Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Okul Psikoloğunun Anıları 5
Okul Psikoloğunun Anıları 5
Okul Psikoloğunun Anıları 5
Ebook487 pages6 hours

Okul Psikoloğunun Anıları 5

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Gerçekten de Cumhuriyetin olanakları yoksul çocukları da kapsıyor, en çok da onları adam etmeye çalışıyordu. Günümüzün aileleri inanın kırk yıl önceki aileler kadar şanslı değiller. Mesela zincir marketler, şirketler, holdingler karşısında aile geçindiren esnafın kazanma şansı hiç kalmadı. Büyük çiftlikler, küçük üreticinin, tarımla uğraşanların belini kırmaya, köyleri boşaltmaya, terk edilen tarlaları, düşük ücretle bünyesine katarak genişlemeye devam ediyor. Kasap bile iş yapamayıp asgari ücretle marketin et reyonunda işe giriyor. Köylü, esnaf, işçi, memur olup çocuk okutmanın imkânı kalmadı.
Şunu da itiraf edeyim ki, bu süreçte çağdaşlarım gibi ben de çok bencillik yaptım. Yalnız ben değil herkes, Cumhuriyet gemisi batarken çocuğunu, ailesini, geleceğini kurtarmanın telaşına kapıldı. Benim gibi nispeten geliri iyi olan okumuşlar, doktorlar, resmi ya da özel sektörde daha iyi ücretle işe girenler, geride kalanların ne olacağını hiç düşünmeden kendi çocuklarını paralı özel okullara verdiler.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateJul 20, 2021
ISBN9781005350840
Okul Psikoloğunun Anıları 5
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Okul Psikoloğunun Anıları 5

Related ebooks

Reviews for Okul Psikoloğunun Anıları 5

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Okul Psikoloğunun Anıları 5 - Yusuf Solmaz

    Okul Psikoloğunun Anıları

    Çelikkaya Ailesi – Babaların Laneti

    5. Kitap

    Yazan: Yusuf Solmaz

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    *

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgu karakterlere aittir.

    *

    Birinci Yayın yılı: Temmuz 2021/ İzmir

    I

    Her gün ülke genelinde en az iki yüz kişinin ölümüne neden olan korona virüsün olmadığı yıllardayız. Bu yıllar, ülkeyi yöneten tarikatın bu günkü kadar güçlü olmadığı, Cumhuriyetin tamamen yıkılmadığı, yargıçların parti militanı haline gelmediği, adalete ulaşmanın güç olsa da bu günkü kadar güç olmadığı yıllardır. Yani bundan yirmi beş yıl önce… Fırat nehrine yakın bir dağ başındayız. Yedi yaşında bir çocuk babası, emekli okul psikoloğu İsmail Bey, taşımalı eğitime geçildiği için şimdi kapalı olan bir köy okulunun lojmanında yalnızdır... Gece olmuştur. Uzaklardan uluyan çakalların, kurtların sesi gelir. Göç veren, özellikle gençlerin gitmek istediği, nüfusu sürekli azalmakta olan köy, mezra denecek kadar küçüktür. Kerpiç evler lojmanın beş yüz metre kadar uzağında yer alır. Kasabaya gitmek için yolu olmayan bu dağ köyüne, asker öğretmen olarak atanan, devam eden eğitimi nedeniyle askere geç çağrılan, otuz beş yaşlarındaki okul psikoloğu, dört ay kadar önce boşandığı, bir zamanlar biricik aşkı olan karısına mektup yazmaktadır. Fakat kâğıdı önüne alınca söz konusu kişiye nasıl hitap edeceğini bilemez. Merhaba Emine, dedikten sonra, hayalinde canlandırdığı eski karısına hitaben şunları yazacaktır:

    İşe bak… Ne geldi şimdi aklıma biliyor musun? Sana yazdığım mektuplar: Evlenmeden önce iki yıl boyunca seni düşünerek yazdıklarım... Hâlâ sendeler mi, yoksa yırtıp attın mı? O mektupların başlıkları böyle değildi: Canım Sevgilim, derdim. Bitanem, Aşkım, Canım Aşkım diye hitap ederdim. Merhaba Emine, diyorum ya şimdi, bunu ben mi söylüyorum diye soruyorum…

    Öyle zor ki hayatı anlayabilmek. O genç, sevgilin olan, ölünceye kadar ayrılmayacağını sandığın İsmail artık yok. Yıllar hızla geçip gidiyor. Yaşları benden biraz büyük tanıdıklarım: Otuzlu yaşlardan sonra zaman su gibi akıp gider, derdi de neyin kastedildiğini, nasıl bir değişimin başlayacağını anlamazdım. Evet... Tıpkı dedikleri gibi... Kimi zaman günler, geçmek bilmese de geriye dönüp baktığımda üç yüz atmış beş günün nasıl geçtiğine inanamıyorum.

    Şimdi durup dururken niye mi yazıyorum bunları? Bilmem ki... Yalnızlıktan belki… Bazen oturup kendimle dertleşirim… Suçlu kim? Niye böyle olduk? Niye ayrıldık? Bunların ötesinde başka, açıklayamadığım duygular da hissettiğim oluyor… Kendime ve yaşama dair garip şeyler bunlar. Hayat, olduğu gibidir; yani ne iyi ne kötü… Biz onu nasıl yaşıyorsak, o da bize öyle görünüyor hepsi bu. Hani şöyle, sorunu başkasının üstüne yıkmaya çalışan şarkılar vardır ya, Sana ne ettim neyledim kahpe felek… bunların hepsi boş… ne felekle ne kaderle ne Tanrıyla ne de başka bir görünmezle sorunum var. Zaman zaman adlarından söz etsem de benim asıl derdim kendimle. Yaşamımızın özeti ayrılık olsa da ben sensizliği de güzel yaşamak isterim… Belki de bu yüzden yazıyorum, belki de bu yüzden hayatımdaki bütün hatalarla barışmak istiyorumdur.

