Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Okul Psikoloğunun Anıları 3
Okul Psikoloğunun Anıları 3
Okul Psikoloğunun Anıları 3
Ebook287 pages4 hours

Okul Psikoloğunun Anıları 3

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Saat 10:12 günlerden Çarşamba
Nimet Hanım geldi. Öğrencilerin, müdürün yeni aldığı arabasının sağ tarafını çiviyle çizdiğini anlattı.
*
Geçen yıl mezun ettiğimiz erkek öğrencilerin müdürün odasına bakarak sigara içtiğini söyleyenler oldu. Sigara nedeniyle dayak yiyenlerin bu şekilde intikam aldığı konuşuluyor.
*
Pek çok öğrenci ileride mafya olmak istediğini söylüyor. Doktor, avukat, mühendis olmak isteyen kalmadı. Nedeni televizyon dizileri olsa gerek. Mafya olmak için sınav kazanıp para bulup okumak gerekmiyor. Yoksul öğrenciler de bunu bildiğinden kısa yoldan güce, paraya kavuşmak istiyor olmalılar.
*
Müdür yardımcısı, Volkan’ın bilgisayar odasının kapısını çarparak okulu terk ettiğini, giderken de mafya olup bütün öğretmenleri öldürüp okulu da yakacağını söylediğini dile getirdi.
*
Volkan’dan haber alınamıyor.
*
Volkan’ın babası geldi. Oğlunun nerede olduğunu bilemeyeceğini söyledi. Bırakın kayıp bildiriminde bulunmak için karakola gitmeyi, arabanın altında kaldığını duysam arkamı dönüp bakmam, böyle evlat olmaz olsun, dedi.
*
Müdür söyledi; dün gece yarısından sonra okula hırsız girmiş. İdare odalarındaki bilgisayarları çalmışlar. Bilgisayar odasını da zorlamışlar ama girememişler. Çaldıkları bozuk paraları bile döke saça kaçan acemi hırsızların eski öğrencilerimiz olabileceği konuşuluyor.
*
Saat on bire doğru polis telsizlerinin sesi duyuldu. İki polis müdürle konuştu. Kırılan kapıları, camları incelediler, tutanak tutup gittiler.
*
Müdür, dedektif gibi hırsızları aramaya çıktı. Önce okul geneline şu bilgiyi yaydı. Güya hırsızlar parmak izi bırakmıştı. İzlerin kime ait olduğu kapı ve pencere kollarının, koparılmaya çalışılan kabloların titizlikle incelenmesi sonucu tespit edilmişti. Çok sürmeyecek polisler okula gelecek, sınıftaki hırsızları tuttuğu gibi karakola götüreceklerdi... Ancak, bilgisayar hırsızları, suçlarını itiraf ederlerse müdürün onlara affetme ihtimali vardı. Böylece hapis yatmaktan kurtulma olanağı doğacaktı.
*
Bilgisayar hırsızları, birbirlerini ihbar etmek suretiyle kendilerini ele verdiler. Volkan’ın da hırsızlar arasında olduğu söyleniyor.
*
Müdür yardımcısı geldi. Mezun ettiğimiz ve şu anda eğitimlerini yaptığımız öğrencilerin hırsız olduğunu, kim bilir başka kimlere zarar verdiklerini, gelecekte belki de üç kuruş için cinayet işleyeceklerini, bunun hepimiz adına büyük bir utanç anlamına geldiğini söyledi.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateApr 10, 2021
ISBN9781005709235
Okul Psikoloğunun Anıları 3
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Okul Psikoloğunun Anıları 3

Related ebooks

Reviews for Okul Psikoloğunun Anıları 3

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Okul Psikoloğunun Anıları 3 - Yusuf Solmaz

    Okul Psikoloğunun Anıları

    İçimdeki Yara

    3. Kitap

    Yazan: Yusuf Solmaz

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve ortaöğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    *

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgu karakterlere aittir.

