Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Zeytin Çekirdeği
Zeytin Çekirdeği
Zeytin Çekirdeği
Ebook233 pages2 hours

Zeytin Çekirdeği

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Hz. Yusuf’un (as), hapishaneyi bir eğitim yuvası olarak görmesi neticesinde dindar insanlar oraya “Medrese-i Yusufiye” ismini vermişlerdir. Ne olduğu belli olmayan 15 Temmuz olayından sonra çok sayıda dindar insan, dini siyasete alet eden bir iktidar tarafından Medrese-i Yusufiye’de zorunlu eğitime tabi tutuluyorlar. İslamcılar, onları cezalandırdıklarını düşünedursun, yazılan mektuplar, şiirler, günlükler ve anlatılanlar gösteriyor ki, orası gerçekten bir eğitim yuvası olmuş durumda...

Bu kitapta, Medrese-i Yusufiye’de 385 günlük eğitimini tamamlayıp ailesinin yanına dönen bir öğretmenin hatıralarını okuyacaksınız. Hatıraların yanı sıra gelişme çağındaki oğluna dini ve ahlaki değerleri anlatabilmek yazdığı mektupları da okuyacaksınız.

Bu davranış ile yazar, öğretmen olmanın hakkını veriyor ve başta ailesi olmak üzere, çevresine, milletine hizmet etme aşkını kaybetmediğini göstermiş oluyor.

LanguageTürkçe
Release dateMay 30, 2019
ISBN9780463773949
Zeytin Çekirdeği
Author

Enes Bahadır Ersöz

Milli Eğitim Bakanlığı okullarında 16 yıl edebiyat öğretmenliği ve idarecilik yapan yazarımız evli ve üç çocuk babasıdır. Hapiste iken oğluna yazdığı mektupları ve şiirleri koğuş arkadaşlarına okutup, tavsiye almak istemesi sonucunda, 20 kişilik koğuşta 10-15 kişi, bunları kendi defterlerine yazmak istemişlerdir. Yazdıklarının bu şekilde beğenilmesi üzerine yazarımız, cezaevinden çıktıktan sonra, öylesine tutmuş olduğu günlüklerle birlikte, bu kitabı oluşturmuştur.

Related to Zeytin Çekirdeği

Related ebooks

Reviews for Zeytin Çekirdeği

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Zeytin Çekirdeği - Enes Bahadır Ersöz

    MASUMLUĞUN KURGUSUZ ÇIĞLIKLARI

    Bu kitapta, üstün bir sanatsallık bulamayabilirsiniz. Elinize aldığınızda bitirmeden bırakamayacağınız bir heyecan fırtınası sizi sarmayabilir belki. Yazdıklarım kimine göre sıradan, kimine göre abartılı, kimine göre çok hüzünlü olabilir. Kitabı bitirdiğinizde bir mazlumun iç dünyasını, bir gece de değişen hayatını, yaşamak ile hayatta kalmak arasındaki ince çizgide nasıl yol aldığını, kısacası bir masumun kendine özel iç dünyasını tüm çıplaklığı ile göreceksiniz. Bu kitaptaki en önemli unsur, samimiyetimdir.

    Ne kadar kalacağımın belli olmadığı, 13. ayda tahliye olduğum hapis hayatımda, sadece kendi kendimle yaptığım iç konuşmaları, kurgu mühendisliği yapmadan, tüm samimiyetimle satırlara aktardım. Tek isteğim, haksızlığa uğrayan bir mağdurun duygularını, endişelerini, kararsızlıklarını, iç hesaplaşmalarını, yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını hissettirebilmektir.

    Kişilerin isimlerini, rıza göstermeyebileceklerini düşünerek değiştirsem de içerideyken yazdığım günlüklere, hayali unsurlar katmadan, gerçekleri anlatmaya çalıştım. Bazen iç dünyamı en mahrem yerine kadar açtım, bazen düşünce dünyamdaki kararsızlıkları anlattım.