    Hatırlıyor musun? Evliliğimizin ilk yıllarıydı... Oturmuş sohbet ediyoruz. Almanya'da çalışırken babanın başına gelen bir kazadan söz ediyorsun… Unutmadım, bira içip sarhoş olduğumuz o günü… İlkokula yeni başladığını, dil bilmediğini, Alman arkadaşların olduğunu, Türkiye'yi çok sevdiğini, temiz kalsın istediğini, yedi yaşında öğrenci olup Almanya'yı, ellerin memleketini yani, çöp atarak kirletmeye çalıştığını, çocuk duygusallığının neden olduğu aptallıkla kimse görmeden çikolata atıklarını yere bıraktığını, bir köşede burnun akarken top oynayanları izlediğini, katılamadığın oyunlara bakarak Almanca öğrenmeye çalıştığını anlattıktan sonra şöyle demiştin: Babam, iki ayağı sargılar içinde hastanede yatıyordu. Birkaç gün içinde öyle çökmüştü ki... Her gece korkular içinde ağlıyorduk... İşte bu sözlerin… Babanın hastalanmasını nasıl anlattığın geliyor aklıma… Düşünürken zaman tünelinden geçerek sanki birden sen oluyorum... Hastane odasındayım. Tek vücut olduğumuzdan olayları, yaşadıklarını senin gözlerinle görüyorum. Babanın şöyle seslendiğini duyuyorum: Merak etme kızım, düzeleceğim, diyor. Her şeyden çok senin mutlu olmanı istiyor… Sen gibi bakarak olayları nasıl kavradıysan öyle anlamaya çalışıyorum… Günler, haftalar geçiyor ama baban bir türlü düzelmiyor. Kardeşin Nigâr, annen ve sen bir köşede oturmuş ağlıyorsunuz. Annen Türkiye'ye dönmek istemediğini söylüyor. Köyünü, geride bıraktıklarını, unutmak istediği, bir daha asla yaşayamam dediği köy evini hatırlıyor… O küçücük ahşap evde, eltileri ve onların çocuklarıyla, üç dört aile bir arada yaşamaya nasıl dayanacak? Başka şeyleri de düşünüp Olmaz! diyor. Almanya'ya gelmeden önce, evliliğinin ilk yıllarında köyde neler yaşadığını hatırladıkça gözüne uyku girmiyor. Çalışmalıyım, çocuklarıma bakmak için, köye dönmemek, o ahşap eve girmemek için... Kocası hasta yatağında ölüm kalım savaşı verirken annen iş aramaya başlıyor. Sonunda reçel fabrikasında işe giriyor…

    2

    Okul psikoloğu anı defterine başka şeyler de yazar. Sürekli eski günleri düşünmektedir. Boşandığına, aylardır dul bir öğretmen olarak bu dağ köyünde asker öğretmenlik yaptığına sanki inanmamakta, her şeyin rüya olduğunu sanmaktadır...

    Seneler sonra, tarikat devletine karşı halk isyanının zirve yaptığı günlerde, yazdıkları arasında bir de öykü vardır. Motosiklet Kazası, adlı öyküde İsmail Bey şunları dile getirir.

    "Gecenin bir yarısı ağlayarak motosiklet kullanan türbanlı genç kız, kırmızı ışıkta geçerken karşı yönden gelen bir aracın altında kaldı. Üzerindeki kimlikten adının Rabia Güzelbahçe olduğu anlaşılan genç kız, hastaneye kaldırılırken yolda hayatını kaybetti.

    O güne kadar, il sınırları içinde türbanlı bir kadının motosiklet kullandığı görülmemişti. Şehirde, solcuların vatan haini, Atatürk’ün dinsiz olduğunu söyleyen Cumhuriyet düşmanı bir vali görev yapıyordu. Valinin emriyle öğrenci evlerine baskınlar düzenleniyor, ilkokuldan üniversiteye kadar bütün okullara mescit açılıyordu. Tarikata yaranma çabası içindeki bu valinin göreve başlamasıyla birlikte derslere giren imam kökenli eğitimcilerin sayısında da hızlı bir artış olmuştu. Vali, türbanlı eşiyle gittiği her yerde kadının İslam kıyafetleri içinde dolaşmasının, sürekli ibadet yapmasının, din eğitiminin, imam okullarının önemi üzerinde duruyordu.

    Rabia Güzelbahçe, Medine Caddesi'nde bulunan, Çavuşalioğulları Şirketler zincirine ait bir markette çalışıyordu. Marketin müdürü, Abdullah Kadıoğullarından, elli yaşlarında, emekli bir müezzindi. Marketinde güvencesiz, düşük ücretle çalışan türbanlı on kadın işçi vardı. Zincir marketin asıl sahipleri, türbanlı genç kızların işe alınmasına özel önem veriyordu. Az da olsa saçı açık kızların, kadınların da işe girme şansı vardı. Bu sayede, demokrat olduklarını, kimsenin kılık kıyafetine karışmadıklarını göstermiş oluyorlardı. Hem işini kaybetmemek için türban takmaya hazır bir aday kazanıyor, hem de kendilerine yöneltilen şeriatçı suçlamasından kurtulmuş oluyorlardı. Türbansız işe alınanlar bir süre sonra, işsiz kalmamak için, kendiliğinden örtünmeye razı olmaktaydı, fakat iş yükü ağır, çalışma süresi fazla ve keyfi, bütün iş yasalarına aykırıydı, ücretlerse çok düşüktü.

    Bu yüzden Çavuşalioğulları Marketi’nin en önemli sorunu kalıcı işçi bulmaktı. Emeğin hakkı ödenmediğinden özellikle erkek elemanlar sık sık iş değiştiriyordu. Kızlar, çok hastalanıyor, erken evleniyor, anne olduktan sonra kocaları tarafından eve kapatılıyorlardı. Rabia’nın babası Arif Usta da Çavuşalioğulları marketler zincirinde on beş yıldır kasap olarak çalışıyordu.

    Güzel yüzü, parlak uzun saçları, makyajsız doğal hali Rabia’nın başına dert olmaya başlamıştı… Herkesin beğenerek baktığı güzelliği nedeniyle ortalıkta görünmesine izin verilmemiş, okulu da bu yüzden; eve kadar peşinden gelip arkadaşlık teklif eden, çoğu tarikatçı gençler yüzünden bırakmak zorunda kalmıştı. Arada sırada, dersten sonra arkadaşlarıyla kalenin oralarda dolaşmaya çıkıyordu. Eve geç kaldığında annesi ağzına geleni söyler, Okumaya değil, orospuluk yapmaya gidiyorsun sen! şeklinde hakaret ederdi. Rabia, bu yüzden okulu bırakmayı düşünüyordu. Aslında bunu istemiyordu ama annesine kızdığı günler ne yapacağını bilemezdi...

    Hükümet yetkilisinin de söylediği gibi babası da başı açık kadınları, perdesi olmayan kiralık eve benzetiyordu. Pencerede perde yoksa evin kiralık mı satılık mı olduğunu bilemezsin! diyor, kızını kendi bildiğince, daha doğrusu tarikatın emri gereğince eğitmeye çalışıyordu. Kız çocuklarını korumanın en iyi yolunun türban olduğunu, kapatılmayan saçın erkek milletini tahrik ettiğini, günahkâr olmamak, şiddeti çekmemek için vücut hatlarının da kapatılması gerektiğini, kapanma ne kadar çok olursa o kadar rahat edileceğini söylüyordu. Rabia için o kadar anlamsızdı ki bütün bu tartışmalar… Lise öğrencisi olan genç kız, büyüdükçe ailesinin baskısı yüzünden nefes alamaz hale gelmişti.