    *

    Birinci Yayın yılı: Nisan 2021/ İzmir

    1

    Değerli sosyal medya kullanıcıları, pandemi günleri hayatınızı nasıl etkiledi, geleceği olan umutlarınızı azalttı mı, maddi manevi pek çok açıdan hayatınızı alt üst etti mi diye sormayacağım… Ben de sizin gibiyim ve ne yapacağımı bilemiyorum. Kafam öyle karışık ki… Hiç virüs yokmuş gibi yaşayanları düşünüyorum da kendime hayret ediyorum. Bu konuda da toplum ikiye bölündü. Bir kısmı salgının varlığına inanmaz gibi davranıyor. Maske takmıyorlar mesela… Camide kalabalıkla namaz kılıp ya da parti mitinglerinde boy gösteriyorlar. En çok da kalabalığa girmeyin, bir araya gelmeyin, düğün yapmayın, sinema, tiyatro, eğlence mekanları kapalı, evinizde kalın! deyip yasa çıkaranlar kuralları ihlal ediyor. Bir devlet düşünün ki kendi kuralına uymasın. Böyle bir ortanda elbette kaos olur. Bu kuralsızlık içinde güya virüse karşı önlem almaya çalışıyoruz. Daha doğrusu önlem alıyormuş gibi yaparak kendimizi kandırmaktayız.

    Bugünlerde atmış beş yaş üstü olanlara aşı yapılmakta olduğu haberlerini okuyorum. Devletin depolarında beklerken kaybedilen, yasal olmayan yolla satışı yapılan, dolandırıcılık amacıyla piyasaya sokulan sahta aşılar olduğundan da söz edilmekte… Herkes aşı beklerken, önemli kişilerin gizlice çoktan aşılandığı da konuşulanlar arasında… Sağlık ve eğitim alanında öyle karmaşa var ki, ne hastanelere güven kaldı, ne de eğitimi yönetenlere… Eğitimin bittiği, yoksulların ölüme terk edildiği, işsizlerin ekmek bulamadığı konuşulsa da çare olabilecek merci yok… Kendimizi kandırmayalım, görünürdeki tarikat temelli yönetici kadrolar, anayasayı da dikkate almadıklarından yok hükmünde sayılırlar. Bu kadro, düşünce özgürlüğünden başlayarak, özgürlük alanlarını ortadan kaldırdı, sadece kâğıt üzerinde bıraktı. Bununla kalmadı psikolojik baskı mekanizmasını genişletip güçlendirdi… Görünürde birkaç özgür medya kaldı. Bazen onların da büyük yalanın, demokrasi tiyatrosunun parçası olduğunu düşünüyorum. Olmayan fikir özgürlüğünü, bu birkaç gazeteyi, televizyon kanalını öne sürerek var gibi göstermeye çalışıyorlar. Fikir özgürlüğü yoksa, bunlar nasıl konuşabiliyor? diyerek milletin aklıyla dalga geçmekteler…

    Böyle bir ortamda size de anı anlatmak, roman, şiir, öykü yazmak saçma gelmez mi? Bazen herkes uçurumdan yuvarlanmak üzereyken, hayatımı yazmaya çalışmam kadar saçma ne olabilir, dediğim oluyor. Demek ki içimde kurtulacağımıza dair gizli bir umut taşıyorum. Aksi taktirde susmam, yazmamam gerekirdi… Her neyse… Konumuza dönelim…

    Sevgili sosyal medya dostlarım, bugün sizlere okuduğum, yayınlanmadığından piyasada bulamayacağınız bir romandan söz edeceğim. Adı: İçimdeki Yara… Yazan, meslektaşım, emekli okul psikoloğu Mehmet Ali Mavisoydan’dır… Mavisoydan, romanını, birkaç bölüm yazdıktan sonra bana getirdi. Okuyup değerlendirme yapmamı istiyordu… O da benim gibi pandemi var, dünyanın sonu geldi, geliyor, demeyip roman yazmaya çalışıyor.

