Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Okul Psikoloğunun Anıları 7
Okul Psikoloğunun Anıları 7
Okul Psikoloğunun Anıları 7
Ebook281 pages3 hours

Okul Psikoloğunun Anıları 7

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

─Yok yok, siz beni tanımadınız, numara yapıyorsunuz, üzülmeyeyim diye böyle söylüyorsunuz, dedi sitemle.
─Hayır canım, ne münasebet, dedim. İyi niyetli bir okurumsunuz... Tanıdım sizi... Tanımaz olur muyum? Ayrıca kim tanımaz sendikacı, mücadele adamı, meslekten atılmakla tehdit edilen, düzen karşıtı olduğundan komünist olmakla suçlanan, bilgisayar teknolojilerine uyum sağlamakta zorlanan, doğa aşığı, çevreci yazılarıyla bilinen Rehber öğretmen Nazım Bey'i... Yapmayın canım... Merak etmeyin, önce çıkaramadım, biraz düşünmem gerekti ama sonradan tanıdım sizi. Okurlarım arasında ayrı bir yeriniz olduğunu da yeri gelmişken özellikle belirtmek isterim. Yalnız merak ettiğim şeyler var... Mesela psikolojik danışma yapmak istediğinizi söylüyorsunuz. Ne güzel... Başka? Sadece bana mı danışma? Kahvedeki müşterileri, eroinci kasapları, onlarla aynı kafa yapısına sahip erkekler sürüsünü gördünüz. Onlar ne olacak? Kasaba halkı ne olacak? Niye sadece bana? Bütün kasabaya, hatta ülkeye psikolojik danışma yapsanız daha iyi değil mi? Bir tek bende mi kusur gördünüz? Doğrusu alınıyorum... Fakat şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Başka bir şey var sizde? Ağzınızdaki baklayı çıkarsanız diyorum. Ne dersiniz? Doğru söyleyin, buraya kadar sadece beni iyileştirmeye gelmiş olamazsınız.
─Kendimi de iyileştirmek istiyorum, deyince,
─Ha şöyle, dedim. Açık olalım... Bu memlekette okumuş, okumamış pek çok Hüseyin Avni var. Daha fenasını söyleyeyim mi? Tedaviye milletvekili olduğunu söyleyen yağmacılardan, Atatürkçü görünüp Cumhuriyeti yıkmaya çalışanlardan, onlara destek olup güya ilerici laflar edip kadın hakları savunuculuğu yapanlardan başlamak gerekir, dedikten sonra ne zamandan beri hasta olduğunu, Hanende Melek öyküsünü okuyunca mı bunu fark ettiğini sordum.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateNov 3, 2021
ISBN9781005071400
Okul Psikoloğunun Anıları 7
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Okul Psikoloğunun Anıları 7

Related ebooks

Reviews for Okul Psikoloğunun Anıları 7

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Okul Psikoloğunun Anıları 7 - Yusuf Solmaz

    Sokağa çıkma yasaklarının kalktığı, herkesin alışverişe koştuğu güneşli, güzel bir gündü. Ne zamandır pandemi nedeniyle ev hapsindeyiz ya, günün, güneşin, sıradan bir durum olan sokağa çıkabiliyor olmanın verdiği mutluluk katlanarak arttı. Pandemi demişken şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bilim insanları bile bu konuda ikiye bölündü. Bir kısmı virüsün gerçek olduğunu, bir kısmı da uydurulduğunu, en azından abartıldığını, hastalığa karşı aşıların güvenilir olmadığını, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar. Kurumlara olan güven de kalmadığı için kafalar allak bullak oldu. Ben yine de aşı olup maskesiz sokağa çıkmayanlardanım.

