Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Labirent
Labirent
Labirent
Ebook675 pages8 hours

Labirent

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Daha kötüsü de, memura tanınan, mesai saati olsa bile doktora gitme hakkını kötüye kullanmamdı. Gerçi şu da var ki o gün işim yoktu, (ne zaman vardı ki?) her zamanki gibi, rehberlik servisinden çok, hapishane hücresine benzeyen, tavana yakın iki karış penceresi olan odamda yalnızdım. Sabahtan beri gelen giden olmamıştı. Bütün gün danışan beklediğim, duvarlara bakarak oturduğum, aybaşı gelince de bankamatik memurları gibi maaş çekmeye gittiğim çok olur. Öğrenciler, deli doktoru olduğum söylentisi yüzünden mümkün olduğunca rehberlik servisine uğramaz. Öğretmenler de sıkça deli damgası yemekten korkan haylazları, rehberlik servisine göndermekle tehdit ettiğinden, adının deliye çıkacağından korkanların sayısında artış oldu dersem yanlış bir şey söylemiş olmam.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateOct 8, 2022
ISBN9781005083939
Labirent
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Labirent

Related ebooks

Reviews for Labirent

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Labirent - Yusuf Solmaz

    —Buyurun Ahmet Bey. Sizi dinliyorum… Adım Aytekin. Tanışmıştık… Genel yayın yönetmeniyim.

    —Evet Aytekin Bey, tanışmıştık…Telefonda da dediğim gibi kitabın yazarı ben değilim. Gerçek yazar isminin açıklanmasını istemiyor.

    —Neden?

    —Siyasi nedenle… Düşünce özgürlüğü olmadığı için korktuğunu söyledi bana…

    —Aranan biri mi demek istediniz?

    —Hayır, kesinlikle hayır… Kendisi memurdur. Memur dediysem, rehber öğretmendir. Yani meslektaşımdır. Bir lisede psikolojik danışmanlık yapar. Hükümeti kızdıracak bir şey yazarım endişesiyle işten atılmaktan, hapse girmekten korkuyor.

    —Daha neler… Özgür bir ülkede yaşamıyor muyuz? Her kitap yazanı hapse mi atıyorlar? Darbe olacak, Cemaat iktidarı ele geçirecek, devletin içinde gizli örgütlenme var, diye onlarca kitap yazıldı da kimi hapse attılar? Şu anda kaç kişi hapiste bilmiyorum ama çoğu birkaç yıl yatıp çıktı. Amerika'dan para alıp ülkeyi bölmeye, seçilmiş iktidarı yıkmaya çalışanları bunların dışında tutmalı. Sonuçta sınırsız özgürlük diye bir şey yok. Her ülkenin hassas olduğu konular var. Doğru mu?

    —Doğru...

    —Sorun ne?

    —O kadarını bilemeyeceğim. Kendisi devlet gibi Cemaati de emperyalizmi de iyi bilir. Ben bana söyleneni aktarıyorum.

    —İsmini açıklamayan bir yazar öyle mi?

    —Öyle…

    —Yazar ismi olmadan basmayacağız her halde bu kitabı?

    —Elbette… Takma isim olacak…

    —Takma isim… Nasıl bir isim? Belirlendi mi?

    —Henüz belli değil. Bir ara Halikarnas Yolcusu olabileceğini söyledi ama sonra vazgeçti.

    —İlginç. Neden vazgeçtiğini söyledi mi?

    —Söylemedi.

    —Halikarnas Balıkçısı dediniz değil mi?

    —Halikarnas Yolcusu dedim.

    —Pardon… karıştırdım… Fena isim değil aslında. Cevat Şakir Kabaağaçlı’yı andırıyor. Halikarnas Balıkçısı gibi… Bu da balıkçısı değil, yolcusu… tuhaf… Bizim için fark etmez. İsim olsun yeter.

    —Kuşkusuz…

    —Bodrum’un eski adı ‘Halikarnas’ güzel de, ‘Yolcusu’ ne demek? Anlayamadım.

    —Bodrum Yolcusu anlamında olsa gerek.

    —Biraz komik değil mi?

    —Olabilir. Yazar isminin böyle olabileceğini söyledi ama kesin kararını vermemiş.

    —Doğrusu merak ettim… Nasıl biri arkadaşınız?

    —İyi biri… (Belli belirsiz gülümser) Fakülteden arkadaşım oluyor. Yaklaşık altı ay kadar önce kitap fuarında karşılaştık. Görüşmeyeli uzun yıllar olmuştu.

    —Ne kadar uzun?

    —Kırk yıl… Tam kırk yıl…

    —Ooo… Kırk yıl?

    —Evet.

    —Gerçekten uzunmuş…

    —Fazlası var eksiği yok… Kırk yıllık arkadaşım… Üniversitenin aynı bölümünden, aynı yıl mezun olduk. İki çocuk babasıyız… Dede olmamıza az kaldı. Fakat çocuklar işe giremiyorlar ki evlensinler... Neyse… Geçen zaman uzun olduğundan, gençlik elden gittiğinden, elbette bunca yıldan sonra birbirimizi tanımamız kolay olmadı. Bana, daha önce yerel düzeyde, edebiyat sever, şair öğretmenlerle çıkardığımız, üç ayda bir basılan sanat dergisi aracılığıyla ulaştığını söyledi. Benimse onun varlığından hiç haberim yoktu. Meğer o da edebiyat meraklısıymış, bir şeyler yazıp dururmuş. Ama kitap çıkaramamış. Sosyal medyada arkadaş olduğumuzu, gerçek kimliğiyle değil, takma ismiyle internette sıkça karşılaştığımızı bilmiyordum, sonradan öğrendim.

    —Oldukça esrarengiz biri anladığım kadarıyla…

    —Aslında değil…

    —Değil mi?

    —Korktuğundan saklanıyor…

    —Ne var korkacak? Siz korkuyor musunuz? Edebiyat dergisi çıkarmışsınız. Düşüncelerinizi ifade edemediniz mi?

    —Ettik ama yine de sansür uygulanmadı dersek yalan olur… Otosansür demek istiyorum. Aşırı baskı olunca herkes sansürünü üretir.

    —Sansürden kurtuluş var mı? Öyle ya da böyle her yazar mecburen otosansüre sığınır. Kurgu da bir nevi otosansürden doğmaz mı? Eğri oturup doğru konuşmalı şimdi…

    —Elbette… Her yazar mutlaka kendine göre sansür kullanır ancak sözünü ettiğim baskı düzenlerinin neden olduğu otosansürdür.

    —Mesela Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Yaşar Kemal otosansür olmadan mı yazdılar? İfade edemedikleri ne kaldı sizce? Belden aşağı olayları anlatınca mı otosansür olmuyor?

    —Kuşkusuz…

    —Nazım Hikmet mesela hiç korktu mu? Düşüncelerini ifade ederken kimden çekindi? Saklanarak yazarlık mı yapılır? Hangi çağda yaşıyoruz? Devir çok değişti… Devletin ne olduğu, kime nasıl işkence ettiği çok açık… Mahkemelerin hali ortada… Adaletin olmadığı sır değil. Sabah akşam aynı haksızlıklarla yatıp kalkıyoruz. Halk bir şey bilmiyor değil, her şey biliniyor. Yakın gelecekte su sorunu yaşanacağı da bilinmekte… Önceden gerçek bilinmesin, iktidardakiler oy kaybetmesin, düzen değişmesin diye uğraş verilirdi. Gazeteciler gibi yazarlar da gerçeği arardı. Gerçek artık saklanamıyor. İletişim çağındayız. İsteyen istediği bilgiye ulaşıyor. Ormanlar kesiliyor, köyler boşaltılıyor, tarım arazileri imara açılıyor, ülkeyi yönetenler har vurup harman savuruyor, saraylarda yaşıyorlar, kimsenin gıkı çıkmıyor. Hatta hapishaneler boşaltılıyor ona bile ses çıkarılmıyor. Herkes ne olup bittiğini yazıp söylüyor. Doğrusu esrarengiz yazarımızın ne yapmaya çalıştığını anlamadım. Ne yazdığı yayıncı olarak beni ilgilendirmez. Kitabın içeriği yazarını bağlar. Herkes söylediği sözden sorumlu olur. Hakaret etmesin yeter… Neyse…

    —Anlıyorum. Zaten kimseye hakaret etmez o… Yine de korkuyor işte… Memur olup, işsiz iki çocuk babası olunca korkulur. Biliyorsunuz, yasa gereği memurlar siyaset yapamaz. Yapanlar önce soruşturulur, aynı hata tekrar edilirse, gözünüzün yaşına bakmazlar. Her şey göründüğü gibi değil. Kapalı kapılar ardında ne olaylar olmakta. Belki siz genel yayın yönetmeni olarak mesela bir okulda neler olduğundan haberdar değilsinizdir. Her neyse… Böyle bir ortamda siyasi yazılar, romanlar, öyküler soruna neden olabilir. Tutuklu gazetecileri, hükümete muhalefet eden öğrencileri, akademisyenleri, yargısız işten atılanları hatırlatıp korktuğunu dile getirdi bana… Dünyanın en çok gazeteci tutuklayan, hatta öldüren ülkesi olduğumuzu bilmeyen yok... Haksız mıyım?