    Şimdi bu romanın elimdeki bölümleri hakkındaki düşüncelerimi yazmak istiyorum. Öncelikle şunu söylemeli. Romana konu olan olayları beğendim… Eksiği yok mu? Olmaz olur mu? Her yazının eksiği olur. Mehmet Ali Mavisoydan, edebiyatçı değildir… Çalıştığı yıllarda hikâye, şiir yazarak değil, zamanının çoğunu hakkındaki yerli yersiz soruşturmalara cevap yazarak geçirir, davadan davaya koşup dururdu. Boş vakit bulup edebiyatla ilgilenebilmek için emekli olması gerekti… Önce birkaç öykü denemesinde bulundu… Hızını alamamış olacak ki romana başladı…

    *

    Öncelikle şu soruya cevap vereyim… Roman adını nereden alıyor? Nusret adındaki öğretmen, seneler önce bir cinayetin azmettiricisi olduğuna karar verir… Nusret, mesleğe küçük bir kasabada lise öğretmeni olarak başlamıştır. Emekli olduktan sonra Behiye adındaki öğrencisinin nasıl intihar ettiğini hatırlar. Babasını okula ben çağırdım, kızını dövmeyen dizini döver, dedim. Bu yüzden Behiye baba baskısına dayanamayıp çareyi intiharda buldu. Tıpkı kardeşim Ümran gibi… Ümran da anlayışsızlık kurbanı oldu… der. Geçmişte neler olduğunu hatırlamaya başlar.

    Nusret, aslında hukuk fakültesi mezunudur, iş bulamaz, başvurduğu her kapıdan eli boş döner. Bir süre sonra diplomasına uygun iş aramaktan vazgeçecektir. Büro açacak maddi gücü de olmadığından öğretmen olmaya karar verir. O yıllarda bakanlık, üniversite diploması olanları öğretmenliğe kabul etmektedir. Bu yüzden Nusret, okulların kendisi gibi liyakatsiz eğitimcilerle dolup taştığını dile getirir. Bunun suçlusu biz değiliz, İşsiz üniversiteliye niye öğretmen oldun diye sorulamaz. Hayır, bunu kabul edemem… Herkes ekmeğinin peşinde… Ziraatı bitirip öğretmen olan suçlu değil… Suçlu olan, tarım ülkesinde ziraat eğitiminden geçenleri işsiz bırakanlardır… Devletin görevi diplomasına göre herkesi uygun işlere yerleştirmek olmalı… Ülke plan dahilinde yönetilir. Rast gele, hesap kitap yapmaksızın öğrenci yetiştirilmez. Hangi alanda kaç öğretmene ihtiyaç var bilmeli… En çok hangi fakültelere ihtiyaç varsa onları açmalı… Kim yapacak bunu? Ben yapmayacaksan elbette devlet yapacak. Yani siyasi iktidar bu işlerin sorumlusu… Devlet eğitimi bu hale getiriyor. der.

    Geçmişe dair pek çok olay gelir aklına. Öğrencisi Behiye gibi intihar eden kardeşi Ümran’ı düşünür. Otuz beş yıl kadar önce hukuk fakültesinde öğrenciydim, der. Darbe günlerinden, özgürlük talebiyle sokaklara dökülen öğrenci, öğretmen, akademisyen, memur ve işçilerden, düşünceleri nedeniyle hapse atılanlardan, lise çağında yaşı büyütülerek idam edilen bir gençten söz eder. Her evde, her kurumda, fabrikalarda, bütün işyerlerinde yangın vardı; insanlar, kayıp yakınlarını arıyor, komşularının başsağlığına ya da cenazelerine koşuyordu. Hayat bitmiş, umutlar sönmüş, insanlık yoldan çıkmıştı. Ölen ölüyor, haksız yere tutuklananlar için, elden bir şey gelmiyordu. Hapse girenler bile faili belirsiz şekilde hayatını kaybediyor, kimi de idam sehpasında can veriyordu. Ülkenin birçok yerinde siyasi davalar devam ederken kasabamızdan ayrılıp A şehrine okumaya gelmiştim. Bizim evden tutuklanan yoktu ama üvey ağabeylerimden birinin başı dertteydi. Manav dükkanında ruhsatsız silah bulundurduğu iddiasıyla gözaltına alınmıştı. Bunun doğru olmadığı anlaşılınca birkaç gün içinde tahliyesine karar vermişlerdi, diyerek ülkenin içinde bulunduğu siyasal ortam hakkında bilgi verir.

