Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Arzu Hanım'a Sitem
Arzu Hanım'a Sitem
Arzu Hanım'a Sitem
Ebook327 pages3 hours

Arzu Hanım'a Sitem

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

ODTÜ mezunu, sosyalist bir kadın olup tarikatçı biriyle evlenmişsiniz ya, gerçekten bunu anlayamıyorum... Belki de anlamak istemiyorumdur... Kocanız da tanıştığınızda sizin gibi miydi? O da önce sosyalistti ama sonradan geleceğini, pek çokları gibi, tarikatçılıkta mı aramaya başladı? Ailece solcu olup tarikatçılara takiye yaptığınızı düşünebilmeyi çok isterdim. İnanın bu konuda kafam çok karışık. Eşinizle evlenirken doktorların iyi kazandığını, para sıkıntısı çekmeyen bir aileniz olacağını düşünmüş olmalısınız. “Varlıklı ailesi olan doktor koca iyi olur, güzel evlerde otururuz, annemle babamın yoksul evini unuturum,” mu dediniz? Bir zamanlar benimle bira içtiğinizi de söylediniz mi değerli kocanıza? Söylediyseniz öfkeden kudurup küplere binmiştir. Ama sanmıyorum, söylemiş olamazsınız.
Şunu da sormak istiyorum izniniz olursa: Madem böyle sorunlar çıkacaktı, madem yayınevinizin kontrolu kocanızın elindeydi, neden beni çağırdınız, öykülerimi basabileceğinizi söylediniz? Damla adını verdiğiniz yayınevinizin eskisi gibi olmadığını, Yağmur Yayınevi adında iktidar yanlısı, tarikatçı bir ortağınız bulunduğunu unutmuş olamazsınız. Bilmeniz gerekenlerden biri de şu değil mi? Cumhuriyet düşmanı, demokrasi karşıtı kitaplar basan bir yayınevinden neden kitap çıkarayım ki? Kalsın, kitap çıkarmaktan vazgeçtim. Böyle konuştuğum için üzüldüğünüzü biliyorum.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateSep 2, 2023
ISBN9798201472375
Arzu Hanım'a Sitem
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Arzu Hanım'a Sitem

Related ebooks

Reviews for Arzu Hanım'a Sitem

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Arzu Hanım'a Sitem - Yusuf Solmaz

    ARZU

    HANIM’A

    SİTEM

    Yusuf Solmaz

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgulanmış karakterlere aittir.

    *

    Kapak Resmi: Microsoft Bing Resim Oluşturucu

    Birinci Yayın yılı: Eylül 2023/ İzmir

    Belki bu kadar sevmezdik birbirimizi

    Uzaktan seyretmeseydik ruhunu birbirimizin

    Nazım Hikmet

    Sevgili Arzu Hanım,

    Size o mesajı yazmakla büyük hata yaptım. Kim bilir hakkımda ne kötü şeyler düşündünüz. İnanın amacım size kur yapmak değildi. Neden böyle yanlış anlaşılacak bir şey yaptım bilmiyorum. Ailenize, şahsınıza karşı kötülük düşünmüş değilim. Kocanızın sandığı gibi çocuklarınız olduğunu unutup sizi etkilemeye çalışmadım. Öykü yazıyorum, bir de yayınlanmış kitabım var, derken, yıllar sonra beni tanımanızı, nelerle uğraştığımı bilmenizi istemiştim, hepsi bu… Eşinizin dile getirdiği gibi, böyle bir konuşma kur yapmak anlamına gelmez. Kendimi doğru anlatabilmek için başka ne diyebilirim, siz söyleyin ne olur? Aile hayatınızdan, geçmişinizden çaldıklarımı, çalacaklarımı, sizden dinlediklerimi öykülerime aktarmak istiyormuşum. Bu yaşa geldim bu kadar saçma bir suçlamaya maruz kalmadım. Yazdıklarımda kesinlikle sizden alınmış tek bir aktarım söz konusu değil. Ne olur bu konuyu kapatalım, olur mu?