    Market kasabı olan babası Arif Usta, ikinci iş olarak, hafta sonları şoförlüğünü yaptığı taksiyle okulun çevresinde dolaşıyor, okuldaki ücretsiz kursa gittiğini söyleyen kızını kontrol ediyor, doğru söyleyip söylemediğini anlamaya çalışıyordu. Babaya göre kızı kesinlikle erkeklerin yanında kahkaha atmamalı, hatta gülümserken bile bunu gizli yapmalı, kimseyle, özellikle erkeklerle göz göze gelmemeliydi. Rabia, gülmediğini söylese de tarikatın ahlak baskısı altındaki babasını namusluca öğrencilik yaptığına inandıramıyordu.

    Başka bir gün, okula giden yolda erkek öğrencilerden biri, gayriihtiyari kolunu Rabia'nın omzuna atınca, uzaktan olayı gören Arif Usta deliye döndü. Öğrenciler, hızla üzerlerine doğru gelen taksiyi görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Baba, zınk diye durdurduğu arabadan inerek, tekme tokat, önce kızını sonrada yanındaki erkek öğrenciyi dövmeye başlamıştı.

    Olayı görenler karakolu arayarak bir adamın sokak ortasında genç bir kızı öldüresiye dövdüğünü söylediler. Durumu öğrenen anne, kocasının tutuklanmasından korkup, orospu olmakla suçladığı kızının yüzüne tükürürken ağlamaya başladı. Rabia'nın, babasından şikâyetçi olmaması gerekiyordu; şikâyetçi olursa, evi kim geçindirecek, kirayı kim verecekti… Burnu kanayan, eli yüzü çizilen genç kızın düşünmek zorunda olduğu iki de kardeşi vardı. Zaten babası eşeklik yaptığını anlamış, polislerin zoruyla kızından özür dilemişti. Karakol amirinin de söylediği gibi evlatlar da babalarını affetmeyi bilmeliydi.

    Rabia denileni yaptı ama o günden sonra, okula gitmek istemedi. Günlerce odasına kapandı, kimseyle konuşmadı. Ruh sağlığı her geçen gün bozuluyordu. Bu şekilde en çok kendine zarar verdiği açıktı... Keşke gidecek yeri olsaydı. Evden uzaklaşmanın tek yolu, ailesini ikna edebilirse, çalışmaktı. Babasının partiden aldığı kartla, yönetiminde tarikatçıların olduğu Çavuşalioğulları Market’inde işe girdi.

    Market müdürü de zaten kadın elaman arıyordu. Erkekler çoğunlukla asgari ücretten yakınır, fırsatını bulunca hemen iş değiştirirlerdi. Kadınların alıştığı iş yerinden ayrılması daha zor oluyor, bu da market müdürü emekli müezzinin işine geliyordu.

    Rabia, diğer kızların yardımıyla kısa sürede marketteki her işi öğrenmişti. Yeri geliyor kasada duruyor, yeri geliyor yerleri süpürüyor, çay demleyip yemek pişiriyordu. Arada sırada özellikle yaz günleri, çok sıcakladığında türbanını çıkarmak istese de çoğu zaman işe dalıyor, müdürün de neden olduğu stres yüzünden, başı kapalı olduğundan, aşırı terlediğinin farkında olmuyordu.

    Bir akşam, lisedeki sınıf arkadaşlarından Mert'in markete gelmesiyle her şey değişecekti… Aradan üç yıl geçmiş, lise arkadaşları mezun olmuştu. Mert İstanbul'da hukuk fakültesinde okuyordu. Rabia, merak ettiği pek çok şeyi öğrenmeye çalıştıktan sonra büyük şehirde okumanın nasıl bir şey olduğunu sordu. Liseyi dışarıdan bitirse, para biriktirse o da okuyamaz mıydı? Ömrünü, market köşelerinde işçi olarak mı geçirecekti?

    Tarikatın giderek güçlendiği, Cumhuriyetin yıkılmak istendiği, hatta yıkıldığı ama kimsenin itiraf edemediği böyle bir ülkede en iyi meslek belki de avukatlıktı… Hukukçu olmak istiyordu çünkü hukuk bilgisini geliştirip özgürlük mücadelesi verecekti. Mert, insanların özgür olmadığını, düşük ücretlerle köle gibi çalıştırıldıklarını, adaletin yerinde yeller estiğini söylüyordu. Ülkenin her yerinde öğrenciler, tarikat temelli faşistlere karşı mücadele ediyordu.

    Mert’in dediğine göre, market işleri konusunda tecrübesi olan Rabia, büyük şehirde aç kalmaz, kazanır, kimseye muhtaç olmadan okulunu da okuyabilirdi… Gündüz fakülteye gidilebilir, akşamda marketin birinde işçilik yapılabilirdi… Rabia da bu fikri sevmişti… Genç bir kız olarak ya kendi kaderine el koyacak ya da başına geleceklere razı olacaktı.

    Her şey bitti diye düşünürken tekrar okuyabileceği fikri, Rabia'nın önünde açılan yeni bir kapı oldu. Keşke marketle evin arasındaki mesafe biraz kısa olsaydı. Git gel günün neredeyse iki saati yol da geçiyordu. Ders çalışabilmek için zamana ihtiyacı vardı.

    Geçenlerde markete motorla broşür getiren postacıdan motor fiyatlarını öğrenmişti. İkinci el motorlar o kadar da pahalı değildi. İstese alabilirdi ancak bakalım babası olacak yobaz, motosiklete binmesine izin verecek miydi? Küçükken bisiklet sürebildiğine göre motosiklet de sürebilirdi.

    Mert'in kardeşine ait motosikletle Rabia, ya bir gören olursa korkuları içinde, Çarşamba Pazarı’nda birkaç tur attı. Birkaç kez daha gizlice motosiklet sürme eğitimi aldı. Mert İstanbul'a döndükten sonra ikinci el, uygun bir motosiklet bulup, günlerce ne yapacağını düşündükten sonra kesin kararını verdi; kim ne derse desin markete motosikletle gidip gelecekti…

    Motosiklet sürdüğünü gören ilk kişi market müdürü, emekli müezzin Abdullah oldu. Müdürün doğduğu köyde kadınların eşeğe binmesi bile yasaktı. Motosiklet de bir çeşit eşek sayılırdı. Fakat devir değişiyordu. Rabia çalışkan bir işçi olduğundan varsın motorla işe gelip gitsindi.