    İçerideyken, bazen yaşamım boyunca hissetmediğim kadar huzurla doluydum; bazense yaşama ait tüm ümitlerimi kaybetmiştim. Tüm bu duygu devinimlerimi, henüz yaşarken, günlük şeklinde yazdığım için, zamanla kendimin bile unuttuğu o duygular en saf haliyle bu sayfalarda yerlerini aldı.

    Dilerim hayatınız boyunca hapse düşmezsiniz ama bu kitapla, bir mahpusun penceresinden hayata bakıp, onun duygu ve düşünce dünyasına girebilirsiniz.

    Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, kendi şiirleri için söylediklerini (Onun şiirleri için bu görüşlerine katılmıyorum) ben de kendi kitabım için söylüyorum.

    "Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;

    Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne sanatkârım.

    ...

    Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

    Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!

    Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,

    İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.

    Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

    Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek"

    15 TEMMUZ

    İçerideyken yazmış olduğum günlük ve mektuplara geçmeden önce, 15 Temmuzdan cezaevi hayatına kadarki kısmı kısaca özetlemek istiyorum.

    15 Temmuz 2016... Ülkemizin ve birçok insanın hayatındaki dönüm noktası. Pek çok insanla birlikte bizim hayatımız da bu tarihten sonra hızla değişmeye başladı.

    15 Temmuz gecesi arkadaşlarla köy kahvesinde, açık havada çay içiyorduk. Güzel bir yaz akşamı, çoğu başka şehirlerde oturan eski dostlar muhabbet ediyorduk. Bir arkadaşımız gelip, (kendisinin de inanmadığı ses tonundan belliydi…) Darbe oluyormuş deyince önce inanamadık, şaka yapıyor zannettik. Çünkü darbe deyince aklımıza hep geri kalmış ülkeler geliyordu. 2016 yılının Türkiye’sinde böyle bir şeyi hiçbirimiz beklemiyorduk.

    Hemen televizyon kanallarına baktık. Televizyonda yöneticilerimizin konuşmalarını görünce, birilerinin, bir kalkışma içinde olsa bile başarıya ulaşamayacaklarını anlamıştık. Yine de sabaha kadar uyuyamadık tabi. O sıcak yaz günü, küçük köyümüzde, gece üçe kadar kahvede, sonrasında evlerimizde haberleri takip ettik.

    Darbe Elhamdülillah gerçekleşmemişti; ancak sonrasında olaylar çok hızlı gelişti. Hemen ertesi günü ihraçlar ve tutuklamalar başladı. Ben de 10-15 gün sonra on binlerce kamu görevlisi ile birlikte açığa alınmıştım. Sebep belirtilmemişti ve herhangi bir sebep de yoktu. Ancak ihraç olan birkaç arkadaşla konuşunca, Aktif Eğitim Sendikasına üye olan tüm öğretmenlerin açığa alındığını öğrenmiştim.

    Nasılsa soruşturmada suçsuz olduğum anlaşılır ve kesinlikle geri dönerim diye düşünürken; 1 Eylül gecesi haberlerde, çok sayıda kamu görevlisinin ihraç olduğunu öğrendim. Bunlardan 28 bin 163’ü de Millî Eğitim Bakanlığı çalışanıydı. Sitedeki yoğunluktan dolayı Resmî gazetedeki ihraç listesine ulaşabilmem bir saat civarı sürmüşü.

    Listede ismimi gördüğümde hala düşüncem değişmemişti. Hayatı boyunca emniyete, ehliyet işlemleri dışında adım atmamış birisi olarak, en kısa sürede hiçbir suçumun olmadığının ortaya çıkacağını düşünüyordum.

    O an için ekonomik bir sorunum da yoktu. Bu yüzden çok da üzülmüyordum. Devletimin adaletine, suçsuzluğuma, devlet denetimindeki sendikaya üyeliğin yasal olduğunu bildiğim için yasalara güveniyordum.

