajlar)Hazar’ın Kurtlar VadisiKanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi KanadaMason BektaşilerMatrix’in 11 Eylül KurgusuMesih’in Hızır’ı Barnaba-Hristiyanlığın Gizli TarihiNet Kırılma: Evenjelik Harbin KurgusuPetrol SatrancıPKK’nın Çocuk AskerleriTeşkîlât-ı ErgenekonTevhid Eri BarnabaTürkistan ve Ötesi (Gezi yazıları)Van Gölü Canavarı JİTEM

Read more from Faruk Arslan

Related to Çiçek Ezmeyenler

Related ebooks

Reviews for Çiçek Ezmeyenler

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Çiçek Ezmeyenler - Faruk Arslan

    ÖNSÖZ

    İLK ASR-I SAADET MEDENİYETİ

    Söz uçar, yazı kalır. Akıl unutur, kalem unutmaz. ‘Yazmak avlamaktır’ demiş rahmetli Ali Fuat Başgil.

    Fethullah Gülen, 20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye damgasını vurmakla kalmadı, küresel bir hareketi Allah'ın izin ve inayetiyle yoktan ilmek ilmek oluşturdu. Bu hareketin, Müslüman Kardeşler, Rabıta, Tebliğ Cemaati gibi diğer uluslar ötesi İslami yapılanmalardan en önemli farkı, dini değil eğitimi ön plana çıkarması; böylece sadece Müslümanlara değil her inançtan insanlara seslenebilmesidir.

    Bu hareketin 21. yüzyılda da etkisini kaybetmemesi, tam tersine sürekli güçlenmesine bakarak tam bir başarı öyküsüyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu başarı kolay elde edilmemiştir ve ana öznesi sıfır liderlik anlayışını getiren mütevazı vaiz Fethullah Gülen’in kendisidir.

    Öğretmen Hocaefendi, hayatı boyunca iki şeyi asla terk etmedi: Vaaz vermeyi ve talebe yetiştirmeyi. 1986’dan bugüne kadar düzenli olarak kendisinin seçtiği on beş İlahiyat Fakültesi mezunu talebeye medrese usûlü ders veriyor. Hocaefendi’nin feyzinden, ilminden, hal ve makam dilinden en iyi anlayan hususi talebe sayısı sadece 100’den biraz fazladır.

    Kendi nefsine söylüyor konuştuklarını, herkes dinliyor; oysa başkaları dinlesin, okusun diye konuşan, kitap yazan nice düşünür, âlim var; kimse onları okumuyor, dinlemiyor. Hocaefendi’nin vesile olduğu devrimi bir imam, vaiz değil de bir üniversite profesörü yapmış olsaydı kimse şaşırmazdı, her iki halde de fenomen olurdu.

    1986 ile 1990 arasında Hocaefendi’ye hususi talebe olmuş Âdem Akıncı, ondaki edep ve hayayı şöyle özetliyor: Sürekli teyakkuz halinde temkinli biri, gaflete asla dalmamış. 40 yaşına kadar ayaklarını uzatıp bir yatakta yatmamış, ayağını dahi uzatmamış, bir sandalyeye tünemiş uyumuş bir kalp ehli. Baba tarafından dedesi Ahmet Beyi de kimse hayatında ayaklarını uzatırken görmemiş, öldüğünde ilk defa musalla taşında uzun yatmış görüyorlar. 40 yaşından sonra hastalıklar kendisini zorlayınca ayaklarını uzatarak yatmaya başladı Hocaefendi. Ancak yine yatağa değil yerdeki kilimin üstünde rahat olmayan zeminde uyuyor. Günde 2 saatten fazla uyumuyor, bazen onu da uyumuyor.

    1990 ile 1995 arası hususi talebesi olmuş Mehmet Nam’ın söylediği daha ilginç: İmam Hatipliyim. 8 yıl orada okudum. 4 yıl Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2 yıl da ilahiyat masteri yaptım. Ancak Hocaefendi’nin ders halkasında üç ayda aldığım Arapça, hadis, kelam, fıkıh ve diğer ilimleri hepsine bedeldi. 12 yıl boş yere vakit kaybetmişim.