    Maskeli olarak asansörle zemin kata inip, gidecek başka yer olmadığından, çok şükür koca kentin ortasında, bize de yakın küçük bir park bulunuyor, parka doğru yola koyuldum. Bu parkı şehrin ortasından kaldırırsanız geriye ne kalır onu da söyleyeyim... Sadece yüzlercesi yan yana, korkunç görünümlü, çok katlı beton binalar, trafik, sıkışık belediye otobüsleri, dolmuşlar, bir de her yerde canından bezmiş, bir ağaç altına hasret kalabalıklar kalır... Neyse... Yürüyerek parka geldim. Her zamanki park gözüme dinlenmiş göründü. Sokağa çıkma yasağı uygulandığından yollar, hani o kapkara asfaltlar var ya onlar bile dinlenmişti. Ancak çok sürmedi, korkunç kalabalık yine sokaklara döküldü. Trafik demirden, neye benzediği belirsiz hayvan gibi yeniden solumaya, düdüklerini öttürmeye, birbirinden korkunç yeşil, kırmızı, sarı gözlerini açıp kapamaya başladı.

    Daha bir gün önce evdeyken saatin tik taklarını, köydeymişiz gibi uzaktan gelen havlama seslerini duyunca, derin bir sessizlik içinde olduğumuzu, 'demek dünya böyle de olabiliyormuş' dediğimi hatırlıyorum. Evimiz, trafiği sabaha kadar yoğun bir caddenin üzerinde olduğundan kulaklarımız uğultuya öyle alışmış ki, seneler sonra duyabildiğim saatin tık takları beni geçmişe alıp götürdü. Çocukluğumu geçirdiğim evde bu ses hep vardı. Saatin içinde yem yiyormuş gibi kafasını kaldırıp indiren bir tavuk görünürdü. Biz de onun tik taklarını dinleyerek gecenin karanlığında, yorganın altında, çıtırdayarak yanan sobanın yanında hayale dalardık. Güneş doğuncaya kadar da zihnimiz uykuda olurdu. Yeni güne yunmuş, arınmış gibi uyanırdık... Şimdi ne mümkün... Bağırtılar kamyonlarla bir yerden bir yere götürülüyor. Motor sesi kesilse üst katlarda tadilat işleri başlar... Her yerden matkap sesleri, fayans kesen makinaların çığlıkları gelir... Bir de bizim sitede ot biçme makinası çalıştırırlar... Curcuna değil bu... Konu demirin demire sürtünmesi, doğanın yok edilmesi olunca curcuna sözcüğü hafif kalıyor. Cehennem kaçkını sesler bunlar.

    Bir önceki yıl bu gürültü cehenneminin ortasında çocuklar, büyüklerimiz emrettiği için, sabah ezanından önce kalkar, karanlıkta yola koyulur, kimi servis bekler, kelle koltukta okula giderlerdi... Her işe mâni olan salgın, eğitimi de durdurduğundan bugünlerde hep evdeler. Neredeyse çok şükür, çocuklar kurtuldu, çekilir eziyet değildi, diyesim geliyor. Bu günlerde İnterneti, bilgisayarı olan öğrenciler, inanırsanız eğer uzaktan eğitim görüyorlar. İki çocuğunuz olsa, mutlaka iki ayrı televizyon ya da bilgisayar gerekir. Mesela bizim buradaki internet kurtuluş savaşının kağnılarından yavaş. O kağnılar ki, hiç olmazsa savaş kazandıracak malzemelerle doluydu. Bu elektrikli kağnının içi de boş. Nazlanarak geldi diyelim, yetersiz, işe yaramaz malzeme deposu. Para verip çürük kavun alsanız kaldırıp atarsınız. İnternet çürük gıdadan beter, yesen de yemesen de parasını her ay, ayrıcalıklı şirketlere, onların yabancı patronlarına ödemen gerekir. Neyse...

    On beş dakika kadar sonra parktaydım. Dinlenmiş görünen çam ağaçlarına baktım... Günlerce süren sessizlik inanmazsınız belki ama yerdeki kaldırım taşlarını bile kendine getirmişti. Meğer ne kadar ihtiyacımız varmış sessizliğe... Kediler, köpekler, böcekler, ağaçlar ne kadar çok özlemiş gürültüsüz bir ortamı... Kuşlar bile rahatlamış, daha canlı ötmeye başlamışlardı.