    Lise yıllarından söz eder. Kız kardeşi Ümran’ın intiharı da bilgilendirdiği olaylar arasındadır. Birinci, ikinci sınıf bitmiş, üçüncü sınıfa geçmiştim, diyerek anlatmaya devam eder. Bizim evde siyasetin, darbenin neden olduğu acılar dışında başka bir keder yaşanıyordu. Bu acı, kız kardeşim Ümran'ın intiharıdır. Haberi aldığımda içimi yakan acıyı tarif edemem. O sırada telefon kulübesindeydim, birden dizlerimin bağı çözülüvermişti. Telefon elimden yere kaydı. Kapı koluna tutunarak güçlükle ayağa kalktım. Tanımadığım birinin yardımıyla dışarı çıktım. Birkaç kişinin, Taksi çağırın! Hastaneye götürelim mi? Nasılsın delikanlı? İyi misin? Nesi var kim bilir... dediğini duydum. Herkes gidince bir bank bulup oturdum. Telefonun diğer ucundaki annemin ağlayan sesi, kalabalığın uğultusu, uzaktan gelen hıçkırıklar hâlâ kulaklarımdadır… Pek çok ses, gözyaşları içinde ağıtlar yakıyor, anamın uzaktan gelen sesi, Okulu batsın… Olmaz olsun… Ümraaan… Ümran’ım… Kuzum öldü… Yavrum öldü… Ümran’ım öldü. Yavrum... Yavrum... Canım yavrum... Allahım yardım et, Allahım yardım et bize… diyordu. O an donup kaldım, ne yapacağımı bilemedim. Bir süre öylece bekledim, yerimden kalkamadım. Ertesi gün sınavım vardı, her şeyi bırakıp yola çıktım. Kasabaya geldim. Koşar adım eve vardım. Ümran’ı yıkayıp tabuta koymuşlardı. Üvey abilerim, ablalarım, öz kardeşlerim, teyzelerim, hepsi ağlıyordu. Annem dizlerini dövüyor, Hep senin yüzünden... Allah belanı versin... Allah belanı versin senin yüzünden... Sebebi sensin... Hep senin yüzünden… diyerek uğunuyor, babamı suçluyordu. Ne olduğunu, neden böyle olduğunu, kardeşimin neden intihar ettiğini hala anlamış değildim. Nasıl olurdu, böyle bir şey nasıl olabilirdi. Babam ne yapmıştı? Suçu neydi? Canım kardeşim, ne olmuştu da hayattan bu kadar bezmişti. Kalbim, aklım bunu bir türlü kabul edemiyor, olanı biteni anlayamıyordu. Annem dizlerini döverken komşular da gözyaşları içinde anneme bakıp yalvarıyorlardı. Günah... Öyle deme anam bacım… Çok günah! Kocana da yazık. Kim bilebilirdi... Metin ol! Allahın dediği olur. Allah büyüktür…" diyorlardı.

    Bebek yüzünü daha dün gibi hatırladığım Ümran'ın bir gün intihar edeceği, genç yaşında hayattan bezeceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Güzel, çok güzel bir kızdı. Ben lise son sınıfa giderken, o lise birinci sınıfa başlamıştı. Çocuk yüzü değişmiş, boyu uzamış, göğüsleri kabarmıştı. Artık süslenmek, yeni giysiler giymek istiyordu. Hayata olan bakışı değişmiş, ihtiyaçları, beklentileri artmış, kasabamın şartlarında mutlu olamayan, ailesini, annesini, babasını çok eleştiren ama fazla konuşamayan, kadın olduğu için değersiz olduğunu düşünen, daha doğrusu bu fikre isyan eden, gezip dolaşamayan, sadece okula gittiğinden sokağa çıkabilen genç kızlardan biri olmuştu. Sanki kardeş değilmişiz gibi okulun bahçesinde nadiren karşılaştığınız olurdu… Çocukluk çağlarımız artık geride kalmıştı. Aynı evde yaşıyorduk ama birbirinizi sıkça göremiyorduk. O öğleyin okula geliyordu. Ben, sabahçı olduğumdan evden erken çıkıyordum. Akşamları eve uğramadan manav dükkanına, babama yardıma giderdim. Gecenin onuna kadar, portakal, elma, armut satar, boşalan kasaları toplar, ortalığı silip süpürür sonrada eve dönerdim. Geldiğimde Ümran uyumuş olurdu. Yemeğimi yiyim, yatayım diyesiye saat on ikiyi buluyordu. Sabah, okul çantamı alıp gün ağarmadan evden çıktığımda Ümran hâlâ yatağında olurdu. O sıralar hiç anlamamış, farkına varmamıştım, bebek yüzüyle her zaman hüzünlü bakan güzel kardeşim yalnız, hem de çok yalnızdı… Bütün yöneticileri tarikat mensubu olan bir taşrada kadın olmak zordu. Ümran da bu zorluklar içinde büyüyor, kurduğu hayallerle başka bir âlemde yalnız yaşıyordu. Okulun bahçesinde yaşıtlarıyla arkadaşlık yapıyor, sevmek, sevilmek istiyordu. O kadar değişmişti ki, kimi zaman ben de inanamıyordum; uzaktan bakınca, elinde kitaplarıyla okula doğru yürüyen Ümran değilmiş de benzetiyormuşum gibi bir hisse kapılıyordum.