    Ama ihraçla birlikte, ilerleyen günlerde işsizliğin yanında bir de yalnızlık beni bekliyordu. İnsanlar da korku hâkimdi ve o güne kadar can dostum olarak bildiğim birçok insan arayıp sormaz olmuştu.

    Yakın akrabalarım bile benimle telefonla da olsa görüşmekten çekiniyordu. Ben de konuşmak istemiyor olabilecekleri düşüncesiyle kimseyi arayıp sormuyordum.

    Bazı arkadaşlarla tesadüfen yolda karşılaştığımda; korkularından arayamadıklarını, çok üzüldüklerini, hiçbir suçumun olamayacağını bildiklerini ve benim için dua ettiklerini söylüyorlardı. Ancak arkadaş bildiğim bazı insanlar yolda bile gördüklerinde görmezden geliyorlardı. Belki gerçekten görmüyorlardı ama ben de içimde böyle bir şüphe olunca, bana selam vermeyen bir dosta, selam veremez; beni aramayan birini arayamaz olmuştum.

    Tabi ki yakından ilgilenen, ziyaretime gelen ya da arayıp destek olmaya çalışanlar; Yapabileceğimiz bir şey var mı? diye soranlar vardı. Ancak bunlar samimi olarak gördüğüm onlarca eş dost arasında sadece birkaç kişiydi.

    Kolay değildi. 16 yıllık eğitim hayatı ve sonrasında yine 16 yıllık öğretmenlik hayatı. Bir gecede hepsini kaybetmiş ve örgüt üyesi şüphelisi durumuna düşmüştüm. Arayıp sormamaları bir tarafa, bütün bunların yanında bir de suçu olmasaydı, işten atılmazdı şeklinde sözler eden, söz de eş dost…

    Düşenin dostu olmaz gibi klişe cümlelere pek inanmayan, zor durumda kalınca dostlarının ve sevenlerinin kişiyi yalnız bırakmayacağını düşünen ben, ihraç olmaktan daha ziyade bu duruma üzülüyordum.

    Ama Elhamdülillah, kırık dökük de olsa inancım vardı. Hayat hiç de uzun değildi ki; ne kadar uzun olsa, onun da bir sonu vardı. Asıl olan sonsuz hayattı ve onun temel amaçlarından biriydi sınav. Dünya bize hep güzelliklerini sunmayacaktı. Bu hikmete aykırıydı. Önemli olan, musibet anında Bu da geçer ya Hû diyebilmekti.

    Hoştur bana senden gelen:

    Ya hilat-ü yahut kefen,

    Ya taze gül yahut diken.

    Kahrında hoş lütfun da hoş.

    Belki de imtihan, Yunus Emre’nin dizelerinde, o güne kadar çok da fark edemediğim kahır sözcüğünü fark edebilmemdi.

    Sen adli zulüm sanma

    Teslim ol oda yanma

    Sabret, sakın usanma

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler…

    Deme, şu niçin şöyle

    Yerincedir ol öyle

    Bak sonuna sabreyle

    Mevlâ görelim neyler

    Neylerse güzel eyler…

    Her şeye rağmen sabretmemi kolaylaştıran; Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın teslimiyetini, bir nebze de olsa hissetmekti. Çünkü ben kendimden emindim. Pişman olacak bir hata yapmamıştım, suçsuzdum.

    Şimdi dost-kardeş bildiklerimin, gerçek yüzlerini görme zamanıydı.

    İhraç edildikten bir gün sonra sosyal medyada paylaştığım birkaç cümleyi de buraya aktarmak istiyorum:

    "…ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız düşmanlarımızın sözleri değil dostlarımızın sessizliği olacak." (Aliya İzzetbegoviç)

    Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz (Bakara Suresi, 216. ayet)

    Ama Allah’ım neden? deyip isyan etme. İlerde anlar, utanırsın."