    —Haklı olduğunuzu düşünmüyorum. Bence yanılıyorsunuz.

    —Olabilir… Fakat şurası doğru değil mi? Mesela sosyal medyada hükümeti eleştirmek, bakanlar hakkında ileri geri konuşmak cesaret istiyor. Sosyal medya kullanıp ismini gizlemeyen kalmadı. Ben de görüşünü söyleyemeyenler arasındayım. İnternet kullanıcısı olsam da gelecek kaygısı yüzünden eleştiriden uzak duruyorum… Çocukların bile düşünce suçu nedeniyle sorguya çekildiğini hatırlarsak neden böyle davranıldığı daha iyi anlaşılır.

    —Konumuza dönelim…

    —Olur.

    —Merak ettiğim bir konu da şu… Günümüzde, sizin de bileceğiniz gibi, kitap bastırmak sorun değil. Pek çok e kitap sitesi yazarların elinin altında. Arkadaşınız da bunu biliyor olmalı. İsterse dijital kitapla da okurlarıyla buluşabilir. Hem de hiç ücret harcamadan. Bu yolu neden tercih etmediniz?

    —Bilmiyorum. Kendisi e kitap konusunu biliyor ama fiziki kitap çıkartmak istediğini söyledi bana.

    —Çöpe atacak parası var anladığım kadarıyla.

    —Neden çöp olsun ki?

    —Açık konuşacağım… Tek amacımız para kazanmak olsa bunları söylemezdim. Yazarlara, kültür emekçilerine saygım vardır. Özerlikle zor kazananların parasını almak günahtır, ayıptır. Bize yakışmaz. Alan yayıncılar yok mu, dolu… Biz onlar gibi çalışmıyoruz. Kimi zenginler var; prestij için kitap çıkarmak istiyorlar. Kimi şiir yazıyor, kimi anılarını yayınlatmak istiyor… Paran varsa harca… Ama öğretmen olunca, annem de öğretmen olduğundan, kazanmanın ne kadar zor olduğunu bilirim. Bu yüzden bilgilendirmeyi görev biliyorum. Her yıl bine yakın kitap basılıyor. Çoğu da roman. Bilmem haberiniz var mı? Okurdan çok yazar var. Binlerce yazar gece gündüz ünlü olmak için bir şeyler yazıyor. Fakat ortalık roman çöplüğüne dönmüş durumda. Bu kadar çöpün arasından yıldız olarak çıkmak, doğrusunu söylemek gerekirse, iğne ile kuyu kazmak kadar güçtür… Ne yaptığınızın görülmesi, değerlendirilmesi, hele de bizim gibi ülkeler de o kadar güçtür ki… Binlerce kitap, yazar çöp olmuş durumda. Dostoyevski’den Balzac'a kadar, en büyük yazarların e kitapları bir dokunuşla cep telefonlarına indirilebiliyor, hem de beş kuruş ödemeden. Bedava kitap, dergi, gazete bolluğu yaşanırken yazarak kazanmak da artık eskisi kadar kolay değil. Müzik eserlerinin başına ne geldiyse aynısı kitapların başına da geldi.

    Nasıl bir sürecin içinde olduğumuzu bildiğinizi sanıyorum. O kadar emekten sonra bir de üste para verilince hayal kırıklığı daha derin yaşanabilir. Bu yüzden söylüyorum. Bize göre hava hoş. Parasını alır, kitabınızı basarız. Sonrasının parlak olmayacağını özellikle belirtmek istiyorum ki, sonradan tatsızlık çıkmasın. Yanılıyor da olabilirim. Belli mi olur? Hayat bu, bir de bakmışsınız, herkes arkadaşınızın kitabından söz ediyor. Karar sizin…

    —Kendisiyle görüşeceğim… Dediklerinizi tamamen bildiğini sanıyorum ama tekrar düşünmekte yarar var.

    —Şunu da iletmenizi isterim. Bildiğiniz gibi bastığımız kitapların masrafını, editörlük hizmetleri dahil yazardan alıyoruz. Telefonda da söylediğim gibi bin adet kitap için bir öğretmen maaşı kadar masrafınız olacak. Dağıtım bize ait ama kitapevleri yoluyla değil internetteki mağazamız aracılığıyla satış yaparız. Satılır, satılmaz orasını bilemeyiz. Satılırsa yazar harcadığı parayı çıkarabilir. Satılmazsa beklemekten başka yapacak bir şey yok. Bir yıl içinde hiç satılmazsa, isterseniz basılı kitapların hepsini size veririz. Tümünü toplar, eşe dosta dağıtmak ya da elden satmak için evinize götürürsünüz. Sonrasına karışmayız. Anladığım kadarıyla siyasi görüşleri ağır basan bir yazardan söz ediyoruz. Bu durumda kitabı incelememiz gerekecek. Yazarın açık kimliği, ikametgâh adresi elimizde olmalı. Kitaba konacak isim farklı olabilir ancak, sorun çıkarsa ilgili makamlara bilgi verme mecburiyetimiz var. Gerçi ne sorun çıkacak, çıkmaz ama… Wikileaks belgelerindeki gibi sırlar açıklanacak değil ya… sonuçta kurgulanmış bir metinden söz ediyoruz… Yine de önlem olarak bazı bilgilerin elimizin altında olması gerekir. Şirketimizin kapatılmasını, cezaya çarptırılıp zorda kalmasını istemeyiz. Zira bizim de ailelerimiz, okuyan çocuklarımız, iş arayan gençlerimiz var.

    —Anladım… Ne zaman sonucu öğrenebilirim?

    —On güne kadar ararız sizi.

    *

    On gün sonra telefon çalar.

    —Halikarnas Yolcusu yazarına ait bir kitap bırakmıştım.

    —Evet hatırladım.

    —İnceleme yapacaktınız? Ne oldu? Yapıldı mı?

    —Yapıldı.

    —Sonuç…

    —Maalesef olumsuz.

    —Nedenini öğrenebilir miyim?

    —Kitabın içeriği yayın politikalarımızla uyuşmuyor.

    —Anladım.

    —İyi günler beyefendi.

    —Size de…

    BİR

    1. Gün

    Nerede olduğumu bilmiyorum. Burası nasıl bir yer, nasıl bir bina? Büyük, hem de gereğinden fazla büyük (Gereği ne kadarsa bilirmişim gibi konuştum.) bir yer olduğunu anladım ama neden buradayım? Belki de rüyadayım, kendime gelmeye çalışıyorum ama uyanamıyorum. Ne olduysa kaçarken oldu. Akşam olmuş, karanlık çökmüştü. Sinema çıkışı saat on sıralarında eve dönüyordum. Bu arada belirteyim, bir lise de rehber öğretmen olarak çalışıyorum. Yani okul psikolojik danışmanıyım. Bu açıklamayı da sevmiyorum fakat kırk yıldır mesleğimle ilgili isim karmaşası devam etmekte. Neyse...

    Öyle saatine doğruydu. İnternet haberlerine bakarken Temel Duygularımız adlı Amerikan filminin gösterimine yasak getirildiğini duydum. Film uzun zamandır sinemalardaydı, varlığını unutmuştum; Hollywood filmi olduğundan zerrece merak etmiyordum. İktidar eleştirisine ya da hakiki sinemaya ilişkin nasıl bir açlık içindeysem, yasak getirildiğini duyunca, kim bilir nasıl bir konusu var, kim bilir hangi yaraya parmak basıyor... duygusuna kapıldığımdan yerimde duramadım. Sonradan bunun oyun olduğunu, bilet satışlarını artırmak için danışıklı yasaklardan ya da yalan gazete haberlerinden biri olduğunu öğrendim ya, neyse… Saf yanıma geldiğinden hastaneye gideceğim bahanesiyle yüzünü görmek istemediğim, kalitesiz, liyakatsiz, sözde öğretmen olduğuna yüzde yüz inandığım okul müdüründen izin istedim. Sanki kendim çok iyi rehber öğretmenim de başkalarını liyakatsizlikle suçluyorum; bu da ayrı konu.

    İzni koparıp merdivenleri indikten sonra hızlı adımlarla belediye otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Otobüsün içi birbirlerine yapışık haldeki yolcularla doluydu. Kırk dakika kadar kalabalığa dahil olup nefes nefese ayakta yolculuk yaptım.