    Üniversite günlerinden beri tanırım sizi. Siz de beni tanıyorsunuz. Aramızda adı konmamış ama sevgiye dayalı bir ilişki oldu, fakat aradan otuz sene geçti. Üç kez evlenip ayrıldım. Ne güzel siz hiç ayrılmamışsınız, sevgili kocanızla iki çocuk büyütmüşsünüz. Ben hâlâ bir kadınla birlikte çocuk büyütememiş olmanın özlemi içindeyim. Ayrıldığım kadınlar çocuklarımı bana öfke duyacak şekilde büyüttüler. Bu yüzden sevilen bir baba olamadım. Kocanız benim gibi ayrı çocuk büyütmenin ne kadar üzücü bir süreç olduğunu yaşamamış. Siz de bu durumun ne demek olduğunu bilmiyorsunuz. Bu yüzden, birlikte çocuk büyütme olanağı bulmuş, iki kız evladını yurt dışında okutabilen karı koca olarak sizi şanslı görüyorum. Mutluluğunuz daim olsun. İnanın, özlemle baktığım mutluluğunuza asla gölge düşürmek istemedim.

    Hayal görmediysem öğrencilik yıllarımızda siz de bana karşı boş değildiniz. Ama her şey geride kaldı. Birkaç arkadaşla birlikte sinemaya, tiyatroya gittiğimiz günlerimiz oldu, ama hiç seviştik mi, öpüştük mü? Hayır. Aksini söyledim mi? Hayır. Arkadaşça olan ilişkimizi abartarak anlattım mı? Kesinlikle böyle bir şey yapmadım. Bir dost olarak hatırlıyorum da siz de benden memnundunuz, yanılıyor muyum? Üniversite bittikten sonra herkes memleketine döndü. Ben başkasıyla evlendim, sizi arayıp sormadım. Benimle evlenmeyi düşünür müydünüz bilmiyorum. Böyle şeyleri hiç konuşmadık. Her şeye rağmen şunu bilmenizi isterim ki, ben sizi o günlerden beri sevmeye devam ediyorum; üniversite öğrencisi olan içimdeki delikanlının ne kadar anısı varsa hepsinde siz varsınız. Bunu bilmek bana her zaman mutluluk vermiştir. Ama bu geriye dönmek istediğim anlamına gelmez… Ne olduysa oldu, o yıllar geride kaldı.

    Bir yıl önce aynı markette karşılaşmamız gerçekten büyük tesadüf. Konuşacak çok şeyimiz vardı ama eşinize, ailenize dair soru bile sormadım, siz ne anlattıysanız onunla yetindim. Öykülerim olduğunu söylerken yayıneviniz olduğunu düşünmedim, sadece yazdıklarımı okumanızı istemiştim.

    Eşinizi kızdıran o mesajı yazarken bazı şeylere dikkat etmemiş olabilirim. Beni anlamanızı rica ediyorum. Eşinizin mesajlarınıza bakması, okumanız için gönderdiğim öyküyü okuyup akıl almaz yorumlar yapması büyük talihsizlik oldu.

    O mesajda, Sizi olan sevgim yeniden parlarsa ne olur benden korkmayın, derken kendimi doğru ifade edemediğimi görüyorum. İsterseniz eşinizden özür dilemeye hazırım. Ne olur yapmayın bunu. Sandığınız gibi biri değilim ben. O kadar çok üzülüyorum ki… İstemediğim bir cümle yüzünden arkadaşlığımız ne hale geldi.

    Daha düne kadar yazmayı düşündüğüm bir sürü şey vardı. Birlikte çok daha güzel işler yapacağımızı hayal ediyordum. Deneyimleriniz bana ışık tutacaktı. Bu sayede kendimi daha güçlü hissedebileceğime inanıyordum. Bu günse içimden yazmak değil, sadece ağlamak geliyor. İnanır mısınız, kendimi anlatmak, kim olduğumu bilmenizi sağlamak, yazmayı düşündüğüm her şeyden daha önemli hale geldi. Küçük bir hata nedeniyle ne kadar perişan olduğumu anlayın lütfen.