    1990’lı yıllarda Hocaefendi talebelerine sabah namazını çok uzun kıldırırdı, mutlaka üstadın sabah ve akşam tesbihatını yapardık diyen Âdem Akıncı, şöyle devam ediyor: Sabah namazından sonra güneş mızrak boyu çıkana kadar dua eder, otururduk, sonra İşrak namazını kılardık. Hayatımız namaza göre ayarlanmıştı. ABD yıllarında her gün genelde geceleri özel dua saatleri koydurdu. Sabah namazı vakti, tüm hayvanların zikir vaktidir, ikindi sona ererken, yani güneş batarken de zikir ve dua etmeli. Dua, imanın muktezasıdır, neticesi ahirette alınır, bazı dünyevi özel vakitleri vardır. Mümin suresi 54. ayette ‘Akşam ve sabah Rabbini hamd ile tesbih et’ buyuruluyor. Dua, fıtratımızın sesidir, insan olmamızın gereğidir, duamız olmasa ne ehemmiyetimiz var.

    Hocaefendi küçük himmetleri kafasından silmiş, himmeti önce milleti, sonra tüm insanlık olan bir aydın. Eğer dünyada işimiz bitse aya merdiven dayar orada Allah’ı anlatacak canlılar ararız. diyecek engin ufka sahip. Yapılanları yeterli bulmuyor, Acaba bende ihlâs ve samimiyet yok mu, neden etkili olamıyorum… diye kendi içinden kendini yiyen, sorgulayan bir nefer. Eğer layık olamazsak Allah’ın ihsan ve inayeti, Peygamberimiz’in himmeti kesilir diye tir tir titriyor. Kur’an’da ‘Allah onları, onlarda Allah’ı sever’ denen kavmin Türk milleti olduğu görüşünü savunuyor. Dünyanın dört bir tarafına yayılan hizmet, bunun kanıtı…

    Şifreli yazmıyorum, net biçimde öğretmenlik, gazetecilik, sosyolojik ve dini açıdan durum tespiti yapmaya çalışıyorum. Zengin ve fakir uçurumunun, eşitsizlik ve adaletsizliğin, kast sisteminin halen hüküm ferma sürmesinin asıl sebebi, yeryüzü mirasçısı olacak, Hakk’ın şahs-ı manevisini yükselten camianın, henüz Asr-ı Saadet’teki kıvama ulaşamamasıdır. Ölçünün, kıvamın, şartların neler olduğunu Fetih suresinin son ayetinde yapılan mükemmel tanımlamalardan anlıyoruz.

    Ashab-ı Kehf’in 300 yıllık uykusundan uyandığını ve dünyaya bir kez daha asrı saadet muştularını sunduğunu basireti olan kavrıyor. Ashab-ı Kehf’i ele veren ve kendi mağaralarına çekilmesine yol açan paraydı, yani maddiyattı, dünyevilikti…

    Hz. Muhammed (sav), kast sisteminin olmadığı, iman kardeşliğini ve takvayı esas alan, eşitliğin, adaletin insan ve hayvan haklarının zirveye ulaştığı, fitne ve fesada imkân tanınmayan, cahillik, yobazlık, taassup, ırkçılık, fakirlik, ihtilaf ve ayrımcılığın sona erdiği bir medeniyet kurdu. Hâtemü’l Enbiya’nın her derde deva bulan, bir neşterde çözümlediği o medeniyetle insanlık öylesine ayağa kalktı ki, nurunun ışığı 30 yılda tüm âlemi hızla kapladı. Öyle bir medeniyetin benzeri bir daha görülmedi.

    O’nun elinde sihirli bir değnek yoktu ama Kur’an vardı. İnsandı, iyi bir kuldu. Etrafında hale oluşturan sahabeleri, adanmış ruhlardı, kâmil insanlardı. Özveri, fedakârlık, diğergamlık, vefa ve mertlikte eşsizdiler. Ölümden korkmuyorlardı, yaşatmak için yaşıyorlardı. Asla siyasi iktidar mücadelesi yapmadılar, dünya sevdası, şeytanın kullandığı insani zafiyetler onlarda görülmüyordu. Bir insan kalbi, gönlü kazanmayı hacca gitmeye, tüm dünyanın hazinelerine, makam ve mansıplarına, şan ve şöhrete tercih ediyorlardı.

    Veda hutbesini verirken Kutlu Nebi’yi dinleyen ve tabi olmuş 130 bin sahabe bulunuyordu. Ulvi mesajı iletmek için çatlarcasına dünyaya dağılan sahabelerden sadece 10 bininin mezarı Medine ve Mekke’de meskûndur. Vehhabiler mezara karşı olduğu için onları ziyaret etmeniz bugün mümkün değil. Birinci Müslüman vasfı, Kur’an ahlakına ve etik ile üslubuna sahip olup, Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine aynen riayettir.