    Filmin başlamasına on dakika kalmıştı. İnceden yağmur atıştırıyordu. Gişe boştu, ortalıkta kimse görünmüyordu. İçeri girdiğimde film yeni başlamıştı. Karanlıkta bulabildiğim ilk koltuğa geçip oturdum. Perdeye düşen ışık parlayınca koca salonda izleyici olarak üç kişinin bulunduğunu fark ettim. Ben de dördüncü kişi olarak, suya sabuna dokunmayan berbat filmin karşısındaki yerimi almıştım… Perdedeki polisler, cinayeti kimin işlediğini araştırıyordu. Şüphelilerden biri de güzel, sarışın bir kadındı. Bir ara kadın, ayak ayak üstüne atıyordu; bütün mesele bundan ibaretti, yasağın nedeni de buydu. Yaptığım araştırmaya göre kadın oyuncunun külot giymeden erkek polislerin karşısında sigara içmesi, sinemadan sorumlu kurumu kızdırmıştı. Film yasaklamak için bundan daha saçma bir neden olabilir mi? Ünlü oyuncu donsuzu oynuyormuş fakat inanın, tekrar tekrar izleseniz, toplam süresi iki saniyeden fazla olmayan mini eteğin altındaki karanlık bacak arasını görmeniz mümkün değildi. Buna rağmen filmin gösterimden kaldırılacağı haberi yayılmıştı. Bunun üzerine benim gibi daha kaç kişi sinemaya koştu, bilet aldı orasını bilemeyeceğim ama, oyuna düşürüldüğümden kalitesiz filmi, iyi bir şey göreceğimi sanarak yuttum, istemeden izlemiş oldum.

    Daha kötüsü de, memura tanınan, mesai saati olsa bile doktora gitme hakkını kötüye kullanmamdı. Gerçi şu da var ki o gün işim yoktu, (ne zaman vardı ki?) her zamanki gibi, rehberlik servisinden çok, hapishane hücresine benzeyen, tavana yakın iki karış penceresi olan odamda yalnızdım. Sabahtan beri gelen giden olmamıştı. Bütün gün danışan beklediğim, duvarlara bakarak oturduğum, aybaşı gelince de bankamatik memurları gibi maaş çekmeye gittiğim çok olur. Öğrenciler, deli doktoru olduğum söylentisi yüzünden mümkün olduğunca rehberlik servisine uğramaz. Öğretmenler de sıkça deli damgası yemekten korkan haylazları, rehberlik servisine göndermekle tehdit ettiğinden, adının deliye çıkacağından korkanların sayısında artış oldu dersem yanlış bir şey söylemiş olmam.

    —Adam olacağın yok senin, geri zekalı mısın nesin? Bir daha konuşursan yemin ediyorum soluğu rehber öğretmenin yanında alırsın, diyen çok oluyordu. Bu da beni her öğrenci için olmasa bile kimilerinin gözünde korkulacak durumlara düşürüyordu. Hatta bazı öğretmenler kızdıkları öğrencileri, kulağından tuttuğu gibi, karakol odasından söz edercesine rehberlik servisine getiriyordu. Yetmiyor,

    —Hocam bir de sen dinle şu geri zekalıyı, derdi neymiş ben anlamadım, bir de sana anlatsın bakalım, diyerek, pek çok öğrencinin, öğretmenin gözü önünde kızdıkları öğrencileri odama atıp gidiyorlardı.

    Durumu kurul toplantılarında defalarca dile getirdiğim halde değişen bir şey olmamıştı. Öğrenci sorunlarıyla ilgilenen rehber öğretmen olmamdan daha çok, hesap soran, ifade alan, tehdit eden karakol odası gibi bir yer olmamın istendiği çok açıktı.

    Derslerdeki disiplinsizliği, yoğun ders konularına, ders anlatım yöntemlerine, bitmek bilmeyen sınavlara, öğretmen davranışlarına değil de şiddetin yetersizliğine bağlayan öğretmenler yüzünden öğrencilerin tepesinde adı 'rehberlik servisi' olan bir sopa dolaşıyordu. Oysa ben öğrenci dostuydum. Aldığım eğitimin, mesleğimin gereği olarak bütün öğretmenlerden, ana babalardan, okul yöneticilerinden farklı olmam gerekiyordu. Benim kitabımda öğrenciye hakaret, şiddet, tehdit yoktu. Herkesi olduğu gibi kabul etmenin önemi, kişilik gelişimini koruyup geliştirmenin gereği üzerine dört yıl eğitim almış, üstüne yüksek lisans yapmıştım. Eğitime psikolojik yardım süreçlerini sokmak için görev yapıyordum. Öğretmenlerin (elbette hepsinden söz edemem) yaymaya çalıştığı hakkımdaki kötü algıyı yıkmak isterken, sürekli yoluma çıkılıyor, sıkça psikolojik yaklaşımlar hakkında ipe sapa gelmez şeyler konuşuluyordu. Felsefeyle uğraşanlar gibi, mesela psikolojiyle uğraşanların da bir süre sonra üşütükler sınıfına dahil olduğunu anlatıp eğlenen öğretmenler vardı.

    Buna benzer olaylar nedeniyle danışmaya gelen çok az olduğundan ben de odamda boş duvarlara, bazen de internete bakarak, bunalım, öfke, ne yapacağını bilememe davranışı içinde düşünüp duruyordum. Uzun zamandır da sinemaya gitmemiştim. Amerikan filmleri, Oskar alanlar da dahil olmak üzere hemen hepsi ideolojik filmlere dönüşmüştü… Şu da var ki uzun zamandır,

    —Demokrasi gelişiyor, siyasal İslamcıların yönetimi altında bulunduğumuz yalanına bakmayın siz. Hristiyanların uydurması bu. Onlar kendilerine baksınlar. Çok şükür ülkemiz Atatürk zamanında bile bu kadar çok özgürlükle tanışmadı. Artık öğretmenler bile derslere başörtüsüyle girebiliyorlar. Aileler isterlerse, ana okuluna giden çocuklarının başını İslam'a uygun şekilde kapatabilirler. Memurlar, Cuma namazına gitmek için izin almak mecburiyetinde değil… Yöneticilerimiz çok şükür namaza gitmeyenler arasından seçilmiyor. Bu günleri de gördük ya, ne güzel… Allah yönetenlerimize zeval vermesin,’ diyenlerin de belirttiği gibi filmlere, kimin neye bakıp bakmayacağına yasak gelmiyordu. Öğrenciler forma giyme, memurların kravat takma mecburiyetine son verilmişti. İsteyen sakal bile bırakabiliyordu. Öyle ki yıllar önce, siyasi nedenlerle yasak edilmiş filmlerin gösterime girdiği bile oluyordu.

    Bu yüzden de şaşkındım; bunca demokrasi varken acaba, nasıl bir nedenden dolayı Amerikan filmine yasak getirilmişti? Bu soruya yüklediğim anlam nedeniyle birden kendimi müdür odasında, hasta olduğumu söylerken buldum. İzin alıp sinemaya koştum. Çıktığımda akşam olmuştu. İslamcı Parti iktidara geldiğinden beri sayıları giderek azalan birahanenin birinde iki bira içtim. Karanlık bir sokak aralığını geçip durağa doğru yöneldim. Sokakta yan yana çok katlı apartmanlar Çin Seddi gibi sıralı halde uzayıp gidiyordu. Gecenin karanlığında ince yağan yağmurun altında yürümeye devam ettim. Hiç alışık olmadığım derin bir sessizlik vardı. Trafik durmuştu. Bir yerde cam kırılsa on kilometreden duyulabilirdi. Yoldan tek bir araç geçmiyordu. Balkonlar, pencereler boştu. Az önce sinemaya gitmesem şehrin boşaltıldığını söylemek mümkündü. Bütün otomobiller evlerin önünde arka arkaya dizilerek zincir oluşturmuştu. Derin karanlıktaki sokak lambalarının aydınlığı altında içim ürperiyordu. Bir an önce sokaktan çıkmak, otobüs durağına ulaşmak istiyordum. Çok sürmedi elektrikler de kesildi. Zaten pencerelerde ışık yoktu. Sokak lambaları da sönünce her taraf karanlığa gömüldü. Sadece uzakta bir yerde kırmızı; kan gibi koyu kırmızı bir ışık yanıyordu. Bu da ürkünç bir şeydi. Işığın olduğu yerden yardım isteyen,

    —İmdaaat, kimse yok mu? diye bağıran çocukların, kadınların sesi geliyordu. Ne olduğunu anlamak için adımlarımı biraz daha açtım. Işığın olduğu yere gelince durdum. Otomobil garajı gibi bir yerdi burası. Kapının önünde silahlı üç kişi bekliyordu. Dışarıdaydım ama içeri girmişim gibi her şeyi olanca netliğiyle görebiliyordum. Etrafta parçalanmış cesetler vardı. Ölüleri parçalayanlar kanlı giysileriyle iş başındaydı. Çıkarılan pek çok organ kutulara, torbalara yerleştirilmiş, irili ufaklı kimi organlarsa buz kalıplarının üzerinde paketlenmeyi bekliyordu. Gördüklerim; oraya buraya atılmış kollar, bacaklar, uzun saçları olan, koyun kelleleri gibi üst üste duran, kan revan içindeki insan kafaları o kadar korkunçtu ki, daha fazla bakamadım. Bir süre kustuktan sonra olanca gücümle kaçmaya başladım. Nasıl girdiğimi anlamadığım garajın içinden çıkmış, tanığı olduklarımı polise anlatmak niyetiyle, nerede olduğunu bilmediğim karakola doğru koşuyordum. Arkamda silahlı üç kişi vardı. Nereye gitsem onlarda peşimden geliyordu. Bir an öyle hızlandım ki ayaklarım yerden kesildi. Kaçmıyordum da sanki uçuyordum. Bulutların üstüne çıkmıştım. Karanlık şehir aşağıda kalmıştı. Arkamı döndüğümde gözleri kırmızı kırmızı yanan, keskin dişleri kan içinde üç kurt köpeğinin bana doğru hızla koştuğunu gördüm. Bulutların arasında, rüzgârın içinde sürekli yağan yağmura karşı, koyu bir mavilikte hızla yol alıyordum. Birden kara bir delik belirdi, uçuruma doğru yuvarlandığımı fark ettim… Sonrasını hatırlamıyorum.