    Biraz daha yürüyüp ağaçların altından geçerken acaba dedim sıcak bir çay mı içsem... Çay bahçesi açık olduğundan, birkaç müşteri de çay içip sohbet ettiğinden, ben de gidip oturayım dedim. Bir şey olmaz... Ortam sakin... İş vakti olduğundan nasıl olsa parka doluşan olmayacak... Gidip oturdum boş masalardan birine.

    Garson gelince,

    ─Çay, dedim... Bir de simit mi almalıydı? Neyse riske girmeyelim şimdi. Gerçi yemekle virüs bulaşmaz diyenler yok değil ama boş ver... Kimi bulaşır diyor, kimi bulaşmaz diyor... Bir tek bu konuda değil ki her konuda kafalar karma karışık.

    Uzaklardan kuş sesleri duyuyorum fakat, bazı sesleri hiç duymamış gibiyim. Mesela az önce işittiğim ses... Nasıl bir kuşa ait acaba? Siz de duyabildiniz mi? Karga sesini bile özlemişim.

    Çay geldi. Maskesiz dolaşan garson,

    ─Afiyet olsun, deyip gitti.

    Benimle birlikte müşteri sayısı beşti. Benden biraz daha ihtiyar olan, bir daha hiç gelmeyecekmiş, toprak olup dönmeyecekmiş gibi izin isteyip, ağır adımlarla çekip gitti... Adımlarında sanki, geride kalanlara sabır dileği vardı. Rüzgâr estikçe ağaçlardan sayısı on kadar olan boş masalara sarı yapraklar dökülmeye devam ediyordu. Masanın birinde ben, diğerinde onlar vardı. Ne konuştukları bana kadar geliyordu.

    Sohbetlerinden, pandemi tatili nedeniyle okula gitmeyen öğretmenler olduklarını anladım. Genç olan otuzunda, diğer ikisi kırkında gösteriyordu. Acaba isimleri neydi? Genç olanın ki Deniz, orta yaşlı olanlardan birinin adı Hasan, diğerininki de Turan olsun. Deniz adını, daima genç kalan Deniz Gezmiş'in, arkadaşlarının ve onun gibi genç yaşta daha güzel bir dünya için hayatını kaybedenlerin anısına saygı olarak, genç öğretmene verdiğimi özellikle belirtmek isterim.

    Temiz havada garsonun getirdiği çayı, kuş sesleri arasında yudumlarken, demin Deniz dediğim, şimdiyse Deniz Gezmiş demek istediğim genç öğretmen,

    ─Dün yine sular kesildi, dedi.

    Aynı mahalledeki Hasan'la Turan da susuzluktan, belediyenin iş bilmezliğinden yakındı.

    Turan,

    ─Su da olmasa dünyanın tadı tuzu kalmadı, dedi.

    Hasan, konuşma sırası kendisindeymiş gibi,

    ─Bu sabah musluğu açınca aklıma ne geldi biliyor musunuz? diye sordu.

    Diğerleri, sabırsızlıkla ne diyeceğini beklerken, Hasan, önemli bir konuyu açıklıyormuş gibi devam etti,

    ─Su... Suyun tarihi geldi aklıma... İhtiyacımız olan şey aşktan da önce su, dedi. O da olmasa bittik. Su yaşatıyor bizi. Başka bir şey değil. Umut kalmadı, kadın cinayetleri arttı, aşk bitti. Böyle bir ülkede, katilleri tutuksuz yargılanan kadın ölüleri arasında aşk mı olur? Erkek dedin mi kadınların aklı başından gidiyor, korkup kaçacak delik arıyorlar. Su da olmasa tam intihar edilecek zaman. Zaten dünyanın her yerinde intihar vakaları artmış diyorlar.