    Burada parantez açarak, Anadolu’nun sahabe mezarları cenneti olduğunu hatırlatayım. İstanbul’da 27, Diyarbakır’da binlerce sahabe mezarı var. Memleketim Çorum’da sahabe mezarı olduğunu annem Nehire Arslan’ı aile kabristanlığımızam1989’da gömerken fark ettim. Çünkü bir sahabe olan Yayan Dede bizim aile mezarlığında. Sa’d bin Ebi Vakkas olduğu sanılıyor. Peygamberimiz’in emmisinin oğlu 102 yaşında Çorum’da kimsesiz bir derviş gibi yaşayan Yayan Dede isimsiz şehit oldu. Bunun dışında Çorum’un Hıdırlık adıyla anılan mahallinde bulunan küçük bir tepe üzerinde üç sahabe türbesi daha var. Bu sahabelerin Arab Dede, Süheyb-i Rumi, Ubeydi Gazi ve Kerebi Gazi oldukları rivayet edilir. Bu üç sahabeye ait türbeler Çorum’da en çok ziyaret edilen yerlerdendir. Yayan Dede fazla bilinmez, türbesi yoktur, sade bir mezardır. Çorum halkı tarafından gelin alma ve sünnet törenlerinde buranın ziyaret edilmesi bir gelenektir. Ayrıca bu mekânın çevresinde bulunan yeşil alanda Hıdrellez şenlikleri yapılır. Bu sahabeler, Çorum’un asırlardır manevi dinamikleridir.

    Tekrar konuya dönelim. Fetih suresinde Müslümanın ikinci en büyük vasfı doğruluk ve sadakat olarak anılır. Peygamberlerle haşrolur sıddıklar. En büyük sıddık ilk Halife Hz. Ebu Bekir’dir (ra). Miraç hadisesi gibi inanılması güç bir olay meydana geldiğinde kâfirler ve münafıklar hemen O’na koşarlar ve Dostun bunları söylüyor, hala peşinden gidecek misin? diye alay ederler. Hiç tereddüt etmeden cevap verir: O söylemişse doğrudur.

    Doğrucu Davud musun? diye halk arasında bir deyiş vardır. Öz değil özgedir bu söylence! Oysa doğruyu söylemek Müslüman vasfıdır. Şaka yollu bile yalan söyleyemez gerçek Müslüman öğretmen. Aldatmaz, mübalağa etmez, takiyye yapmaz. En zor kaldığı durumda ‘Tevriye’ denilen doğruyu sanatlı söyleme hakkına sahiptir. Aldatmak ve yalancılık, hile ve iki yüzlülük Müslüman gömleğine yapıştığı sürece Asr-ı Saadet kıvamını tutturmamız mümkün değil. Hz. Ebubekir (ra), halifeliği döneminde yalancı peygamberlere, fitnelere göz açtırmadı.

    Bugünün küfür ve iman savaşı, kılıçla, topla tüfekle değil, medenileri kalemle, sözle ikna olduğuna göre, doğru söyleyeni dokuz köyden kovanlar, bilmeden Asr-ı Saadet medeniyetine ihanet ediyorlar demektir. Kabiliyetleri yerinde istihdam ustasıdır Sıddık-ı Kerim ve damadı… Yanlış yerde görevlendirme, laçkalık ve haksızlık meydana getirir çünkü… Samimiyet, ihlâs, kardeşlik ancak doğruluk ile ebed müddet devam eder…

    Fetih suresinde bahsi geçen, kâfirlere karşı pek şiddetli, Müslümanlara karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirmiş pek merhametli sahabe, ikinci Halife Hz. Ömer, Faruk’ul Azam’dır (ra). Hakkı batıldan ayırmada üzerine yoktur. Koca Sasani devletini ve Roma’yı iki vuruşta felç eden koca halife, kum üzerinde yatacak kadar mütevazıdır. İdare ettiği devleti Osmanlı’dan daha büyüktür ama o kendisinden yardım isteyen yaşlı kadının un çuvalını sırtında taşıyacak, gizli gizli ev işlerini görecek kadar halk adamıdır. Roma imparatoru elçisiyle ona bir gün düşmanlarını öldürmesi için çok güçlü bir zehir gönderir. Elçinin gözleri önünde hediye olarak gelen zehri Bismillah çekip bir dikişte içer, Allah’a imanı ve güveni o kadar sağlamdır ki, ecelin bir olduğunu ve O’nun izni olmadan kimsenin canını almayacağına emindir (Siz denemeyin sakın). Elçi bayılır, uyanınca da Müslüman olur.