    Evet çok, hem de çok haklısınız. Bütün suç bende. Ama vicdanınıza, merhametinize, dostluğunuza sığınıyorum… Kocanızın hiç mi suçu yok? Mesajlarınızı okuması, her kelimenin üstünde dikkatle durup fikir yürütmesi doğru mu? Bir doktor olarak, eşi de olsa bir kadının hayatına bu derece karışamayacağını bilmesi gerekmez miydi? Hangi çağda yaşıyoruz? Üniversite mezunu biri olarak eşinizin e posta adresinize girmesine nasıl izin verirsiniz? Bunları söylediğim için lütfen bağışlayın beni… Eşinizin telefonlarınıza, kime ne yazdığınıza, kimden nasıl bir mesaj aldığınıza karışması, kimle ne konuştuğunuzu sorması bir tarafa, bir de yanlış anlayıp kıskançlık yapması, beni kur yapmakla, kendi ifadesiyle söyleyecek olursam ‘size asılıp sarkmakla’ suçlaması sadece gururumu incitmedi, çalışma isteğimi de olumsuz etkiledi. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir mesele yüzünden ne hale geldiğimi tahmin edemezsiniz. Kaç gündür gözüme uyku girmiyor. Daha iki gün öncesine kadar aramızda zerre kadar sorun yokken bugün, birdenbire, görüşemeyecek hale geldik. Siz de biliyorsunuz ki masumum. Kimseye zararım dokunmadı. Böyle bir şeyi söylemek zorunda kalmış olmam bile acı içinde uykusuz kalmama yetiyor.

    Ne deseniz haklısınız. Eşinizi, evli bir kadına asılacak biri olmadığıma inandırmak çok zor. Ne diyeceğimi bende bilemiyorum. Hiç yoktan başınıza dert oldum. Tekrar affınıza sığınarak söylüyorum: Ne olur kusuruma bakmayın... Ben o mesajı yazarken mutlu, sevinç içinde, umut dolu, geleceğin güzel olaylara gebe olduğuna inanan bir insandım. Sevincimden ne dediğimi bilememiş olabilirim. Ya da duygularımı yanlış ifade ettim. İnanın doğru söylüyorum. Bugüne kadar yayınevi sahibi olup çok okuduğunuz, editörlük yaptığınız için ayrıca hayranlığımı kazanıyordunuz. Evet ilkin internette karşılaştık. Sonradan ben de sosyal medya hesabınızın takipçisi oldum. Yüzlerce takipçinizden biri de benim. Başka takipçilerinizden değil, nedense eşiniz en çok benden rahatsız oluyor. Özel günler, bayramlar dışında sosyal medya hesabınızdan size hiç yazdım mı, eşinizin tabiriyle söyleyecek olursam ‘sarkıntılık’ yaptım mı? Hayır… Bu ifadeyi üzülerek kullanıyorum. Ne demek sarkıntılık? Ben ve sarkıntılık kelimesini kocanız yan yana getirdi. Lütfen bağışlayın beni. Size olan saygımda sevgi olmadığını, sevmeden saygı gösterdiğimi söyleyemem… Bir insan saygı duyduğuna kuşkusuz sevgi de duyar. Bunda kasıt aramak, olayı bir erkeğin bir kadına sarkması şeklinde ele almak gerçekten akıl alır gibi değil. Sosyal kimliklerimizden önce insanız... Benim için, işini seven, çalışkan, güzel kitapları herkesten önce okuyup basılmasına karar veren, iyi eğitimli, üniversite mezunu, ODTÜ’nün kamu yönetimi bölümünden diploma almış, evine, işine, çocuklarına bağlı güzel bir kadındınız. Yanlış anlaşılmamak için ne kadar güzel olduğunuzu dahi bir kere dile getirmedim. O kadar saçma biriyim ki… Bakın şimdi neyle suçlanıyorum… Şu an ne halde olduğumu görseydiniz keşke.

    Yayıneviniz adına da üzülüyorum... inanın bana. İstemeden size, ailenize, mutluluğunuza zarar verdim. Lütfen söyleyin... Yeniden karşılaştığımız bu bir yıl boyunca canınızı sıkacak bir şey yaptım mı? Olumsuz bir davranışımı gördünüz mü? Açıkça söylememe izin verin: Size karşı çapkınlık yaptım mı? Gereksiz şeyler sorduğum için affedin. Ama inanın düşünmeden yapamıyorum. Geçen bir yıl içinde yayınevinize kaç kez geldim? Lütfen hatırlayın. Ayda bir kere... Hadi iki kere olsun. Hepsini toplasak bir ay etmez. Oturup çayınızı içtim. Kısacık, en uzunu bir saati geçmeyen ziyaretlerdi bunlar. Sadece bir kez, hatırlarsanız, çay içelim mi? diye sormuştunuz. Bir kere de ben çay ısmarlamak istemiştim; yakında bahçesi olan güzel bir pastane olduğunu söyleyip evet demenizi beklemiştim. Siz de gelemeyeceğinizi, arabayı tamirden almaya gideceğinizi söylemiştiniz. Hepsi bu değil mi?.. Başka bir olay hatırlıyor musunuz?

