Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl
Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl
Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl
Ebook406 pages5 hours

Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl, Bir Barmenin Anıları'nda, Ahmet Sapaz'ın 14 Şubat 1976'da Centilmenler Kulübü'nde barmen olarak işe başlamasından, 28 Şubat 2014'te emekliye ayrılmasına kadar geçen 38 yıllık süre boyunca tuttuğu günlükler yer alıyor.

Bu günlüklerde Sapaz, Londra'nın merkezi St. James'te yer

LanguageTürkçe
Release dateDec 4, 2022
ISBN9781913961251
Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl

Related to Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl

Related ebooks

Reviews for Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Bir Barmenin Anıları, Oxford & Cambridge Centilmenler Kulübü'nde 38 Yıl - Ahmet Sapaz

    ¹ konuşmaya başlamaları bu kitabın zengin içeriğinin kaynağıdır. Zaman zaman Kulüp üyelerinin konuşmalarına kıyısından, köşesinden ben de dahil olup bir şeyler söylesem de çokça onları dinlemeyi tercih ettim. Benim alınacağım bir şeyler söylediklerinde ise sen alınma sen de bizdensin diyerek gönlümü alırlardı. Bunlar genellikle Türklerle, yabancılarla veya Müslümanlarla ilgili mevzular olurdu. Bu konulara da kitabımda bolca yer verdim.

    Kitapta yer alan hadiseler, canlı canlı yaşanmış olaylar olup içine sonradan hiçbir kurgu katılmamıştır. Sansür yoktur, insanları karalama düşüncesi yoktur.

    Ömrümün sonuna kadar unutmayacağım bu değerli insanları anarken hepsine ayrı ayrı saygılarımı sunar bu dünyadan göçenlere ise Tanrı’dan rahmet dilerim. Var olasın Oxford and Cambridge Club!

    God bless you!

    ²

                                                                                        ***

    Otelcilik okuluyla başlayan maceram

    Bütün çalışma hayatım, sonu bilinmeyen tesadüfi adımların beni bir yerlere sürüklemesiyle geçti. Hiçbir zaman kendime bir hedef koyup o hedefe ulaşmak için planlı adımlar atmadım. Rüzgâra kapılmış bir yaprak misali gelişmelerin beni bir yerlere götürmesi ve sona ulaştırması genel anlamda hayatımın özeti olmuştur.

    Kasabamda ortaokuldan mezun olduktan sonra gidebileceğim yatılı ve parasız okul ararken kısmetime Otelcilik Okulu çıktı. O dönemde bu okulun ne gibi bir işlevi olduğunu elbette bilmiyordum. Her şeyi okula kaydolduktan sonra kavramaya başladım. Buranın ülkede yeni keşfedilmiş turizm endüstrisine kalifiye personel yetiştirmek için kurulmuş bir okul olduğunu zamanla öğrenecektim. Fakat benim böyle bir sektörde çalışmak gibi bir hevesim yoktu. O zamanki aklımla beklentim mütevazı bir memur olmaktan başka bir şey değildi. Hatta kaydolduktan sonra içime çöken sıkıntıdan dolayı okuldan kaçmak istedim. Neyse ki ağabeyim ve okulda memur olarak çalışan Gülay Karamürsel ablanın çabalarıyla bu fikrimden vaz geçtim.

    Anlayacağınız bilmediğim ve çabuk ısınamadığım hizmet sektörüne zorlanarak dahil oldum. Ama biraz ısındıktan sonra kaderime boyun eğip sevmeye ve hayatımın gidişatını bu kadere teslim etmeye karar verdim.

    Çok geçmeden de Türkiye’nin o yıllarda en güzel oteli olan İzmir Büyük Efes otelinde çalışmaya başladım. Üç yıllık yaz tatillerimde bu otelde hem stajımı yaptım hem de mezun olduktan sonra daimî personel olarak çalışmaya devam ettim. Otelin birçok departmanında çeşitli sürelerle görev alarak deneyim kazandım. Muhasebe servisi, restoran komiliği, garsonluk, gece barmenliği derken yirmi ay sürecek olan vatani görevim başladı.

    İlk üç aylık acemi eğitiminden sonra askerliğimi Ankara Subay Orduevi’nde hizmet eri olarak tamamladım. Bu sırada yurtdışına gitmek fikri yavaş yavaş ağır basmaya başladı.

    Otelcilik Okulu’nda okurken meslek dersi öğretmenimiz Mrs. Lilian Baker,  İngiliz Otel ve Restoran İşverenleri Derneği (The British Hotels and Restaurants Association) ile ilişkiye geçerek birçok yeni mezun arkadaşımızın İngiltere’de iş bulmasına vesile olmuştu.