    Kudüs’ün anahtarlarını teslim almaya giderken devesini kölesiyle paylaşır, şehre girerken devenin üstünde köle yularını çeken halife vardır. O zaman Yahudiler ve Hıristiyan liderler der ki, işte Tevrat ve İncil’de vasfını gördüğümüz lider budur. Çünkü kenti ele geçirmesine rağmen Romalılar gibi süslü püslü giyinmiş Müslüman komutanlara anahtarı vermek istememişlerdir. Tüm ısrarlara rağmen havra ve kilisede namazlarını kılmaz adalet timsali halife. Daha sonra gelecek Müslümanların gerçek Müslüman kıvamından saparak buraları camiye çevirmesinden endişe duyar.

    Vasıf kriteri değişmemiştir, bu tarife uyan bir Müslümanlar topluluğu oluşmadıkça ne Filistin sorunu çözülür ne de Kudüs’ün statüsü…

    Müslümanlara karşı sonsuz şefkati, cömertliği, alicenaplığı, yumuşak huyluluğu üçüncü Halife Hz. Osman (ra) temsil eder Fetih suresinde. Susuzluk çeken Müslümanları Mekkeli müşriklerin sömürüsünden kurtarmak için henüz Mekke dönemi yaşanırken ve Mekke fethedildikten sonra tek tek su kuyularını satın alıp halka bağışlayan ve binlerce insanın kalbini kazanarak Müslüman olmasına vesile olan ‘verme’ kahramanıdır peygamberimizin iki kızıyla da evlenmiş damadı. Tebük seferine hazırlanan orduyu neredeyse tek başına teçhiz eder, bin devesini yüküyle (kıyaslayacak olursak bin adet Mercedes aracını) himmet eder, bağışlar.

    Kur’an hafızıdır, Kur’an’ın kitap haline getirilmesi için hafızları toplayan, İslam’ın dört ayrı merkezine göndererek orijinal Kur’an’ın bugünlere gelmesini sağlayan ufuk insanıdır.

    Zayıf bedenlidir, bunu Topkapı müzesinde sergilenen ince hafif kılıcından anlayabiliyoruz. Ancak yüreği ummanlardan geniştir, imanı ve himmeti tüm kâinata denktir. Cennetle müjdelenir, çünkü zenginlerden hesapsız cennete gidecekler kendilerine Allah’ın verdiklerinden cömertçe Allah yolunda harcayanlar, en güzel ticareti yaparak ahiret yurdunu satın alanlar; fakiri, yetimi, yolda kalmışı doyuranlar, dulu gözetenler, hastalara ve yaşlılara yardım edenler ve cebinde var iken hiçbir hayır işine yok demeyenlerdir. Cimri zenginin işi zor hesap gününde.

    Hz. Osman, damadı Mervan’ın affedilmesini Mekke’nin garip fethi sırasında peygamberimizden talep etmese idi belki de damadı tarafından şehit edilmeyecek ve Emevi saltanatı Mervan tarafından hiç kurulmayacaktı. Katli emredilen Mervan fitne lideriydi. Peygamberimiz’in şefkati ağır bastı ve Hz. Osman’ın ricasını kıramadı. Bildiği halde hem de…

    İbadette derinliği, ulviliği, namazlaşma vasfını, ulaşılması güç zirveyi Fetih suresindeki sıraya göre dördüncü Halife Hz. Ali (ra) hak etmiştir. Haydar-ı Kerrar’dır, Allah’ın Esedullah’ı/Aslanıdır, çiftbaşlı Zülfikar kılıcının üstadı, sahibidir, harp meydanlarının cengâveridir, cesareti ve cesametine denk biri bugüne kadar gelmemiştir, gelmeyecektir. Atının adı Düldüldür, tıpkı peygamberimizin katırının adı Düldül olduğu gibi; çünkü peygamberimizin tıpatıp kopyası, takipçisidir.

    En fazla rükû ve secde edenlerin kralıdır, neredeyse hiçbir gece namazını kaçırmamış, namazını kazaya bırakmamış, nafile namazlarda uzattıkça uzatmış, çok abdest almasından dolayı abdestin nuru tüm uzuvlarında parıldamış bir namaz abidesidir. Birgün sabah namazını kaçırır, o kadar tevbe eder, ağlar, yalvarır ki, güneş Allah’ın izni ile yeniden batar O’nun namazını ikame etmesi için. Bundan sonra hiçbir namazını kaçırmaz, zira şeytan aynı duaları tekrar eder diye O’nu namaza bizzat kaldırır.