    Genç kız, o gün akşam motorla eve bir saat erken geldi. İlk kez dolmuş ya da belediye otobüsü kullanmamış, toplu taşımayla bir saat süren yolu, on dakikada kat etmişti. Fakat ailesi sevincine ortak olacak mıydı? Acaba onlar motora binmesine izin verecek miydi? Ne tekim vermemişlerdi. Rabia, babasının, Orospu mu olacaksın? Orospular gibi motora mı bineceksin? O motoru kırıp atarım, kafamı bozma! deyince, aslında uysal bir kız olan Rabia deliye döndü… Bağırarak, Bu benim hayatım, benim kararım! Kendi paramla aldım. Ben de kazanıyorum, ben de insanım… zamana ihtiyacım var… Motor olursa daha çok vaktim olacak. Üniversite sınavlarına hazırlanmak istiyorum… Allah hepinizin belasını versin! Hayatımı yaşayacağım! Allahın verdiği nefes için sizden izin almayacağım! diyerek kendini sokağa attı.

    Motosiklete atlayıp hızla yola çıktığında nereye gideceğini bilmiyordu. Karayoluna çıkmıştı. Rüzgâr vardı. Başındaki türban, hızın da etkisiyle uçmuş, özgürlüğüne kavuşan uzun saçlar, giderek artan rüzgârda bayrak gibi dalgalanmaya başlamıştı. Gecenin karanlığında gözlerinden yaşlar akarken deli gibi motosiklet sürdüğünden Rabia, hızla yaklaşmakta olan kamyonu göremedi. Frene basan kamyon, aniden karşısına çıkan genç kızı görememiş, devrilen motosiklet, sürücüsüyle birlikte tekerlerin altında kalmıştı.

    *

    Sevgili dostlar, bu hikâyeye böyle bitmemeli. Başka bir son yazılmalı ve bu son şöyle olmalı: Rabia, kesinlikle trafik kazası geçirerek hayatını kaybetmedi. Kapıdan çıkarken başındaki türbanı babasının suratına fırlattı. Gözleri ıslaktı ama ne yapacağını, nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Belki, İstanbul'a gidip bir gece arkadaşının yanında kalacaktı, sonra bir öğrenci yurduna yerleşecekti. Zincir marketlerin birinde iş bulacaktı. Artık kimse hayatını nasıl yaşayacağına karışamayacaktı. Özgürdü, kadın olarak hayatını kurtarmaya gidiyordu, bunun için yemin etmişti. Ölmeyecek, dikkatli gidecek, yaşayacaktı. İçindeki çaresizlik duvarını yıkmış, arkasına bile bakmadan, motosikletle son gaz aydınlık günlere doğru yola çıkmıştı... İstanbul’a kadar on saat motosiklet sürmüştü… Rüzgârlı gecede savrulan saçları, ayın altında ışıl ışıl parlarken, uçan bir motosikletin üzerindeki Rabia, ilk kez bu kadar iyi hissediyor ve bundan sonra ne yapacağını, hangi yoldan gitmesi gerektiğini kesinlikle çok iyi biliyordu."

    3

    Okul psikoloğu olarak görev yaparken kendini Nemrut Dağı’nın yakınlarındaki bir köyde asker öğretmen olarak bulan, az önce okuduğunuz öykünün yazarı İsmail Bey, saat üçe doğru son dersini yapıp lojmanına çekilmiştir. Gece olmuştur. Issız dağlara, tepelere derin bir sessizlik çökmüştür. Lojmanın kapısı önüne çıkınca uzaktaki toprak evlerin ışıkları görünür. Harabe halindeki kimi evlerin tepesinde dünyayı izlemeye yarayan çanak antenler vardır. İsmail televizyon kullanmaz. Köye geçici olarak geldiğinden fazla eşyası yoktur. Küçük bir oda, odada tahtadan tek kişilik somya. Köşede bir okul sırası, yerde valiz, valizin içinde kitaplar, bir miktar çamaşır, zeminde de ucuzundan bir kilim yer almaktadır. Perde yerine çivilerle çarşaf tutturulmuştur. Lojmanın iki odası vardır. Biri hep kapalıdır. Kapalı oda, senelerdir öğretmeni olmayan köyde muhtarın buğdaylarına ambar olmuştur. Buğdayların üzerinde dolaşan farelerin tıkırtıları gece olunca artar... İsmail Bey genellikle akşam saat dokuzdan itibaren oturma yeri olarak da kullandığı yatağının üzerindedir. İnce, pamuk yatağında otururken, sırtını duvara koyduğu yastığa dayayıp dizinde tuttuğu deftere bir şeyler yazar. Yazarken ayrıldığı karısını, oğlunu düşünmektedir…

    Şunu da yeri gelmişken belirtmeli… O yıllarda bilgisayar ve cep telefonları bu kadar yaygın değildi... Bugün olsa İsmail Bey belki de anılarını cep telefonuna yazardı. Sonradan yazdıkları kaybolur, bir tuşa basılınca silinir, kimsenin eline geçmez unutulur giderdi… İyi ki o zamanlar cep telefonu yokmuş da bu anılar bugüne aktarılabilmiş... Bugün anı defteri tutan kaldı mı bilinmez… Bence bir araştırma yapılmalı ve anı defteri tutmaya devam edenlere ödül verilmeli… Her neyse…

    Seneler sonra bu defterler için, İsmail Bey’in lise son sınıf öğrencisi olan kızı Arya, yazdığı anıların birinde şöyle diyecektir: "Üç defter var elimde… Her biri yüz sayfa olsa arkalı önlü altı yüz sayfa eder… Birinci defterin bundan sonraki, yaklaşık yirmi sayfası yırtılmış. Demek ki babam, asker öğretmenliği boyunca tuttuğu notların bir kısmını saklamak istememiş… Ne yazmıştı acaba? Belki de en önemli şeyleri yazıp yırttı, kim bilir… Sonradan sırrını açıklamaktan vazgeçmiş olmalı... Gerçi ne sırrı olur ki bir memurun… Anlatmak istediklerini iyi ifade edemediğinden yırtıp yeniden yazmış da olabilir. Her neyse… Sonuçta babamın bilmediğim hayat hikayesini okuyorum… Babamın amcası olan dedem Abdullah Çelikkaya’yı anlatıyor. Okudukça dedemi de tanımadığımı görüyorum… Babamın anlattıkları ne kadar doğru onu da bilemeyeceğim… Yırtılan sayfaları geçip kaldığım yerden okumaya devam ettiğimde şunu gördüm. Yine annemden ve ailesinden söz ediyordu ama, bu kez anneme hitap etmeyi bırakmış, başka birine, olmayan arkadaşlarına sesleniyor gibiydi. Mesela şöyle demekteydi defterlerin birinde:

    60’lı yılların Almanya işçisi kaynatam Abdullah Çelikkaya iyileşip işinin başına dönünce, Emine, ayrıldığım eski eşim yani, rahatladıklarını, memlekete dönmek zorunda kalmadıklarını, annesinin de işe girdiğinden kazançlarının arttığını anlatmıştı… Bu rahatlama yalnızca ekonomik anlamdadır. Psikolojik olarak, yoksulluktan gelen, hem de yoksulluğun dibinden çıkıp gelen, her an işsiz kalma korkusu içindeki işçi ailelerinin rahata kavuşması mümkün değildir… Emine’nin ailesinde de hiçbir zaman böyle bir rahatlama olmaz. Yıllarca devam eden bu durumun daha sonraları da farklı şekillerde devam ettiğinden söz etmek mümkün. Hatta ardı arkası kesilmeyen endişelere bağlı olarak ortaya çıkan aniden yoksullaşma korkusunun, silinmez harflerle kazınıp, kalıcı hale geldiğinden söz etmek de yerinde bir tespit olacaktır.

    Amcam ve ailesi, memleketlerinde yaşadıkları zor günleri hiçbir zaman unutmadılar… Mesela babamda gördüğüm endişeleri şu başlıklar altında toplamak mümkün: Ya iş yapamaz, işimizi kaybedersek? Kaymakamı, belediye başkanını kızdırırsak? Ya emniyet müdürüyle aramız açılırsa, ya hastalanırsak? Kim bakar bu çocuklara? Ya kandırılıp dolandırılırsak, kazancımızın tümünü bir günde kaybedersek? Ya tutuklanırsak? Ya istemeden suç işlersek, ya başkasının suçunu üstümüze yıkarlarsa?

    Almanya'ya işçi gidenlerin korkuları daha başka olmalıydı. Mesela gurbetteyken işten atılmak gibi… Rahat etmek için kuşkusuz, Almanları kızdırmamak, her şeye boyun eğmek gerekirdi. Demokrasi, kanunlar önünde eşitlik, işçi hakları olduğunu ne bilsinler; ağaların düzeninden gelen Anadolu köylüsü Almanya'da işe girmiş, ne bilsin yasal hakları olduğunu... İş verenleri muhtemel, doğduğu yerdeki kanun tanımazlara benzetiyor olmalıydılar. Bu yüzden amcam da akranları gibi derin korkular içinde işçilik yapmış olmalı. Yıllarını ihtimal ki, ‘ya Alman patrona, fabrika yöneticisine yaranamaz, sevgilerini, taktirlerini kazanamazsam’ endişesi içinde geçirmiş, mümkünse sendika üyesi olup patronlara karşı eylem yapmak istememiştir. Onun gibi pek çok işçi, Almanya'da tutunabilenler zenginleşirken biz tutunamayıp sürünürsek, diyerek buluttan nem kapmış olmalı. Ya yoksullaşıp milleti kendimize güldürürsek… Allah belalarını verdi denmesine neden olursak… şeklindeki kaygılarını, işten atılma korkularını hiç yatıştıramamış da olabilirler.

    *

    Kaynatamın çocukluk yıllarına dönersek 40'lı yılların Türkiye'sine göz atmamız gerekir… O günlerde köyler, yirmi yıl önceki Kurtuluş Savaşı’nın da etkisiyle hâlâ yoksulluk içindedir. Savaşın yaraları sarılamamış, fakirlikten, eğitimsizlikten, doktorsuzluktan çıkılamamıştır. Ülke nüfusu 17 milyon civarındadır ama geçinmek, insan gibi yaşamak, yoksulluğa bağlı nedenlerle hastalanıp ölmemek Allahın bileceği iştir. Küçük Abdullah Çelikkaya'nın ailesinde de yoksulluk diz boyudur. Dördü kız, dördü oğlan sekiz kardeş tek odalı bir köy evinde aynı odada yatıp kalkmaktadır. Çiftçi olan, arada koyun alıp satan baba, yani dedem ölmüş, evin geçimi on altı yaşındaki babam Yıldıray’la onun iki yaş küçüğü kaynatam Abdullah’a kalmıştır. Hastalığı sırasında dedemin şöyle söylediğini anlatırlar: Güzel evlatlarım… vakit tamam… Allah beni yanına istiyor… Elden ne gelir… Kardeşleriniz çok küçük, onları size emanet ediyorum. Halimi görüyorsunuz. Benden size hayır yok artık. Birbirinize göz kulak olun... Ağlamak yok. Güçlü olmak zorundasınız! Tanrı yardımcınız olsun! Dedemin mezarı var mı? Varsa nerede? Bugüne kadar kimse bana, Deden burada yatıyor, demedi. O yıllarda mezar taşlarının üzerine isim yazmak yaygın değildi. Daha çok zenginlerin mezar yeri bilinir, onların mezar taşlarında isim yer alırdı. Ölümünden hemen sonra karısı kocaya kaçan dedem, öldükten sonra mezarı kayıp olan yoksullardan biriydi.

    Kardeşleri Çanakkale şehidi olan dedemin ölümünden bir süre sonra babamla, ileride kaynatam olacak olan amcam Abdullah, ailesini geçindirebilmek için köyde çobanlık yapmaya başlar. Kaynatam baharın gelmesiyle birlikte, davarlarla dağlarda yatıp kalkmaktadır. O günlerde, köy yerinde, evli biriyle gizli aşk yaşayan babaannem, herhalde oğlunu şöyle uyarıyordu:

    Hava çok soğuk, aman yavrum, kurban olurum sana, dikkat et, üşütme, koyunlara mukayyet ol, kendini de ihmal etme, kardeşlerinin sana ihtiyacı var, keçene iyi sarıl, sakın üstünü açma!

    Babası öldükten sonra annesinin ne haltlar karıştırdığını bilmeyen küçük Abdullah’ın, buna cevabı belki de şöyledir:

    Olur anne! Çocuk değilim ki artık, büyüdüm!

    Anne sözlerine devamla ekler:

    Evimin direği, gönlümün sultanısın güzel oğlum… Güle güle git… Pekmez de koydum, iç emi, yemene içmene dikkat et… Soğuk havada pekmez iyi gelir. Ne kadar çok içersen o kadar az üşürsün!

