Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Ateşte Açan Güller
Ateşte Açan Güller
Ateşte Açan Güller
Ebook165 pages2 hours

Ateşte Açan Güller

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Açık görüşe gelen ailelere hediyeler hazırlanırdı. Kalemlere isim yazmak en güzel hediye idi. Bu konuda mahir olan iki kişi önceden isimleri alır ve ona göre özellikle çocuklara hediye edilmek üzere kalemleri hazırlardı.
Koğuşun en güzel hali fedakârlık üzerine kurulmuş olması idi. Yemeklerin birlikte yapılması herkesin bir şeyler yapmak için gayret etmesi çok güzel bir şeydi. Hazırcılık yapan, üstünlük taslayan yoktu koğuşta. Biri etimek bisküvi ile kaşarı karıştırır tatlı yapar biri öğleden kalma dönerleri yeniden işleme alır bir güzel iskender yapar kimi kantinden kıyma alır sabah kahvaltıya farklı bir menü hazırlardı.
Aslında bütün gayretler, bütün çabalar içerde daha moralli olmak daha ümitli olmak adına idi. Yoksa herkesin içinde yanan bir hasret bir hicran ateşi vardı. Belki de bu ortak ateşti gönülleri birbirine bağlayan.

LanguageTürkçe
Release dateJan 29, 2021
ISBN9781005501167
Ateşte Açan Güller
Author

Emin Osman Uygur

EMİN OSMAN UYGUR1966’da, bir Temmuz günü gelmişim dünyaya. Meyve ağaçlarının ve ormanların yemyeşil dünyası ile az ötede sanki ebede uzanmış masmavi bir deniz iklimi arasında geçti kimliksiz yıllarım... Yıldızlara bakarak uyudum yaz gecelerinde... Kâinat ve etrafımdaki varlıklar müthiş bir laboratuvar gibiydi benim için... Ne yazık ki çocukluk yıllarımın o heyecan ve gözlem aşkı, uzun süre bir yerlerde bekleyecekti. Ve ben kaderin çizdiği yolda eğitim dünyasında buldum kendimi. Belki de okumanın, tefekkürün verdiği ilhamlar, beni zihinsel keşifler yapmaya yönlendirdi. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğini bitirdikten sonra özel ve resmi kurumlarda 25 yıl görev yaptım. Bu arada Sızıntı dergisi ile tanıştım ve bu dergide yazma imkânı buldum; Çağlayan’a evrildiğinden beri de yazmaya devam ediyorum. Ve yazmayı her zaman konuşmaya tercih ediyorum.Crab Publishing’den çıkan diğer kitaplarım:1.Meriç’e Düşen Dua2.Çekirdekte Tefekkür Deneyi3.Gece Yağıyordu Üstümüze4.Cennetin Son Yolcusu5.Bu Yol Uzundur

Read more from Emin Osman Uygur

Related to Ateşte Açan Güller

Related ebooks

Reviews for Ateşte Açan Güller

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Ateşte Açan Güller - Emin Osman Uygur

    YENİ OKUMALAR

    OKUMALAR

    2004…

    Doğu ufkundan yeni gün pırıltılı yüzünü göstermeye başlamıştı. Camiden birkaç ihtiyar bir iki de genç çıktı. Salih ile Ekrem de bir süredir bu camide sabah namazlarını kılıp okula gitme vaktine kadar okuma yapıyorlardı. Hava hafif serindi. Salih ve Ekrem temiz havanın verdiği zindelikle yürüdüler eve doğru. Evin salonunda kitap okuma faslı başladı.

    Okudukları kitap hem felsefe hem dil/mantık hem de inanç/tevhit içeriyordu. Aklın, mantığın ve kalbin işlemesi adına çok önemli satırlar arasında seyahat etmek ikisine de anlatılmaz bir haz veriyordu.

    Salih okumaya başladı:

    ''Evet, nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsin ziyâ ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi, o kabarcık gibi şeffaflar ölüp söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziyâ ve timsallerini gösterdiklerinden, şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuâat, celevat ve timsallerin bir şems-i vâhidin eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar, vücutlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delâlet ediyorlar.''