    Doğrusunu söylemek gerekirse intihara varacak kadar depresyonda olduğunu söyleyen Turan da,

    ─Şükür ki hala su var, dedi. Musluklarımız akıyor çok şükür. O da olmasa çıldırmamak elde değil. Geçen gün aynı şey benim de aklıma geldi. Ben de aynen su gidince senin gibi düşündüm. Aşk kalmadı, güven desen, kime güveneceksin. Torpilsiz iş yapmayanlara mı? Doğru söylüyorsun, sudan başka bir şey kalmadı elimizde. Suyun tarihini bilmek için azıcık düşünmek yetmez mi? Bu su, dünya kurulduğundan beri aynı su. Ne acayip değil mi? Her şey kurur, yok olup gider. Bir tek su kalır. Dinozorlar da bu suyu içti. Fakat daha önce çevre sorunu oldu mu dünyada? Hangi uygarlık bizim gibi yaşamın içine etti? Size de garip gelmiyor mu bu? Bu kadar yıkıcı, yağmacı bir uygarlığın içinde bulunmamız, bu ölümcül çağın tanığı olmamız garip değil mi?

    Diğerleri gülümseyerek Turan'a baktı. Ben de gülümsedim, hak da verdim konuşulanlara ama tanışmadığımızdan saygısızlık olmasın diye sustum.

    Turan devam etti:

    ─Bir zamanlar neye benzediğini hayal dahi edemediğimiz ancak iskeletlerine bakarak düşünebildiğimiz nesli tükenmiş ne canlılar var ki, hepsi bu sudan içtiler. Yıkanıyorum mesela, su başımdan aşağı süzülerek akarken düşünürüm, binlerce yıl öncesinin irili ufaklı unutulmuş canlıları gelir aklıma. Nesli tükenmiş böcekleri bile düşünürüm. Onlar da bu suyla hayat buldu. Onların hücrelerindeki su, şimdi bizim hücrelerimizi dolaşıyor. Ağaçları sarıp sarmalayan su bizi de sarıp sarmalıyor. Gelmiş geçmiş, dünyanın bütün mahlukatını düşününce işte sana mucize... Ne var ki mucize olmayan? Her şey mucize... Sudan yaratıldığımız kesin. Ateşi, tekerleği ilk bulanların kanında, kelebeğin, çiçeğin, otun yapısında dolaşan su, dönmüş dolaşmış, zaman sadece bizim içinmiş gibi, musluğumuzdan akarak arınmamıza, tertemiz olmamıza aracılık eder. Oradan da kim bilir hangi topraktan, hücrelerin içinden geçip denize ulaşacaktır. Sonra yağmur olup tekrar dönecektir. Bu böyle devam eder. Bizler doğarız, büyürüz ölürüz, su döngüsünü devam ettirir. Ne bir gram eksilmiştir ne de artmıştır. O hep aynıdır. Tanrının elini mi tutmak istiyorsun? Suya dokunman yeter. Biz gideriz cana can katan su, okyanusları, denizleri, gölleri doldurmaya devam eder. Irmaklardan akarak can vermeyi sürdürür.

    Soy ismini de söylemek istediğim Deniz Gezmiş araya girerek,

    ─Tanrının eli ha... Güzel benzetme, dedi.

    Turan kaldığı yerden devam ederek,

    ─Toprak da öyledir... Bir eli suysa, diğeri de toprak olsa gerekir Tanrı'nın...

    Deniz, yine araya girerek tebessümle,

    ─Bu günlerde fazla Tanrı'dan söz eder olduk, dedi. Savaşta gibi yaşayınca insanın aklına neler gelmez. Ergün binlerce kişinin öldüğünden söz ediliyor. Mecbur Tanrıya sığınacaksın. Tanrının iki eline de sahip çıkacaksın. Kim ki toprağı, suyu kirletir bil ki hakaretini Tanrı'ya yapıyor. Tanrı da bunu elbet cezasız bırakmayacaktır... Bu sıra virüse karşı sudan daha etkili silah yok. Yokluğunu düşünmek bile istemem.

    Hasan,

    ─Duyan da sizi beş vakit namazda sanır, dedi gülerek.