    Neyse… bu sözlerim size değil... kendimle dertleşiyorum… Posta kutunuza mesaj atamam çünkü, yazdıklarım yine kocanızın eline geçebilir. Sizi düşünerek yazıyorum fakat, mecburen kendimle konuşuyorum. Her tarafta iletişim ağları var ama size ulaşmak ne kadar zor. Yayınevinize gelme nedenim yazdıklarım değilmiş, sizmişsiniz; sizi görmek için kitap bastıracağım diye numara çekiyormuşum. Bu bir iftira… Evet kocanızın iftirası bu… Böyle bir iftira karşısında ne diyebilirim? Kafam o kadar karışık ki…

    Neyse… Şimdilik hoşça kalın.

    Sevgili Arzu Hanım,

    Hiç düşündünüz mü, kocanız neden bu kadar kıskanç? Sevgisinden mi sanıyorsunuz? Pek çok kişi sevginin kıskançlığa neden olduğunu söyler. Hatta ‘domuz değilsen illa kıskanırsın’ diyerek hayvanları aşağılarlar. Her şeyi bilemesem de kıskançlığın altında yatan mekanizmayı biliyorum. Kocanızın kendine güveni, sevgisi, saygısı yok. Size karşı da saygısız… Saygıyı kendine gösteremeyen başkalarına da gösteremez. İddialı konuştuğum için üzgünüm. Tekrar ediyorum: ODTÜ mezunu, tarikatçı olmakla övünen kocanız güven duygusundan yoksun biri. Size de güvenmiyor. Bu yaşta bile kendisini her an terk edebileceğiniz duygusuyla perişan. Maalesef siz de güvenini yeteri kadar kazanamamışsınız, daha doğrusu böylelerinin güvenini kazanmak ne yaparsanız yapın imkansızdır. Kesin olan şu ki moralim çok bozuk. Böyle biriyle nasıl yaşadığınıza bir türlü anlam veremiyorum.

    Ben dedim ki: Yangın söndürme uçağımız yok, ama yönetenlere ait onlarca makam uçağı var. Halk yoksulluk içinde kıvranırken, üniversite mezunları iş, hastalar doktor, ilaç bulamazken, çocuklara süt, yumurta, peynir bile alınamazken, bir dolar otuz liraya yaklaşırken, devlet başkanımız milletin sırtına yüklediği lüks yaşamı için, ‘itibardan tasarruf olmaz,’ demekte. Böyle ülke mi olur? Ormanlarımız yanıyor, yanmayanlar kesiliyor, Türkiye sanki bilinçli bir şekilde, çöl gibi kurutulmaya çalışılıyor.

