Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Ferit Hakkında Bilinenler
Ferit Hakkında Bilinenler
Ferit Hakkında Bilinenler
Ebook675 pages8 hours

Ferit Hakkında Bilinenler

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Ne diyeceğimi bilemez oldum. Daha yeni salgın oldu, bitmedi, devam etmekte, milyonlarca can kaybı yaşandı, yaşanıyor. Nerede bu akıllı zekâ teknolojileri, nerede bu muhteşem bilim insanları... Boş laf bunlar... Tofler Efendi de, en azından bizim durumumuzdakiler bakımından boş konuşuyor. Bugün benim için önemli olan virüs kapmayım diye maske, ekmek, zeytin, peynir alacak parayı bulduktan başka, baskıdan, sömürüden, yönetenlere hakaret suçundan hapse tıkılmaktan nasıl kurtulacağımızdır. Normal bir ülkede, normal koşullarda iyi eğitimler alarak, torpilsiz işe girerek, bir lokma için el ayak öpmeyerek, bilim üreterek yaşamıyoruz ki... Ömrümüm tamamı terörü, şehit cenazelerini, haksız mahkemeleri, tutsak alınanları, suçsuz yere hapse atılanları, düşünce suçu işleyenleri, halkı kamplara bölüp birbirine düşürenleri, bir de kendini dünya lideri sanan Kayser’i izlemekle geçti... Bizim uygarlığımız ne tarım toplumuna benziyor, ne de sanayi toplumuna... Sömürülenlerin uygarlığını farklı şekillerde ele almak gerekiyor.
Böyle konuşan P gibi birini, nereye baksanız, bu ülkenin hemen her şehrinde görebilirsiniz. İşte böyle sevgili takipçilerim, işsiz üniversiteli, liseli, meslek okullarından mezun gençlerden söz ediyorum. Bu dediklerime karşılık olarak, dünyanın her yerinde işsizliğin arttığı, baskının olduğu, faşist, niteliksiz yöneticilerin, Trump gibi kızı yaşındakilerle birlikte olanların devrinde yaşadığımız söylenebilir. Dünya ekonomisinin kötü olduğu, yalnız bizde değil, her yerde salgın hastalıklara bağlı olarak zor günler yaşandığı, hastanelerin yetersiz kaldığı, Avrupa sağlık hizmetlerinin bir süre için de olsa çöktüğü de dile getirilebilir. Haklısınız; globalleşmenin yarattığı sorunlardan pek çok ülke nasibini aldı, alıyor. Hiçbir ülke yoktur ki, dertlerini sıfırlamış olsun.
--Uzaya yol yapılacaksa onu da Türkler yapar, hem de gidiş dönüş, dört şeritli olmak üzere, diyenlerin kafasıyla düşünecek olursak, ülkemiz adına kılımızı kıpırdatmadan oturmamız gerekir.
Bunu yapamayacağımıza, adaleti olmayan bir toplum olduğumuzu görmezden gelemeyeceğimize göre, şu sorulara cevap aramalıyız. Neden Çin, Hindistan, uzak doğu dediğimiz bölgeler hızla kalkınırken, Osmanlı bakiyesi olan Cumhuriyetimiz yerlerde sürünüyor? Dünyanın gelişmiş yirmi ülkesinden biriyiz yalanını bir tarafa bırakalım... Bu kadar güzel, bu kadar kaynağı bol, toprakları verimli bir ülkeyi çöpe atsanız, yine de dünyanın sayılı ülkelerinden biri olacaktır,
--Altın yere düşmekle pul olmaz, diye boşuna denilmemiştir.
Yüzlerce uygarlık manasızca mı bu topraklarda hayat buldu, boşuna mı adlarından söz ettirdiler? Ne durumda olduğumuzu anlamak için Afrika’nın herhangi bir ülkesine değil, elbette Çin’e, İngiltere’ye, Avrupa'ya, Amerika'ya, bilim üretip yeni teknolojilerin satışını yapanlara bakacağız... Elbette,
--Onlar nelerle uğraşıyor, biz neler yapıyoruz? diye sormak durumundayız.
Rusya da diktatörlüğe teslim oldu denebilir. Fakat aynı şey, Cumhuriyetimizi kuran Atatürk için de söyleniyor. Diktatörleri de ikiye ayırmak gerekir. Ülkesini kalkındırmak için baskı uygulayanlarla, satmaya çalışanların baskısını aynı kefeye koymamalı. Bugün ülkemizi kalkındıranların değil, parsel parsel satanların yönetimi altında yaşıyoruz... bunu da yeri gelmişken bir kez daha belirtmiş olayım.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateMar 1, 2022
ISBN9781005158903
Ferit Hakkında Bilinenler
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Ferit Hakkında Bilinenler

Related ebooks

Reviews for Ferit Hakkında Bilinenler

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Ferit Hakkında Bilinenler - Yusuf Solmaz

    Okul

    Psikoloğunun

    Anıları

    VIII

    Ferit Hakkında Bilinenler

    Ferit Hakkında Bilinenler

    Yusuf Solmaz

    8. Kitap

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgulanmış karakterlere aittir.

    *

    Birinci Yayın yılı: Mart 2022/ İzmir

    Ben kimim? Gereksiz Eğitim Psikoloğu adını verdiğim Ali miyim? Okulun kadrolu tek hademesi Kemal Efendi miyim? Söz konusu okulun müdürü müyüm? Resim öğretmeni İrfan mıyım? İskender miyim? Ilgar mıyım? Öykü karakteri olduğunu söylediğim Ferit miyim? Sözünü ettiğim sorunlu öğrenciler çocukluğum olamaz mı? Kimim ben?

    Her şey yolundayken; öğrenciler sınav sorusu çözüp, öğretmenler nefes nefese derslere girip çıkarken, ben güzelce, pek de bir şey yapmadan, kimsenin değer vermediği şekilde çokça sistem eleştirisi yapıp, yoksulluk sınırında da olsa maaşımı almayı sürdürürken nasıl oldu da suretimi kaybettim?

    Sevgili okur, aşağıdaki metni okuduktan sonra bu sorulara siz cevap vereceksiniz. Belki kafanız karışacaktır...

    I

    İnanır mısınız, neler olduğunu bir türlü anlayamıyorum.

    Her zamanki gibi kapısında rehberlik servisi yazan odamda oturuyordum. Hükümet yanlısı sendikanın okul temsilcisi olmaktan başka, parti militanı olduğuna kesin gözüyle baktığım, altı ay önce ataması yapılan yeni okul müdürü Rıza Bey geldi. Saygısızca, leş görmüş gibi yüzüme bakarak,

    ─Neredesin be adam! Ne işin var burada? Niye yerinde durmuyorsun? Rehber öğretmen mi oldun? Bu ne saygısızlık? Kaç kez biz yokken masalarımıza oturmayacaksın, demedim mi? işin olmadığı zaman hizmetli odasından çıkmayacaksın! İzin aldın mı da buraya gelip oturuyorsun? İzin verilse bile oturman doğru mu? İstersen gel, müdür koltuğuna da otur. Temizliği biz yapalım, sen de okulu yönet! Kaç yıllık hizmetli olacaksın, çocuk musun, şu yaptığına bak, ayıp değil mi Kemal Efendi! dedi.