    Turan cevabını beklemeden,

    ─Asıl namazı söyleyeyim mi? dedikten sonra şöyle devam etti,

    ─ Asıl namaz doğayı, suyu, toprağı temiz tutmaktır. Ah o dindar geçinenler yok mu, ibadeti namazla sınırlayıp cami yaptırmakla öğünenler... Kaç bin yıllık tarih hep aynı suyla geçti. Hangi dinden, inançtan olursan ol bu suyu içersin. Birbiriyle savaşanların kanında da bu su dolaşır. Kleopatra da bu sudan içti. Hepimiz su kardeşiyiz. Aynı sular geçiyor kanımızdan. Bundan daha birleştirici, daha büyük mucize, kardeş olduğumuza kanıt ne olabilir? Su hücrelerimize kadar girip dolaşıyor. Hititler de bu suyla hayat buldu, Roma İmparatorluğu da... Vay canına... Gel de şimdi bir bardak suyun karşısında şapka çıkarma...

    Diğerleri gülümserken o devam etti.

    ─Dünyanın dört bir tarafı suyken bir de susuz, topraksız, oksijensiz kalalım da gör sen bizdeki ileri medeniyeti, yapay zekayı, robot teknolojilerini. İlkel insanın bilimi yoktu, suyu, tertemiz havası, meyvesi, sebzesi vardı. Elma güzel görünüyor ama ilaçlıdır diye kabuğuyla yemeye korkuyorsun. Kabuk canlı, pırıl pırılsa içi çürük çıkıyor. Bilim mi istersin, topraktan gelip toprağa karışan, ilaçsız temiz su, meyve, sebze mi? Böyle bilim olmasın daha iyi, şeytanlar alsın götürsün!

    Konuşmalar o kadar hoşuma gitti ki, neredeyse söze karışıp,

    ─Çok haklısın, Turan evladım diyecektim. Her şeyi ne de güzel dile getirdiniz, ağzınıza sağlık. Ben de sizin gibi öğretmenim, elimi, dilimi ne zaman suya vursam şükrederim. Aslında ben ibadet vakitlerimi suya göre ayarladım desem yeridir. Ne zaman ki suyla bir işim var bilin ki ibadete durmuşum. Namaz kılmam ama suyu her kullandığımda ibadet ederim. Banyo yaparken de öyleyimdir. Düşünün ki tuvalete girmişsiniz su yok... Beş kişilik bir ala suyu akmayan bir dairede aynı tuvaleti kullanarak nasıl yaşar? Mümkün mü? Taşıma su da yoksa insanın ölesi gelir. İlkel insan olup ırmak kenarlarında yaşamayı özlersin. Neden insanlar hep evlerini, köylerini su başlarına yapmışlar? Elektriğin olmadığı zamanlarda bu kadar susuzluk, pislik yaşanmadı. Hiçbir şey bu günkü kadar kötü olmadı. Böyle giderse denizlerde hayat kalmayacak. Lanet olsun böyle düzene...

    Ben bunları diyemeden Deniz,

    ─Kapitalist düzenin belki de sonu geliyor, dedi.

    Hasan,

    ─Kapitalizm de değil bu, başı bozukluk. Dünyanın her yerinde yasa tanımayanlar iktidarı ele geçirdi. Kapitalizmin kurallarını bile rafa kaldırdılar. Keşke liberal ekonominin kuralları geçerli olsaydı. Onu da yıktılar. Hiçbir rejim bu kadar keyfiliği kaldıramaz. Cumhuriyetler gibi kapitalist sistemlerde yıkıldı. Sadece şirketlerin arzu ettiği gibi yönetilen kirli bir dünya kaldı elimizde.

    Turan,

    ─Ne olduysa bilimsel gelişmelerden sonra oldu, dedi. Hep derim, insanlığa hizmet etmeyen bilim şeytanın olsun. Böyle olacağına elektriksiz, naylonsuz, bilgisayarsız dünyada yaşasak daha iyiydi.

    Söylenene hak veren Deniz,

    ─Sudan önemli ne var? Kapitalizm kâr amaçlı bir düzense, alsana su... Suyun olmadığı yerde kazanç mı olur? Kısa vadede kazananlar uzun vadede kaybettiklerini biliyorlar ama görmek istemiyorlar. Bizden sonrası tufan anlayışına sahipler. Gün gelecek susuz kalan kapitalist bakalım nasıl, neyle mutlu olacak?