    Bunun üzerine eşinizin bana dediği şu oldu: O sizin hüsnükuruntunuz, kimsenin lüks yaşadığı yok. Ormanlarımız bilinçli bir şekilde yok ediliyor öyle mi? Üstelik bunu devlet yapıyor. Devleti vatana ihanetle mi suçluyorsunuz? Vatanda sorun varsa önce devlet koşar. Ülkeye ne olduğunu devletten daha mı iyi bileceksiniz? Sizin gördüğünüzü devlet göremiyor mu? Ne demek istiyorsunuz yani… termik santral kurulmasın da Türkiye enerjisiz mi kalsın? Neden biz de başka ülkelere enerji satacak kadar güçlü bir ülke olmayalım? Gelirimizin büyükçe bir bölümü enerjiye gidiyor. Neden siz solcular, sosyalistler ülkenin kalkınmasını istemiyorsunuz? Neden her ilerlemenin altında Çapanoğlu arıyorsunuz? Neden devleti daima halkına düşman, emperyalizmin maşası olarak görüyorsunuz? Milliyetçi, tam bağımsızlıktan yana, Müslüman olmadığınızdan olabilir mi? Ormanlar kesiliyorsa, halka düşmanlık olsun, ülkemiz kuruyup çöle dönüşsün diye kesilmiyor. Üretim araçları yabancı şirketlere satılıyorsa iyice yoksullaşalım diye değil, dünya ekonomisine uygun hareket edip zenginleşelim diye yapılıyor. Devlet olacak da plansız hareket edecek öyle mi? Çiftçi bile plansız adım atmıyor. Alemin akıllısı siz misiniz? Orman kesiliyor, yerine termik santral yapılıyorsa kesilen ağaçların yerine yenileri dikiliyor. Bugün Avrupa'nın tamamı sonradan oluşturulmuş ormanlarla dolu. Batılı ülkelerde doğal orman yok muydu? Vardı. Hatta bizdekinden fazla vardı, o güzelim ormanları kesip, yerine yenilerini diktiler. Avrupa kurudu mu? Kim susuz, yağmursuz kaldı? En çok yağmur hâlâ batıda yağmıyor mu? Evet, iklim krizi yok, dünyada hiçbir şey değişmedi demiyorum. Fakat siz de fazla abartıyorsunuz. Abartıyorsunuz çünkü amacınız üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Solcular olarak iktidar olamıyorsunuz, halkı bir türlü saçma düşüncelerinize inandıramıyorsunuz ya, öfkeden kuduruyorsunuz, kime taş atacağınızı, kimi vatana ihanetle suçlayacağınızı bilemiyorsunuz. Şunu bilin ki bu halk dinine, tarikatına önem vermeyenlere itibar etmez. Ne tekim sonuç ortada; bırakın diğer partileri, Cumhuriyetin kurucusu CHP bile yüzde 25’ten fazla oy alamıyor, hiçbir zaman da alamayacak. Bu halkın yüzde 75’i muhafazakâr. Değerlerine düşkün bir milletiz. Zorunuza mı gidiyor? Beğenseniz de beğenmeseniz de bu gerçeği kabul edeceksiniz. Batılı ülkeler yeni ormanlar oluştururken Neden aynısını biz yapmayalım. Neden üç beş ağaç için kalkınmamıza engel olunmak isteniyor?

    Kıymetli eşinizin sözleri bunlar. Görüyorsunuz değil mi cahilliğinin ne düzeyde olduğunu. Sanki ben, ‘Türkiye kalkınmasın,’ diyorum. Akbelen’de neler olduğunu görmüş olmalısınız. Halka ait, satılamayacağı anayasayla güvence altına alınmış ormanı, hükümetin koruması altındaki şirket, babasının malıymış gibi, biber gazı, cop, tazyikli su kullanarak, ağaç kesimine izin vermeyen köylülerin direncini kırmaya çalışan jandarmanın koruması altında kesmeye başladı. Böyle bir şey nasıl olur? Devletin görevi ormanları korumak, kestirmek değil. Anayasaya göre suç işleniyor. Yasalar kesinlikle ormanların satılamayacağını söylemekte. Buna rağmen dünyanın pek çok yerinde doğa katliamıyla ünlü uluslararası bir şirket çıkıyor ve kilometrelerce alanda orman katliamı yapabiliyor. Devlet yetkilileri direnen halkın karşısına geçip tek bir açıklama yapmıyor. Hani demokraside yaşıyorduk… Böyle demokrasi mi olur? Yaşlı başlı insanlar kesilmesin diye ağaçlara sarılırken, devletin koruması altındaki şirket elamanları kameraların karşısında ellerinde hızar makinalarıyla kesim yapmayı sürdürebiliyor. Yaşam alanlarını korumaya çalışan köylülerin kameraların önünde nasıl dövüldüklerini, üzerlerine nasıl biber gazı sıkıldığını, nasıl tutuklanıp gözaltına alındıklarını, iktidarın televizyonlarından başka televizyona bakmıyorsanız görmemiş olabilirsiniz. Kocanıza bunları söylemek zorundaydım. Yapılan her şey yasalara aykırıydı. Artık şunu bilelim, başımızda devlet yok, şirketler yararına devlet gücüne el koymuş tarikatçı, dinci bir çete var. Bu çetenin senelerdir halkımıza yaptığını düşman olsa yapmazdı. Karşımızdakilerin düşman olduğunu, devlet olmadığını, emperyalizm adına iş yaptıklarını bilseydik, nasıl direnmemiz gerektiğini daha iyi anlardık. Kendi çocuklarımızı bize karşı asker, jandarma, polis, güvenlik elemanı yapıp kullanmaya başladılar. Bu gidişe dur demezsek, bir vatanımız olmayacak. Vatan yasaları varsa, bu yasalar uygulanıyorsa vatan sayılır. Yasasız, çetelerin, tarikatçı partilerin yönetimi altında vatan olmaz. Bunları dile getirmek suç mu?