    Hani derler ya, öküzün trene baktığı gibi baka kaldım. Sağımda solumda biri olsa benle konuşmadığını düşünebilirdim. Odada yalnız olduğumdan şaşkınlığımı tarif edemem. Hayali birilerini görmüyorsa kiminle konuşuyordu acaba? Sözlerinin içeriğinden şunu anlıyordum; aslında benimle konuşmadığı, yüzüme bakınca başka birini gördüğü, azarladığı kişinin okulumuzun kadrolu tek hizmetlisi, elli yaşındaki Kemal Efendi olduğu kesindi… Taktir edersiniz ki olanca şaşkınlığımla,

    ─Pardon? dedim. Beni tanımadınız mı? diye sormama kalmadı, üzerime doğru yürüdüğünü gördüm. Burun buruna geldiğimiz de gülümseyerek,

    ─Kemal Efendi değilim ki ben? dedim. Dedim demesine de kendimi hayli aptal hissettim. İnsan kim olduğunu amirine baştan anlatmaya kalkar mı? Anlatmak zorundaydım çünkü, sinirine hâkim olamayıp,

    ─Çık lan bu odadan diyerek yakama yapıştı.

    ─Ayıp oluyor, dememe kalmadı, aramızda sıkı bir arbede yaşandı. Bir süre direndim. Kesin kafayı yemiş olmalıydı. Rehber öğretmen Ali değil miyim? Aliyim yahu ben… Okul psikoloğu Ali’yim diyorum size… Gözünüz mü kör? Ne oldu size, aklınızı mı kaçırdınız?

    Zaten geldiğinden beri aramızda, farklı siyasi eğilimler göstermemizden olacak, kötü bir elektriklenme olmuştu. Ben onun parti militanı olduğunu, o da benim, solcu sendikanın temsilcisi olduğumu, okulun mescidinde namaz kılmadığımı, cuma günleri bölgenin bürokratlarıyla aynı camiye namaza gitmediğimi, dincilik yapmadığımı, din sömürüsü yapan hükümete karşı olduğumu çok iyi biliyordu. Müdür olmaktan başka önemli bir görevinin de öğretmenleri, iktidarın kurdurduğu sendikaya üye yapmak olduğu çok açıktı. Benim gibiler sendikaların tarafsız olmasını, demokratik bir kurum olarak görevini siyasi partilerden bağımsız olarak yapmasını savunur. Fakat iktidarın değişmesiyle birlikte bu anlayış yıkıldı. Yeni anlayış, demokratik kurumlar kapatılmayacak ama hepsi partiye bağlanacak, böylece sözde demokrasi çatısı altında yeni bir baskı düzeni inşa edilmiş olacaktı. Bu amaçla yalnız okul müdürleri değil, valilik makamından başlayarak bütün makamlara, yönetici kadrolara partinin adamları tayin ediliyordu. Geçtiğimiz ayların birinde, bir kararnameyle, ülke çapında, senelerdir görev yapan okul müdürleri görevden alınmış, kimlerin, ne kadar süreyle müdürlük yapacağıyla ilgili yasa değiştirilmiş, eski müdürlerin yerine liyakatli olup olmadıklarına bakılmaksızın hükümetin adamları atanmıştı.

    Sevilmememin bir nedeni de kesin olarak belirtmeliyim ki, mesleğimdi. Rehber öğretmen, bazen eğitim uzmanı, pedagog, bazen psikolojik danışman, rehber uzman, rehber pedagog gibi tuhaf adlarla anılan, temelde psikoloji eğitimi gerektiren mesleğim, ruh sağlığının tedavisini dinde görenlerce bilim dışı, laiklerin uydurması mesleklerden biri olarak görüldüğünden, açıkça söylenmese de artık kabul edilmiyordu. Laik düzenin yıkılıp, siyasal dinciliğin gelişmesiyle birlikte bütün bilim dallarında olduğu gibi, dinsizlerin, özellikle Tanrı tanımaz Yahudi bilim adamlarının buluşu olarak görülen psikolojinin eğitiminde de büyük bir gerileme başlamıştı. Rehber öğretmenlerin yerine giderek daha çok manevi danışman ataması yapılıyor, aynı uygulamanın; yani dinle tedavinin, Batı’da daha fazla olduğu ileri sürülüyordu. Ne zaman kötü, gerici bir şey yapmak isteseler, Batı’dan örnek buluyorlar, ya da uydurdukları örnekleri Batı’dan aldıklarını dile getiriyorlardı. Öğrenci yurtlarına, yetiştirme yuvalarına manevi danışman adı altında atanan ruh sağlığı uzmanlarının sayısında da büyük artış olmuştu.

    Duruşuyla, konuşma üslubuyla bütün dincilerde gözlemlediğim ortak görünüşe sahip olan Rıza Bey, tanıştığımız ilk gün, müdür koltuğuna otururken tepeden bakan bir sesle,

    ─Demek rehber öğretmensin, öyle mi? diye sormuştu. Neredeyse,

    ─Beğenemediniz mi? diye sorasım geldi.

    Bununla da kalmadı, aslında psikolojinin neden işe yaramadığını anlatmaya başladı. Psikolojik danışma gibi müesseselerin din dışılığa vurgu yaptığını, ruh sağlığını koruyacak, başarıyı artıracak en önemli şeyin iman gücü olduğunu, kalkınmak, bilimde ilerlemek için inancı, haliyle dindarlığı artırmak gerektiğini olanca cahilliğiyle savunuyor, asıl branşı olan matematikle, bilimle, eğitimle alakası olmayan, yobazca şeyler söylüyordu. Demek ki yanılmıyordum, gerçekten de kafasındaki tahtaların bir kısmı çürümüş olmalıydı. Şimdi de kim olduğumu unutmuş, okulun hizmetlisi Kemal Efendi olduğumu sanmaya başlamıştı. Öğrenciler derste olduğundan gürültümüzü duyan olmuyordu. Ceketimin yakasını toplamış,

    ─Dışarı çık! Çıksana ulan! diye bağırıyordu.

    Fakat inat etmiştim. Çıkmayacaktım. Ayrıca bu yaptığının hesabını soracaktım. Cumhuriyet, demokrasi altında yaşadığımızı söyleyen yasalar, uygulayanı olmasa da henüz, tümden iptal edilip, faşizmin arzu ettiği hale getirilememişti. Mahkemeler siyasilerin emrinden çıkamasa da memur, işçi haklarını koruyan yasalar vardı, bu yasalar hiçbir müdüre, yöneticiye hakaret hakkı vermiyordu.

    Kalorifer kazanının yakınındaki, neden kalorifer kazanının yanında olduğunu ilerde açıklayacağım, karanlık odama girip yakama yapışmış,

    ─Terk edeceksin burayı, demiş mi? Demişti. Kimi kimin odasından kova bilirdi? Müdürse müdür gibi görevini yapacaktı… Öküz gibi odama dalıp kimse beni makamımdan kovamazdı. Aynısı ona yapılsa,

    ─Kimden izin aldın da o koltuğu oturuyorsun, dense, yakasından tutulup çekiştirilse hoşuna gider miydi?