    Uyandığımda, görev yaptığım, psikolojik danışma ya da görüşme için geleni çok az olan rehberlik servisine benzer küçük bir odada, yeşile boyalı, tek kişilik demir bir somyada yatıyordum, belim ağrıyordu, her yerim tutulmuştu. Yorgan yoktu, altımda yatak yerine tahtalar vardı. Tepemde ampul şeklinde sönük bir ışık yanıyordu. Bir süre boş gözlerle etrafı inceledim, gözüme küçük bir buzdolabıyla lavabo ilişti. Nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Tanımadığım bir hücrede, odada, evde, mahzende ya da görev yaptığım okuldaki rehberlik bürosunda olduğumu düşünerek ayağa kalktım. Sendeleyerek kapıya yöneldim. Başım ağrıyor, ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Elbiselerim, ayakkabılarım aynıydı, değişmemişti. Beyaz gömleğe, mavi takım elbiseye, kırmızı desenli kravata, kim olduğumu hatırlattığından bir daha baktım. Cep telefonum ceketin cebindeydi. Ekrandaki takvim, 2022 yılının mart ayını gösteriyordu. Saat gecenin üçüydü. İşe gidip gelirken kullandığım evrak çantam yerde duruyordu. Boynumda duran gevşek haldeki kravatı çıkarıp cebime koydum. Merak içinde önce buzdolabına yöneldim, içi ekmekle doluydu. Ekmekten başka bir şey yoktu. Acıkmıştım. Ekmeklerden birini alıp koklayarak kontrol ettim, mis gibi buğday kokusu vardı, tazeydi, yemeye başladım. Çokça yiyip bütün bir ekmeği bitirdikten sonra lavabonun musluğundan su içtim. Dışarıdan bakınca kapının üzerinde beyaz yazıyla 107 rakamı görünüyordu. Odanın demir kapısını nedense açık bırakmışlardı. 107'nin ilkokuldaki okul numaram olduğunu hatırladım. Acaba mesaj mıydı? Koridorda da odadaki gibi sönük bir ışık vardı ama aydınlığın nereden geldiği belli olmuyordu. Etrafta lamba olmadığı halde her yerde az da olsa yol bulacak kadar sarı bir ışığın bulunması garibime gitti. Elektrik düğmesine benzer bir şey aradım, yoktu. 107 numaralı kapıyı, belki de içeride ekmek, su olduğu için, kilitlenir, bir daha giremem korkusuyla yarı açık bırakıp yürümeye devam ettim. Salona ya da başka bir odaya çıkacağımı sanırken uzun ince, çok da aydınlık olmayan bir koridorla karşılaştım. Uzun koridorlar, labirent misali birbirine bağlanıyordu. Biraz yürüdüm… Bir saat boyunca pek çok kapalı demir kapının önünden geçtim. Bazıları kilitli değildi, dokununca açılıyordu. Açılan kapılardan,

    —Kimse yok mu? diyerek, içeri baktım. Yoktu. Uzunca bir süre,

    —Burası nasıl bir bina? Biz neredeyiz? diye sorabileceğim kimseyle karşılaşmadım.

    Çıktığım odanın aynısına benzer odalar gördüm. Bütün odalarda (Sayısı kaçtı? Yüz mü, bin mi? Bilmiyorum...) yatağı olmayan demir bir somya, lavabo, bir de buzdolabı vardı. Buzdolaplarının birinde peynir paketleri, başka bir odadakindeyse sadece zeytin kavanozları üst üste duruyordu. İkinci bir şey yoktu.

    Bütün odalardaki musluklar akıyordu. Tuvaletler, erkek, kadın ayrı olacak şekilde yan yana, koridorların sonunda ya da ortasında bir yerde yer alıyordu. Tıpkı market ya da hastanelerde gördüğümüz tuvaletlere benziyorlardı.

    Bazı odalardaki buzdolaplarının içi boştu; tam takır kuru bakır derler ya, onun gibiydi; su bile bulunmuyordu. Kiminde ise sadece süt ya da yoğurt vardı. Süt ürünlerinin tüketim tarihi yeni bitmişti; paket içindeki peynirler, sütler eski tarihliydi. Tarihi geçmemiş, yenilebilir şeyler de olabileceği umuduna kapılırken, ekmekle karın doyurmuş olmanın pişmanlığını yaşadım. İleri tarihli ürün bulamayınca, kullanım süresi bir gün önce bitmiş sütlerden birinin tadına baktım; içilir durumdaydı. Daha önce de tüketim tarihi birkaç gün önce bitmiş sütlerden içtiğimden, sağlıklı kalmak için yine içebileceğim aklıma geldi. Bunun sağlık için doğru olmadığını, kaş yapayım derken göz çıkarmak olduğunu bilsem de her zaman kolay kazanamayanların, bazen ölüm anlamına gelen tutumluluğu içinde olmuşumdur. Tüketim tarihlerine bakarak kimi gıdaları hemen atamadığım, düşünerek, biraz da korkarak kullandığım çok oldu. Saçmalık, yanlış davranış elbet… Bunun adı tutumluluk mu, aptallık mı orası da ayrı… Marketleri dolaşıp tüketim tarihi geçmiş ürünleri ucuza alıp evine götürüp yiyen yoksullar olduğunu da defalarca gazete haberi olarak okumuşluğum vardır. Ham maddeyi ucuza elde etmek için marketleri dolaşan uyanık lokantacıların, otel sahiplerinin bu yolla daha çok kazanmaya çalıştığı, tüketim tarihi geçmiş gıdalarla yemek yapıp sattıkları, onlardan daha uyanık şirketlerinse son tüketim tarihlerini değiştirip, süresi dolmuş ürünü dolmamış gösterdikleri de bilinenler arasındadır. Diyeceğim şu ki, ne yediğimizi tam olarak bilmiyoruz fakat, sağlıklı beslenemediğimiz, midelerimizin çöplüğe dönüştüğü kesin. Hatırlıyorum da market çalışanlarından biri sosyal medyada şunları paylaşmıştı:

    "Değerli arkadaşlar,

    Gerçek ismimi kullanamadığım için öncelikle herkesten özür dilerim. Kesin olarak şunu bilin ki bozgunculuk yapmıyorum. Birilerini karalamak gibi bir niyetim yok. Tek amacım sesini duyuramayanların sesi olmak. Adımı gizledim ancak, kim olduğum bilinmez mi orasından emin olamıyorum. Zira internetten sorumlu, mağaralardaki yılanların hareketlerini bile takip edebilen iletişim bakanlığı da birazdan sözünü edeceğim şirketle kol kola bulunmakta. Her neyse… Onların polisi, mahkemesi varsa bizim de Allahımız var diyerek, söyleyeceklerimi açıklamak istiyorum. Bendeniz, siyasetin göbeğindeki, memleketin en büyük gıda şirketi olan Bolkepçe zincir marketlerinin birinde işçiyim. Hangi şubede, hangi şehirde ya da kasabada olduğumu söylersem elbette başım belaya girecektir, bu yüzden anlayışınıza sığınıyorum. Demin de dediğim gibi iletişim bakanlığı isterse yerimi tespit edebilir; kim olduğumu bulup işten çıkarılmamı sağlayabilir. Buna rağmen inancım gereği konuşma mecburiyetim var. Hz. Hüseyin’in de buyurduğu gibi şunu bilir, şunu söylerim: En büyük cihat, zalime isyan etmektir.

    Ey tüketici!

    Sen de şunu bil ki, günlük hasılatı milyon dolarları bulan bu market, tüketim tarihi geçmiş ürünlerini çalışanlarına, onların ailelerine, çocuklarına yediriyor. Üstelik de parasını alarak. Günü geçmiş ürünün piyasa değeri yüz liraysa bize yetmiş liraya satıyorlar. İstersen alma, istersen, ‘böyle ürün yemem, yiyemem, hasta olurum,’ de… Almayanlar işten atılır. Pek çok ilde, kasabada yaşandığı gibi, ‘Hayır, bayat gıda istemeyiz, taze ürün yemek istiyoruz, ne yiyeceğimize karışamazsınız, maaşımızı verin yeter, bir aylık kazancımıza karşılık tüketim tarihi yaklaşmış ya da geçmiş ürün veremezsiniz, kabul etmiyoruz, hakkımızı ararız,’ dememiz halinde işten atılacağımızı biliyoruz. Şirket, çalışanlarının itiraz etmesine alışık değil. Bizler şirketin gözünde insan değil, köleyiz. Pek çok kurumda olduğu gibi bu şirkette de çalışana insan gözüyle bakılmıyor. Zaten ne kadar maaş aldığımız bilinmekte.