    Sustum… Düşündüm… Durgunlaştım… En çok Hüzündü adım… Ama Elhamdülillah hiç yalnız kalmadım… Yöneldim, sesimi İşiten'e ve bir ayet düştü dilime… Ben kederimi ve hüznümü sadece Allah'a arz ederim.( Yusuf Suresi, 86. ayet)

    Kalp sırrına erenler neler yapar, bilir misin? Kızmazlar, küsmezler, kırmazlar, kırılmazlar. Her şeyde bir güzellik bulurlar. Hiçbir şeyi insanoğlundan bilmezler. Rabbinden bilirler. Her şeyi ondan umup, beklerler. Ve susarlar… Susarak konuşurlar…

    Bir süre sonra ben de insanlara kızamaz, küsemez oldum. Onlar da kendilerini, çocuklarını düşünüyorlardı. Çekinebilirler düşüncesiyle kimseyi arayıp sormasam da sadece bir iki kişi olsa da arayıp soranlarla yetinmeye çalışıyordum. Nasılsa birkaç ay, hatta belki birkaç hafta içinde gerçekler ortaya çıkacak ve görevime geri dönecektim.

    ACEMİ PAZARCILAR

    Günler geçiyor ve olumlu bir gelişme olmuyordu. En zoru da okulların açıldığı gündü. Çocuklar ve öğretmenler okula gitmek için yola çıkarken, benim içimde fırtınalar kopuyordu.

    Sonraki günlerde de ne zaman bir zil sesi duysam, bir garip oluyordum. Görev yaptığım okulun önünden geçmeye bile korkuyordum. Çoğu arayıp sormayan mesai arkadaşlarım, beni görünce selam vermek zorunda mı kalacaklardı? Yoksa görmezden mi geleceklerdi?

    Okul önünden her geçtiğimde

    Uzaktan zil sesini duyduğumda bile

    İçimde beliren derin hüznüme

    Bir ömür, bin kelime kifayet etmez.

    (Irmak Aksu)

    Ya öğrencilerim. Kim bilir ne düşünüyorlar hakkımda? Bana şüpheyle mi yoksa acıyarak mı bakacaklar? Öğrencilerimi gerçekten severdim ve az çok sevilen bir öğretmen olduğumu düşünüyordum. Ancak yine de onlarla da karşılaşmak istemiyordum. Gencecik beyinler ve terör şüphesiyle görevinden atılmış öğretmenleri. Ne diyecektim, nasıl anlatacaktım ki onlara? Ben yanlış yaptım. diyecek bir şey yapmamıştım. Devlet yanlış yaptı. cümlesini ise, onlara karşı söyleyemezdim.

    İlk günler, bu sıkıntıların yanında, çalıştığım kuruma, idare mahkemesine ve Danıştay’a gerekli itiraz dilekçelerini yazmakla zaman geçirdim.

    Daha sonra, evde oturmaktan ve kendi kendimle baş başa kalarak sürekli düşünmekten sıkılınca, kısa dönem için yapacak işler aramaya başladım. Aslında ekonomik anlamda ciddi bir sıkıntım yoktu ama bir aile reisi olarak evde oturmak sıkıcı ve zor geliyordu. Öğrencilerime söylediğim Mehmet Akif’in

    "Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası

    Dostunun yüz karası, düşmanın maskarası"

    mısraları kulaklarımda çınlıyordu.

    Kafamda bazı iş fikirleri vardı fakat orta ve uzun dönemdeki belirsizlikler yüzünden ciddi bir iş kurmayı düşünemiyordum.

    Eski bir öğrencim pazarcılık yapıyordu. Birkaç kez ben de pazarcılık yapmaya niyetlendim ama birkaç hafta boyunca, bir türlü ilk adımımı atamadım. Pazarda yer bulabilir miyim? Aldığım ürünler elimde kalırsa zarar ederim. Tartı, şemsiye, sehpa vb. masraflar ettikten sonra satış yapamazsam… gibi endişeler beni durduruyordu.