    Herkesin yapacağı gibi ben de direnme hakkımı kullanıyordum. Şu da var ki, bu tavır işimi yapmama engel oluyordu. Müdür de olsa, şu anda memura işini yaptırmama suçunu işlemekteydi. Bunu da hiç kuşku yok ki, şikâyet dilekçesinde belirtmeyi düşünüyordum. Yeter etmişti doğrusu. Geldiği günden beri kimseyi beğenmiyordu. Hatalı bir şey yapsam hadi neyse. Ne yapmıştım ki? Odamda oturuyor, her zamanki işlerimi yapıyordum. Birazdan sınıfın birine girip verimli ders çalışma yöntemleri hakkında bilgi verecektim. Müdürün sözleriyle birlikte dünyam alt üst oldu. Rehber öğretmen değil miydim? Ne demek istediğini anlayamadığımdan şaşkınlığım geçmek bilmiyordu. Yakamı elinden kurtarmaya çalışırken,

    ─Lütfen kendinize gelin. Bırakın yakamı, rica ediyorum bırakın! Şu anda hem saygısızlık yapıyorsunuz hem de görevimi yapmama engel oluyorsunuz. Kapının üzerindeki yazıyı okursanız, hizmetli odasında olmadığınızı anlarsınız. Kimsenin odasına girip koltuğuna oturmadım. Müstahdemi arıyorsanız, o ben değilim. Galiba karıştırdınız. Burası rehberlik servisi değil mi, ben de rehber öğretmen Ali Bey değil miyim? diye sordum sabırla.

    Yakamı tutan elleriyle daha hızlı çekiştirmeye başladı. Madem öyle, sözden anlamıyordu, ben de ani bir hareketle onun yakasını topladım. Niyetim tuttuğum gibi dışarı çıkmasını sağlamak, yaptığını karşılıksız bırakmamaktı fakat, o anda ellerim dikkatimi çekti. Müdürün yakasını tutan bu eller bana ait olamazdı. Benim ellerim temizdi, derisi çatlak, nasır içindeki işçi eline benzemezdi. Fakat gördüğüm eller, parmaklar, ağaç kabuğuna benziyordu, senelerdir kömür taşımış gibiydi, ağır iş yapmaktan derisi çatlamış, nasır tutmuştu…

    Böyle bir şey için insanın ancak rüyada olması gerekir. Hani bazen kâbus görürsünüz, şu anda rüyada olmalıyım, diyerek uyanmaya çalışırsınız ya, ben de aynısını yaptım. Bir an durdum. Müdürü unutarak ellerime baktım. Kesinlikle bu eller memur elleri değildi. İşçi ellerine bakıyordum fakat rüya bitmiyordu. Sonra elbiselerime baktım. Yere bakınca ayağımda, kömür karası içinde eskimiş, yer yer yırtıkları olan, gençlerin giydiği türden bir spor ayakkabı olduğu dikkatimi çekti. Ayakkabıların üstünde leke içinde eski bir kot pantolon, onun da üstümde eski bir ceket, içinde de yeşil rengi solmuş, eski bir kazak yer alıyordu. Bu kıyafetleri, elleri tanıyordum. Evet, bunlar benimle aynı yaşta olan Kemal Efendi’nin elleri, kıyafetleriydi. Okulumuzun kadrolu tek hizmetlisine ait bu eller, bu giysiler nasıl olmuştu da benim olmuştu? Ben bunları düşünürken müdür olacak şaşkınlığımla ilgilenmiyor, tuttuğu yakamı bırakmıyor, ağzından salyalar akıtarak dışarı çıkmamı söylemeye devam ediyordu.

    Kendimi koridora nasıl attığımı, tuvaletteki aynanın önüne nasıl geldiğimi inanın bilmiyorum. Sadece koşarak koridora çıktığım sırada her yer dönüyor, okulun, camlarıyla kapıları, koridorla birleşip birbirinin içine geçmiş halde dönüp duruyordu. Aynadaki yüzde yerinde sabit durmuyordu. Kemal Efendi’nin mutsuz, erkenden buruşmuş, birkaç günlük sakallı yüzü, kel kafası, basık burnu olanca çirkinliğiyle hayretle bana bakıyordu. Artık bu kadarı da fazlaydı. Birazdan kâbus biter uyanırım diyordum. Kendime geldiğimde bayılmıştım, öğretmenler tuvaletinin zeminine yığılmış yatıyordum. Başımdaki öğretmen, uyanmam için eline döktüğü kolonyayı burnuma tutuyor, alnımı kolonyayla ovuyordu.

    ─İyi misin Kemal Efendi? diye sorulmasından anlıyordum ki, rüya bitmemişti. Güçlükle aynanın karşısına geçip bir kez daha yüzüme baktım. Kesinlikle yanılmıyordum. İçimdeki adam rehber öğretmen Ali Bey’ken dışımdaki Kemal Efendi'den başkası değildi.

    Eğer yanılıyorsam, yirmi yıldır aynı okulda çalışan, Aytekin adındaki oğlunu inşaat işçiliği yaparken kaybeden, Ayşe isminde atanamayan öğretmen kızı olan iki çocuk babası, at yarışı meraklısı, maaşını at yarışlarında kaybeden, bu yüzden sıkça karısından fırça yiyen Kemal Efendi neredeydi? Bu durumda onu bulmam şart olmuştu.

    Dengemi sağlayamadığımdan bir süre daha duvara tutunup beklemem gerekti. Kolonya dökerek uyanmamı sağlayan öğretmen, koluma girerek bahçeye çıkmama, üzerinde belediyenin ismi yazan banklardan birine oturmama yardım etti. O sıra teneffüs oldu. Öğrenciler bağıra çağıra bahçeye çıktılar. Kimse durumda yadırganacak bir şey görmüyordu. Çocuklardan birine kim olduğumu unutarak,

    ─Kemal Efendi’yi gördünüz mü? diye sordum. Çocuk anlamadığından belki, gülerek uzaklaştı. Belki de şaka yaptığımı ya da delirdiğimi sanmıştır.

    Deminki öğretmen bahçe nöbetçisi olduğundan görevinin başına dönmüştü. Oturduğum yerde hâlâ şaşkınlıkla ellerime, ayakkabılarıma, pantolonuma, kazağıma bakmaya devam ediyordum. Kemal Efendi’yle aynı yaştaydık ama o, yaptığı işlerin ağırlığından olacak, benden yaşlı görünürdü. Dedim ya rüya değilse böyle bir şey kesinlikle mümkün olamazdı. Ne olmuştu da Kemal Efendi’nin suretinde Ali Bey olmuştum? İçimdeki ben değilsem, Ali Bey neredeydi? Onu da mutlaka bulmam gerekiyordu. İçeri zili çalınca ayağa kalktım. Okulun L şeklinde iki ayrı alt kat koridoru vardı. Rehberlik servisi kalorifer kazanının yakınında, hizmetli odasıysa koridorun sonunda yer alıyordu. Ne yapmalıydım acaba? Önce nöbetçi öğretmeni buldum. Niyetim her şeyi olduğu gibi anlatmaktı. Birine anlatmazsam adeta çıldıracaktım. Ne tekim de dediğimi yaptım. Öğretmeni bulup,

    ─Hocam, dedim, az konuşabilir miyiz?

    ─Olur, dedi.