    Şunu da bilmenizi isterim: Asgari ücret, hükümetin aldığı kararla artırıldığı halde, pek çok arkadaşımız düşük ücretle çalıştırılıyor. Muhasebeye gider olarak yazılan asgari ücretin bir kısmını, bankaya gidip çektikten sonra elden iade etmek zorundayız. Ülkeyi yönetenler bunu bilmiyor mu? Bilmeyen yok ama şirketler, ‘asgari ücret altında işçi çalıştırmıyoruz, yasalara uyuyoruz, işçinin hakkını veriyoruz,’ yalanıyla kazançlarını katlamaya devam ediyorlar. Devletin belirlediği asgari ücret dahi bütün çalışanlara eşit olarak uygulanmıyor. Asgari ücretin yarısıyla aile geçindirmenin güçlüğünü varın siz düşünün… Bu yetmiyor, bize, sevap işlemişler gibi tarihi geçmiş ürünleri kakalıyorlar. Bu ürünlerin aslında yenilebilir durumda olduğu, üretim tarihlerinin formalite icabı konduğu söylenmekte. Gıda mühendislerinin de bunu onayladığını söyleyerek bizleri ikna etmeye uğraşıyorlar.

    Şunu bilin ki, memleketin her yerinde şubesi bulunan bu marketi şiddetle kınıyorum. Sizler de kınamalısınız, hatta alışverişi kesmenizi, başka marketlere gitmenizi öneriyorum. Bolkepçe zincir marketlerinde çalışan işçiler yalnız değildir. Sizler de bu duyguyla hareket etseniz, ah keşke sesimize ses verseniz, inanın haksızlık diye bir şey kalmaz. Bizler sessiz kaldığımız için sorunlarımızı çözemiyoruz. İnanın yeni değil, biz bu sorunu yıllardır yaşıyoruz. Bununla kalmıyor. Bizden istenen şeylerden biri de tarihi geçmiş ürünleri müşteriye kakalamamız. Bu ürünleri öne dizmemizi, müşterinin elinin altında bulundurmamızı özellikle istiyorlar. Satılmayanları siz yemek zorunda kalacaksınız! demeleri yok mu, insanın intihar edesi geliyor. Rafların önüne eski ürünlerden, arkasına yeni ürünlerden dizmezsek hakarete varacak şekilde baskı görüyoruz. Mesela arkadaşlarımızdan birine müdür şöyle dedi: Kendi bakkalın olsa, günü gelmiş ürünü satmaz, yeni ürünü mü satarsın şerefsiz! O sırada bayan personel de yanımızdaydı. Ben olsam dayanamaz inanın, bıçağı karnına saplardım. Yetmedi şöyle devam etti: Niye sözden anlamıyorsun? Kaç kez söylemedim mi rafları kontrol edin, yeni ürünleri arkaya koyun. Kötü bir şey yapmıyoruz ki… İnsanlar da buna dikkat etmeli. Sonuçta milli servet. Sadece market malı değil ki bunlar. Vaktinde tüketilmesin de milli serveti götürüp çöpe mi atalım?

    O zaman ben de şunu soruyorum arkadaşlar: Bu ürünler çöpe gidecekse neden bize satılıyor. Bedava verseler anlarım. O zaman ister yer ister yemezsin. Beğenmiyorsan başkasına verirsin, ya da çöpe atarsın. Neden bize zorunlu satış yapılıyor? Maaş yerine neden günü gelmiş gıdalarla eve gönderiliyoruz? Ben de bunu anlamıyorum. Bu durumda kime gidelim? Derdimizi kime anlatalım? Polise mi, mahkemeye mi? Nereye gidelim? Ağzını açanı işten çıkarıyorlar. İşsizlik korkusuyla susuluyor. Tek çaremiz sosyal medyadan sesimizi duyurmak… Satılmayan, tüketim tarihi geçen ürünün sorumlusu biz miyiz? İnsanlarda alım gücü kalmadı. Haliyle ürünler raflarda kalıyor. Sonra da bizi suçluyorlar, yeni ürünü sattınız, eskisini bıraktınız, diyorlar. Çaresi ne? Bize yedirmek mi? Ya yemek istemiyorsak? ‘İsteyen alır, isteyen almaz,’ da denmiyor. Faşizm değilse, siz söyleyin, nedir bunun adı?

    Diyelim eksik mal çıktı; hırsızlık oldu. Yine suçlanan biz oluyoruz. Hem bekçi hem satıcı hem de çöpe attıklarını yiyen personel olmamız isteniyor. Bazen de depolardan ürünün eksik geldiği oluyor. Kasa açık verdi diyelim, ya da yanlışlıkla bir şey kırıldı ya da döküldü, zararı cebimizden karşılamak zorunda kalıyoruz… Maaş elimize geçinceye kadar borçlarımız katlanarak artıyor.

    Her yerde güvenlik kameraları var. Diyelim kamera kayıtları hırsızlığı doğruladı. Anlaşıldı ki, çocuklar çikolata çalmış. Bir değil beş değil, hangi birini engelleyebilirsin? Madem öyle kameraları takip eden biri olsun, o da hırsızları tespit etsin. Ne yapacaksınız? Çikolata çalan çocukları polise mi teslim edeceksiniz? Koca marketsin? Ayıp değil mi? Utanmaz mısın? Niye çocuklara çikolata, şeker dağıtmıyorsun? Bence dağıtmaları gerekir. Bize desinler ki her ay on kutu çikolata dağıtabilirsiniz. Demiyorlar. Gerçi amaç gerçekleşir mi? Hayır, neden derseniz, hepimizin çikolata yiyemeyen çocuğu var. Böyle bir durumda verileni biz alır evlerimize götürürüz. Doğruya doğru demeli… Yalan söyleyecek durumda değilim… Yoksulluk o kadar derin ki, özellikle market çalışanları arasında. İnanır mısınız, marketten her gün bir soğan çalıp evine götüren arkadaşımız var. Günde bir soğan çalsan ayda otuz soğan eder, otuz yemek pişirirsin. Küçücük şeylerin hesabı yapılmakta. Geçenlerde yine envanter sayımı yapıldı. Atmış bin liralık açığı işçilere ödetmek istediler. İşçiler kabul etmedi. Mağazanın imkânlarını kullanarak zenginleştikleri iddiasıyla haklarında dava açıldı. İnanabiliyor musunuz? Ödemeye itiraz edenler, hırsızlık iddiasıyla işten çıkarılıyor. Yüz kızartıcı suçları içeren madde ile işten atılanlara kıdem ve ihbar tazminatı ödenmiyor, işçiler işsizlik sigortasından da yararlanamıyorlar.

    Tek çaremiz sizlersiniz. Bir tek kurtuluş yolu var o da halkın, zenginlerin lüks yaşamından, aşk ve evliliklerinden kesitler sunan televizyon dizilerini bırakıp kendi sorunlarıyla ilgilenmesi. Ele almamız gereken o kadar çok sorunumuz var ki… Mesela üniversite diplomaları giderek değersizleşiyor. Kendim de üniversite mezunu; ziraat fakültesinden diplomalı biri olarak bu sorunları yaşıyorum. Ne olur, kendimize gelelim. Algı operasyonlarına kandığımızdan satılmakta olan, yabancı şirketlere peşkeş çekilen ülkemizin geliştiğini, en ileri ülkeler arasında olduğumuzu sanıyoruz. Hâlbuki emperyalistler, gerçeği görmeyelim diye, ceplerini düşünmekten başka bir şey bilmeyen yöneticilerimizi çanta gibi yanlarında taşıyorlar. Hepsi bu... Bütün gelişmemiz bundan ibaret. İnanın geriliyoruz arkadaşlar. Her alanda geriliyoruz. Tarlada hakkını alamayanlar şimdi de marketlerde, fabrikalarda, özel sektöre bağlı iş yerlerinde köle yapıldı. Öğretmenler, doktorlar, mühendisler, köylüler ne durumda? Çevrenize iyi bakın, ne olur? Yoksullaşmayan, gelecekten umudunu kesmeyen kaldı mı? O halde gelin, el ele verelim… Gelin, hiç olmazsa bir gün, işçinin kanını emen, halka kalitesiz gıda satmaya çalışan Bolkepçe adlı şu marketten alışveriş yapmayalım. Söyleyeceklerim bu kadar.

    Amacım halkı isyana çağırmak değil sayın yargıç. Yeri gelmişken size de buradan seslenmek isterim. Madem herkesi kontrol ediyorsunuz; dinleyin o zaman. Demokratik hakkımızı kullanalım çağırısı yapıyorum. Hepsi bu… Keşke bir sözümle sokağa çıkıp iktidarınızı devirenler olsaydı… Kimse sözümü dinlemese, çöp kadar değerim olmasa da kitlelere göz dağı vermek için görevinizi yaparsınız; göreviniz halka göz dağı vermek. Kim olduğumu bulur, ibreti alem için dersimi verirsiniz. Buna kuşku mu var? En büyük sizsiniz çünkü. Fakat unutmayın: Sizden büyük Allah var; almayın mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.