    Ancak öğrencimin, elimde kalan ürünü geri alma garantisi vermesi, teşvikleri ve yönlendirmeleriyle; 70 kg kestane, bir leğen ve ödünç alınan bir terazi ile beni kimsenin tanıyamayacağı 50 km uzaklıktaki bir ilçede, ilk pazarcılık deneyimimi yaşamak için yola çıktım.

    İlk pazar deneyimimde, pazarın bitiminde, elimde, 10-15 kilo kestane kalmıştı. Onu da yolumun üstündeki bir kasaba kahvesinde satınca bu işi yapabileceğime inandım. Sonraki günlerde daha çok ve daha çeşitli ürünler aldım. Kestanenin yanında keçiboynuzu, fındık, incir, hurma, üzüm, iğde, mısır, ceviz, badem, çekirdek gibi şeyler de satıyordum. Arabamla her gün farklı bir pazara gidiyordum. Fiziksel olarak yorulsam da psikolojik olarak daha iyi durumdaydım. Artık yeni bir im vardı.

    Her gün pazara çıkıyor ve satış yapmak amacıyla, tanıdıkların ve öğrencilerimin görmesinden çekindiğim için, 50–60 km uzaklıktaki çevre ilçe pazarlarına gidiyordum.

    Bir gün böyle bir pazarda eski bir öğretmen arkadaş, beni gördüğü halde görmezlikten gelince, çok canım sıkıldı. Sanki ben kötü bir şey yapıyormuşum, o da beni utandırmamak için görmezden gelmiş gibiydi. Hemen sonrasında tezgâhımın başında fotoğrafımı çekerek, bin civarı arkadaşımın olduğu sosyal paylaşım sitesine yeni işim diye yükledim.

    Derslerinde Kişi ne iş yaparsa yapsın, başkasına muhtaç olmamak için dürüst bir şekilde çalışıyorsa saygıyı hak ediyordur, hiçbir mesleği küçümsemeyin diyen ben, pazarcılık yaptığımı gizlemek istemiştim. Yanlışımı görüp, kendi köyümde ve ilçemde de tezgâh açınca, hem kendimi çok daha iyi hissettim hem de 3–4 pazarda yaptığım satış miktarını tek pazarda yapmaya başladım.

    Pazarcılık yaptığımı duymuş olan lisedeki bazı öğrencilerim, birkaç kere, teneffüs arasında beni görmeye geldiler. Onların sevgi dolu bakışları, Hocam inşallah yakında dönersiniz, çok özledik sizi demeleri ise benim ayakta durmaya zorlanmama yol açıyordu.

    İlerleyen günlerde, 10-15 çeşit ürünle, yer kavgası yüzünden cinayetlerin bile işlendiği birçok pazar yerinde, tehditlerle ya da basit bazı tartışmalarla birlikte, küçük de olsa yerler edinmiştim.

    Bir gün tezgâhımı açarken 25-30 yaşlarında bir genç geldi yanıma.

    Selamünaleyküm.

    Aleyküm selam.

    Nerelisin sen?

    Buralıyım.

    Ben bu pazarda 3 farklı yerde kestane satıyorum sana sattırmam. Topla malzemelerini.

    Sen de sat, ben de satayım. Ekmek parası bu...

    Ekmeğine kan bulaştırmak istemiyorsan topla tezgâhını!

    Bu cümlenin arkasından 5-10 cm mesafeden, bir dakikaya yakın, gözlerimizi ayırmadan birbirimize baktık. Kavgaya başlamasını ya da bıçak vb. bir alet çıkarmasını bekliyordum ama Allah’tan cesaret edemedi.

    Eğer biraz tereddüt, biraz korku emaresi gösterseydim ya tezgâhımı dağıtacaktı ya da kavgaya başlayacaktı. Ancak kararlılığımı anlayınca Fiyat düşürme, başını belaya sokma! diyerek uzaklaştı.