    Yan yana geçip oturduk bahçedeki bankların birine. Tane tane anlatmaya başladım. Fakat, taktir edersiniz ki beni anlamadı, komik bir şeyden söz ediyormuşum gibi davrandı. Son zamanlarda ruh sağlığımın iyi olmadığına dair sözler duymaya başladım ki, bunlar boş sözler değildi. Öğretmen,

    ─Bak Kemal Efendi, dedi. Böyle tuhaf şeyler hissetmen çok normal, evladını kaybettin, koca şirketle mahkemelik oldun. İşçi güvenliğine önem vermeyen, daha çok kazanmak için insan canını hiçe sayan, sigortasız işçi çalıştıran patronlarla baş edemedin, edemezsin. Boşa yoruldun… Uğraşıp durdun, sonunda dava ettiğin şirketin faaliyetlerine son verdiğini öğrendin. Bunlar kolay dayanılacak acılar değil. Kızın nasıl? O da iş bulamadı değil mi? Maaşlar düşük, ev kirası yüksek, güçlükle okuttuğun evladın diploma aldı ama işe giremiyor. Karın kanser ameliyatından yeni çıktı. Kemoterapi tedavisi devam ediyor. Bu koşullarda elbette iyi hissedemezsin. Bence psikoloğa gitsen iyi olur. Belki kullanman gereken ilaçlar vardır.

    Bunları ben de biliyordum. Önceleri sessiz olan Kemal Efendi, oğlunun ölümünden sonra birden konuşmaya başlamıştı. Arada bana da gelir, lise mezunu, geçici işlerde çalışan oğlunun başına gelenlerden, şirket patronlarının aç gözlülüğünden, inşaatlarda çalışarak dershane parası biriktiren, kendi kazancıyla üniversite sınavlarına hazırlanan rahmetli evladının ne kadar iyi bir çocuk olduğundan, lise eğitiminden sonra da hiç harçlık istemediğinden, okurken kızına dayıları kadar para gönderemediğinden, at yarışı yüzünden iyi bir aile babası olamadığından, kumar oynadığından, içki içtiğinden söz ederdi.

    Kemal Efendi, okul temizliğini yapıp kışın kalorifer kazanını yakmanın haricinde, akşamları da bekçi olarak, daha önce birkaç kez soyulan, bilgisayarları çalınan okulda kalıyor, kantinin, bilgi sayar odasıyla idare odalarının yeniden soyulmasına önlem olarak sabaha kadar okulu bekliyordu. Bunun için de kendisine okul bütçesinden küçük miktarda para verilirdi.

    Bu meseleyi bir tarafa koyarsak, şu anda önemli olan Kemal Efendi’nin nerede olduğudur. Kemal Efendi değil de okul psikoloğu Ali Bey olduğumu kime söylesem alay konusu olacağım kesindi. En iyisi kendi araştırmalarımı yaparak durumu aydınlatmaya çalışmaktı. Bu amaçla ilk iş olarak elbette ki Kemal Efendi’yi aramaya çıktım. Her zaman elimle koymuş gibi bulduğum Kemal Efendi ortalıkta görünmüyordu. Bir ara tost, kızarmış tavuk eti kokusu içindeki kantine gidip, kasada duran on sekiz yaşlarındaki genç kıza,

    ─Kemal Efendi’yi gördün mü? diye sordum. Aradığım kişi olduğumu bildiğinden hayretle yüzüme baktı. Zaten ne zamandır Kemal Efendi’nin akıl sağlığımın yerinde olmadığı yönünde görüşler olduğunun farkındaydım. Bu tür sorularımla kuşkuları iyice pekiştirdiğim kesindi. Arkamdan baka duran bir çift gözle cevabı beklemeden uzaklaştım. En iyisi Kemal efendinin odası olarak bilinen hizmetli odasını kontrol etmekti. Her yerde sigara içilmediğinden hizmetli odası aynı zamanda sigara içen öğretmenlerin de uğradığı yerler arasındaydı. Merdivenleri çıkmış oraya doğru yürüyordum… Bir ara koridordaki pencereden dışarıya baktım.

    Beton yığını, yeşili sürekli azalan kentin üstünde gri bulutlar dolaşıyordu. Yılın ilk karı iki gün önce atıştırmıştı. Yalnız insanlar değil, son yıllarda mevsimler de değişmişti, haksız mıyım? İlkbahar yaşanmadan yaz, son bahar yaşanmadan kışa girmiyor muyuz? Yine böyle tatsız, gri bir gün hatırlıyorum. 24 Kasım, yani öğretmenler günüydü. O gün yarım gün ders yapılacaktı. Birçok öğrenci okula elinde bir armağanla gelmişti. Derslerde, teneffüslerde öğrenciler öğretmenlerine çiçek vermek için birbiriyle yarışıyordu. Ben hariç herkeste tatlı bir telaş vardı. Kimi öğretmenler kucak dolusu çiçek, paketlerle armağan alırken kimi de benim gibi bir şey alamıyordu. Öğrenciler genellikle rehber öğretmenlerine hediye getirmezler. Bunun en önemli nedeninin not olduğunu düşünürüm. Rehber öğretmenler öğrencilere not verme yetkisine sahip olmadığından hatırlanmazlar. Demek ki armağanların en önemli nedeni öğretmenin gözüne girerek sınıf geçme isteği… Yani armağanlar da yüksek not almak ya da sınıfta kalmamak için özel günlerde rüşvet gibi öğretmenlerin kucağına bırakılmakta. Kimse bunun tamamen yanlış bir bakış açısı olduğunu söyleyemez. Maalesef bizde ve dünyada öğrenci öğretmen ilişkisi, özellikle öğrenci açısından bakılırsa menfaat üzerine kurulmuştur. Kimi öğretmenler de bunu bilerek daha çok hediye, mümkünse altın gibi maddi değeri yüksek hediyelerle ödüllendirilmeyi isterler. Bir taraftan da bu tür hediyeleri kabul eden öğretmenlere hoş bakılmamaktadır.

    At yarışı oynamak için borç para arayan, önceki borçlarını ödemeyen Kemal Efendi’ye çok kızdığım o günü hatırlıyorum. Öğrenciler, hediyelerini vermek için öğretmenlerini arıyordu. Öğretmen odasındaki uzun masayla, öğretmen isimleri yazılı dolabın üstü demet halindeki çiçeklerle dolmuştu. En çok çiçek alan öğretmenlerden biri de Türkçe öğretmeni, Kemal Efendi’ye sıkça at yarışı için borç veren Necati Bey'di. Necati Bey, aslında 24 Kasım öğretmenler gününe karşıydı. Nedeni de 24 Kasım'ın seneler önce 12 Eylül cuntacıları tarafından öğretmenler günü olarak belirlenmiş olmasıydı. İçinde birlikte yer aldığımız solcu sendika da 24 Kasım’ı öğretmenler günü olarak kabul etmezdi. Solculara göre asıl kutlanması gereken gün, 5 Ekim dünya öğretmenler günüydü. Devlet kutlamasa da cuntacıları ve onların iktidarını sevmeyenler, her yıl 5 Ekim’i kutlamayı ihmal etmezdi. Televizyon kanallarında, internet sitelerinde haberi yapılmadığından 5 Ekim’in dünya öğretmenler günü olduğunu bilmeyen pek çok öğretmen, öğrenci, veli vardı. Aslında siyasal İslamcıların iktidara gelmesi için görev yapan ama Atatürkçü görünen demokrasi düşmanları, 24 Kasım’ı Mustafa Kemal’in baş öğretmenliği kabul ettiği gün olduğu gerekçesiyle, öğretmenler günü olarak belirlediklerini söyleyerek, eğitimcileri, dünyanın her yerinde yaygın şekilde kutlanan, ‘devrimci dünya öğretmenler gününden’ koparmak istemişlerdi ki, bunu da başarmakta hiç zorlanmamışlardı.