    Süreç gayet basit işliyordu. Tek yapmamız gereken, meslekte çalıştığımıza dair bonservisler alarak bu derneğe ulaşmaktı. Dernek bu müracaatı değerlendiriyor, üyesi olan otel ve restoran yöneticileriyle temasa geçerek ilgili kişiye iş buluyordu.

                                                                                        ***

    The Grosvenor House Hotel

    Vatani görevimin bitmesine yaklaşırken bu adı geçen meslek kuruluşuna bir mektup yazarak iş müracaatında bulundum. İstedikleri bazı belgeleri göndererek birkaç yazışmanın neticesinde The Grosvenor House Hotel adlı otelde bana iş buldular. Kısa bir süre sonrasında da çalışma iznimi göndererek İngiltere’ye gitmemin yolunu açmış oldular.

    1970 senesinin Aralık ayında, üç gün süren bir tren yolculuğundan sonra Londra’ya geldim. Beklentilerim çok yüksek, karşılaştığım gerçekler ise bambaşkaydı. Otelin ödediği haftalığım ile kıt kanaat ancak geçinebiliyor, haftalığım olan 13 sterlinden elime ancak 11 sterlin geçiyordu. Oda kirası, otobüs – tren ücreti, çalışmadığım zamanlardaki yemek içme masrafı derken kazancım kıt kanaat yaşamaya bile ucu ucuna ancak yetiyordu.

    Genel anlamda çalışma şartları iyiydi, ama burası bana gelecek için hiçbir şey vadetmiyordu. Otelde bir süre çalıştıktan sonra ödeme şartları daha iyi olan restoranlarda iş aramaya başladım. Tanıdığım bir iki arkadaşın yardımlarıyla önce Garners Steak House grubunda iş buldum. Çalışma şartları fena değildi; haftalık kazancım, otelle kıyaslanınca ikiye katlanmıştı.

    Bu zaman sürecinde sınırlı olan İngilizcemi geliştirmek için dil okuluna gitmeye başladım. Gidişat iyiydi lâkin turist sezonu geçince işlerin azalmasıyla birlikte haftalığım da düştü, böylece tekrar iş aramaya başladım.

                                                                                        ***

    London Eating Houses Group

    Bu sefer, bir başka restoran grubu olan London Eating Houses Group adlı şirketin Texas Pancake House adlı şubesinde iş buldum. Bir süre çalıştıktan sonra çıtayı yükselterek aynı şubede ikinci yönetici olarak çalışmaya devam ettim.

    Maaşım aynı kalsa da çalışma saatim hafta 60 saati geçmeye başladı. Gençliğin verdiği dayanma gücü zorlanmadan şartlara adapte ediyordu beni. Şirket çıtayı yükselterek grubun Steak House restoranında beni birinci yöneticiliğe yükseltti ki gidiş benim için baklava kaymaktı. Ama ne var ki 70’li yılların ilk yarısında İngiltere çok çalkantılı bir süreçten geçiyordu; işçi – işveren sürtüşmeleri, grevler, ekonomik sıkıntılar derken bizim şirket 1975 yılında battı.

    Bünyesinde farklı sınıflardan doksana yakın restoran şubesi barındıran şirket üç gün çalışma kısıtlamalarından çok etkilendi. Müşteri potansiyelini yitiren bu işyerleri, işçi – işveren sürtüşmeleri, grevler derken sabit giderlerini bile karşılayamaz oldular. Böylece patron bütün restoranlarının kapısına kilit vurdu.

                                                                                        ***

    İngiltere’ye Gelişim ve İlk İş Deneyimlerim

    İsterseniz filmi biraz başa alalım ve bu dönemi bir röportajımda nasıl anlattığıma bir bakalım:

    İngiltere’ye göç etmeye nasıl karar verdiniz?

    Türkiye’deki imkânsızlıklardan kaynaklandı. Ben köylü çocuğuyum. Ortaokuldan sonra hepimiz yatılı okul aradık. Bunlardan kimisini kazanamadık, kimisine yaşımız tutmadı. Baktık sona gelmişiz; iki okul kalmış. Bunlar, daha önce adını sanını hiç duymadığımız Tapu Kadastro Lisesi ve Otelcilik Okulu idi.