    Abdullah azığını da alarak yola koyulur, yaylaya çıkar… Bir ay burada kalacak, babadan kalma yirmi koyunu besleyecektir. Fakat dağlarda kurt vardır. Aç kurt sürüleriyle karşılaşınca on altı yaşındaki bir çocuk ne yapar? Korkar elbet… Böyle durumlarda en büyük yardımcı, kurtların korkulu rüyası çoban köpekleridir. Abdullah da babadan kalma aslan parçası köpeklerine güvenir.

    Taze delikanlı, baharın ilk günleri yaylaya varır… Koyunlar, dünyanın en lezzetli otlarıyla buluşur. Güzelce, tıka basa yemeye, derelerin suyundan içip beslenmeye, yatıp uyumaya başlarlar… Bu arada hep tetikte durmak gerekmektedir. Sivas Kangalı olarak bilinen köpekler, kurt saldırısına karşı Abdullah’a yalnız olmadığını göstererek ortama güven, huzur verirler. Fakat gece olurca Abdullah’ın kalbi pırpır etmeyi sürdürür… Haftalarca hep aynı şeylerle beslenecek, bazen de yeni kuzulayan koyunların sütünü sağıp içecektir… Genellikle yufka ekmek, pekmez, çökelek, kuru soğan yemektedir… Bazı geceler aniden kurt sesleri duyar… Tehlikeyi sezen köpekler harekete geçmiştir. Çoban köpeklerinden birinin adı Karabaş, diğerininki Karayel’dir… İki aç kurt yere yatırdıkları koyunu boğmaya uğraşırken Abdullah ağlar... Uluyan kurtların, havlayan köpeklerin, meleyen koyunların sesi birbirine karışır... Her çocuk gibi birdenbire ortaya çıkan şiddet karşısında ağlasa da Abdullah, Anne çok korkuyorum! diyerek sığınacak etek aramaya uğraşmaz, bilir yalnız, kimsesiz, kendinden başka tutar dalı olmadığını… Bu şekilde defalarca çoban köpeklerinin kurtlarla amansız boğuşmasına tanık olur… Yenilen kurtlar kaçınca, Abdullah'ın korkudan çatlayacak gibi çarpan yüreğini, yaralı köpeklerin keskin gözleri avutur… Bir babanın güven veren bedenini kucaklar gibi, o da köpeklerini kucaklar, duyduğu minneti böyle gösterir. Sürü dağıldı Karabaş! İyi misin? Sen nasılsın Karayel? Çok acıyor mu? Koyunları toplamak zorundayız! Hadi aslanlarım! diyerek işe koyulur. Köpekler, korkuyla sağa sola kaçan koyunları beş on dakika içinde tekrar bir araya getirirler.

    Sabah olunca Abdullah köpeklerine sarılır, Mahmut'la, Fadime'yi düşünüyorum, der, az önce rüyamda, yan yana bir çukurda yatıyorlardı... Artık ağlamamaktadır… Bundan sonra gözyaşları kuruyacak, ağlama nedir bilmeyecektir. En küçük erkek kardeşinin adı Mahmut’tur, kızların küçüğü ise Fadime’dir… İki kardeşinin bakımsız, hasta olduğunu unutamaz… Acaba iyileşecekler midir?

    Bir hafta kadar sonra köye döndüğünde, ilerleyen günlerde çocuklarını bırakıp kocaya kaçacak olan, annesini (ne kadar sorumsuz, analıktan nasibini almamış olduğu dillere destan olan babaannemi) evde ağlarken bulur. Sekiz kardeşten ikisinin öldüğünü öğrenir. Sağ kalanlarsa ölüden farksızdır. Bitlenmiş, bir deri bir kemik kalmışlardır… Bunca yoksulluğun içinde babaannem, küçük çocuklarını babamla, Abdullah amcamın üzerine atarak kocaya kaçar.

    *

    Bu tarihten sonra araya yıllar girer. Babam, henüz askere gitmemiştir ama artık evlidir. Bir çocuk babasıdır. İlk çocuğu yaşamaz, doğumdan bir ay sonra ölecektir. Abdullah amcam, babamla birlikte çobanlık yapar, küçük kardeşlerine hem anne hem baba olurlar… Neyse… Yalnız babamlar değil, ülke genelinde yoksulluk diz boyudur. Milletvekilleri ve onların çevresinde toplananlar dışında milyonlarca ailenin gelecek umudu yoktur. Binlerce delikanlı, genç kız, daha doğrusu çocuk gelinler, benzer kaderi paylaşmakta, çocukluk hevesleri içindeyken anne baba olurlar. Umutların iyice azalmakta olduğu günlerde özellikle yoksulların yaşadığı bölgelerde müjdeli bir haber dolaşmaya başlar… Haber gerçekten de geleceğini yitirip hayal dahi kuramayanlar için heyecan vericidir. Dilden dile işsizliğe, yoksulluğa çare olarak Almanya konuşulmaktadır. Sigara dumanı altındaki köy kahvesinin kapısı açılır, biri yüksek sesle… Almanya’ya işçi alınacakmış, duyduk duymadık demeyin! der… O Almanya ki daha savaştan yeni çıkmış, birden kalkınma hamlesine girişmiş, bizim gibi sözde Cumhuriyet, gerçekteyse, demokrasiden uzak, tarikat yönetimi altındaki ülkelere iş olanağı sunmaya, gençlerimize, toprağını ekip ürününü kaldıramayanlara, şehre gelip işsiz kalanlara umut olmaya başlamıştır. Birçok gençle birlikte, babamdan aldığı izinle Abdullah da şehre iner… Tarif edilen adrese doğru yola çıkar… Köylerden gelen işçi adaylarıyla karşılaşır. Kapı açılınca herkes içeriye girmek için hücum eder… Birbirinin önüne geçmeye çalışanlar, itiş kakış arasında kavgaya tutuşanlar olur. Fakat sakin olmaya ihtiyaç vardır, zira Almanya sağlıklı olanları mutlaka işe almak istemektedir. Tek şart suçlu olup hastalık geçirmemiş olmaktır… Filmlere de konu olduğu gibi sağlık görevlileri önce işçi adaylarının dişlerine bakar… Sağlıklı diş en iyi sağlık göstergesi olduğundan, muayeneyi uzatıp vakit kaybetmek istemezler. Kimin dişi iyiyse isimleri seçilenler listesine kaydedilir. Muayeneyi geçenler Almanya'da işe yerleşecektir. Belgeler tamamlandıktan sonra şanslı olanlar Almanya’ya doğru yola çıkar...