    Bazen gülerek yanıma geliyor, cebinden bir avuç çekirdek çıkartıp veriyordu. İlkokul çağlarımızdayken evimizin bahçesinde toz leblebi, bisküvi, lokum yiyip, bolca çekirdek çitlediğimizi hatırlıyorum. Tombul yanaklarıyla okula yeni başlamıştı. Okulun bahçesinde yanımda otururken, çitlediğim çekirdeklerin içini avucumda biriktirip ona verirdim. Kabuğundan soyulmuş ay çiçeklerini yerken yüzüme mutlu bakan, yaramaz, gülen halini hiç unutamam… Minik avuçlarına aldığı kabuksuz çekirdekleri nadide bir yiyecek; cennet meyvesiymiş gibi gülerek yer, bahçenin büyük çatal kapısını güçlükle açar, evimizin yanındaki okula, arkadaşlarının yanına koşardı. Rüzgârda savrulan, parlak, simsiyah saçları vardı.

    Üniversiteye, başka bir şehre gitmeme yakın bir gün, elinde küçük bir poşetle dükkâna gelmişti. Çatlayan, nasırlı ellerim için eczaneden ilaç aldığını söylemişti. Sen artık avukat olacaksın, bak ne aldım. Sabah akşam bunu güzelce süreceksin. Ellerin pamuk gibi olacak. Bir avukatın elleri yumuşak olmalı. Yaraların iyileşecek. Çatlak, patlak kalmayacak… Piyanocu elleri gibi ellerin olmalı… Yoksa kızlar beğenmez… Kremlemeden sıcak suyla güzelce yıkaman gerekiyor… Sabah akşam, yatarken, bir de kalkınca sürmelisin, unutma sakın, demişti… Sonra da kasaların birinden bir torba portakal doldurup eve götürmüştü. Hafifçe kar atıştırıyordu. Yağan karın içinde, elinde portakallarla giderken gülerek uzaktan el sallaması… Başı kapalı halde yokuşu tırmanmaya çalışması… Hatıramda kalan anılardan biri de bu olmuştu… Ümran hâlâ o yokuşun başında… Lapa lapa yağan karın altında... Orada öylece durmuş elinde bir poşet dolusu portakalla bana el sallamakta... Kardeşimin, bir trenin penceresindeymiş gibi elini kaldırarak veda etmesini, yağmakta olan iri kar tanelerini o günden beri zihnimden atamıyorum… Acısı bunca yıldan sonra bile içimi kasıp kavuran Ümran, karlar altında köşeyi dönüp kaybolmuştu. Kimileri okul yüzünden intihar ettiğini söylüyordu. Okulda babama, Kızınız oğlanlarla pastaneye gidiyor, devamsızlık yapıyor, bazı derslere hiç girmiyor. Gençtir, ne yaptığını bilemeyebilir. Evlâdınıza sahip olun! Görevimiz pastaneden öğrenci toplamak değil. Bunu sizin yapmanız lazım. Şimdiden önlem almazsanız ileride çok üzülürsünüz. Ne denilmiştir; kızını dövmeyen dizini döver diye boşuna denilmemiştir. Haberiniz var mı? Bazı günler hiç okula gelmiyor. Allah bilir nerede… Pastane yine iyi, milletin gözünün önü. Ya hiç tanımadığı zibidilerin evine gidiyorsa... Olmaz mı? Ya gidiyorsa! Allah göstermesin. Bence siz hemen bir doktora gidin. Kontrol yaptırın. Baksınlar bakalım, hâlâ kız mı, değil mi… Bizim için de lazım bu. Burası okul, buluşma yeri değil ki… Aşk arayan başka kapıya gidecek. Okumak istemeyen evinde oturup koca bekleyecek… Okula gidiyorum deyip pastane köşelerinde koca aramak bir genç kıza yakışıyor mu? Ayıp diye bir şey var, değil mi? Küçücük bir kasaba burası. Millet ne der. Ne tekim bilen biliyor. Allah bilir ne dedikodular yapılıyor. Okulun da bir namusu var. Bir kişi yüzünden bu kadar öğrenciyi feda edemeyiz. Burası pislik yuvası değil ki… İster istemez öğretmenler de suçlanıyor, okulun da adı çıkıyor. Ne denilmiştir? Bir çürük elma bir kasa elmayı berbat eder, denilmemiş midir? Doğru mu? Doğru! Okul olarak biz vazifemizi yaptık. Sıra sizde. Siz de üzerinize düşeni yapın. Yoksa durumu polise, ahlak zabıtasına bildirmek zorunda kalırız. Gereğini vakit kaybetmeden yaparsanız konu burada kapanır, aramızda kalır, aksi takdirde iş işten geçer. Olay büyür. Polis duruma el koymak zorunda kalır. Bilginiz olsun! denmese belki de Ümran canına kıymayacaktı.