    Kasabada bir tane otel var işte. Bunun okulu mu olur? Fakat okulun parasız yatılı olması cazip geldi. Bizim başladığımızda 1964’te ilk mezunlarını verdi. Biz okula kaydolduğumuzda yeni mezun olanlar –hepsi toplasan otuz kişi- okula gelmeye devam ediyorlardı. Çünkü iş bulamamışlar, bize kardeşim boşuna öldürmeyin senelerinizi, yol yakınken dönün, başka okullara gidin diyorlardı. Benim moralim bozuldu, abime okuldan kaçacağım diye haber gönderdim. Ertesi gün yıldırım gibi geldi. Oranın sekreteri vardı Gülay Abla, benim yakınım, nur içinde yatsın. Abimle ikisi beni ikna etmeye çalıştılar kaçmayayım diye. Abimin de kafası karıştı, çünkü bizde işi devlet veriyor. Devlete sırtını dayamadan bir şey olmuyor. Bu okulda ise öyle bir şey yok. İşi de sen bulacaksın, işvereni de sen bulacaksın. Ben de bu sırada 26. sıradan yedek olan aynı köyden arkadaşım Hasan’ın da okula aldırılmasını istedim. Gülay Abla, uğraşacağım dedi. İki hafta sonra Hasan da geldi. Kulakları çınlasın, şimdi o da İngiltere’de başarılı bir iş adamı. 

    Mezun olduktan sonra Türkiye’nin en büyük otellerinden biri olan İzmir Büyük Efes Oteli’nde staj ayarladım. İki yıl orada çalıştım. 1969 yılının ocak ayında askere gittim. 20 ay askerlik yaptım. 

    Öğretmenlerimizin bir kısmı yabancıydı, onlar bize yol gösteriyordu. Okuldaki eğitim dili normalde Fransızcaydı; ama Amerikan Kültür’e giderek çat pat İngilizce öğrendim. Onun verdiği cesaretle İngiltere’ye iş başvuruları yapmaya başladım. Grosvenor House Hotel vardı Park Lane’de, İngiltere’nin en büyük hoteliydi o zamanlar. Yazıştığım British Oteller ve Restoranlar Birliği bana orada 13 sterlin haftalıkla iş buldu. Dışarıdan geleni sıfırdan başlattıkları için komi olarak başlayacaksın dediler. Kabul ettim. 

    Böylece İngiltere maceranız başladı. Gelişiniz nasıl oldu?

    Çalışma iznimin kâğıdı aralık ayının başında geldi. Ankara’ya gittim pasaport aldım. Tren bileti aldım, astronomik fiyatlarla. Tren Belçika’da bizi indirdi. Vapurla üç saat yolculuk ettik. Geçtik Dover’e pasaport kontrolüne. Polis, gerçekten meslek erbabı mıyım diye beni sorguya çekti. Bana aç elini dedi. Şöyle baktı sen otelci olamazsın, ellerin nasırlı dedi. Köyde iki ay çalıştığımı söyledim. Tercümana sor bakalım dedi. Ben o sırada ecel terleri döküyorum. Geri gönderilme ihtimalim de var. Cebimde de sadece on dolar var. Hiç İngilizce biliyor musun? dedi. Artık nasıl olduysa, yes, I do dedim memura. Artık tercümanı görmüyorum ben. Bir iki bir şeyler daha sordu, yes, no bir şeyler söyledim. I’m sorry dedi. Birden değişti, çabuk tren kalkıyor yetiş dedi.  Koşa koşa yetiştim. Victoria Tren İstasyonu’na gidecek trene bindim, ama benim maneviyatım sıfır. Cebimdeki 10 dolar, 4 sterlin 20 kuruş etti. Trenden indim, otele gitmek için taksi bakıyorum. Bir adam çıktı karşıma, Türk olduğumu sormadan Türkçe gemide senden başka Türk var mıydı? dedi. Var dedim. Dört veya beş kişi vardı. Daha sonra onları görmedim dedim. Seni kim getirdi buraya? dedi. Kendim geldim deyince Hadi oradan be dedi. Sen kimi kandırıyorsun? Meğer o dönem, mafya çalışma izni başına beş bin lira alarak bu işin ticaretini yapıyormuş. 

          Otele varınca ne yaptınız?