    2. Gün

    Sabah oluncaya kadar labirentin içinde dolanıp durdum. Akşama kadar çıkış kapısını aradım ama alt katlara inecek ne bir merdiven ne de bir asansör bulabildim. Geceyi 107 numaralı odada geçirdim. Acıkınca yan odadaki buzdolabından zeytinle biraz peynir çıkarıp yedim.

    3. Gün

    Kapı numaraları düzenli değil. Numaralar bir süre düzenli gittikten sonra birden düzen bozuluyor; beş yüzlü sayılardan binli sayılara, binli sayılardan birden onlu sayılara, oradan da iki binli, bazen üç binli sayılara geçilebiliyor. Nasıl bir mantık işliyor henüz anlayamadım. Belki de mantığı yoktur, sadece kafa karıştırmak için, gidilen yer bulunmasın diye böyle yapılmıştır. Sayı karmaşası, koridor çokluğu nedeniyle kaç oda olduğunu, kaç koridordan geçtiğimi tespit edemedim. Akşam olunca geceyi 107 numaralı odada geçirmek niyetindeydim ama aradığım yeri, koridoru bulamadım, labirentte kayboldum. Bütün odalar birbirine benzediğinden çok da dert etmedim. Okul numaram olan 107’i arama nedenim belki de alışkanlıktı. İki gece aynı somyada, aynı tahtaların üstünde yatmıştım. Üçüncü geceyi, dolabında günü geçmiş sütler bulunan odada geçirdim.

    4.Gün

    Üzerinde, ‘kütüphane’ yazan kapıdan içeriye girdim. Yeşile boyalı demirden, küçük bir masayla sandalyesi olan odanın genişliği diğer odaların büyüklüğü kadardı. Masayla aynı renkteki demir raflar dini ve siyasi konuları anlatan kitaplarla doluydu. Kimi rafların üzerine, ‘önemli kitaplar’ yazısı asılmıştı. Önemsiz kitaplar bölümünü gösteren rafta sadece beş kitap yer alıyordu. Değerli olduğu söylenen kitapların miktarı önemsiz kitaplardan hayli fazlaydı; bir kitaba karşılık, yanlış hesaplamadıysam iki bin kitap sayılabilirdi. Onca kitap arasında dikkatimi çeken önemsiz kitaplar bölümü oldu. Beş kitaptan birini alıp baktım. Hüsamettin Kılıçaslan adlı yazara ait kitabın adı:

    Labirentte Bir Ömür

    Elimde kitapla odanın ortasındaki masaya geçip oturdum. Demir sandalye buz gibi soğuktu. Soğuk nedeniyle değil, bilmediğim bir nedenden dolayı, belki kütüphanenin havası yüzünden, aniden içim ürperdi. Korku içinde kitabın rastgele bir sayfasını açıp (bu sayfanın 107. sayfa olması da dikkatimden kaçmadı) okumaya başladım. Yazının başlığı şuydu:

    Labirent cezasına çarptırılan öğretmenler.

    Yazı şöyle devam ediyordu:

    "Beraber yaşayan, sevgili oldukları söylenen iki kadın öğretmen, sekiz yıl önce A okulunda göreve başlamışlardı. Geçmişlerinde karşı cinse ilgi duymadıkları, arkadaş edinmedikleri biliniyor. Hiç evlenmemişlerdi. Evlenip anne olma, topluma faydalı evlatlar yetiştirme fikrine karşı çıkıyorlardı. Bunu da ilericilikmiş gibi her yerde dile getirirlerdi. Kadınların, kendi tabirleriyle söylersek, ‘kuluçkaya’ yatırılmasını doğru bulmaz, başkalarını da kendileri gibi düşünmeye zorlarlardı. Birkaç kez, görev yaptıkları okullarda, ‘zararlı alışkanlıklara özendirme, öğrenciye kötü örnek olma’ suçundan soruşturma geçirmişlerdi. İddiaya göre, cezadan korkmayan bu asi öğretmenler, bir kez daha yılbaşı gecesi içki içmişler, bunu da ders verdikleri sınıflarda, gülerek,

    —Yılbaşı olunca şarabı, votkayı biraz fazla kaçırmışız, diyerek anlatmışlardı.

    Bildiğiniz gibi ülkemizde içkiye övgü yoktur. Hangi ülkede vardır ki? Hangi ülke gençlerini alkole sürükler? Hem de öğretmenleri aracılığıyla… Eğri oturup doğru konuşmalı. Televizyonda bile,

    —Alkol zararlıdır, yuva yıkar, gençliğin çürümesine neden olur, denmediği müddetçe, içki ya da benzeri uyuşturucular hakkında konuşmak suç sayılmakta.

    Söz konusu öğretmenler bunu bilmezmiş gibi ders sırasında içtiklerini söylemekle kalmamış bir de sarhoş olduklarını dile getirmişlerdir. Üstelik bunu övünerek,

    —Her zaman içmiyoruz ya, senede bir kere içmeli, bir şey olmaz, diyerek anlatmışlardır.

    Bununla yetinmemişler,

    —Kime ne? İsteyen istediği gibi eğlenir! Yılbaşı da kutlanır, içki de içilir. Demokratik bir ülkede yaşıyoruz… Faşizm geldi de haberimiz mi olmadı? demek suretiyle, öğretmenleriyle özdeşim ihtiyacı içindeki gençleri kuralları çiğnemeye, devlet düşmanı olmaya teşvik etmişlerdir. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda, birlikte hazırladıkları savunma dilekçelerine şunları yazarlar:

    Sayın müfettişler,

    Doğrusunu söylemek gerekirse gerçeği araştırmak için gelmediğinizi biliyoruz. Amacınız, ne olursa olsun, nasıl bir savunma verirsek verelim bizi cezalandırmak. Böylece, yaşam tarzınızı kabul etmeyen pek çok öğretmene gözdağı vermek istiyorsunuz. Yine de merak etmeyin, kayda geçmesi adına savunmamızı yapmak istiyoruz. Aslında suçumuz içki içmek, bunu sıradan bir şeymiş gibi, laf arasında bir iki cümleyle dile getirmiş olmamız değil. Siz de biliyorsunuz, sayın sorgucular… Açık konuşmalı. Yandaş sendikanıza üye olmadığımız için suçluyuz. Doğru mu? Müdürünüz koca okulda sadece bizi hükümetin sendikasına üye yapamadı. Bunun üzerine lezbiyen olduğumuz, kadın kadına aşk yaşadığımız yalanı ortaya atıldı. Gerçek olsaydı bile sizi ilgilendirmeyen özel bir meseledir bu… Neyse sayın yargıçlar… Sanırım, yargıç dememden alınmaz, aksine mutluluk duyarsınız diye düşünüyorum….

    Başka bir suçumuz daha var; o da hükümeti protesto eylemlerine katılmak. Virüs salgını başladığından beri valileriniz, yürüyüş ya da gösterilere, basın açıklamalarına izin vermiyorlar. Olmayan toplantılara bu yüzden katılıp iktidarınızı eleştiremiyoruz. Gözünüz aydın. Tanrı bile sizden yana; iktidarınızı protesto etmeyelim diye dünyanın her yerinde salgın hastalık patlak verdi. Gerçi çok sevdiğiniz partiniz, virüse rağmen geniş katılımlı mitingler, toplantılar yapmaktan geri durmuyor. Toplantı ve gösteri yasağı var ama size değil, sadece iktidarınızı istemeyenlere… Yasalar sadece sizden olmayanlar için çalıştırılıyor… Şunu unutmayın ki, siz de öğretmensiniz; bugün müfettiş olarak görev yapıyorsunuz, Nazi subayı değilsiniz, yarın iktidar değişikliği olduğunda acaba yaptıklarınızın cezasını çekmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz? İşten atılmalarına neden olduğunuz öğretmenler maddi manevi çektikleri işkencenin hesabını sormayacaklar mı? Maalesef rüzgâr ektiğinizden, ileride fırtına biçmek zorunda kalacaksınız.