    Sevgili eşiniz bunları dedim diye beni vatan haini, komünist ilan etti. Vatan haini değilim de… komünist demesine ne demeli? Evet, komünisttim, özel mülkiyete karşıyım, her şey kamunun olsun, kimse aç kalmasın, paraya gerek yok, karnımız doysun, güven içinde yaşayalım yeter diyorum. Tarikatçı olmaktansa bin kez komünist olurum daha iyi.

    Suçlandığım konulara bakıyorum da gerçekten aklımı yitirecek gibi oluyorum. Siz de biliyorsunuz ki önce eşiniz, Türkiye yedi bölge, her bölge eyalet olsun, dedi, sonra devam etti, yerel yönetimler güçlendirilsin, her eyalet kendi yasasını yapsın. Suçu azaltmak için hangi eyalet idam cezasını gerekli görüyorsa o eyalette idam olsun… Tıpkı Amerika'da olduğu gibi. Biz de Amerika'daki gibi eyalet sistemiyle yönetilebiliriz. Dünyanın pek çok ülkesi böyle yönetiliyor. Şeriat isteyen şeriatla yönetilsin. Din devletine karşı olanlar laik rejimde yaşasın. Hatta isteyen kendi bölgesine sosyalizmi getirsin. İnsanlar da yasalarına bakıp istedikleri eyalette aile kurup çocuklarını eğitmeyi seçsin. Eyaletten eyalete geçiş olsun. İnsanlar istemedikleri yasalarla yönetilmeye mahkûm edilmesinler.

    Bunları dinledikten sonra ben de çok değerli eşinize, İyi olurdu, ama böyle bir sistemi kurmak için güçlü bir devlet olmamız gerekir. Emperyalistler, NATO'nun komutanları bizi bize bırakmazlar ki kendi yasalarımızla yönetilelim, diye karşılık verdim. Dilim döndüğü kadar Cumhuriyetin ilk yıllarında söz konusu yedi bölgenin neden eyalet olarak düşünülmediğini açıklamaya çalıştım. Ama yeterli olmadı. Demek istediğim şuydu: Eşinizin de belirttiği gibi mevcut bölgelerimiz, kendi yasalarını hazırlayabilen eyaletlere dönüşse hiç fena olmaz. Ben de isterim; her bölge kendi anayasasını oluşturup ona göre yaşaya bilmeli. Çünkü görüyorum ki, farklı yasalara ihtiyaç duyan, istemediği devlet anlayışına vergi ödeyen yurttaşlar var aramızda. ‘Şeriat rejimi çağ dışıdır,’ diyenler olsa da bir başkası bunu kabul etmeyip, şeriat dışında rejim istemediğini haykırıyor. Sizin de araya girerek belirttiğiniz gibi, bu kişiler vergilerini gerekçe gösterip istedikleri rejimde yaşamayı hak ettiklerini dile getiriyorlar. Ben de bu görüşü benimsiyorum, neden olmasın… Şeriat isteyenler sadece bir bölgede, sosyalizm isteyenler başka bir bölgede yaşasın. Kim liberal, kim demokrat, kim komünist, kim sosyalist, kim şeriatçı belli olsun. Her bölge kendi eğitimini yönetip kararlaştırabilsin. Eyaletlerin açık ya da gizliden silahlanmasına izin verilmesin. Bir tane ordu olsun ve bu ordu eyaletlerin birbirine saldırmasına engel olmak için görev yapsın. Ne kadar güzel ne kadar mantıklı… katılıyorum… İnsanların arzu ettikleri eyalete göç edebilmesi ne kadar adaletli bir uygulama. Sosyalizm isteyenler mesela liberal yasalarla yönetilen eyalette sosyalizm talebinde bulunmasın, gidip sosyalist bölgede yaşamaya başlasınlar. Aynısını şeriatçılar da yapsın. Saçı açık kadın istemeyenler kendi bölgelerinin dışına çıkmasınlar, çıktıklarında türban yasası talebinde bulunmasınlar. Şeriat neyi gerektiriyorsa kendi eyaletlerinde ona göre yaşasınlar. Daha çok din eğitimi yapmak isteyen, istemeyenden ayrılsın. Bilimsel eğitim isteyenler din eğitimlerine zorlanmasın... Bütün bunlar güzel. Kendi aramızda oturup tartıştık. Fikir jimnastiği yaptık, ama şikâyet edilen ben oldum. Biliyorum, bunun için üzgünsünüz ama, sizin üzülmeniz şu anda hiç işime yaramıyor.