    Taksi ile otele gittim. Beş altı katlı, blok blok birbirine bağlı bir bina. Türkiye’den geldim dedim. Memur gitti, bir dosya buldu. Nerede kalacaksın? diye sordu. Bilmiyorum dedim. Bu sefer paran var mı? diye sordu. Dört sterlinden geriye kalanları gösterdim. Gene kafasını salladı. Çattık belaya diyor içinden. Fakat mektuplarında size yer bulmanız konusunda yardımcı olacağız diyordu. Beni Earls Court’ta Barkston Gardens sokağında P.M.Boy’s Club’a gönderdiler. Yeri otobüs ile buldum. Sakallı bir adam karşıladı beni. Bir oda gösterdi. Burada başka biri daha kalıyor, geçici olarak beraber kalacaksınız dedi. Üç dört gün uyumamışsın, tren yolculuğu yapmışsın. Bedenen çökmüşsün. Ertesi gün yani yılbaşı günü otele gittim. O zaman burada yılbaşı resmî tatil değildi. Elime bir kâğıt verdiler, sigorta kurumuna ve yabancılar polis şubesine kayıt yaptırmam için gitmemi istediler. Ben buraları bulamam dedim. Bereket o işleri bir şekilde hallettim. Bana iki gün izin verdiler. Pazartesi başlayacaksın dediler. Ben kaldığım yeri bulurum dedim içimden, taksiye para vermek istemiyorum. Otobüse bindim, yanlış durakta indiğim için kayboldum. Sonra yürüyerek otele geri geldim. Bulamadım dedim. Demişlerdir ne salakmış bu da… Yolun krokisini çizip bana verdiler. Öylelikle buldum yolu. 

    Acemilik çok kötü bir şey değil mi?

    Dünyanın neresine gidersen git, bir tanığın, bir rehberin olacak. Yoksa bocalar kalırsın. Çok sıkıntı çekersin, çok zorluk çekersin. Bu yüzden sonradan buraya gelenler hiç bizim kadar zorluk çekmediler. Hazıra geldiler, çünkü burada kurulu bir düzen vardı. Bir de işin garibi hepsi aynı bölgenin, belki de aynı kasabanın insanları. Emmi - dayı ilişkisi hâlâ devam ediyor. 1989’dan sonra gelenler böyledir. Önce gelenlerin durumu biraz farklıydı. Onların da tanıdıkları vardı, ama benim geldiğim yıllarda kimse yoktu. İngiltere’deki bizim toplumun mayasını ilk biz oluşturduk.

    İlk işinizde ne kadar süre çalıştınız?

    Otelde üç ay çalıştım. 13 sterlin haftalık alıyordum. Hesap ettim; bir senede 200 sterlin biriktiremiyorum. Daha önce çıkacaktım. Beni korkuttular. Yugoslav göçmeni ve Kıbrıslı iki Türk vardı. Dediler ki, çıkamazsın. Çıkarsan senin çalışma iznini iptal ederler. Senin iznin şartlı ve burada üç ay çalışmanı bağlıyor. Kaldım tabii çıkamadım. 

    Bir ara konsolosluğa gittim. Beni gönderin buradan dedim. Giderim Türkiye’ye bir memurluk bulurum, diyorum içimden. İyi kötü bir meslek lisesi mezunusun. O yıllarda iş bulunuyordu. Konsolosluk memuru şaşırdı. Biz bir şey yapamayız kardeşim dedi. Konsolosa götürdüler beni, bak arkadaş dedi, ben seni gönderemem buradan, aklını başına topla. Bir defa buraya gelince gidilmez, ikincisi ben seni göndermek istesem bile ilkin seni ancak Brüksel’e kadar gönderebilirim. Brüksel’de ineceksin, gideceksin Türk Konsolosu’nu bulacaksın. Oradan bir bilet alacaksın, misal Köln’e kadar gideceksin. Oradan da başka bir bilet bulacaksın, bu şekilde dilenci vapuru gibi gidersin dedi. Sonra da şu arka sokakta Wimpy dükkânı var, git onlarla konuş, oradakilerin hepsi Türk, sana yardımcı olurlar dedi.

    Böylece Wimpy maceranız başladı.

     Wimpy’ci Ali Usta meşhurdu o zamanlarda. Yetmişli yıllarda nerede görsen bu Ali Usta’nın dükkânı derdin; gösterişli, kırmızı-beyaz logolu, fiyakalı dükkânları vardı. Şehrin en gözde caddelerinin en gözde köşelerini tutardı. O zamanlar yeme içme yerleri yok denecek kadar azdı Londra’da. Allah, Ali Salih Usta’ya bir kere ya yürü kulum demişti. Dur durak yok, Ali Salih Usta’nın London Eating Houses Group Ltd. adlı şirketi her yıl beş on yeni restoran açıyordu Londra’nın en gözde semtlerinde. Wimpy, pancake, steak houselardan oluşan yetmişin üzerinde dükkânı vardı. 