    Aslında babam, Ümran’ın öğrenci gibi değil de orospu gibi davrandığını ima eden okul müdüründen daha suçluydu. Hemen o gün Ümran'ı okuldan almakla en büyük hakareti yapmıştı. Arkadaşlarının gözleri önünde onu saçlarından sürüyerek hastaneye götürmüştü. Kız mı, değil mi diye doktor muayenesi yaptırmıştı. Bir daha evden çıkmayacaksın, okula gitmeyeceksin orospu! demişti. Annenle Ahırda çalışacaksın, ineklere bakacaksın. Namusluca oturup koca bekleyeceksin! Ne yapıyordun spor parası, tebeşir parası diyerek aldıklarını? Zibidilere pasta mı yediriyordun? Orospu mu olacaktın! Senin gibi evlat olmaz olsun! İtibarımı beş paralık ettin! Bitti… Yuva da kuramazsın artık! Kim isteyecek seni? Koca kasabada adını duymayan kaldı mı? Bundan böyle kim seni gelin diye evine alır? Kim ister, kim yüzüne bakar? İnsan evlâdı olan sana gelinlik giydirir mi? Dul kârı gibi otur şimdi! Ama yok! Sana bu evde de yemek yok bundan sonra. Evereceğim seni! Yaşlı başlı, çocuk sahibi demeyeceğim! Kim isterse vereceğim, defolup gideceksin! Hiçbir şeye hayır, demeyeceksin. Yemin ediyorum gebertirim seni. Anan olacak orospuya güveniyorsan hiç güvenme! Zaten onun yüzünden bu hale geldin, orospu olup çıktın! Babam var, babam bilir demedin. Gözünü kahpeliğe diktin! Orospu anan da seni teşvik etmiştir. Git hayatını yaşa, dünyaya bir daha mı geleceksin demiştir. Ağız birliği yapıp bana yalan konuştunuz! Okula gidiyordun öyle ya… Kimsenin yüzüne bakmıyordun! Hep yere bakarak gidiyordun. Çalışkan öğrenciydin. Namusunla okuyordun. Herkes açıyor, sen başını açmıyordun, eteğini toplamıyordun. Okuldan çıkınca hemen saçını kapatıyordun, öyle ya… Namaz duaları öğreniyordun, öyle ya... Müslüman görünüp kahpelik peşinde koşuyordun. Saman altından su yürüt sen! Bizi kandırdın hadi, Allahı nasıl kandıracaktın? Seni dinsiz, imansız seni! Ne bellediysen anan olacak kahpeden belledin. Okuyacakmış… Soytarıya bak hele! Kız çocuklarının okuması lâzım, öyle ya… Dünyanın bin türlü hali var, öyle ya... Ne güzel okudun bak! Ne güzel orospuluk yaptın. Öküz babanı ne güzel kandırdın bak. Aferin sana! Anan biliyordu her şeyi… Cahil baban hayatını karartmak istiyordu. Kurtardın kendini… Şimdi de gözyaşı döküyorsun… Niye? Sırların açığa çıktı diye mi? Bir günden bir güne babam haklı demedin. Ben yok dedikçe zorladın. Babayı bırakıp ana sözü tuttun… Okuyup hemşire olacaktın değil mi? Erkeklere mi bakacaktın? Erkek boku mu yiyecektin? Çok hevesliysen işte ahır! Git malların bokunu ye! Çoban ol da bir işe yara bâri!