    Bu tartışmaları yaptığımız günden beri hiç iyi değilim. Birdenbire hayatınıza giren varlığımla üzülmenize neden olduğumdan kötü hissediyorum, hatta kahroluyorum. Bu durum sağlıklı düşünmeme de engel oluyor. Kızgınlık, nefret, bir daha sizi göremeyecek olmanın üzüntüsü… her şey birbirine karıştı bende. İnsan söz konusu olduğunda kesinlikle iddialı konuşmayı istemez, konuşanları da kınardım. Ama şimdi şu halime bakın... Kocanızı yerden yere vurup, hükümet yanlısı doktor olmazmış gibi bütün değerini, onca yıllık eğitimini, size olan bağlılığını, baba olarak çocuklarına gösterdiği özveriyi, onları yurtdışında okutmak için neler çektiğini unutup bütün itibarını ayaklar altına almaya çalışıyorum. Bu konuda da yanılıyor olabilirim. Hata bende… bütün görüşlerimi rahatça açıkladığım için evet hata bende olmalı. Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum.

    Eşinizle düşüncelerimiz örtüşmüyor olsa da, siz söyleyin, yanlış bir şey mi söyledim? Dinci darbeyi yapanlar hâlâ iktidarda değil mi? Devletimizi yöneten zatımuhterem, istihbarat başkanı dururken, darbeyi eniştesinden öğrendiğini söylemedi mi? Bu istihbarat başkanı neden görevden alınmadı da senelerdir, devlet kadroları basamaklarını hızlıca tırmanarak şimdi de içeri işleri bakanlığı yapabiliyor? Soruyorum… Eşinizin buna bir cevabı var mı? Elbette kimseden cevap beklemiyorum. Diyeceğim şu ki; olanlar karşısında saçımı başımı yolarak kahroluyorum. Yüzlerce vatandaşımız darbe gecesi hayatını kaybetti. Yüzbinlerce kamu çalışanı; memur, işçi sorgusuz, mahkemeleri yapılmadan, suçlamalar karşısında ne düşündükleri sorulmadan işten atıldı; yasalar işlemez oldu.

    Dağ başında mı yaşıyoruz yapmayın Allahınızı severseniz. Mahkemelerimiz neden çalıştırılmadı? Bir kişiyi terörist olmakla suçlayacaksınız, sonra da sülale boyu bir ailenin işsiz kalmasına neden olacaksınız. Neden diye buna cevap aranması gerekmez mi? Kocanız aramıyor. Kendisi işten atılmadı ya, atılanların tümü hain. Niye? Çünkü devlet bu kararı veriyor. Koca devlet yalan söyleyecek değil ya… Bu mantığa da yakınlık duyamıyorum. ‘Devlet’ dendi mi, hatasız, mükemmel bir işleyiş geliyor kocanızın aklına. Gerçek böyleyse o zaman cahilim, bir şey bilmiyorum, yönetim işlerini anlama konusunda zekâ yoksunuyum. Eşiniz en adil iktidar tarafından yönetildiğimizi söylerken ben, faşizmden söz ediyorum, bir kişinin yönetimindeki ülkelerin ne kadar geri kaldığını anlatıyorum. Aslında sözünü ettiğim bu bir kişi emperyalizmin Ortadoğu sözcüsü. Hatta Amerika'nın Ortadoğu projesinin eş başkanı. Neyse… Konuyu uzatmayacağım. Hangi birini anlatayım…