    Necati Bey, aslında her yıl, 24 Kasım’ın yaklaştığı günlerde öğrencilerini uyarır,

    ─Çiçek sizsiniz! Şimdiden anlaşalım. Çiçek dahil herhangi bir armağan istemiyorum, derdi. O gün gelince de öğrencilerinden gelen, Öğretmenler gününüz kutlu olsun Hocam! şeklindeki, bu kadarına da engel olamadığı, sözlü kutlamaları teşekkür ederek karşılar, el öpmeye gelen öğrencilere elini vermez, saçlarını okşayarak durumu idare etmeye çalışırdı.

    Ancak o yıl öğrencilerini uyarmayı unuttuğundan olacak pek çok öğrencisinden çiçek, kutularla armağan almıştı. Bu durum bir yönüyle hoş olsa da hediye alamayan öğrenciler için bazen üzücü olabiliyordu. Kimi öğrenciler durumları iyi olmadığından maddi değeri yüksek, yüksek olmasa da her öğrencinin alamayacağı kadar pahalı hediye alır, bu da hiç gereği yokken yoksul öğrencileri mutsuz ederdi. Necati Bey de en çok bu durumun meydana gelmesini istemezdi.

    O sırada Kemal Efendi ortalıkta dolaşıyor, Necati Bey'den borç istemenin yollarını arıyordu. Necati Bey’se üzgündü; ilk defa bu kadar çok çiçek alıyor ve üzülüyordu. Çünkü bu kadar çiçeğin, duvar ya da masa süsü gibi hediyelerin parasıyla kim bilir kaç roman alınır, bir roman kim bilir kaç öğrencinin elinden geçerdi. Olan olmuştu bir kere. Öğrencinin kalbini kırmamak için artık gelen her hediyeyi almak zorundaydı. Birkaç saat içinde öğretmenler odasındaki pencerenin önü çiçekle dolmuş, demetler birbirine karışmıştı. Hangi çiçeğin hangi öğretmene ait olduğunu anlamak bile giderek zorlaşıyordu.

    Az ötede ayakta dikilen Kemal Efendi'nin niyetini anlayan Necati Bey, her şeye rağmen mutlu sayılırdı. Kimse dile getirmese de şöyle bir gerçek çıkmıştı ortaya: Demek ki okulun en çok sevilen öğretmeni kendisiydi. Masanın üstüne sığmayan çiçeklerin bir kısmanı, dolabın üstüne yerleştirmeye çalışırken içeriye kantinci çırağı, çay borcunu ödemediği için daha önce Kemal Efendi’yle kavga etmiş olan Bayram girdi. Bayram, iki yıldır kantinden öğretmenlere çay taşıyordu. On sekiz yirmi yaşlarında ya var ya yoktu. Sanki çaycı değildi de bir imparatorun oğluydu. Saçlarını briyantinle parlatır, daracık kot pantolonlar, tişörtler giyer, üzerine oldukça ağır kokular püskürtür, ayakkabılarını her sabah güzelce boyar okula öyle gelirdi. Bütün havası aslında son sınıfta okuyan kız öğrencilereydi.

    Altı ve sekizinci sınıflarda okuyan kızlar, erkek öğrencilere göre daha hızlı gelişir. Bu yüzden, çocuk görünümündeki kısa boylu ama aynı yaşta oldukları oğlanlara değil, daha büyük olanlara bakarlar. Bu nedenle de pek çok kız öğrencinin favorisi Bayram'dı. Bayram'ın cep telefonuyla koridorlardan geçişi, kulaklığıyla sekerek müzik dinlemesi yürekleri hoplatırdı. Kemal Efendi’nin hoşuna gitmeyen işlerden biri de bu olsa gerekir. Nedense en büyük ilgisi televizyondaki at yarışlarını izlemek olan Kemal Efendi, kızların, saçları briyantinli bu delikanlıya kur yapmasından hiç hoşlanmıyordu. Hoşlanmadığı başka bir şey de Bayram’ın aylık çay borçlarını istemesiydi.

    *

    Yarım saat kadar sonra odasına geldiğimde Kemal Efendi yoktu… Neredeydi acaba? Kalorifer kazanına kömür atıyor olabilir miydi? Kış gelince sıkça kazan dairesine indiğini, havanın durumuna göre kazanın ısısını kontrol altına almaya çalıştığını biliyordum. Belki birazdan gelirdi? Ya gelmezse? Ya Kemal Efendi gerçekten bensem? Ya şu anda havanın durumuna göre, kalorifer peteklerinin sıcaklığını kontrol etme, öğrenciler gidince bütün sınıfları süpürme, çöpleri atma, başka hizmetli olmadığından geç saatlere kadar tek elden okulu temizleme, idare odalarının masalarını silme, ilk dersten önce sabah çayını hazır etme görevi bendeyse?

    Kemal Efendi’nin bedeni içinde olsam da rehber öğretmen Ali’yim yahu, Kemal Efendi'nin ne bilip ne bilmediğinden emin değilim. Senelerdir öğrencilere velilere psikolojik danışma yapmasını bilirim; bu yaşta meslek değiştirip okulu temizleyemem, kalorifer kazanı yakamam, sınıfları silip süpüremem. Hay Allah... Rüya bitse de her şey normale dönse… Yatağımda uyanmayı, her şeye yeniden başlamayı öyle arzu ediyorum ki… Fakat ne kadar beklesem de rüyanın bitmesi mucizesi gerçek olmuyor. Arada kafamı duvarlara vuruyorum, kendimi cimciklediğim halde uyanamıyorum. Bir süre ne yapacağımı bilmeden, acele adımlarla, son derece gergin bir vaziyette, Kemal Efendi’ye ait olduğu bilinen hizmetli odasında, duvardan duvara yürüyerek vakit geçirmeye çalışıyorum.