    Neredeyse yine söze karışıp Deniz'e cevaben,

    ─Haklısın, Deniz Gezmiş evladım, ne de güzel adın var, yakışıklıymışsın da, Allah seni sevdiklerine bağışlasın, diyecektim. Ağzına sağlık. Ben de her zaman, suyla oynamayın, hayatla oynanmaz, derim. Ne kadar kapitalist olursan ol, su yoksa nefesin kesilir ki, dünyanın parası senin olsa çöp sayılır. Ne kadar vahşi ne kadar kapitalist olursan ol, senin de suya, toprağa, havaya ihtiyacın var... Ne durumlara düştük, neleri konuşur olduk sizin yüzünüzden. Nefes almadan yaşayamayanlara, oksijenin önemini kavradınız mı diye sormak ne kadar saçmaysa, su ihtiyacı üzerine konuşmakta öyle. Suyun kıymetini bilen karınca kadar da mı olamazsınız, namussuz, haydutlar. İnsan nasıl olur da bindiği dalı keser, bu yaşıma geldim hale anlayabilmiş değilim, diyecektim ki,

    Hasan konuşmaya başladı.

    ─Zekaya da güvenim kalmadı, dedi. İnsanın zeki olduğu konusunda öyle çok kuşkularım var ki. Zeki olan, neden daha iyi, daha mutlu, daha konforlu yaşamak için darağacına çıkıp boğazına ipi geçirir, altına sandalyeyi alıp sırıtarak cebini parayla doldurmaya çalışır ki... Olacak şey değil.

    İçimden geçen,

    ─Çok haklısın, cümlesini duymayan Hasan devam etti.

    ─İnsanın zekâsı yıkıcılık üzerine olsa gerek, dedi. Bilimin yarattığı sonuçlara baktığımızda da bunun böyle olduğu görülüyor. Cana can katan sular, denizler, ırmaklar kirlendikten sonra ne yapayım konforu? Neye faydası olacak uçan arabaların, uzakları yakın etmelerin. Kırk yıllık ömrümün yarıdan fazlası içilebilir temiz suya ulaşmakla geçti. Bir zamanlar dünyanın en güzel, en bereketli topraklarında yaşadığımızı söylerken, su sıkıntısıyla karşılaşmamıza az bir zaman kaldığı konuşulur oldu.

    Deniz, yine bilime çatarak,

    ─Bilim de ikiye bölündü, dedi. İki türlü bilim yapılıyor; dünyayı kurtarmak isteyenlerin bilimiyle, ne pahasına olursa olsun çok kazanmak isteyenlerin bilimi savaş halinde... Belki de pandemiyi insanlığı, dünyayı kurtarmak isteyenler çıkarmıştır, kim bilir.

    Deniz'in bu çok önemli tespiti dikkatlerden kaçarken Turan,

    ─Ne yazık ki iktidarlar da çok kazananların elinde dedi.

    Deniz'in tespitine kim karşılık verecek diye düşünürken aklımdan şunlar geçti: Gerçekten pandemiye, kuralsız kapitalizmi, dünyanın her yerindeki demokrasiyi kendi çıkarına kullanan hukuk karşıtlarını yenmek, iktidarları cahillerin elinden almak isteyen bilim insanları çıkarmış olabilir miydi?

    Neredeyse ağzımı açıp,

    ─Olabilir, neden olmasın, diyecektim. Dünya genelinde binlerce göl, dere, ırmak kurudu. Zeki olan herkes kapitalist ya da kapitalizmin beyin işçisi değil ya. Namuslu bilim insanları da var. Kuruyan derelerimizin, ırmaklarımızın, göllerimizin sayısını bilip ilgili yerlere rapor edenler var. Dünyanın her yerinde çevreciler bu sayıları toplayıp açıklıyorlar. Yönetenler, dünyayı daha çok kirletecek projelerine devam ederken bizim gibi olanların eli armut toplamıyor ya... Onlar da kuşkusuz, farklı yol ve yöntemlerle dünyanın nasıl kurtulacağının arayışı içinde olmalılar.