    İlmin kapısıdır, evliyaların, erenlerin şahıdır, şiir, mersiye uzmanıdır, şairdir, ledünnî ve gizli âlemlerin anahtarı ondadır, ilimlerin sultanıdır, kalp ve ruhların çıkabileceği Everest tepesinde tahkiki imanda zirvedir, gönüllerin piridir. Her hücresi her dem ubûdet ve ubudiyette Allah diyen Hz. Ali’yi (ra) sevmeyen Müslüman olamaz, Müslüman kalamaz.

    Hocaefendi diyor ki: Bu Hz. Ali’ye ben aşığım ve bu nedenle en büyük Aleviyim, en büyük Şia’yım, yolunun yolcusuyum; ilmine, ilhamına erişmek için tüm kâinatın servetini bir salisede gözümü kırpmadan veririm. Namazlaşmadan Hz. Ali’yi (ra) sevdiğini iddia edenleri siyasi buluyorum, samimi bulmuyorum. Ehli velayeti temsil eder O, siyaseti değil… Ehl-i Beyte hizmet yolu siyaset değildir. Hocaefendi, Hizmet hareketini Ehli Beyt anlayışında politikasız samimi kurmuştur.

    Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin’in (ra) şehit edilmesiyle ve halifeliğin ellerinden zorla alınmasıyla adalet çatlamıştır ve Asr-ı Saadet dönemi sona ermiştir. Öyle bir çatlak ve fitne oluşmuştur ki, 14 asırdır kapanamamıştır. Arap ırkçılığını, elit asilliği hortlatarak kast sistemini saltanat ile yeniden geri getiren Emeviler, İslam’da birliği parçalamış ve Ehl-i Beyti kovarak laneti hak etmişlerdir.

    Ömer Bin Abdülaziz dışında Asr-ı Saadet kıvamında adil bir halife çıkaramamışlardır. O’nu da zaten 2,5 yıl sonra zehirleyerek öldürdüler. Yolsuzluk, debdebe, zulüm ve eşitsizlikler, ayrımcılıklar siyasetin alışkanlığı haline geldi. Abbasiler sistemi revize etseler de ırkçılığı yenemediler, saltanatın insan haklarının ruhuna aykırı düzeni, Türklerin Müslüman olup orduyu ve ilmiye sınıfını eline geçirmesiyle yeni bir ivme kazandı.

    İslam’ın hamisi olan Selçuklular, Fars sistemini İslamileştiren, Sufi İslam’ı yerleştiren yapısıyla Arapların bağnazlığını tarihe postaladı. Haçlılarla boğuşan, ilim ve kültürde Arapların ilk yüzyıllarda kurduğu İslam medeniyetini zirveye taşıyan Selçuklularda Asr-ı Saadetin kıvamını tam yakalayamadılar. Roma’nın hukuk ve devlet sistemini İslamileştiren, Anadolu’da eskiden kurulmuş, batmış 21 ayrı medeniyetin tortularını harmanlayan, Selçukluların mirasını zorda olsa devralan Osmanlı, en az 300 yıl dünyaya medeniyet dersi verdi. Ancak, Kur’an bayraktarlığını bırakıp Frenk hayranlığına kendini kaptırıp, bilim ile dini ayırınca, ilimde, teknolojide çağı ıskaladı, insan keyfiyeti düşüp battı.

    Türkiye Cumhuriyeti, Asr-ı Saadet kıvamında insan yetiştirmeyi hiç gündemine almadı, tam tersine yasakladı. Dini, toplum hayatından çıkartarak imkânsızı başarmak istedi, başaramadı. Hocaefendi’nin öncülük ettiği Hizmet hareketi ile Hakk’ın şahs-ı manevisi geri döndü. Allah’ın nuru üflemekle sönmez. İnananların yeryüzü mirasçısı olmasına dünyanın tüm küfür şebekeleri bir araya gelse güçleri yetmeyecektir.

    Bu eserde Hizmet Hareketinin belkemiğini oluşturan öğretmenleri ve özellikle de ilk muhacir öğretmenleri yakından tanıtmayı amaçlıyoruz. İyi okumalar…

    Faruk Arslan

    3 Ekim 2020, Kanada

    MÜNAFIK BİR ÜSTAD TANIMIYORUM

    Ben sizin tanıdığınız gibi münafık bir üstad tanımıyorum. diye gürledi ve masaya yumruğunu vurdu. Onu kimse bugüne kadar böylesine hiddetli ve heybetli görmemişti. Üstadın yakın talebelerine saygıda asla kusur etmezdi ama bu konu başkaydı.

    Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan Bediüzzaman Said Nursi’nin eski Demokrat Parti Lideri ve Başbakan Adnan Menderes’i desteklediğini ve bir nevi politika yaptığını dile getiren abiye sert bir bakış fırlattı. Oysa onu tanıyanlar halim, selim, yumuşak huylu olduğunu bilirdi. Karıncayı dahi incitmezdi. Peki neden bu denli kızmıştı? 1973 yılına kadar Risale-i Nur camiasının içinden kopmayan ve ayrı bir cemaat kurmayan Fethullah Gülen Hocaefendi bir yol ayrımındaydı. Şartlar onu zorluyordu. Üstadın çizgisi değiştirilemezdi.

    Âdem Akıncı’nın anlattığı bu olayı 25 Aralık 2012’de ilk defa duydum. Yıllardır Hocaefendi’yi siyasete karışmakla suçlayan bazı Nur camiası üyeleriyle yolların ayrılması ne tuhaftır bu nedenle olmuştu.

    Üstad asla ikiyüzlü davranmamış, takiyye yapmamıştır. diye sözlerini sürdürdü genç Fethullah Hocaefendi. Henüz 35 yaşındaydı ve üstattan başkasına talebe olmayı zül sayan talebelerine sözünü dinletemeyeceğini biliyordu. Menderes’in devamcısı sayılan AP Lideri Süleyman Demirel’e oy vereceklerini açıkça ifade eden grubun sözcüsü hiç istifini bozmadı. Üstada iftira atarak, Isparta’nın İslamköy beldesinden çıkacak şahıs Risale-i Nurları tanırsa İslam’a büyük hizmet edeceğini… bildirdi diye savundu. Daha sonra şehir efsanesine dönüşecek bu yılan hikâyesi Nurcuların uzun yıllar Süleyman Demirel’in yönettiği partilere oy vermesine yol açacaktı.

    Gülen, daha ilk günden siyaset yoluyla gitmek isteyen Nur camiası lideriyle arasına mesafe koydu. Bundan sonra gerek Nur camiasından olsun gerekse başka bir parti liderleri olsun yanına kim gelse aynı tavrı izledi. Çizgisinden asla taviz vermedi Hocaefendi. İslam’ın elmas hakikatlerini siyasetin kömür yalanlarına kesinlikle alet etmeyecekti. Siyasilerle görüşmesi hizmetin önündeki tıkanıklıkları açmak, yerli ve küresel şeytani planlar uygulayanların oyunlarını bozmak içindi.

    Cesaret, heybet ve gözü peklik konusunda Hocaefendi ile Üstad birbirine çok benziyor. İkisi de radikal ve değişimlere açık, yenilikçi, gerekirse içtihat yapmaktan çekinmiyor. Çünkü ikisi de müçtehid… Üstad, 1960’ta ölmeden on beş gün önce, çok hasta, yaşlı ve 38 kiloya düşmüş bir piri fani iken şoförüne Sür Ankara'ya… dedi. Oysa Isparta'da kaldığı evi polis gözetimindeydi ve izinsiz ayrılmasına müsaade etmiyorlardı.

    Üstad, Mart 1960’ta tam üç kez Ankara'ya gitti. Gayesi Başbakan Adnan Menderes'i yaklaşan tehlike, askeri darbe konusunda uyarmaktı. İki kez Ankara'ya girdi, ancak başbakan ile görüştürülmedi. 3. kez geldiğinde ise Ankara girişinde tüm yollar tutulmuş, polis kuvvetlerine kesin emir verilmişti. Atatürk Orman Çiftliği mevkiinde arabası durduruldu. Polis amiri geri dönmesini, aksi takdirde ateş açma emri aldığını söyledi.

    Üstadın cesareti dillere destandır, müthiştir, Allah'tan başka kimseden korkmaz, inandıklarından asla taviz vermezdi. Polis amirine hiç aldırmamış, Sür oğlum… demişti, arabasının ardından şaşkın şaşkın bakan polisler ateş edememişti. Elli metre giden araba hızlı bir fren yaptı ve geri döndü. Üstad polis amirine hitaben: Evladım, ben şimdi giderim, sen de bir şey yapamazsın ama daha sonra sana zulmederler. Ben buna razı olamam. Geri dönüyorum. dedi.

    Üstad, o güne kadar Adnan Menderes'e dua ediyordu ve ‘İslam kahramanı’ diyordu. Geri dönüşte şoföre baktı, dua ederken ellerini ters çevirdi ve üzülerek Böyle oldular dedi. Bunun anlamı 'bittiler' demekti. Uyarmasına izin vermemişlerdi. Menderes'in etrafına çeviren mabeyinci danışmanlar başbakanı gerçeklere kör ve sağır ediyor, yaklaşan askeri darbeyi haber vermiyordu. İslam'a büyük zarar verecek bu darbenin mahiyeti üstada manevi âlemde bildirilmişti.