    Bu oda, aslında kullanılmayan eşyaların konduğu, kırk öğrenci sınıfı genişliğinde bir depodur. Eski dolapların içinde, mezun öğrencilere, önceki senelerdeki yazışmalara ait arşiv bulunur. İlk bakışta, kullanılmayan, vidaları gevşemiş ders sıraları, izin alınamadığından hurdacıya verilememiş öğretmen masaları, içinde ne olduğunu bilmediğim karton kutular göze çarpar. Açık rengi kararmış duvarın birinde büyük bir kalorifer peteği yer almaktadır. Eşya kalabalığı odanın yarısını kaplamışsa diğer yarısı, yerdeki halı, halının etrafındaki, kırmızı rengi solmuş, yer yer sigara yanığı içindeki eski koltuk takımıyla küçük bir oturma odasını andırmaktadır. Diğer taraf ne kadar karışıksa odanın derli toplu duran bu bölümü, elden düşme eşyalarla sade döşenmişti denebilir. Ders aralarında sigara içmek isteyen öğretmenler buraya gelir, eski sehpaların üstündeki küllükleri sigara izmaritiyle doldururdu. Ders zili çalıncaya kadar, Kemal Efendi’ye de sigara ikram edip acele tarafından, pencerenin biri açılıncaya kadar duman altı olup bir iki sigara içip giderlerdi. Binlerce kişinin ölümünden sorumlu faşist parti o zamanlar, ‘Batı’da sigara yasağı var, bizde neden olmasın, sigara yasağı medeniyettir!’ dememişti. Neyse… Duyduğuma göre bazı soğuk kış gecelerinde ısınmak için Kemal Efendi ailesini de buraya getirirmiş. O zamanlar çocukları küçük olduğundan, okul yöneticileri de sağ olsunlar, düşkünün halinden anlayıp yardım etmek istediklerinden, ses etmiyor; devletin odasını, eski eşyalarını, elektriğini, lambasını, tuvaletini, suyunu, kaloriferini, odununu, kömürünü, kendiniz için kullanamazsınız, demiyorlardı. O günlerde hayli genç olan, evlere temizliğe giden, şimdilerde kemoterapi tedavisi gördüğünü bildiğim karısı da soğuk kış gecelerini burada geçirmeyi, kocasının yanında, iki bebeğiyle uyumayı, öğrenci, öğretmen ve okul yöneticileri gidince, okulun temizlik işlerine yardımcı olmayı, çöpleri boşaltıp sınıfları süpürmeyi, bahçede top oynayan çocuklarının uzaktan sesi gelirken, küçük tüpün üstünde bulgur pilavı pişirip, çay demlemeyi belki de sevmiştir, kim bilir.

    Duyduğuma göre, sonraki yıllarda, devletten daha devletçi müdürler yüzünden bu düzen bozulmuş. Çocukları büyüyen Kemal Efendi, soğuk bir kış günü muhtara gitmiş. Taraftar toplamak için yoksullara sadaka dağıtmaya büyük önem veren İslamcı siyasetçilerin elindeki belediyeden kömür yardımı talebinde bulunmuş. Onlar da Allah razı olsun, bu talebi geri çevirmemişler. Kırık dökük bir gecekonduda kalan aile, on yıl süreyle belediyenin verdiği kömürle ısınmış. Ayrıca patates, soğan, makarna yardımı almışlar.

    Duyduklarım doğruysa müdürün biri şöyle demiş:

    ─Bir daha aileni okula getirmeyeceksin Kemal Efendi… Anlıyor musun? Getirmeyeceksin yahu! devletin elektriğini, suyunu kullanmak suçtur, hırsızlık sayılır… Kim buranın sorumlusu? Okul müdürü olarak elbette ben… Sana bir şey olmaz. Bana sorarlar... Sen işine bakarsın, hesabı ben ödemek zorunda kalırım… Olur mu canım! Herkes zor durumda. Ne demek geçinemiyorum? Yalnız sen misin tek maaşla aile geçindiren. Güzel diyorsun, tek maaşsın, iki çocuk okutuyorsun, kirada oturuyorsun ama günde iki paket sigara içip bir şişe şarap alıp at yarışı oynamaktan vazgeçmiyorsun… Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Gören de seni miras yedi sanır. Yahu, Dingo’nun ahırım mu burası? Yaptıkların duyulursa hepimizi duman ederler, soruşturma geçirmekle kalmaz hapse atılırız. Konuşturma beni… Türkçe söylüyorum, anlamıyor musun? Duymadım, bilmiyorum sanma! Maaşı sen alıyorsun ama hamallığı karın yapıyor, okulu ona temizletiyormuşsun, kendin de at yarışı oynamaya bayiye koşuyormuşsun… Yalan mı? Olacak şey mi? Bir de utanmazca yalan konuşuyorsun. Koca adamsın, ayıp değil mi? Kaç kez söyledim, niye kömürümüz çabuk bitiyor? Eve çuvallarla kömür taşıdığını söyleyenler var, ne diyorsun? Hadi konuş, ne diyorsun? Hadi yalan de… Bu lafları duyunca, derhal olamaz, dedim. Kemal Efendi çalmaz, yapmaz, yapamaz, inanmam, dedim. O bizim canımızdır, hırsızlık nedir bilmez, dedim. Dedikçe kudurdun, utan!

    Bunları duyan Kemal Efendi iki gün sağlık gerekçesiyle rapor alıp okula gelmemiş. O kadar içerlemiş ki, aynı gün, adı geçen müdür, trafik kazası geçirip hayatını kaybetmiş. İnanır mısınız bilmem. Ben de Kemal Efendi’nin yalancısıyım.

    *

    On beş dakika geçti. Hâlâ odada bekliyorum. Kemal Efendi gelmedi. Ders arası zili çaldı, öğrencilerin dışarı çıkan ayak seslerini duydum. Kapı açıldı. İçeri ilk giren Necati Bey oldu. Sigara paketi elinde, girer girmez, herhangi tuhaf bir durum yokmuş gibi,

    ─Merhaba Kemal Efendi, dedi.

    ─Kemal Efendi değilim, Ali Bey’im, rehber öğretmen, okul psikolojik danışmanı Ali Bey var ya, o benim, inan ki ben Ali Bey’im diyecekken, susmayı tercih ettim, onun yerine,

    ─Merhaba dedim, üzgün bir sesle…

    ─Hayırdır, iyi görünmüyorsun, dedi Necati Bey…

    Hâlâ gerçeği söyleyip söylememe konusunda tereddüt ediyordum. Fakat en yakın arkadaşlarımdan biri, hatta tek yakın arkadaşım olduğundan söyleyecektim. Kemal Efendi'nin odasında bile olsa, yasa gereği okulda sigara içilmesini istemeyen, aşağıya gelme olasılığı her zaman mümkün olan müdürden çekinerek, sigarasını tüttürürken, bana da ikram etti, bir sigara da ben alıp yaktım. Aslında Kemal Efendi gibi sigara tiryakisi değilimdir, sosyal ortamlarda arada içtiğim olur. Bugün içmeyip de ne zaman içecektim. İki nefes çekmiştim ki gayriihtiyari,

    ─Kemal Efendi’yi gördün mü? diye sordum. Her zaman burada olan adam şimdi yok!

    Necati Bey, hayretle yüzüme bakıyordu. Kemal Efendi olduğuma göre, hangi Kemal Efendi’yi soruyor olabilirdim acaba? Üstelik şaka yapmadığım, ciddi olduğum besbelliydi. Fakat şu da var ki, bu olay Kemal Efendi’nin ruh sağlığıyla ilgili kuşkuların arttığı bir döneme denk geliyordu. İçlerinde benim de olduğum kim bilir kaç öğretmen, bugüne kadar, ekonomik güçlükler, evlat acısından başka, sürekli kaybettiren at yarışları nedeniyle Kemal Efendi'nin sağlığını kaybettiğini dile getiren konuşmalar yapıyordu... Alkolik olduğu da sıkça dile getirilen yoksul hademe, umutla at yarışı oynamaya, ölmekte olan kanser hastası karısına, işsiz, geçici işlerde düşük ücretle çalışan, atanamayan öğretmen olan kızına, doğal gazlı bir daire almanın, hiç olmazsa geride kalan tek evladına böyle bir miras bırakmanın hayalini kuruyordu. Bunları da hatırlayarak,

    ─Biliyorum, Necati Bey, kafayı üşüttüm sanma, dedikten sonra olanı biteni anlatmaya çalıştım. Odamda otururken müdürün gelip yakama yapıştığından başlayarak, Kemal Efendi suretinde nasıl Ali Bey’e dönüştüğümü mümkün olduğunca sakin kalmaya çalışarak dile getirmeye uğraştım.