    Okulda sigara içtiğimiz iddiasına gelirsek… Külliyen yalan… Öğrencilerden alınan bilgileri taraflı bir şekilde soruşturma tutanaklarına kaydettiniz. Bizimle birlikte kimi öğretmenlerin büfenin önünde sigara içtiği doğrudur. Büfe, okulun yüz metre ilerisinde bulunuyor. Belirtilen yerde sigara içmemiz yeni bir şey değil. Gidin bakın, bütün okulların önünde sigara içilmekte. Sigara yasağı geldiğinden beri biz de diğer öğretmenler gibi sigara içmeyi azalttık. Bundan size ne? Öğrenci örnek alacak diye her şeyden vaz mı geçelim? Babalar, ağabeyler, diğer memurlar, polisler, yargıçlar olarak sizler sigara içmiyor musunuz? Öğretmenler içince mi büyük sorun oluyor? Kimseye sigara için demiyoruz fakat, birdenbire ortaya çıkan bu hassasiyet, biraz fazla değil mi? Eroin satışları artarken, bütün dikkatler sigaranın, alkolün üzerine çevrildi. 'Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış' misali bir durum yaşanmakta. Mücadele edecekseniz önce eroinle mücadele edin. Tütün alışkanlığını nasıl bırakacağımız konusu bize bırakılmalı. İki de bir,

    —Öğretmen sigara içer mi, ayıp değil mi, çocuklarınızın sigara içmesini ister misiniz? şeklinde sorularla karşımıza çıkmayın. Yeter, susun artık. Aptal değiliz: Öğrenciye sigara içip içmediğimizi sormuşsunuz. Onlarda büfenin önünde içtiğimizi söylemişler. Ne var ki bu cümleyi, büfenin önü değilmiş, okulun içiymiş gibi ele alıp söylenmeyen sözlerle tutanak oluşturmuşsunuz. Öğrenci ifadelerini kendinize göre yorulmayıp yeniden yazmışsınız. Bizi suçlu göstermek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Madem Müslümansınız o zaman şu soruya cevap verin: Müslümanlıkta gerçeği değiştirmek, olmayanı olmuş gibi göstermek var mı? Bir gün bu şekilde soruşturma geçireceğimiz, ifadelerin kasıtlı şekilde değiştirileceği aklımıza dahi gelmezdi. Tütün ürünlerinin kapalı mekânlarda yasaklanmış olmasına karşı değiliz. Ama işin içinde başka işler var. İktidarınız, ormanı kesip, yeşile düşman olup ağacın önemi üzerine kamu spotları hazırlar; ağaca, ormana, doğanın önemine övgüler dizersiniz. Çok sevdiğiniz milleti, sigarının zararlarından koruyorsunuz öyle mi? Güldürmeyin bizi. Son on beş yılda ülke yönetimine, sağ gösterip sol vurma şeklinde bir anlayış hâkim oldu. Siz de bu anlayışın parçası olarak buradasınız, bizi korkutacağınızı sanıyorsunuz. Temiz ülke mi istiyorsunuz? Önce temiz yargı olmalı, yani sizin gibilere soruşturma yapma yasağı getirilmeli. Ülkeyi soyanlara soruşturma açan var mı? Bırakın kimin içki içip içmediğini, bırakın öğretmene ‘kötü örnek oluyorsunuz’ suçlamalarını…

    Bir yerde (Nereyse orası? Açıkça belirtmemişsiniz.) şöyle dediğimiz iddia edilmekte:

    Gazeteler, televizyonlar susuyor. Ülkeyi mafya yönetmekte. Mafya olanlar parti kurup siyaset yapıyor. Bugünün partileri yirmi yıl öncesinin partileri gibi değiller. Eskiden en büyük mafya Amerika’ydı. Artık küçük Amerika diyeceğimiz türden mafya devletleri var. Bunlardan biri de Türkiye. Türk mafyası İslam’ı kullanarak iktidarı ele geçirdi. İslamcı Kayser, Amerika'nın yardımıyla Türkiye topraklarında dünyanın en büyük mafyasını kurdu. Nerede kara para var, Türkiye'ye gönderiliyor.

    Lütfen açıklar mısınız? Bu sözleri ne zaman ve nerede dile getirmişiz? Bu şekilde mesnetsiz iddialarda bulunup devlet düşmanı olduğumuz suçlaması yapıyorsunuz. Şunu bilin ki asla ülkemle sizi aynı kefeye koymuyorum. İktidarınızı sevmek zorunda mıyız? Neden sizin gibi düşünmeyenleri susturmak, onları açlığa mahkûm etmek istiyorsunuz? Farklı görüşler olmayacaksa demokrasiyi nasıl yaşatabiliriz, söyler misiniz?

    Hakkımızdaki bir diğer suçlama da,

    Demokrasiler Neden Çalışmıyor, Uluslararası Mafya Demokrasileri Ele mi Geçirdi? başlıklı yazıyla ilgili. Bu yazıyı

    Nimet Kadıoğlu takma adıyla bizim yazdığımız iddia edilerek, makalenin aşağıdaki bölümünde ne demek istediğimiz sorulmakta. Güya söz konusu makalede demişiz ki:

    "Aslında, Kayser’in kamera önünde sigara içenleri fırçalama işi bir oyundu. Senaryo gereği, birine vatandaş rolü veriyorlardı. Cebine de pahalı bir sigara koyuyorlardı. Halkın arasına karışan Kayser, pazar yerini dolaşırken, milletin aç olduğunu, doların sürekli arttığını, üretimin yapılamadığını, geçimin zorlaştığını söyleyen vatandaşı sigara içmekle, hem de en pahalı sigarayı içmekle,

    —Geçinemiyorsun da bu sigara ne? diyerek suçluyordu.

    Vatandaşın gömlek cebindeki sigara paketini alıp havaya kaldırıyordu. Böylece kameraların karşısında en pahalısından yabancı marka sigara, ulusal zenginlik sembolü gibi ülkenin tamamına gösteriliyor, zafer bayrağı gibi dalgalandırılıyordu. Geçim sıkıntısı içinde olduğunu söyleyen vatandaş, böylece eziliyor, kışkırtıcı olmakla suçlanıyordu. Halkı, ‘demokrasi yok, ülke elden gidiyor,’ diye korkutanların aslında vatan hainleri olduğu öne sürülüyordu.

    Kutsal mekanlarda; cami ya da şehit cenazelerinde, kameraların karşısına geçip utanmazca siyaset yapan, halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtan Kayser’in bugüne kadar yaptığı en önemli icraat, içki ve sigara konusunda olmuştu. Dinin de kabul etmediği bu ürünler, zam şampiyonu olmaya devam ediyordu. İslam da bu zararlı maddeleri lanetle anıp yasaklamıyor muydu? Sigara kullanmayan, içkinin damlasını ağzına koymayan Kayser de kendisine bağlı pek çok din adamı gibi en çok verginin bu ürünlerden alınmasını istiyordu. Devlet görevini yapıyor, sigarının (bütün uyuşturucuların) ne kadar zararlı olduğunu tekrar tekrar dile getiriyordu. Aynı şey Avrupa'da da yok muydu? Alkol olmasa bile sigara Batı ülkelerinde de oldukça pahalı değil miydi? Devletin zararlı şeyleri ucuza satmak gibi bir mecburiyeti mi vardı? Aklı olan alkolü, sigarayı bırakmak zorunda değil miydi?

    Ne var ki sigaraya, alkole sürekli zam yapılan mafya ülkesinde eroin kullananların sayısı hızla artıyordu, memlekette hukuk kalmamıştı fakat kimin umurundaydı, önemli olan sigara içen yoksulları yoksul olmadıklarına inandırmaktı. Tümünü değiştirdiklerinden devleti soyanları sorgulayacak ne bir savcı ne de bir hâkim bırakmışlardı. Ülkeyi soyan büyük hırsızlar, mahkemeye çıkarılmıyor, meclisteki çoğunluğun kararıyla suçsuz sayılabiliyordu. Öyle ya, yasalar yoksullar içindi, milli irade meclis anlamına geliyordu, o halde halkın kararına herkes saygılı olmalıydı. Hâkim de savcı da meclisti; meclis ne isterse o olurdu. Hey gidi gözünü sevdiğimin demokrasisi; ne de güzel mafyanın eline geçmişti. Zaten demokrasi de, Kayser’in diliyle söyleyecek olursak, çoğunluğun iktidara gelmesi, her istediğini yapması değil miydi?

    Yalnızca hukuk değil, artık her şey; eğitim başta olmak üzere, siyaset, sanat, hatta spor bile liyakatsızların yönetimine terk edilmişti. Partizanlığın girmediği yer kalmamıştı. Mezhepçilik yüzünden halk birbirine düşmüş, üretim durmuş, üniversiteler bilgi üretemez olmuştu. Fabrikalar satılmıştı. Geniş tarım arazilerinin, madenlerin hemen hepsi yabancıların eline geçmişti. Aslında diktatör, seçimleri kaybettiği gün soluğu mahkemede alacağını biliyordu. Kimilerine göre, iktidardan düştüğünde ya kaçacak ya da intihar edecekti. Milliyetçi, dindar geçinen Kayser, zehirlenme korkusu içinde yemeğini doktor kontrolünde yiyor, gözünün önünde önceden yenmeyen yemeği ağzına koymuyor, mikrop kapmamak içinse temizliği özenle yapılan altın kaplama klozetlere oturuyor, dünyanın en lüks, en pahalı eşyaları arasında yaşıyordu."

    Şunu bilin ki bu satırlar bize ait değil. Sözünü ettiğiniz Nimet Kadıoğlu kimdir? Biz bilmiyoruz. Böyle bir yazıdan haberimiz dahi olmadı. Şunu merak ediyorsanız söyleyelim: Söz konusu yazar, az bile söylemiş. Yazarın düşüncelerine katılmak bizi suçlu kılıyorsa, elinizden geleni yapın. Size değil, kendimizi yüce Türk milletine, onun adalet anlayışına emanet ediyoruz. Sizden korkan sizin kadar namussuz olur. Söyleyeceklerimiz bundan ibaret.