    Ben bunları düşünürken Turan,

    ─Nasıl oluyor da demokratik düzen içerisinde iktidarları sürekli suyumuzu, havamızı yok edenler ele geçiriyor? diye sordu.

    Deniz'in yanıtı,

    ─Sözde demokrasilerde halkın istediği değil, her zaman şirketlerin istediği iktidarlar iş başına gelir, şeklinde oldu.

    Acaba? Bu da aklımın almadığı muammalar arasındadır. Suya zam yaparlar oyumuzu yine onlar alır. Vergilerimizle yine onlar zengini daha zengin yapar. Farkında mısınız, senelerdir aylık harcama listemizin en başında suya ödediğimiz miktar geliyor. On dokuz litrelik damacana suyun fiyatı olmuş 12 lira. Dört kişilik bir aile olup içme suyu alsanız, hesap edin ayda kaç lira eder. Ete, süte, peynire verdiğiniz paraya bakın bir de su için harcadıklarınıza.

    Arıtma cihazının da çok masrafı var... Aslında cihazın her yıl değiştirilen parçaları için şirketlere 'inek gibi sağın beni' diyerek mecburen abone oluyorsunuz. Elbette herkes damacana su, arıtma cihazı almıyor. Toplumun önemli bir kısmı musluk suyu içiyor olabilir fakat demek istediğim çemberin giderek daralmakta olduğu. Her gün içilebilir su miktarı azalırken, daha çok kirlenmeyle karşı karşıya kalıyoruz. Sorumlusu kim? Dişini fırçalarken fazla su tüketenler mi? Elini yüzünü yıkarken musluğu fazla açık tutanlar mı?

    Ne düşündüğümü bilmeden Deniz söze girdi,

    ─Su üzerine program yapan televizyonlara bakarsanız suçlusu bizleriz, dedi. Su biterken o kadar müsrif davranıyoruz ki, bu kadar israfa su mu dayanır diyorlar. Gerçeği bilmediklerinden mi? Hayır, herkes gerçeği, tonlarca suyu birkaç saniye içinde kimlerin kirlettiğini biliyor.

    ─Çok haklısın dedim yine içimden. Mesela dört bir yandan, derelere, denizlere, göllere atık sular, kimyasal ya da kimyasal olmayan tonlarca pislik her gün oluk oluk akıtılıyor da kimse dur demiyor. Yanlış söylemiş olmayayım, hiç denmiyor değil, çok çevreci var mücadele veren, fakat güvenilir mahkeme yok. O da var diyelim hadi, mahkeme kararını uygulayacak polis yok. Herkese, özellikle hakkını arayanlara güç yetirenlerin gücü nedense suyumuzu, gezegenimizi kirletenlere yetmiyor. Yer altı sularının hoyratça çekilip denize nasıl bırakıldığını bilir misiniz? Kömür çıkarmak için önce bölgenin kurutulması, yani sudan arındırılması, çöl haline getirilmesi çalışması yapılır. Düşünün ki yerin altındaki ve üstündeki bütün canlıları yok edecek, kilometrelerce alan içinde yüzlerce, dünya genelinde on binlerce sondaj kuyusu var. Yerin yedi kat dibindeki suyu çekip, denize boşaltıyorlar. Bir gram altın için dünyanın suyunu kirletirler. Balıkların ihtiyacı olan temiz suyla termik santral soğutması yaparlar. Tonlarca külü, suyla denize, ya da açtıkları çukurlara dökerler. O su, o ırmak, o deniz ki artık insanın kirini, pisini taşıyamaz hale gelir.

    Bu yıl müsilaj yüzünden korkmadan balık yenecek mi mesela. Müsilaj dibe çöktü diyorlar ya, sanki dip de canlı yaşamıyor. Bir kısmı su yüzüne çıkan pisliğin ne kadar korkunç olduğunu hepimiz izledik. Böyle giderse durum hepimiz için kötü olacak. Televizyonlar, denizi, balıkları koruyalım deyince elinde oltayla denizden balık tutanları, içtiği sigaranın izmaritini denize atanları gösteriyor...