    Necati Bey gülümseyerek yüzüme bakıyor, bir taraftan da sigarasını içiyordu. Suratının halini nasıl anlatsam bilmem ki, sanki karşısında tımarhanelik deli vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse aklıma zorla tımarhaneye kapatılacağım düşüncesi bile geldi. O sarıda Necati Bey,

    ─Şimdi sen, rehber öğretmen Ali Bey olduğunu mu söylüyorsun bana? diye sordu.

    ─Evet, Necati Bey dedim. Ali Bey’im ben. Y şehrinde dünyaya geldim… Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin, adı Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik olarak değiştirilen, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nden mezunum. Yedi kardeşim var… Aynı sendikanın üyesiyiz. Birlikte kaç kez eyleme gittik.

    Bu şekilde, Necati Bey’in de bildiği kendimle ilgili pek çok şeyi anlatmaya başladım. Necati Bey, yine sinir bozan gülümsemesiyle,

    ─Ali Bey’sen Ali Bey nerede? Kemal Efendi kayıp diyorsun. Ali Bey’de mi kayıp? diye sordu. Ardından cep telefonunu çıkararak şöyle devam etti,

    ─Dur o zaman, Ali Bey’i arayalım, neredeymiş öğrenelim, hatta çağıralım gelsin. Hanginiz Ali Bey’siniz görelim, dedi.

    Telefona cevap veren Ali Bey, okulda olmadığını, bir saate kadar geleceğini söylüyordu. Bu da benim için şaşırtıcı bir durum oldu. Kemal Efendi de bana dönüşmüş olabilir miydi? Necati Bey’e böyle bir olasılık olduğundan da söz ediyordum ki, zil çaldı. Zilin sesini duyar duymaz sigarasını söndürüp, ne dediğime aldırmaksızın kapıya yöneldi. Ne de olsa müdür odasındaki koltuktan kamera kayıtlarını izliyor, hangi öğretmenin derse geç girdiğini görüyor olabilirdi.

    ─İnan ki ben Ali Bey’im dememe kalmadı Necati Bey gözden kayboldu.

    *

    Öğrenciler, öğretmenler derse girince bu kez, benim, pardon, Kemal Efendi’nin odasının zili çaldı. Bu zilin bir ucunu, yeni gelen müdür, kendi odasına bağlatmıştı. Gittiği her okulda uyguladığı bir yöntemmiş. Masasında otururken düğmeye basıyor, tek hizmetli olarak zilin sesini duyan Kemal Efendi müdürün odasına koşuyor, kapıyı açar açmaz hazır ola geçip,

    ─Geldim efendim! diyordu.

    Müdürün misafirlerine, mesela bakanlık adına soruşturma yürütenlere hizmet etmek de öğretmenlerin aralarında para toplayarak satın aldığı çay makinasından, çay doldurup getirmek de Kemal Efendi’nin görevleri arasındaydı. Daha doğrusu Kemal Efendi müdürle arayı iyi tutmak için görevi dahilinde olmayan işleri de yapmak zorunda kalıyordu. Yalnız o değil ki, resmi yazışmaları yapan sekreter de, müdür yardımcısı da, sendikası olmayan, geçici çalışan ücretli öğretmenler de Kemal Efendi gibi müdürün ağzının içine bakardı. Ücretli öğretmenlerin yeniden çalışabilmeleri ya da görev yaparken işten atılmamaları müdürün insafına kalmıştı. Kim ki müdürle iyi geçinmiyor, kim ki söylenenleri itiraz etmeden yapmıyor vay halineydi. Gerçi Kemal Efendi kadroluydu; nasıl çalışacağı, hangi hakları kullanacağı yasayla belirlenmişti. Müdürlerin görevi yasayı uygulamakken, ne yazık ki pek çok şey, yasaların tarif ettiği gibi yapılmıyordu. Müdür derse ki iki saat fazla çalış, çalışmak gerekirdi. Yeri gelir, yine müdür arzu ederse iki saat dinlenme izni verebilir, böylece yasaların değil kendisinin önemli olduğunu gösterebilirdi. Ya da Bugün izinlisin benden, keyfine bak! diyebilirdi. Çöplüğün ağasıyla kim olursa olsun iyi geçinmek, küçük personel için hayati öneme sahipti. Öyle ki kimi zaman müdür aracılık eder, öğretmenler aralarında üç beş kuruş toplayarak, en azından bayramlarda Kemal Efendi'ye yardım ederdi.

    Kemal Efendi'ye hırsız muamelesi yaptıktan sonra kaza geçiren müdür kimdi acaba? Buna benzer sorular, aramızdaki konuşmalar ister istemez tekrar aklıma geliyordu. Bir keresinde de okulun iyi kalpli, kimse hakkında kötü düşünmeyen en eski personeli olduğundan, bugüne kadar pek çok müdürle çalıştığından, bazı müdürlerin kendisini çok sevdiğinden, sevmeyenlerin, kötü davranıp kalbini kıranlarınsa kaza geçirdiğinden, galiba üzerinde büyü olduğundan, ilahi bir güç tarafından korunduğundan, çok şükür bugüne kadar önemli bir hastalık geçirmediğinden, çok içtiği halde sağlığının bozulmadığından söz etmişti. Bunları ihsan eyleyen koruyucu meleği, ne yazık ki kumarda (bu kumar daha çok at yarışlarıydı) kazanmasını istemiyordu. Belki de istiyordu da henüz zamanı gelmemişti.

    Hizmetli odası hakkında şu bilgileri de aktarsam fena olmayacak: Kışın burası belki de okulun en sıcak odalarından biriydi. Bir de sağa sola rast gele konmuş, bir kısmı duvara asılmış, tarih derslerinde kullanılan eski haritalar, buranın bakımsız, derli toplu olmayan, içinde lağım farelerinin cirit attığı devlet okullarından biri olduğunu en iyi şekilde gözler önüne seriyordu. En önemli ayrıntıysa eşya kalabalığının arkasındaki boşlukta bulunan tek kişilik somyaydı. Kemal Efendi okulda kaldığı geceler, bu odayı kullanıyor, tüplü küçük televizyonun karşısında at yarışlarını izlerken şarabını, sigarasını içiyor, dışarıdan okula bakanlarsa ışığı görünce bekçilik yapıldığını sanıyordu.

    Şunu kabul edelim ki elbette bekçilikti bunun adı çünkü, içeride birinin olduğunu fark eden kötü niyetliler, en azından iki bilgisayar yüzünden cinayet işlemek istemediklerinden okuldan uzak duruyor olabilirlerdi. Kemal Efendi'nin bazen şarap, bazen bira, rakı, ne bulursa içip, üzerinde ekmek arası bir şeyler yediği, kalorifer peteğinin önünde duran bir de masası vardı. Lavabonun yanına yan yana koydu eski, iki öğretmen masasını da mutfak tezgâhı gibi kullanıyordu. Masaların altındaki kutudaysa birkaç mutfak eşyasıyla, bir de yemek yapmak, çay demlemek için, üzerinde kurumuş yağ atıkları bulunan küçük bir tüp bulunuyordu. Bütün bu eşyalar toz içindeydi. Duvarlar senelerdir boya badana yüzü görmediğinden sigara dumanının da etkisiyle hayli kararmıştı. Kimi yerlerde çivi izleri vardı. Hâkim koku izmarit, sarımsak, soğan, kızartma yağı kokusu olduğundan kirli eşyalardan gelen kokular duyulmuyordu.