    Artık göç zamanıdır. Uzun zamandır köylerden, kasabalardan Almanya'ya doğru göç başlamıştır. Allaha emanet olun! der amcam giderken babama. Sonra onun küçüğü, daha sonra da en küçük amcam Almanya'ya gidecektir. Evlenmeleri de sırayla olur, Almanya da işe girene görücü usulüyle kız bulunur, düğünleri yapılır. Abdullah amcamın Almanya'ya gidişinin ikinci yılında yeni evlendiği karısı, (ileride kaynanam olacaktır) hamile kalır. Önce Nigâr, bir yıl sonra da karım Emine dünyaya gelir. İlerleyen yıllarda Emine adını beğenmeyecek, Mine olarak tanınmak isteyecektir.

    Abdullah'ın planındaki ilk şey, ailesini Almanya'ya çağırmak olur. Bunun için neler yapılması gerektiğini öğrenir. Birkaç yıl sonra ilgili yerlere giderek ailesini de yanına almak istediğini söyler. Bundan sonra Çelikkaya ailesinin tek amacı vardır, para biriktirmek… Alman çeşmesi, emekleri oranında akmayı sürdürürken yemez, içmez, ceplerini doldurmaya bakarlar. Yılda bir Türkiye'ye izine geldiklerinde, yaşadıkları Alman kentine bulgur, kuru fasulye, nohut gibi şeyler götüreceklerdir. Almanlar etin birçok çeşidiyle, balla, reçelle beslenirken onlar Türkiye'deki gibi yaşar, kazansalar da harcamalarında fazla değişiklik olmaz ama kaldıkları ev köylerindeki evden güzeldir. Kışın sıcaktır. Doğal gaz olduğundan köyde ki gibi buz gibi odalarda uyumak zorunda kalmazlar. Fakat, kirayı ve ısınma bedelini ödemek gerekir. En büyük harcamaları da budur… Bunun dışında bir de elektrik, su parası öderler… Kıyafet olarak aldıklarının çoğu, komşu Almanların verdiği eskilerdir. Çökeleğin yanında çay; bulgur pilavının yanında çay, bazlamanın yanında çay, sudan başka, değişmeyen tek içecekleri çay olur…

    4

    Evliliği boyunca, devlet okulundaki danışmanlık görevinden yeterli ücret alamadığından geçim sıkıntısı çektiğini söyleyen, adı terörle anılan dağlardaki köylerin birinde asker öğretmenlik yapan okul psikoloğu İsmail Bey’in notları arasında şunlar da yer almaktaydı: Gece bitmek bilmiyor ve ben düşünüp duruyorum… Ne kadar aptalmışım meğer… Dinci, cahil, sonradan görme, kaynatam olacak amcamdan; ne kadar kazansa da aç kalacağını zanneden birinden bize yardım etmesini bekledim… Utanç duyulası, tarikatın erkek kültürüne yakışmayan bir istekti… Üniversite mezunu olup akrabam dahi olsa Alman işçisinden, Diplomasız kızınla evlendim, evimin kirasını ödeyemiyorum, diye yardım beklemiş olmam ayıp değil mi? Hem de ne ayıp… Hâlâ utanırım… Duyan olsan ne der… Zaten de duydular, diyeceklerini de fazlasıyla söylediler. İşsiz gelinden babası zengin diye para isteyen beceriksiz, ahlaksız, kaynata eline bakan, zengin akrabalarını evlilik bahanesiyle sömürmeye çalışan damat muamelesi gördüm… Yazıklar olsun bana ki kendim ettim, kendim buldum. Olanları, duyup hissettiğim aşağılamaları hatırladıkça öfkemin arttığını hissediyorum. Otuz beş yıllık ömrü hayatımda affedilmez yanlışlarım oldu… Nasıl bir ülkede yaşadığımı, kadının mal gibi görülüp oğlan tarafına, mal gibi evet, doğru söylüyorum, eşya gibi bırakıldığını, Gelinliğinle gidiyorsun ancak kefeninle dönebilirsin! Her ne olursa olsun eşinden ayrılmayı düşünmemelisin, düşündüğün taktirde ölmeye de karar vermiş olursun, ölmesen de seni ölmekten beter ederiz!" dendiğini unutup, damat olarak böyle bir kültürden, bu kültürde doğup büyümüş bir aileden yardım beklemek kadar saçma ne olabilir? Evet ben, işsiz karımın zengin ailesinden yani amcamdan, babamın öz kardeşinden evliliğimize destek bekledim… Psikolog olup akraba evliliği yaptığım yetmezmiş gibi cahil amcama evliliğimizi kurtarması için avuç açtım… Gerçi tamı tamına böyle değil ama çok yanlış iş yaptım… İleride hepsini anlatmak istiyorum. Amcam olacak Abdullah artık fakir değildi fakat, tarikat kafasına mensup olduğundan damadına yardım edemezdi. O da kız evlatların gelir olarak görüldüğü, başlık parası kültüründen geliyordu. Bu kültürde baba yardım yapacaksa damadına değil önce erkek evladına yapar... Çelikkaya ailesinin, bir bakıma da kendi soyumun yani, hatta doğrudan atalarımın kim olduğunu geç de olsa anladım ama iş işten geçti…

    Geçmiş olsun bana ve yaptıklarıma… Herkesin kendine göre haklı nedenleri olur. Hayat böyle… Her şeyin iç içe olduğunu, iyiyle kötünün yan yana bulunduğunu bilmeyen yok… Bu noktada suçlamak, suçlu hissetmek de faydasız. Bunları bilmek için psikolog olmak gerekmez, fakat ben sıradan kimselerin bildiklerini dahi unuttum… Kim ne derse desin Abdullah Çelikkaya hiç değişmedi, değişmez.

    Kendine şunu diyor mu acaba: Artık çoban değilsin, kardeşlerin bitlenip açlıktan ölmüyor… Geride kaldı o yıllar… Çok şükür Allah yardım etti, Almanya'ya işçi gittin. Kazandın… Bu kadar para, mal mülk sana yeter de artar bile… Rahat ol, hovardalık yapmadın, çalıştın çabaladın, Alman çeşmesi akarken cebini doldurmayı bildin, yetmedi dolar, mark alıp sattın, altın işine girdin, iyi kazandın, koyun çobanıyken altın tüccarı oldun, damatlara, gelinlere bilezik, kolye, yüzük sattın, iyi de kazanç elde ettin… Almanya’dan getirdiğin kazanç birken beş oldu, Alman markları doğurdukça doğurdu, demek ki helal kazandın, kasabanın sayılı zenginleri arasına girdin, tarikatçılarla bir olup siyaset yaptın, yeter, rahat ol artık… Endişeli olup, ya beş parasız kalırsam şeklinde bir korkuya kapılmamalısın!