    Kamyon şoförü olarak da bilinen babam, manav Ebubekir, bu ağır sözlerin ardından, kardeşimin okul kıyafetleriyle beraber bütün kitaplarını, defterlerini, çantasını, kalemini yakmıştı. Kudurmuş gibi günlerce evin içinde terör estirmişti. Ümran hep ağlamış, başını yastıktan kaldıramamış, günlerce ağzına lokma koymamıştı. Geçen günler içinde annemin tesellileri de işe yaramamıştı.

    Ümran’dan geriye, heves edip aldığı bir rujla, bir de hiç açılmamış kırmızı tırnak ojesi kaldı. Annem bunları atmamış, ağlayarak sandığa saklamıştı. Geçtiğimiz kış, babam yaşlılığa bağlı kalp yetmezliğinden, doksan yaşındayken hayatını kaybetti. Ölümünden bir yıl sonra, satılığa çıkardığımız eski, ahşap evimizin üst katında birkaç kitapla, bir de defter buldum. Otuz beş yıl aradan sonra bulduğum bu defter, Ümran’a aitti. Üzerinde kardeşimin adı, sınıfı, okul numarası yazılıydı, kırmızı rengi, tahtaların arasında yılların tozuyla görünmez hale gelmişti... Ümran’ın el yazısıyla yazılmış sayfaları görünce kalbim yerinden çıkacak gibi oldu… Kimse görmesin diye defteri, evin, kışın manav deposu olarak kullandığımız, kasalarla portakal, elma koyduğumuz üst katına, dolabın görünmeyen bir yerine, tahtaların altına saklamıştı. İlk sayfadaki tarih, ölümünden üç ay öncesini, bir pazar gününü gösteriyordu.