    Ben bunları düşünürken Hasan,

    ─Her zaman güçlüler haklı, güçsüzler suçlu gösteriliyor, dedi.

    Ben de ona içimden,

    ─Dünyanın kanunu böyle diyorlar ama, yol bitti, bu kanun değişmek zorunda, dedim.

    Bir taraftan da çayımı yudumluyor, parkta insanların arasında olduğuma şükrediyordum...

    Onlar, ikinci çaylarını içerken Turan,

    ─Aklımızla dalga geçiyorlar, dedi. Oltayla, vergi vermemek için kaçak avlananlar yüzünden balıkların nesli tükeniyor öyle mi? diye sordu.

    Tekraren aklımızda dalga geçildiğini dile getirdikten sonra,

    ─Kendi yaptıklarını görünmez kılmak için denize izmarit, kâğıt atanları suçlu gösteriyorlar, dedi. İktidar ortağı şirketleri değil de vatandaşı suçlamak, böylece gazetecilik, sunuculuk yapmak ne kadar kolay... Elbette denize kâğıt, plastik atmayalım fakat, hepsinden önce, büyük hırsızı yakalayıp hapse atmak gerekmez mi?

    Konuşma bu şekilde devam ederken, çay parasını verip ayağa kalktılar.

    Onlar gidince yalnızlık hislerini artıran hafif bir rüzgâr esti. Keşke kalsalardı da biraz daha dertleşebilseydik dedim. Sohbetin konusu o kadar güzeldi ki, ne zamandır bu kadar güzel bir ortamda bulunmamıştım. Kaç zamandır olayları televizyon ekranıyla, internet sayfalarından takip ediyorum. Yüz yüze sohbetin güzelliğini öyle özlemişim ki... Az daha çabalasam belki de aralarına karışacak sonra da Deniz Gezmiş'ten, ülkemizi, dünyayı kurtarmak için çalışanlardan söz edecektik. Onlara, yasak yüzünden aylardır dışarıya çıkamamış, atmış beş yaşında emekli bir öğretmen olarak kim bilir neler anlatırdım.

    Belki gelecek sefere tanışırız, belli mi olur.

    11.10.2021

    KEDİMİN SURETİNDE

    Pandemiden önceki günlerin birinde, başıma gelen ilginç bir olaydan söz edeceğim şimdi size, sevgili insan kardeşlerim. Özellikle insan kardeşlerim diyorum çünkü, gerçekten, salgın yüzünden her gün toplu ölümler yaşanır, yangınlar, depremler, deniz salyaları devam ederken, para için yaptıklarımızı, hırslarımızı unutup, insan olmaya, ayrımcılıktan uzak durmaya, el ele vermeye, Cumhuriyete sahip çıkmaya çok ihtiyacımız var.

    Çok değil daha üç yıl önce, okulların iki yıla yakın süre tatil edileceğini, uzaktan eğitimlerin başlayacağını bilmediğimiz ayların birinde metroda oturmuş, her geçen gün betonu, trafiği, kiri, pası artan şehri izliyordum. Yanımdaki koltuk boştu. Büyük bir gürültüyle, birazdan patlayacakmış gibi hızla yol alan metro, durağa gelince durdu. İş ve umut yorgunu yüzlerce yolcu dışarı çıktı. Binenlerin ardından onlarca kapı aynı anda tekrar kapandı. Yanımdaki boş koltuğu kim fark edecek diye beklerken, ayakta dikilenlerden memur görünüşlü biri yanıma oturdu. Saati sordu.

    ─Altı, dedim…

    Uzun zaman var ki toplu taşıma araçlarında tanımadıklarımla sohbet etmem. Etmek istemediğimden değil, işten, okuldan yorgun dönenler hep yere bakar, gençler müzik dinler, canları burnunda olduğundan birbirini rahatsız etmek istemeyenler, işten yeni çıkanlar pencere önlerinde ya da ayakta, nedense hep de çok üzücü, mesela geçim

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1