    Ayrıca pazarlarda benim gibi ihraç olmuş başka insanlarla da tanıştım. Hiç birini tanımıyordum fakat asıl işlerinin pazarcılık olmadığı, biraz dikkatle bakılınca anlaşılıyordu.

    Bir pazarda satış yaparken, öğle saatlerinde, çekingen bir tavırla, Gözleme isteyen var mı? diyen birinin ses tonundan şüphelenince, hemen yanına gidip bir gözleme alıp biraz konuştum. Tahminim doğru çıkmıştı. O da ihraç öğretmenmiş. Evde eşinin yaptığı gözlemeleri satıyormuş. Gözlemeleri satıp bitirince geldi yanıma. Aynı dertten muzdarip olunca konuştuk biraz. O ara, onu tanıyan, açığa alınmış olan başka biri daha geldi. Ben eski arkadaşların vefasızlığından, aramamalarından bahsederken, yeni gelen arkadaş Belki aramadıkları daha iyi. diyerek arkadaşıyla yaşadığı telefon görüşmesini anlattı.

    En yakın arkadaşım olarak bilirdim kendisini. Aynı okulda çalışıyorduk ve okul dışında da sık sık ailece beraber vakit geçirirdik. O’nun arabası olmadığı için, her istediklerinde arabamla yardımcı olurdum. Gece yarısı birçok kez arkadaşımı ya da ailesini doktora götürmüştüm. Para lazım olduğunda bile gelir benden borç alırdı. Ama ihraç olduktan sonra 2-3 ay boyunca hiç arayıp sormadı. Pek arayan kimse yoktu ancak özellikle onun ziyaretime gelmemesine, hatta bir telefonla bile halimi hatırımı sormamasına çok üzülüyordum. Geçenlerde telefonum çaldığında bir baktım ki bu arkadaş arıyor. Aylar sonra da olsa aramasına çok sevinmiştim, ancak sevincim çok kısa sürdü ve bir anda yerini hayal kırıklığına bıraktı. Beynimden kaynar sular döküldü sanki. Ne diyeceğimi ne düşüneceğimi ne yapacağımı şaşırdım. İnsanlar bu kadar mı alçalır? Yüzsüzlük bu kadar mı ayyuka çıkar? Beni aradığında şunları söyledi: Ya kusura bakma rahatsız ediyorum. Seni şey için aradım... Yanlış anlama ama senin rehberinde benim ismim kayıtlıdır… İsmimi siler misin telefonundan? Benim de başım belaya girebilir yoksa.

    Yaaa, hocam, böyle insanları dostumuz bilmişiz.

    Birinci ağızdan dinlemesem zor inanacağım bir durumdu ama maalesef hal böyleydi.

    Başka bir tanesi de çorap satıyordu, eskiden polismiş ancak sanırım pazarda ihraç polis olduğunun bilinmesini istemediğinden pek konuşma canlısı gibi davranmadı.

    Bir diğeri ihraç imammış; elma, portakal gibi şeyler satıyordu. İki ihraç arkadaş beraber bir manav açmışlar. Biri dükkânda dururken, diğeri pazarlarda satış yapıyormuş. Pazarda daha iyi satış yaptıklarını söylüyordu.

    Herkes kendince bir rızık kapısı arayışındaydı haliyle.

    Ancak onlar gibi benim de asıl mesleğimin pazarcılık olmadığı biraz dikkat edildiğinde kolayca anlaşılıyordu.

    Bir gün 55-60 yaşlarında bir teyze benden kestane aldı. Sevecen bir tavırla,

    Oğlum sen pazarcıya benzemiyorsun, daha önce ne iş yapıyordun? diye sorunca bir an kendimi teyzeye yakın hissettim.

    Teyze ben öğretmendim, ihraç oldum.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1