    Wimpy’ci Ali Salih Usta’nın dükkânlarından birine gittim. Merhaba dostlar, kimsin, nesin derken bizi bilirsin iki dakikada kaynaşırız. Hotelde kaç lira alıyordun? dediler. 13 lira dedim. Yav, manyak mısın? dedi bir tanesi. Biz 30 lira alıyoruz burada. Üstelik benim 13 lira da brüt, net de değil. Bak dediler. Bu bölgenin sorumlusu var, patronun kardeşi. Kensington High Street’te, Steak House var, Pancake House var, oraya git Hasan Usta’yı gör dediler. Hasan Usta’ya vardım. İşten çık, gel dedi. Üç ay sonra tekrar gittim. Beni Nothinghill Gate’de bir Wimpy’e verdi. Oranın menajeri Hayati Bey’di. Bana da bir kırmızı ceket verdiler, koşturuyoruz artık Wimpy’de. Biz klas yerlerde çalışmışız, bu işin okulunu okumuşuz; fakat orada yaptığımız iş gel-gitten ibaret. Sabah saat 10’da başlıyorsun gece 11’e kadar. Bu 5 gün, 6 gün değil 7 gün. Mola yok. 

    Bu yoğun tempoya dayanabildiniz mi?

    Bana oda bulmada yardımcı olan Sökeli İrfan Meydan diye bir arkadaş vardı. Beni gördü bir gün, Ahmet dedi. Sen nerelerdesin? Anlattım işte, işten çıktım, Wimpy’de başladım dedim. Yahu sen nasıl yaptın böyle bir şey? dedi. Böyle bir hotelden çıkıp gidip Wimpy’de garsonluk yapmak, inanamıyorum dedi. Ama benim bacaklar da durmadan koşturmaktan dolayı ağrımaya başlamıştı. 

    Ertesi gün geldi, beni Regent’s Street’te kendi çalıştığı Garners Steak House’a götürmek için yöneticiden izin istedi. Yok dedi. Veremem. Kendi aramızda konuştuk. İrfan Ahmet, çıkar ceketi at dedi. Ceketi attık. Vardık oraya. İngiliz yönetici vardı: Mr. Peak. İrfan, beni tembihlemişti hâlâ Grosvenor House Hotel’de çalıştığını söyle, sakın Wimpy’de çalıştığını söyleme diye. Safkan bir İngiliz olan Mr.Peak hızlı konuştuğu için söylediklerinin yarısını anladım, yarısını anlamadım, ama durumu çaktırmadım. Ertesi gün gel dedi. Bereket ertesi gün o yok, yardımcısı olan bir İspanyol vardı. Onunla daha kolay anlaştım. Artık Wimpy’den biraz daha fazla ücret alacaktım üstelik burası daha rahattı. Öğleden sonra boşsun. Dil okuluna gidebilirim. Ve gittim. Bir de buranın müşterisi Wimpy müşterisi gibi değil, oturan müşteri. Burada hem yüzde alıyorsun hem de bahşiş alıyorsun. Böylece bu Steak House’ta 7 ay çalıştım. 

    Sonra yolunuz yine Wimpy’e mi düştü?

    Bu dönemde izinle İngiliz otellerinde çalışmak için gelip orada tutunamayanların yolu hep Wimpy’ci Ali Salih Usta’ya düştü. Oralarda tutunmaları mümkün de değildi. Steak House’da işime son verildi. Ali Usta benim için tekrar umut kapısı oldu. İbrahim Salih diye Türkiye’de okumuş, değerli bir supervisor vardı. Onun yanına gittim. Ahmet seni Pancake’e alacağım dedi. O zaman adı Texas Pancake House diye geçiyor. 

    Beni kısa bir süre sonra ikinci yönetici yaptılar. Saat ücretimiz çıktı 27,5 kuruşa. Ali Usta Londra’yı bölge bölge 5-6 kardeşi arasında bölüştürmüştü. Kardeşlerin en büyüğü Ali Salih Usta’ydı. West End bölgesinin sorumlusu kardeşi Cahit Usta beni Tottenham Court Road bölgesinin ikinci supervisorı yapacaktı ama olmadı. Çünkü harç bitti yapı paydos. 

    Meşhur Wimpy grevi bu dönemde mi başladı?

    Evet. O sırada İngiltere Türkiyeli İlericiler Birliği (İTİB) vardı. Bunlar teker teker Wimpy’lere girdiler ve beyin yıkamaya başladılar. Ali Usta’nın işçilerine kardeşim diyorlar. Senin şu hakkın yok, bu hakkın yok.  İnsanların kafalarını karıştırmaya başladılar. Bir de o dönemde İngiltere’de haftada üç gün kısa gün çalışma uygulaması başladı. Çünkü kömür madenlerindeki grevlerle ülke kaynıyor. Bunlar örgütlendikçe kafa tutmaya başladılar. Aynı zamanda Transport and General Workers Union ile temasa geçerek sendikayı da arkalarına aldılar. O zamanlar bir işveren için sendikaya kafa tutmak ipini hazırlamak demekti. Sendikaların İngiltere’de en güçlü olduğu dönemler bunlar. 