    Üstad, 1950'lerde Menderes'e mektuplar göndermiş, kapatılan camileri açtırdığı, İslam şeari olan ezanı tekrar Arapça okutulmasını sağladığı için teşekkür etmişti. 1953 yılından sonra üstad 7 yıl Isparta'daki evinde vefat edene kadar sabit bir hayat yaşıyor ki, buna 3. Said Dönemi diyenler var. Menderes zamanında üstad ve talabeleri nispeten rahat etmiş, Nurlar Latin alfabesinde basılmış ve 1956 yılında Afyon mahkemesinden alınan son beraat kararı ile serbest bırakılmıştı. Hapishane dönemi bitmişti. 23 yılda tamamlanan risalelerin yazılımı 1948'de sona erdiğinde üstad, 'daha fazla yazılmasına izin verilmedi' diyordu.

    Latin alfabesine eserler uzun yıllar basılmamış, elle veya basit teksir makinası ile çoğaltılarak yayılmıştı. Osmanlıcayı korumak isteyen üstad yeni alfabeye ve uyduruk Türkçeye direnmişti. 35 yaşından sonra Türkçe öğrenen Üstad çok iyi bildiği Arapça, Farsça ve Kürtçe değil de eserlerini Türkçe yazmada inat etmesinin önemli bir sebebi vardı. İslam sancağı düştüğü yerden Türkiye'den, yine Türklerin ve kahraman Türk ordusunun eliyle doğrultulacaktı. Elli sene sonraki kardeşlerini düşünen üstad aktif sabır gösteriyordu. Ancak Cumhuriyet döneminde iki nesil değişmiş ve yeni nesiller dili ve alfabeyi anlamaz hale gelmişti.

    Latin alfabesine geçilmesi nasıl olmuştu?

    1956'dan sonra Şanlıurfalı Seyyid Salih Özcan ilk defa matbaada bastırıyor. Tahirî Mutlu ağabey, köyündeki tüm arsalarını satmış, parasıyla da Üstad’ın haberi olmadan Risaleleri ilk defa Latin alfabesinde bastırmış, mavi (kırmızı değil) kaplattırmış ve Isparta'da üstada sunmuştu. Herkes şaşkındı, üstadın Tahirî Mutlu'ya çok kızmasını bekliyordu. Oysa üstad Risaleleri Latin alfabesinde basılmış görünce gözyaşlarını tutamamıştı. Tahirî Mutlu'yu tebrik etmek için onun makamının ne olduğunu meleklerin bile takdir edemediğini, kimsenin de erişemeyeceğin dile getirmişti.

    Üstadı hayatında iki saat görmüş, talebesinin talebesinden bile ders almamış olanların kendisini üstadın talebesi olarak çevresine satması en hafif tabirle sahtekârlık ve riyakârlıktır. Mesela, Çay dağıtan eski muti keşke çay dağıtmaya devam etseydi de boyundan büyük iddialarda bulunmasaydı. diyebilirler ukbada. Kim bilir... Üstad’ın feyzinden, ilminden faydalanan talebe, yüz metre öteden belli olur, zira siyasetle uğraşmaz. Nurlarla taklidi imanları tahkiki imana çevirmeye çalışan bir muhabbet fedaisi olur. Tıpkı üstadın manevi evladı sayılan rahmetli Mustafa Sungur abi gibi son nefesine kadar kardeşlik ve ihlâs der durur. Nifak peşinde olmaz, vifak ve ittifak içinde çabalar, siyasete bulaşmaz. (1)

    Envar Vakfı'nın kurucularından, üstadın Anadolu'nun pek çok yerinde onu gezici Nur vaizi gibi hizmete gönderdiği Rahmi Erdem beyin hazırladığı 'Davam' kitabı, Risale-i Nur şakirtlerinin 1960’tan sonra ilk 30 yılda çektiği çileleri pek güzel anlatır.

    1991'in Ramazan'ında bir iftarda Rahmi Erdem ile Süleymaniye cami sohbetinde bulunmuştum, benim hikâyemi dinledikten sonra seni 'Nur şakirdi' olarak kabul ediyorum demişti. Kitabını imzalayan Erdem, ömrümün sonuna kadar dava adamı olmamı salık verdi ve benden söz aldı.