    Salih okumayı bırakıp kendi değerlendirmesini yapmaya başladı:

    Ben felsefe kitapları arasında varlığı ve evreni bu şekilde izah eden ikinci bir eser okumadım desem yalan olmaz. Bu kitabı okumadan önce kafamda ne çok soru vardı. Ama şimdi çözümlerin tam içindeyim. Kalbimde müthiş bir ferahlık hissediyorum. Epiktetos, itiraflarında misallerle çok güzel bir üslup kullanmıştı. Zamanın anlayışını dile çok kolay gibi görünen bir ses ile aktarmıştı. Kant, aklın yoluna su serperken kullandığı dil itibarı ile bazen anlaşılması zor yokuşlara sürer insanı. Bazen de cidden anlaşılmaz olur. Daha onlarca eser ve isim sayabilirim. Ama bu eser çok farklı bir sese sahip…

    Ekrem;

    Edebi şaheserler vardır ya hani bir kere okursunuz da tadı damağınızda kalır. Mevlana’nın Mesnevisi, Shakespeare kitapları ve Goethe’nin Faust’u gibi… Bu eserlerdeki zaman üstü söylemler hem eserleri hem yazarları tabiri caiz ise ölümsüz yapmış. Okuduğumuz kitap bir yönüyle Mevlana’nın Mesnevi’sine benzer. Onda bezer tatlar var. Ama diğer klasiklerde bu tadı bulmak mümkün değil. Aklıma öyle bir hitap hissediyorum ki, tüm varlığımla o sese doğru yöneliyorum.

    Salih; Hitap ediyor eksik kalır sanırım. Akılları tamir ediyor da desek...

    Akıllar, renk atmış yani.

    Bence akıl şirazeden öyle çıkmış ki, kimse kendinin gerçek konumunu bilmiyor. Ben şu satırları okudukça anlıyorum, bir gün önceki durumumu…

    Delilik de derece derece sanırım. İllaki ne dediğini bilmeyecek kadar saçmalamaya gerek yok deli olmak için.

    Elbette. Sürekli eleştiri içinde olan biri akıl sağlığından çok şey kaybetmiş demektir. Mesela günümüz medyasında çıkan her habere inanan bir insanın muhakemesi yok denecek kadar zayıftır. Bu durumda toplumları sürü gibi idare etmek çok kolay hale geliyor.

    İş nereye geldi! Neyse biz devam edelim. Biraz sonra kahvaltı hazır olur. dedi Ekrem ve Salih okumaya devam etti:

    "Kezalik, mevcudat, vücuduyla Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsülle yerlerine gelen emsali, Sâniin ezelî ve ebedî vâhidiyetine şehadet ediyorlar.

    Evet, leyl ve neharın ihtilâfı, fusul-i erbaanın tahavvülü ve unsurların tebeddülü hengâmlarında meydana çıkan şu güzel mevcudat ve bu lâtif masnuatta devamla cereyan eden mübadele ve devir ve teslim muamelesi kat'î bir şehadetle, sermedî, âlî, dâimüttecellî bir Sahib-i Cemalin vücuduna ve bekasına ve vahdetine şehadet eden kat'î bir burhandır.

    Ve keza, senevî inkılâplarda, müsebbebatla esbabın birlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikte iâdeleri, esbabın da müsebbebat gibi âciz masnu ve mahlûklardan olduğuna delâlet ettiği gibi, bu masnuat ve mevcudatın, bir Zât-ı Vâhidin müteceddid bir sanatı olduğuna da şehadet eder."

    Yine durdu Salih ve kendi yorumunu yaptı: Hayat ve ölüm sonsuz bir gücü zorunlu kılıyor. Alemde her şey bir işaret veya yazarın ifadesi ile bire turra veya sikke…

    Ekrem; Hayat da kendine ait hususiyeti ile bir sikke olabilir mi yani?

    Salih; Bu dünya üzerindeki hayat nereye ait? Hayat nereden geldi bu küreye? Milyarlarca sistem içinde bir tane. Bu aklen mümkün değil. Tesadüf olsa şimdiye binlerce dünya olmalı idi.

    Bu çok güzel bir örnek. Yani orijinal demek istedim. Tesadüfçüler böyle demeliydiler şimdiye kadar. Madem tesadüfü savunuyorsun, o halde neden birden çok dünyanın olması gerektiğini de söylemiyorsun?

    Çok doğru. Hayata gelelim. Bu hayat, bir çekirdekte, bir hücrede başlıyor. Yani çok küçük yazılımlarla hayat programı gönderilmiş yeryüzüne. Bu bir sikkedir yani.

    O halde hayat, bu dünyaya ait bir realite değil. Öyle olunca da hayatın kaynağı olan, hayatı var eden, programlayan bir güç olmalı. Aklım başka bir şeyi kabul etmiyor. Çıkmaz sokak teorilerine inanmak istemiyorum. Bitkilerden, hayvanata onlardan insanlara, meleklere kadar bir hayat var.