    Bu arada Ali Salih Usta ipin ucunu kaçırmış. Her yere takım halinde restoranlar açıyor. Buralar şehrin en gözde yerleri. Sayıları arttıkça artıyor. Cesarete bak, inanamazsın. Buna deli cesareti derler. Demek güven vermiş ki bankasına, istediği kadar kredi alabiliyor. Ama ne stok kontrolü var ne merkezi kontrol. Şubelerin kârlılık düzeyi ölçülmüyor, bilinmiyor. 

    Aynı zamanda şubelerde sendika baskısı artıyor. Ali Salih Usta biz menajerleri ve bazı önemli personeli bir Steak House’da topladı. Çocuklar dedi. Ben sendikaya karşı değilim ama burada beni yıkmak isteyen bir çeteyle karşı karşıyayız. Bunlar kendi kafalarındaki düzeni benim üzerimde kurmak istiyorlar. 

    Sonuç olarak bir yandan kardeşleri götürdü, bir yandan personel götürdü, bir yandan da personelin içine giren militanlar işleri baltaladı. Bilhassa büyük şubelerde çok büyük yolsuzluklar oldu. Düşünebiliyor musun, 1973’te üç günlük hasılat olarak 2 bin sterlin yatırıyordum bankaya. O zaman bir servet bu. Stoke Newington’da gördüğün şu evler var ya, o zaman 4 bin 500 sterlindi. O zamanlar restoran yok, müşterileri sıraya sokardık, 20 metre sıra olurdu. Ama neticesi hüsran oldu. 

    1975’te şirketin muhasebecisi demiş ki hiç çare yok, alacaklılar el koymadan hepsine kilit vuracaksın. Çünkü son zamanlarda faturalarını ödeyemedikleri için bizden nakit toplamaya başlamışlardı. Türkiye’deyim memlekete gitmiştim. Orada gazetede gözüme ilişti, baktım Wimpy Kralı Ali Salih Usta iflas etti yazıyor. Böylece Ali Salih Usta’nın sonunu Türkiye’de öğrenmiş oldum. Ben bir kez daha işsiz kaldım. 

    (Röportaj: Tuncay Bilecen, Bisikletli Gazete, Londra, 2020).

                                                                                        ***

    Oxford and Cambridge Club

    İşsiz kalmıştım. Yeni bir iş ararken Bayswater semtinde City Hotels grubunun Henry The Eight adlı otelin restoranında başgarson olarak işe başladım. Haftada üç gün çalışma sistemi devam ediyordu. En azından kış sezonunu bu otelde çalışarak geçiririm derken arkadaşım Hasan Saat çalıştığı Kulüp’ün baş barmeninin işten ayrıldığını söyledi ve bu pozisyon için gidip görüşmemi tavsiye etti.

    Kulüp, Hasan’a tanıdığı, güvenilir bir arkadaşının olup olmadığını sormuştu. Birlikte Kulüp’ün ana barını çalıştıracaktık. Tamam deyip ikinci yöneticiyle görüşmeye gittim. Sunulan şartları uygun bularak Kulüp’te çalışmaya başladım.

    Arkadaşım kendi iş yerini kurmak için bir ay sonra işten ayrılıp gidince artık Kulüp’ün barını çalıştırma sorumluluğunu üstlenmek bana kalmıştı. İngiliz eğitimli sınıfının bir sosyal tesisi olan yeni işyerim Oxford and Cambridge Club adıyla faaliyet gösteren küçük bir oteldi aynı zamanda. Kulüp’ün müşterileri İngiltere’nin iki köklü, geleneksel üniversitesinin mezunlarından, seçkin insanlardan oluşuyordu. Yaklaşık dört bin üyesinin yanı sıra başka şehirlerden ve ülke dışından gelen farklı kulüplerin üyeleri de müşteriler arasındaydı.

    Kulüp kâr amaçlı çalışmasa da elde edilen gelirin giderleri karşılamaya yetmesi gerekiyordu. Kulüp’ün yöneticileri gene Kulüp’ün kendi üyelerinin içinden seçilmiş ya da davet edilmiş insanlardan oluşuyordu. Yani Kulüp’ü bir komite yönetiyor, idari yapısı itibariyle de ücretli çalışan personel ve yöneticileri hizmet çalışmalarını yürütüyordu.  Personel kadrosunun başında bir müdür yani Kulüp Sekreteri vardı.