    Aldığı eğitimi düşününce, kocanızın siyasal İslamcıları desteklemesine, demokrasi düşmanlarının yanında yer almasına akıl sır erdiremiyorum. Sıradan bir üniversitenin mezunu da değil eşiniz. ODTÜ tıpı kazanmak kolay değildir. Böyle bir üniversiteden mezun olduğuna göre akıllı biri olmalı. Ben de işte buna anlam veremiyorum; nasıl olur da zeki bir adam benim gördüklerimi göremez. Onda değilse, bende bir sorun olmalı. Ya da tarikat yuvalarında büyüyen eşiniz, çalınmış sınav sorularıyla tıp fakültesini kazandı. Bu da mümkün. Siz de biliyorsunuz ki, senelerdir işe giriş sınavları dahil bütün sınavların soruları çalınıp tarikat mensuplarına dağıtılmakta. Bu hükümet zamanında yalnızca adil seçimler değil, hilesiz sınav dahi yapılamaz oldu. Böyle bir yapıyı aklı olan destekleyebilir mi? Ama eşiniz destekliyor, yalnızca o mu, hayır… Belki de yüz binlerce ODTÜ mezunu vardır eşiniz gibi düşünen. Bırakın da benim de bunları eleştirme hakkım olsun.

    Tamam, susuyorum, daha fazla konuşmayacağım. Şimdilik hoşça kalın. Size kızgın değilim, ne olur anlayın beni. Bazen kocanıza duyduğum öfkeyi size de yansıtıyorum ama şunu bilin ki, sevgimden yapıyorum bunu. İnsan sevdiğine sitem edermiş. Sözlerimi ne olur yaralı bir dostun sitemleri olarak görün olur mu?

    Sevgili Arzu Hanım,

    Demek istediklerimi anlıyorsunuz değil mi? Haklısınız, bende de hata var. Hatalıyım çünkü demokrasiyi, sosyalizmi, hukuk devletini içselleştiremeyenlere karşı büyük öfke duyuyorum; duymamam gerekir, sakin olmalıyım, herkes benim gibi düşünmek zorunda değil.

    Monarşiyle yönetilen gelişmiş ülkeler olduğunu siz de çok iyi bilirsiniz. Bu ülkelerde, Bu çağda monarşi mi olurmuş? Kral, imparator istemiyoruz, diyen kimse yok mu? Var elbette. İngiltere, Japonya gibi ülkelerde kararları alan meclisler var; krallar, ülkenin nasıl yönetildiğini uzaktan izlemekle yetiniyor. Zamanı geldiğinde ülkeyi temsil ediyorlar o kadar. Onun dışında mesela üniversitelere dekan atarlar mı, hakimlere talimat verirler mi, o kadarını bilemeyeceğim. Bakanları, devlet bürokrasisini onlar belirlemiyor; her işe iktidardaki hükümetler bakıyor diye biliyorum. Az önce araştırdım, İngiliz kralının böyle bir yetkisinin olmadığını öğrendim.

    Bizdeki tek adam rejimi, padişahlara verilmeyen yetkileri siyasal dinci başkana verdi. Başkan istediğini hapse attırıyor, istediğini zengin ediyor, istediğini onduruyor, istemediğini öldürüyor. Hangi çağda yaşıyoruz ne olur söyleyin? Bu siyasal dinci rejimle beraber, iki yüz yıl geriye gittik diyorum, haksız mıyım? Osmanlı’nın çöküş dönemindeki olayların aynısını yaşamıyor muyuz? Bu hükümetle birlikte kapitülasyonların yerine, hiç zarar etmeyen, zarar etme olasılığı devlet güvencesi altına alınan şirketler geçmedi mi? Bu şirketlerin hemen hepsi yabancılara ait. Tepki göstermeyelim, vahşi emperyalizmi fazla hissetmeyelim diye, aralarında Türk ortaklar da yer alabiliyor. Laik demokrasimiz yıkıldı, topraklarımız, bütün üretim araçlarımız satıldı, ekonomimiz çöktü, mercimeği, nohudu, samanı bile dışarıdan alır hale geldik, görmüyor musunuz bunları? Bir gün tam bağımsız olup, Avrupa Birliğine girip, batı medeniyetine dahil olacağını sandığım Cumhuriyetimiz ‘yıkılıyor’ demiyorum, ‘yıkıldı’ diyorum. Yıkılmamış olsa, eğitim sistemimiz bu kadar tarikatçıların yönetimine girer, okullarımız, eğitimcilerimiz bu kadar dinci, İslamcı anlayışa uygun hareket edebilir miydi? Maalesef bugün en büyük sendika siyasal dincilerin elinde. Sadece devleti ele geçirmediler, demokrasinin vazgeçilmezi olan sivil toplum örgütlerini de

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1