    Mühür konusu da ilginç. Genel olarak bakınca bütün canlılarda hayat sikkesi var. Ama her bir canlının yüzünde bir mühür var diyor. Bir çiçek mühürdür mesela. Ay geceye vurulmuş bir mühür olarak görülebilir. İnsan yüzü, harikulade bir mühürdür aslında. Biz göz, burun, dudak diyoruz ama, yaratılış açısından bakınca bir mührün kıvrımları olamaz mı? diye sordu Salih.

    Ekrem; Farklılıklar nasıl izah edilir? İkimiz de insanız ama farklıyız.

    O da ayrı bir hikmet. Aynı tür olduğumuz çok net. Ama aynı tür içinde farklılık arz etmemiz de iradeyi, özgürlüğü, tercih etmeyi, farklı düşünmeyi ifade eder. Bu da sanatkarın özel işlerinden bence. Ciddi bir analiz var. Sonra da sentez geliyor. Ve diyor ki, bir şeyden çok şeyleri icat edip çıkarmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi yaratana has bir sanatkara özgüdür.

    Hayat böyle bir sikkedir işte. Su gibi bir madde çok farklı şekillerde karşımıza çıkar. Yani suya böyle bir özellik verilmiştir. Birçok elementten bir canlı yaratmak da tam tersi.

    İşte ben felsefe diye buna derim. Hayatın içinde dolaşıyorsun. Kendini bir şeyler bulmaya zorlamıyorsun. Zaten örnekler önünde. Neyi inkâr edeceksin?

    Ölüme değinemedik. Neyse artık yarınki konuya dünya hayatının ötesi ile başlarız inşallah. Kahvaltı hazır. Biraz da yemenin felsefesi üzerinde duralım ha! dedi Ekrem.

    Salih, Neden olmasın? Kalbim ve kafam iyice doldu ama midem bomboş.

    Kahvaltı esnasında da konu üzerinde konuşmalar devam etti. Salih inancın felsefe boyutu üzerine fikir yürütmeyi, yeni şeyler söylemeyi çok seviyordu. Okumalar yaparken düşünce dünyasında rastladığı nadide çiçekleri defterine nakşetmeden geçmiyordu.

    Salih: Geçenlerde bu eserin farklı bir cildini okuyordum. Maddiyyun meselesin ele almış Üstad. Bence bu eserlerin felsefesi de bu kelimede yatıyor.

    Ekrem: Tek bu kelime değil ama bence çok önemli bu kelime. Çünkü Üstad bu kelime ile çok şeyi açıklıyor.

    Maddiyyun, maddeye takılıp kalanlar demek. Fizikten metafiziğe geçemeyenler. O halde bu felsefenin hayatı açıklaması, izah etmesi mümkün olmaz ki.

    Maddiyyun, dünya hayatını sadece dünya adına yaşayanlar demek. Onlar için bir adım ötesi yok. Ve felsefeleri de o kadar. Aslında bence bunun için felsefe yapmaya da gerek yok ya neyse.

    Bu düşüncede olanlarda hikmet iksiri de bulunmaz. Eşyanın tek boyutu vardır onlara göre. Halbuki hayat öyle cereyan etmiyor.

    Haklısın. dedi Ekrem, Hayat iç içe geçmiş halkalar gibi. Veya rengarenk bir helezon gibi. Basit değil. Tek düze değil. Hayata tek düze bir bakış, hayatı anlamadan geçmek demek.

    Aynen öyle. Belki de insanlar bu yüzden çok sığ düşünüyor ve hayata ayak uyduramıyorlar. Bağnazlık da buradan çıkıyor. Güç sahibi olanlar da bu bağnazlıktan dolayı tahakküm sevdasına kapılıyor.

    Konu nerelere gitti. Bu konuya yarın devam edelim bence.

    Haklısın. Bu günlük bu kadar yeter. Ama yine de düşünmeden edemiyorum. Ben şimdi eve gidene kadar yine bu konuyu düşünürüm. Sonra da defterime bir şeyler yazarım. dedi Salih.

    Bu iyi bir alışkanlık. Ben de yapmak istiyorum ama bir türlü başaramadım.

    17/25 VE ŞEYTAN

    17/25 diye meşhur zaman dilimi var bir ön Asya ülkesinde. Kavimler Göçü gibi, Atlantis’in batışı gibi veya Nuh Tufanı gibi. Dünya durdukça unutulması mümkün olmayan bir zaman dilimi. On yedi yirmi beş! Aslında şöyle bir mizah da yapılabilir bunula ilgili:

    17/25 yazılır, …................... diye okunur. Boşluğu istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. Nitekim sosyal medya o kadar çok örnek var ki bu konuda…

    Bir ülkenin yönetiminde söz sahibi olanlar kendilerini dünya hırsına ve şeytana kaptırmışlardı. Paranın dayanılmaz cazibesi ve yönetimin iştah açan gücü ile ülkenin sahip olduğu değer manzumelerini yerle bir ediyorlardı. Birileri zenginleştikçe zenginleşiyor, halk ise fakirleştikçe fakirleşiyordu.