                                                                                        ***

    Mülakat

    Benimle mülakat yapan ve işe alan kişi idari yapıda statüsü ikinci sırada olan House and Staff müdürü olan Miss Kity Clarke’tı. Benden önce Kulüp’te çalışan bir iki Türk personelin bıraktığı izlenim Türklere karşı bir sempati yaratmış, bu da benim işe alınmamı olumlu olarak etkilemişti.

    Görevim Kulüp’ün ana barını çalıştırmak ve bana gelen üyelere içecek servisi yapmaktı. Üyelerle birbirimize ısınma sürecimiz geçtikten sonra son derece olumlu bir çalışma hayatım oldu. Onlar beni sevdiler ben de onları sevdim.

    İngilizlerin geleneksel yönetici sınıfının arasında bulunmak bir ayrıcalıktı. Bu değerli insanlardan; kibarlığı, haddini hukukunu bilmeyi, mütevazılığı, ölçülü davranmayı öğrendim.

    Yıllarca bu seçkin insanların konuşmalarını ve sohbetlerini dinledim. Kulüp’ün barı, üyelerin içkilerini içip birbirleriyle şakalaştıkları, tartıştıkları, hoşça vakit geçirdikleri bir mekândı, ben de bu mekânın denetçisi, barmeniydim.

                                                                                        ***

    Günlükler

    Yeni işim

    20 Şubat 1976

    Bugün Kulüp’te ilk haftalığım ödendi.

    Geçen hafta Kulüp’e gelerek iş mülakatı için Miss Clarke’la görüşmüştüm. Konuşmamızın sonunda ne zaman işe başlayabileceğimi sorduğunda hemen demiştim. Çünkü halihazırda çalıştığım Henry The Eight Hotel’e işten çıkış ihtarnamemi vermiştim.

    Benimle konuşan kadın işin şartlarını ve alacağım ücreti açıkladıktan sonra, tamam diyerek kabul ettiğimi söyledim. İşe pazartesi günü başlayacaktım ama Squash Bar’da hafta sonu için çalışacak barmenleri yokmuş. Mümkünse bu hafta sonu çalışabilir misin? diye sorulduğunda buna da evet dedim.

    Böylece işe resmen başlamadan bir mesai çalışması yapıyordum. Maaş olarak haftalık ödemeleri pek dolgun değildi, ama şartları uygundu. Haftalık maaşımı hafta sonu mesaileriyle takviye ederek biraz daha yükseltebileceğimi söylüyordu Miss Clarke. Çünkü çalışma saatlerimiz pazartesiden cumaya olduğu için hafta sonları dahil değildi ama Kulüp yedi gün açıktı. Dolayısıyla üç barmen arasında hafta sonu vardiyasını paylaştırıyorlardı. Bundan böyle yeni işyerim Oxford and Cambridge Club oluyordu.

    Haftalık maaşım brüt 35 sterlin olduğunu söylediyse de hafta sonu ödememe baktığımda haftalığımı 38 sterlinden başlatmışlardı ki biraz daha iyiydi. Ayrıca senelik bonus adıyla toplu bir para daha ödüyorlardı. Bunları üst üste koyduğumuzda aldığım ücret fena sayılmazdı. Bu şartlar altında yeni bir işe başlayarak hayat mücadeleme burada devam edeceğim. İnşallah mutlu olurum!

                                                                                        ***

    İlk kez

    17 Mayıs 1984

    Bugün epeyce bir yorucu çalışmam oldu.

    Mr McDougall, Kulüp’ün genel müdürü, gerçek bir kokteyl sunumu düşünmüştü. Bu sebeple benden yardım istemiş gerekli hazırlıklarımı yapmamı söylemişti. Şimdiye kadar Kulüp’te düzenlenmemiş bir Real Cokteyl gösterisi yapacaktım.

    McDougall, Kulüp kültürüne sürekli yeni yeni bir şeyler katan, yemek ve içki alanında farklı farklı tadımlar sunmak isteyen bir kişiydi. Şimdiye kadar alışılagelmiş bir hizmet olmadığı için barda gerekli araç gereç yoktu. Bunları satın alarak uygun malzemeleri temin etmem gerekiyordu. Real Cockteyl gösterisi Kulüp’ün haber bülteninde Pussyfoots Evening adıyla duyrulmuştu.

    Son on gündür bu işin alışverişiyle, planlamasıyla meşgul oluyordum. Barmenler derneğinden UKBG (UK Bartenders Guild) bir üye arkadaş ayarladım. Kokteyl reçetelerinde bulunan ve Kulüp’te olmayan içkileri temin ederek alt kattaki Marlborough Room’da tezgâhımı kurdum. Etkinliğin ilk defa düzenleniyor oluşu ve bilinmeyen tatların sunulması sebebiyle elli kişinin üzerinde bir üye katılımı oldu. Altı farklı kokteyl reçetesi hazırlamıştım. Bu reçetelerde Türk rakısı ve tekila gibi Kulüp’te bilinmeyen içkiler de kullandım.