    Hâlâ neler düşünüyorum… Kaynatam böyle söyleyecek de kendine gelecek… bendeki de laf işte… Her tarikatçı gibi tek doğrunun inandıkları olduğunu düşünen amcam kim, öz eleştiri kim… Şunu kabul etmeli; bilinçaltında hâlâ yoksullaşmaktan korkan bir amcam var. Ben bu serveti alnımın teriyle kazandım. Kuru ekmek yiyerek biriktirdim damat! Sana mı yedirecektim? Param için mi kızımla evlendin şerefsiz?! diyordur. Artık biliyorum amca, sen de haklısın, bu günlere gelmek için çok çalıştın… Kız evladı yetiştirdin, başlık parası istemedin… Daha ne yapacaktın… Evlenmemize vesile oldun. Damadın olma şerefine kavuşturdun. Para senin… Cennete bilet satan Tarikat dururken, onca mübarek, Allah dostu çevreni sarmışken, sen de onların dualarını ilaç gibi bağrına basmışken, damadın da olsam benim gibi komünistin tekine yardım etmeyeceğini bilemedim. Gerçi sen, Atatürk devrimlerini şükranla anan herkese komünist dersin; Cumhuriyetçi olmak da senin için aynı kapıya çıkar… Kimlerle görüştün, nasıl Cumhuriyet düşmanı oldun, tarikatçı olup çıktın orasını bilemeyeceğim. Atalarımız Çanakkale şehidiyken sen nasıl oldu da Kurtuluş Savaşı düşmanı oldun, emperyalist imamların peşine takıldın, kazancını onlara yedirir oldun onu da anlamış değilim ya, neyse… Kızın da zaten, tıpkı senin gibi düşünüp Babamın parası yüzünden mi beni seçtin!? Para için mi evlendin? Derdin para mıydı? deyip istemedi beni… Ayrıldık işte… Bundan sonra hayatınızda yokum, rahat olun!

    5

    Elli yıl önce Almanya… Türk işçilerinin kaldığı, getto olarak bilinen mahallede, iki küçük odası olan apartman katındayız. Okul psikoloğu İsmail Bey’in boşandığı karısı Emine, bu küçük dairede henüz altı yaşındadır. Fabrika işçisi olan anne, mutfaktadır, işten dönerken getirdiği ekmeği bulamaz. Sıcak ekmeği gelir gelmez saklayan küçük Emine evin bir köşesinde süt dökmüş kedi gibi sessizdir. Yıllar sonra Emine, bu olayı İsmail’e acı bir tebessümle şöyle anlatacaktır:

    Ekmeği ben saklamıştım. Kimse yemesin, bitirmesin, hepsi bana kalsın diye… O benim ekmeğim! demiştim. Annem şaşırmıştı… Ne yapacaksın o kadar ekmeği? diye sormuştu…. Sofrada oturmuşuz, ekmek kucağımda, sıkıca sarılmışım, kimseye vermiyorum. Bir taraftan da ağlıyorum. Yanaklarından iki damla yaş süzülüyor. Ne zaman yemeğe otursak, ekmek sepetini önüme alır ağlarmışım... Ekmekler bitmesin, hepsi benim olsun! dermişim… Annem Ağlama bitanem, yarın yine alırız, diyerek teselli vermeye çalışırmış. Ya alamazsak? Annemin gülerek Ekmek pahalı değil ki, hem artık çok paramız var, korkma kızım aç kalmazsın! dediğini hatırlıyorum. Yine de Olsun, siz kendinize başka ekmek alın, demeye devam edermişim… Sonradan, güven duygum arttıkça paylaşmayı öğrenmiş olmalıyım… Niye böyle davrandığım aslında çok açık… Evdeki, mahalledeki, yakın çevremizdeki insanların hayatlarına dair yoksulluk ve bunlar üzerine yapılan konuşmalardan etkilenmiş olmalıyım… Çok aç kaldım, ekmek bulamadım da ondan diyeceğim ama değil… Hiç açlık çekmedim… Mutfağımızda her zaman yiyeceğimiz bulunurdu. Sanırım annemle babamın, komşularımızın, hemşerimiz olan işçilerin anlattığı yokluk, yoksunluk anıları yüzünden kıtlık diye tabir edilen korkunç olaylar aklıma geliyordu. Ya babam işsiz kalırsa ya yine bulgur pilavını bile bulamayacak duruma düşersek... Yoksul düşme endişesi daha çocuk yaşta içime kazınmış olmalı…

    *

    Otuz beş yıl önce Ankara… Dört yaşında bir çocuk annesi Emine, İsmail’le bir apartmanın alt katında yaşamaktadır. İsmail, biranın etkisiyle hafif sarhoş olan Emine’nin çocukluk anısını anlatırken ağladığını fark eder. Yıllar sonra İsmail, o günü şöyle anlatacaktır:

    Emine’nin ıslak yanaklarını ellerimle kurulamaya uğraşıyorum ama damlaların ardı arkası kesilmiyor… Gecenin geç bir saati. Kızımız Arya beş yaşında olmalı, yatağında uyuyor. Emine, yüzünü peçeteyle silerken Almanya’yı neden kirletmek istediğinden söz ediyor... İlkokul öğrencisiyken neden Türkiye’nin temiz, Almanya’nın pis olmasını istediğini şöyle açıklıyor: Türk olduğumuzdan sevilmiyorduk. Sadece Türkleri değil diğer yabancıları da sevmezlerdi ama Türklere ayrı bir düşmanlıkları vardı. Ya da ben çevremdekilerden Almanların, kendi dindaşlarını sevip bizim gibi Müslümanlara karşı özel bir düşmanlıkları olduğunu duyduğumdan kendimce, Almanya’nın A’sına bile düşmanlık geliştirmiştim... Haliyle ben de onları sevmiyordum, bütün Almanlardan uzak durmak istiyordum. Zaten onlar bizden hep uzaktı, aralarına almak istemezlerdi. Pis olduğumuzu, hastalık taşıdığımızı, hiçbir şeye layık olmadığımızı, tarikat kültüründen geldiğimizi, kızlarımızı parayla sattığımızı, ahlaklı görünüp daha çok kazanç için pezevenklik, orospuluk bile yaptığımızı, eroin alıp sattığımızı, suça bulaştığımızı, aptal olup potansiyel suçlu olduğumuzu, hükümetin suçları, yanlış politikaları nedeniyle baş belası olup aralarına katıldığımızı düşünüyor olmalıydılar. O zamanlar bunları anlamıyordum, çocuktum, neler olup bittiğini, neden bu kadar horlandığımızı nereden bilecektim… Çocuk olarak sadece hislerimden edindiğim bilgiler vardı. Duygularım Almanya'nın acımasız olduğunu söylüyordu… Hitler’i tanımadan, Yahudi soykırımını

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1