    Haksız kazanç, kara para, yolsuzluk gibi kavramlar o günlerde çok normal karşılanıyordu. Bürokrasinin her yerinde rüşvet denen bir çark dönüyordu. Ülkenin doğal zenginlikleri bir bir yok edilirken, gelir getiren birçok değerli yatırım da iktidardakilerin yakınlarına peşkeş çekilerek yok ediliyordu. Günden güne fakirleşen halkın çoğu da bütün bu kötü faaliyetlere akışlarla karşılık veriyordu.

    Tam da bu haramiler döneminde dikkatli ve dürüst bazı emniyet görevlileri siyasilerin onlarla irtibatlı olan sivillerin kirli işlerini deşifre etmişler ve engellemek için uygun zamanı bekliyorlardı. Tespitlere göre İran asıllı biri üzerinden ciddi kara para girişi vardı ülkeye. Bakanlar ve onların çocukları ve hatta en üst siyasi ve onun çocukları bu kara para denizinde yüzüyorlardı. Evlerde kutularla paralar ve para sayma makinaları bulunuyordu.

    Emniyet görevlileri kara para aklayanları suçüstü yapıp yakalama arefesinde idiler. Ses kayıtları internete taşınmıştı. Ama o sırada en üst düzey siyasi kendini korumak için ciddi bir savunma mekanizması kurdu ve karşı atağa geçti. Durum çok nazikti. Ve iyiler kan dökülmesine razı olmadılar.

    Asım isminde bir Allah dostu 17/25 arefesinde ilginç ve korkunç bir rüya görmüştü:

    İki tane şeytan yüksek makamdaki bir siyasiyi aralarına almış bir yere götürüyorlardı. Üçünün de yüzleri simsiyah idi. Biraz gittikten sonra büyük bi binanın önüne geldiler. Etraf karanlıktı. İçeri girdiler. Loş bir ışıkta yürüdüler. Büyük bir salona girdiler. Yüksekçe bir yerde büyük şeytan vardı. Büyük şeytan siyasiyi görünce kahkahalarla gülmeye başladı. Koca salon şeytanın sesi ile yankılanıyordu. Şeytan oturduğu yerden kalktı, yerden eliyle toprak aldı ve toprağı havaya saçtı. Havaya saçılan topraklar yere düşerken ateş topları haline dönüşüyorlardı. Her yer bir anda ateş içinde kalmıştı. Salon büyük bir coğrafyaya dönüştü bir anda. Şeytan keyiften dört köşe idi. Ellerini havaya kaldırdı ve ''Öyle bir tuzak kurdum ki bu tuzağı Cebrail'den başkası bilmiyor.'' diye haykırdı.

    TAŞINMA

    Salih ve Elif'in yeni görev yeri Bursa olmuştu. Nam-ı diğer Yeşil Bursa. Uludağ'ın eteklerinde geniş düzlüklere uzanan topraklara kurulmuş sükûnet şehri. Kadim medeniyetler şehri. Orhan Gazi şehri.

    O dönemlerde insanların hayat tarzı ve medeniyetler çok farklı idi. Ve daha çok şiddete yönelik bir anlayış vardı. İnsanlık adına örnek bir medeniyet olması gerekiyordu. Selçukluların varlığı da bir yönüyle güzel ahlakı temsil ederken bir yönüyle de bu ahlaka bağlı bir medeniyet geliştirmek idi. Ama bu tam manası ile Osmanlıya nasip olacaktı. Ve insanlar her devirde olduğu gibi hayat adına tercihlerini yapacaklardı.

    Bu tercih efsanelere konu olmuş bir kuş metaforu ile kendini gösterecekti. İnsanlık adına güzelliklerin temsil edildiği dönemlerde insanlıktan yana tavır almak önemli idi. Bursa da o tarihlerde hayatı güzel bir çizgide yaşamaya azmetmiş insanların şehri olmuştu. Ve uzun yıllar bu böyle devam edecekti.

    Gül çifti, Hatay'da altı yıl süren eğitimcilik hayatına artık bu tarihi şehirde devam edeceklerdi. Onlar için mekânın pek önemi yoktu ama yeni yerlerinin Bursa olması içlerine gizliden bir sevinç salmıştı. Marmara bölgesinde ilk defa görev yapacaklardı ve Bursa'yı da

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1