    Bilhassa Dream in İstanbul adlı reçete çok ilgi gördü. Daha sonra Kulüp’ün Sekreteri Mr McDougall, şahane der gibi başparmağını kaldırarak teşekkür etti.

    Başarılı gördüğü için bundan sonra senede iki kez kış ve yaz olmak üzere bu etkinliğin devam edeceğini söyledi. Üyelerin memnun oluşu beni de mutlu etti. Emeğim boşa gitmedi.

                                                                                        ***

    Plus Ten Club

    2 Mayıs 1986

    Şu anda saat 6:10, otobüsteyim, Kulüp’e gidiyorum! Bu farklı bir gidiş. Çalışma amaçlı değil eğlenmek için gidiyorum. Bugün öğleden sonra, hafta sonu için pazartesi dahil Kulüp kapandı. 1 Mayıs (May Day) tatili sebebiyle kapalıyız.

    Birkaç yıl önce Kulüp’ün Sekreteri Mr. McDougall, Plus Ten Club adıyla bir grup oluşturmuştu. Kulüp’te on yıl ve üzerinde çalışanlar için organize edilen bir eğlence etkinliğiydi.

    Bu benim ilk katılımım oluyordu. Çünkü on yılımı bu sene doldurmuştum. Bazen sıkıcı, bazen sıkıntılı, bazen de hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi gelip geçti bu yıllar. Kim bilir daha nice yıllar geçecek ya da geçmeyecek şimdiden kestirmek çok zor.

                                                                                        ***

    Çok hoş bir akşam yaşadım. Aşçıbaşı bize lezzetli yemekler hazırladı. Çok kaliteli şaraplar ikram edildi. Bu ikram, üyelerin bizi takdir ettiklerini gösteriyordu. Kendilerine teşekkür ederim.

                                                                                        ***

    BBC söyleşisi

    13 Mayıs 1986

    Bu akşam saat yedi civarında, BBC benimle Kulüp’te bir söyleşi gerçekleştirdi. BBC Radyo’da İngiltere’deki centilmen kulüpleri hakkında bir program yayınlanacakmış. Dolayısıyla bizim Kulüp’ün haricinde diğer bazı kulüplerin yönetici ve üyeleriyle de görüşmeler yapılıyormuş. Önce Kulüp Başkanı Mr. Michael Kaye konuştu. Program yapımcısı, tezgâhın gerisinde çalışan bir personelle de konuşma gereği duymuştu. Kulüp’ün Sekreteri Mr. McDougall durumu bana bildirdi. Konuşabilir misin? diye sordu. Benim açımdan bir mahsur yok dedim. Mr. Kaye’in konuşmasının ardından bir centilmen olan program yapımcısı Mr. Acheson beni sandalyeye oturttu! Yaklaşık kırk beş dakika süren uzunca bir söyleşi gerçekleştirdik. Birçok konuda birçok soru soruldu, ben cevaplandırdım. "Söyleşi 20 Temmuz 1986 Pazar günü saat 11:15’te BBC Radyo 4’te çıkacak dendi, nitekim öyle de oldu. Daha sonra bir Norveçli üyemiz senin sesini tanıdım" dedi. Programı BBC World Service’ten dinlemiş.

    Not: Bu radyo kaydını daha sonraki zaman ve yıllarda defalarca tekrar tekrar yayınladılar. (Program yapımcısı Mr. F.R. Acheson, The Producer, BBC.) 

                                                                                        ***

    Çok yazık oldu!

    4 Haziran 1986

    Bugün yalnız çalıştım, arkadaşım Hamit, hanımını hastaneye yatırdığı için işe gelemedi. Aslında bugün onun uzun çalışma vardiyasıydı. Çalışmak mesele değil de Hamit’in sorunu büyüktü. Doktorlar hanımı Fatma’yı iyi bulmamışlardı. Yapılan kan tahlilleri neticesinde çok ciddi bir sonuç çıkmıştı. Hamit bir ara Kulüp’e geldi ve hanımının durumunu anlattı. Çalışma düzeninde idareden tolerans bekliyordu. Doktorlar, hanımının durumunun ciddi olduğunu, fazla bir ömrünün kalmadığını belirtmişler. Yine de hastalığın tedavisine ilişkin araştırmalarına devam edeceklerini söylemiş, kesin bir teşhise henüz varmamışlardı. Hamit çok üzgündü.

                                             

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1