    2

    5 Nisan Pazar

    Yazmak ne kadar zormuş… Aman Tanrım… Daha yazmaya başlamamışken birden ne hale geldim… Sanki hırsızlık yapıyorum da görüp yakalayan olacak… Şu halime bak… Kalbim titriyor… Yazayım dedim ya, hemen titreme geldi… Ya yakalanırsam korkusu bu… İçimdekileri göstermeye hiç cesaretim yok. Ne desem suçlar, ayıp sayarlar. Amacım kendimle konuşmak… İnsana dost yine kendisi… Ne garip şey… Yaradan bizi arkadaşsız bırakmamış, bizi kendimize can yoldaşı yapmış. Kimse olmazsa, herkes dışlar, yalnız kalırsak, dört duvar arasına ya da zindanlara hapsedilirsek kendimizle konuşup dertleşelim diye… İçimizde bir ben daha var, herkesten yakın, bütün engelleri, kilitli demir kapıları geçerek gelip yanımıza oturabilen... Bunca yıl duygularımı, içimdeki bu dost dışında kimseye göstermedim. Yazacaklarım gizli duygularım, sadece bana ait… Dostum gibi olmayan kimsenin okumasını istemem… Günlük tutmamın nedeni, bir gün yazar olmayı istememdir. Ama bu ne kadar zor. Öğretmenimiz, ileride iyi bir yazar olmayı istiyorsanız, yazın! dedi. Günlük tutun, çok yazın, bir taraftan da okuyun. Okudukça beslenir, yazdıkça gelişir, zamanla daha güzel yazmaya başlarsınız… Deneyeceğim... Yazmayı istediğim çok şey var çünkü. Bu hayatın, bütün yaşamların değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Ailelerin kavga etmemesini istiyorum, hele de çocuklarının yanında... Güzel dünyamızda erkekler kadar kadınların da özgür yaşaması gerekir... Üstelik ben bunun Tanrı emri olduğunu düşünüyorum. Kimse beni Tanrının erkek olup babama benzeyen imamlar gibi ya da, öğretmenlerim gibi konuştuğunu iddia etmesin… İnanmam ki… Bugüne kadar inanmadım, bundan sonra da inanamam… Tanrının cinsiyeti olduğunu da sanmam… Tanrı kadın olabilir ama asla erkek olamaz… Hepimiz Tanrıdan doğduk… Hepimiz derken ağaçları, böcekleri de Tanrı eseri sayıyorum… Tanrı söz konusu olduğunda ağaç böcekten, insan sinekten daha mühim değil… Hepsi aynı derecede önemli… Hepsi Tanrı eseri çünkü… Aynı türden böcekler bile birbirinin aynı değil… Ağaçlar da öyle… Yalnız insan değil, her şey biricik… Her şeyimiz aynı gibi ama değil… Mesela ben, annem gibi olamam. Her yıl hem de sevmediğim bir adamdan hamile kalıp çocuk doğuramam. Ölürüm daha iyi. Allaha büyük söylemeyeyim de, yemin ediyorum asarım kendimi. İnşallah ben özgür bir kadın olurum… Demin anneme kötü bir şey söylemişim gibi hissettim. Niyetim onu küçük düşürmek değil. Koca eline bakan pek çok kadın gibi annem de çocukları için saçını süpürge etmek zorunda kaldı. Ben anladım bunun nasıl olduğunu. Önce seviyor, seviliyorlar, bir süre aşk yaşıyorlar, çocukları oluyor, geçim derdi başlıyor, iş, güç hastalık derken aşk bitiyor, yaş ilerliyor, on yıl geçmeden başlıyor rezillik. Öyle bir rezillik ki diz boyu… Bir çocuk, iki çocuk derken kadın, işi de olmayınca, kocasının kölesi oluyor. Annem aslında özgür bir kadın... Ruhu özgür ama kendisi köle. Bizim için, çocuklarının geleceği için kölelik yapıyor. Gidecek yeri olsaydı şimdiye çoktan giderdi. Özgür ruhlu olmak kölelikten kurtarmaz… Kimse köle doğmadığına göre köleliği zorunlu kılan şartlar olmalı… Hepimiz bu şartlar altında yetişiyoruz… Bir kadın kendini mi arıyor? Bunun için önce iş lazım. Erkek parasına muhtaç olmamak lazım. Yani okumalı, abim gibi üniversiteye gitmeliyim. Ben de onun gibi avukat olabilirim. Hem yazılarımı yazar hem de adalet peşinde koşarım. Özellikle yoksul kadınların avukatı olmalıyım. Ücret bile istememeliyim. Geçineceğim parayı zenginlerden kazanırım, evet, kimsesi olmayan kadınlardan değil…

    6 Nisan Pazartesi

    Dün, annem çağırınca hemen aşağı indim. Önce ne yapacağımı bilemedim, elim ayağıma dolaştı. Sonunda bir yer bulup defteri sakladım ama sakladığım yeri beğenmedim. Aklım yazdıklarımda kaldı. Bazı yerleri silmem gerekebilir. Neden bu kadar endişe duyuyorum ki... Rahat olmalıyım. Yoksa hiçbir şey yazamam. Tamam… Rahatladım… Korkmayacağım bundan sonra. Huyum böyle, her şeyi çok abartıyorum. Kimin umurundaysam… Benle ilgilenmeyenler, hasta olduğumda bile nasıl olduğumu merak etmeyenler, sanki ne yazdığımı merak edip sormaya başlayacaklar… Mesela şu an ders çalışıyor gibi yaparak yazmaya devam ediyorum. Babam haberlere bakıyor. Darbeci askerlerin önümüzdeki günlerde neler yapacağını dinliyor. Daha kaç kişi tutuklanıp hapse atılacak Allah bilir. Mutfakta süt kaynıyor, kaynayan sütler soğuduktan sonra mayalanıp yoğurt yapılacak. Babamın cebine biraz daha para girsin diye annemin

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1