    *

    Kitabın rastgele açtığım başka bir sayfasındaysa (bu sayfanın yine 107 olduğunu gördüğümde ne kadar şaşırdığımı tahmin edemezsiniz) şunlar yer alıyordu:

    "… Yeri gelmişken altın kaplama klozetleri olan Sırça Köşk’ten da söz etmeli. Rahmetli yazarımız Sabahattin Ali’nin kulakları çınlasın. Bu yazıyı onun Sırça Köşk adlı öyküsünün anısına dijital ortama aktarıyorum. Sevgili Sabahattin Ali, şunu bil ki, sırça köşkler azalmadı, sürekli artmakta... 2022 yılının Türkiye'sinden bir kez daha sana sesleniyorum ki, dile getirdiklerinde sonuna kadar haklıydın... Neyse dostlarım, şu biline, Sırça Köşk ülkemizde aynı zamanda paralel meclis demektir. Bir tarafta meclisin milletvekilleri, çalışanları; işçileri, memurları, aşçıları, çaycıları diğer taraftaysa Sırça Köşk’ün danışmanları, personeli, gölge milletvekilleri, gölge bakanları… Bir de bunların lüks yaşamlarına hizmet yetiştirmeye çalışan aşçılar, garsonundan temizlik işçisine varıncaya kadar binlerce personel… Paralel devlet yapılanması yani.

    Bin iki yüz odalı (Oda sayısını iddialardan biri olarak dile getiriyorum. Gerçek rakam bilinememekte.) devasa yapının maliyetinin inşaat, yapım, alım, peyzaj, sabit gider, özel üretim malzemeleri ve yönetimiyle milyon dolarları bulan, lüks ve şatafat örneği olarak dünyanın değişik ülkelerinde hayretle karşılanan, mahkeme kararıyla kaçak olduğu bilinen,

    —Gücünüz yetiyorsa yıkın hadi! denilen, bu şekilde yasalara ve millete meydan okunan Sırça Köşk, şimdi de altın kaplama klozetleriyle gündemde.

    Klozetler kimilerinin iddia ettiği gibi altın kaplama değil ama altın değerinde. Odalarının çokluğuyla meşhur, ‘Türk milletinin şanıdır, şerefidir,’ diyerek yutturulan Köşk’teki klozetlerin tanesinin fiyatı otuz memur maaşına denk geliyor. Millet fakruzaruret içinde yaşarken, haremi de olan (Bilemem, ben de başkalarının yalancısıyım... bir iddiaya göre söz konusu harem, dünyanın değişik ülkelerinden devşirilmiş güzellerle dolu) Sırça Köşk’ün toplam maliyetini bizim gibi fanilerin hesap etmesi mümkün değildir.

    Bildiğiniz gibi üzerinden seneler geçtiği halde gündemden düşmeyen Sırça Köşk’ün Maliyeti sır gibi saklanmakta. Köşk’ün yapımından sorumlu olanlar, ‘ülkenin ekonomik çıkarlarına, uluslararası itibarına zarar verir’ gerekçesiyle maliyeti açıklamadı. Bu konudaki ilk rakamı iki kez attan düşen, bir kez de girdiği lüks otelin havuzundan çıkamayıp boğulma tehlikesi atlatan Cimi adındaki milletvekili açıkladı. Sırça Köşk için harcanan parayla ülkenin her yerine yüzlerce okul, yüzlerce hastane yapılabileceğini söyledi. Ne var ki bu sözler, hainlerin, terörist soyundan gelenlerin kışkırttığı (!) kamuoyunu tatmin etmedi. Bunun üzerine Sırça Köşk’ün sakini şöyle dedi:

    —Sırça Köşk yaptırdıysak, yedik mi? Kendimiz için mi yaptırdık? Bütün kurumların sahibi millet olduğuna göre, Köşk’ün sahibi de millet değil midir? Hainlik yapmayın! Milletin ağzı torba değil ki çekip büzelim. Herkes kendince konuşup duruyor… Konuşmalı ama terbiyesizliğe lüzum yok. Önemli olan itibardır, itibarı olmayan milletlerin hayat damarlarından biri ve en önemlisi kopmuş demektir. Dolayısıyla itibar olmadan hayat olmaz. Benim itibarım aynı zamanda milletimin itibarıdır. Ülkemize gelip nasıl bir sarayda yaşadığımızı görenler inanın buna, biranda, kuluçkaya yatırılmış zavallı köleler olduğumuzu düşünürken, ayaklarımıza kapanacak duruma geliyorlar.

    —Köşkü, şatafatı, lüksü böyle olan bir milletin, kim bilir ne kadar parası vardır? deyip hayretten küçük dillerini yutuyorlar. Haliyle itibardan kazanıyoruz. Girdiğimiz meclislerde saygı görüyorsak bu saygı milletimize aittir…

    Bu sözlere gülenlerden biri de hadsizliğiyle bilinen, Devlet Binalarını Halk Yararına Düzenleme Enstitüsü başkanı oldu. Başkanın şu sözleri dikkat çekti:

    —Sayın başkan, iyi diyorsunuz, altın varaklı koltuklara oturuyorsunuz da, üretim araçları yabancı şirketlere satılan milletimiz yoksuldur. Temiz gıdaya, sağlıklı suya her geçen gün ulaşmakta büyük sıkıntı yaşayan halkımız, siz de çok iyi biliyorsunuz ki dünyanın en yavaş internetini kullanmakta. Pek çok kişinin ulaşamadığı, diğer ülkelerle kıyaslandığında hayli yavaş çalışan bu internetle uzaktan eğitimler yapıldığı iddia edilmekte. Oysa ki okullarda dahi eğitim yapılamamakta. Üniversite mezunlarımız iş bulamamakta. Çiftçimiz perişandır. Üretim araçlarımız yabancı şirketlerin eline geçmiştir. Böyle bir ülkenin itibarından söz edilemez. Dışarıdan almasak yemeye bir çuval buğdayımız yok. Millet ekmek bulamazken silah sanayimizin güçlendiği yalanlarıyla nede güzel, ne de umut vadeden haberler yapılmakta. Utanın! Halkın ziyaretine açmadığınız Sırça Köşk’ün, bunca yoksulluk içindeyken bile, lüks ve şatafat içinde olduğu, kristal taşlar gibi, altın gibi, suya düşen güneş gibi parladığı gün gibi gerçektir. Madem Köşk’ün kibirlisi, açıklanan maliyetlerden bu kadar rahatsızlar, o zaman yemek, elektrik, temizlik harcamaları da dahil olmak üzere tüm giderler kısılsın, millete doğru bilgi aktarılsın. Yahu, bu Köşk kaça yapıldı, maliyeti ne kadar oldu? Demokrasi de yaşamıyor muyuz? Neden milletin parasından harcama yapılıyor da ne kadar harcandığı söylenmiyor? Neden? Bir de utanmadan,

    —Milletin parasını harcamıyoruz, başka ülkelerdeki benzerleriyle boy ölçüşen, Türk’ün şerefi diye bildiğimiz Sırça Köşk’ü kara parayla yaptırdık diyenler var.

    Kara parayla şeref mi olur? Nedir bu saçmalıklar? Haram parayı aklamak, eroin tacirlerine yol vermek, uluslararası camiada suç değil mi? Bir taraftan itibar diyeceksiniz bir taraftan kara paradan söz edeceksiniz… İsviçre’yi örnek gösterip,

    —Onlar yapınca suç değil, biz yapınca mı suç oluyor, diyeceksiniz.

    Barbar olup, demokrasinin yanına yaklaşmayıp İsviçre’yi kendinize örnek aldığınızı söylüyorsunuz. Siz önce İsviçre halkının demokrasisini, ekonomik gücünü, dünyadaki saygınlığını inceleyin. Halkın parasıyla yapıp halkın ziyaretine açmadığınız Sırça Köşk’ün oda sayısı bile muamma. Söyleyin yahu, kaç odası var Köşk’ün? İki bin mi, üç bin mi, dört bin mi? Bu kadar büyük bir binada ne iş yapılıyor? Saklamayın, söyleyin hadi? Kaç personeliniz var? Neden bunlar bilinmiyor da on binlerce çalışandan söz ediliyor. Köşk’ün kibirlisi oda sayısının iki bin olduğunu söyledi, başka bir gün çıktı,

    —Yanlış biliyormuşum, üç bin dedi. Başka bir gün,

    —Dört bin, dedi…

    Utanmazca fikir değiştirip durdu. Enstitü başkanının dediği doğruysa, Sırça Köşk’ünüzde tek ve çift kanatlı kapılar mevcut. Bu kapılardan on bin adet alınmış. Her birinin fiyatı ise on doktor maaşına denk düşüyor. Bu rakamları topladığımızda akıl alır gibi değil. Harcama kalemi olarak görülen tekli kapı sayısı

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1