    Rahmi Erdem'in Beyaz Gölgeler adlı eserinde Sungur ağabey Hocaefendi hakkında şöyle diyordu: Rahmi Bey kardeş, bu zaman da hakikat-i Kur’aniye’de saf tutan kardeşlerimizin manevi hüviyetini bendeniz ihatadan acizim. Bilhassa Fethullah Efendi hakkında fikir ve kanaatimi rica ettiniz. Daha önce de o zatlarla arkadaş olmak, kardeş ve beraber olmak hepimiz için birer mazhariyettir. Bir lütf-u ilahidir. Böyle masum ve yıldız misal zatlarla daima iftihar ederiz. Onlar bizim şeref tacımız. Fethullah Hocaefendi, deruhte ettiği hizmet-i Kur’aniye ve imaniyesi, bir ve beraberlik içinde bulundukları kardeşleri ve arkadaşlarıyla âlemşümul bir hizmeti kucaklayan, gençliğin ve nesillerin imdadına maarifi ilahi ile koşan âli himmet ve kerimüssıfat bir mübarek zattır. Hz. Üstadımız, Kastamonu Lahikasında bir mübarek talebesi için Kalemi gibi kalbi de harikadır. dediği bu manaya, Hocaefendi ve mübarek kardeşleri de mazhar ve masadak olduğunu gösteriyorlar. Onlar ahirzamanda âlemi ışıklandıracak bu nur-u Kur’an'ın mübarek, halis hameleleri olarak takdir ve tebrike sezadırlar. Hepimiz ve hep beraber bu nur-u Kur’an ağacının etrafında Rahmet-i ilahiye ile bulunmak nimetine mazhar olmuşuz. Malumunuz böyle hayatlarını İslamiyet’e, milletin saadet ve selametine halisane ve fedakârâne bir surette adayanlar o hulus ve vüs’at içinde çalışanlar; nihayette Hakk'ın keremi ile bir millet olarak ebediyet ve beka bulacaklardır inşallah. Belki onlar bunu da gaye yapmadan yalnız rıza-i ilahinin hudutsuz fezasında yol almak emelindedirler. Bu öyle bir nimet ve lütuftur ki Allah onu dilediğine verir." (2)

    Hocaefendi Nur camiası ile tanışmasını şöyle anlatıyor:

    "Kırkıncı Hoca, bana, Selahaddin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Çünkü Bediüzzaman'ın yanında bulunmuş bir insanı ilk defa görecektik. Bu da bizim için çok cazip ve orijinal bir hadiseydi.

    Mehmet Şergil'in terzi dükkânına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. Gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'Şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti. 15 gün kadar Erzurum'da kaldı. İlk gece Hücumat-ı Sitte okundu. Ertesi gün Beşinci Şuadan ders yapıldı. Bizimle gelen mollalardan bazıları, oradaki tevillere itiraz ettiler ve bir daha gelmediler. Fakat anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti.

    Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim. Muzaffer Arslan'ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu. Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü.

    Derse gelip gidenlerden Çiğdem Bakkalı'nın sahibi bir Zeki Efendi vardı. Onun dua edişi de çok hoşuma giderdi. Yürekten dua etmesine bayılırdım. Osman Hoca olsun, Sadi Efendi olsun, beni vazgeçirmek için çok uğraştılar. Bilhassa Osman Bektaş Hoca'nın gözde talebesiydim ve ilmine de itimadım vardı. Ancak Risaleler aleyhine konuştuğu şeyler bana hiç tesir etmemişti. Çok iyi sardırmıştım.

    Muzaffer Arslan orada bulunduğu müddet içinde her gün geldim. Zaten uğurlamak için tren istasyonuna beş kişi gelmiştik. Mehmet Şergil, Zeki Efendi, Kırkıncı Hoca, Hatem ve bir de ben.

    Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; fakat kısa bir müddet zannediyorum. Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerededir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.

    Bizim oralarda (Erzurum'da) 1001 hatim okunur. Yapılan her hatim için bir dua; bir de umum için bir dua yapılır. O sene yapılacak umumi dua Regaib Kandili'ne denk geldi. Hazırlandık ve Lala Paşa Camiine gittik. O gecelerde camide yer bulmak da zordur. Herkes birbirinin sırtına secde eder; cami bu kadar kalabalık olur.

    Ben caminin Hünkâr Mahfiline çıktım. Namazdan sonra, içime bir arzu, bir iştiyak ve bir ateş düştü ki tarifi mümkün değil. Yana yakıla yalvarıyorum: 'Allah'ım! Bahtına düştüm, beni de bu arkadaşların arasına kat. Onlardan biri olayım. Bu hizmetle bütünleşeyim. Dıştan gelip giden insan olmayayım. Kendimi bu hizmete vakfedeyim..'

    O gün sabaha kadar yalvardım. Hayatımda böyle bir

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1