    *

    Kapının üstündeki, Kemal Efendi'yi müdür odasına çağıran, nefret edilesi, insanı Pavlov’un köpeği yerine koyan zil tekrar çaldı. Çalsın bakalım. Kadrolu işe alınan hizmetlilerin sonuncusu, emekli olmasına birkaç yıl kalmış Kemal Efendi olduğumu kabul edip müdür odasına gideceğimi sanmıyorsunuzdur umarım. Fakat müdür olacak Rıza Bey, Nerede kaldı bu adam, kendini okul psikoloğu Ali Bey sanan mikrop! deyip koşarak gelirse, yine Kemal Efendi olduğumu sanıp yakama yapışırsa? Aynısını ben de ona yaptığımdan, müdür olduğuna aldırmayıp yakasını topladığımdan, Yahu sen çık odamdan, kimi kimin yerinden kovuyorsun? Burası rehberlik servisi, ben de rehber öğretmen Ali Bey değil miyim? Kör müsün! dediğimden belki de kişiliğine, makamına, kudretli memurluğuna saldırmışım gibi yerinde duramıyor, hıncını almak için neler yapacağının hayalini kuruyordur. Yeni aldığı ceketinin yakasına nasıl yapıştığımın hesabını sormak için kuşku yok ki sabırsızlıkla, yeni direktiflerini bildirmek, İşin bitince odandan çıkmayacaksın, leş gibi kıyafetlerinle başkalarının masasına geçip oturmayacaksın! demek için beni bekliyor olabilir. Fakat gitmeyeceğim. Zilin sesini duyup köpek gibi ayağına koşmayacağım. Hatta bu zili kıracağım. Evet, şu anda kırıyorum. Kablosunu söküp çıkardım bile. Şimdi de saklanmak niyetindeyim. Nereye saklanmalı? Kazan dairesine girip kömür çuvallarının arkasında beklesem nasıl olur? Önce koridorun bir köşesinde beklemeli. Belki gelmeyecektir? Ya arkadan yaklaşır da aniden,

    ─Sana sesleniyorum be adam! diyerek karşıma dikilirse?

    İstediği kadar dikilsin… Değil mi ki ben kendimi biliyorum, değil mi ki ortaokul diplomasından başka diploması olmayan Kemal Efendi değilim, değil mi ki üniversite eğitiminin üstüne mastır yapmış rehber öğretmen, iki çocuk babası, ilk karısından ayrılmış, sevgilisiyle yaşayan Ali Bey’im. O halde hakkımı savunacağım. Tabi ya, Kemal Efendi gibi her şeye boyun eğecek değilim.

    Tam dışarı çıkacağım sırada din dersi öğretmeni Zekeriya Bey’le karşılaşıyorum.

    ─Merhaba Kemal Efendi, diyor Zekeriya Bey. Sinirli olduğumdan, bir de sanki Kemal Efendi’ymişim gibi her selamı kabul etmek istemediğimden karşılık vermiyorum.

    Zekeriya Bey,

    ─Ne o Kemal Efendi, dargın mıyız, ne bu surat? diye soruyor.

    ─Yok bir şey diyorum.

    ─Olmaz mı var, diyor. Bak Kemal Efendi, biliyorum kızıyorsun. At yarışı oynamak için herkesten borç istediğini bilmez değilim. Önceki borçlarını ödemeden tekrar borç istiyorsun. Olmaz ki… Vermeyince de surat asıyorsun. Yalnızca ben miyim, arkadaşlar da senin iyiliğini istiyor. Allah canımı alsın, at yarışı oynamayacağını bilsem kaç lira lazımsa borç alır yine veririm, seni üzeceğime kafam kırılsın daha iyi…

    *

    Madem konu, Kemal Efendi’nin borç alarak yıldırdığı Zekeriya Bey'den açıldı, hakkında biraz bilgi versem iyi olacak. Bir bayram günü hatırlıyorum. Ben, Zekeriya Bey, Bir de Necati Bey öğretmenler odasında oturuyoruz. Necati Bey, boş bardakları toplayan kantinci çırağı Bayram'ı görünce,

    ─Bayram evladım, bize çay getirsene, dedi.

    Bayram,

    ─Kaç çay?

    Necati Bey, diğer öğretmenleri de göstererek,

    ─Birkaç tane getir işte… dedikten sonra, çay içmeyen var mı arkadaşlar? diye sordu. Kimseden ses çıkmayınca üç çay istedi.

    Zekeriya Bey, Kemal Efendi’nin iki de bir borç istemesinden yıldığını söylüyordu. Şunu da belirtmeliyim ki, ben de yılmıştım. Her defasında büyük bir şansı kaybetmek üzereymiş gibi yanıma gelir,

    ─İsterseniz beraber oynayalım, ortak olalım, derdi.

    Aynı teklifi başkalarına da yapıyordu… Nede olsa koruyucu melekleri vardı. Meleklerin varlığına öyle inanıyordu ki, gün gelecek, bu melekler, üzerinde ‘at yarışı ikramiyesi’ yazan bir çuval parayı önüne atacaklardı. Pek çok öğretmenin verdiklerini alamadan başka okula tayin olduğunu da biliyordum. Borç dediysem elbette büyük borçlar değildi bunlar. Otuz öğretmen varsa mutlaka herkesten yıl sonuna kadar en az iki yüz lira almış oluyordu. Tam rakamı bilemem ama uçan kuşa, küçük miktarlarla da olsa borcu vardı. Alkol almak için de borç istiyordu. Başkalarının sorumsuzluk saydığı masraflarını durumu daha iyi olanların, dolayısıyla müdür hariç, çevresindeki öğretmenlerin üzerine yıkarak ailesine karşı duyduğu suçluluk duygularını yatıştırmaya çalışıyordu. Sigarası kalmadığında, paket almayıp her içenden sigara isteme anlamına gelen otlakçılığa baş vururdu. Kim bilir belki de sevdiği, Benim yüzümden çok acı çekiyor, dediği karısını daha fazla üzmemek için bu tür ihtiyaçlarını maaşının dışına çıkarmanın yollarını arıyordu. Tek maaşlı olduğundan ek gelire ihtiyacı vardı. Kızı üniversitede okuyor, (daha sonra işsiz öğretmenler ordusuna katılacak kızından söz ediyorum.) liseyi bitirdikten sonra inşaat işçiliği yapan oğlu o yıllarda hayattaydı, dershaneye gidiyordu. Karısına kanser tanısı konmuştu. Aile bu durumdayken kazandığı üç kuruşu içkiye, kumara yatırması elbette yanlıştı. Bu sıkıntılı süreç devam ederken kumar oynayıp kazanmanın, karısını çok parayla mutlu etmenin, bütün borçlarını ödemenin, borçlu kaldıklarının önüne tomarla para fırlatmanın hayalini kuruyor olmalıydı. Kesinlikle böyle bir durum olduğunu düşünüyorum. Sadece zevk almak için oynamıyordu; en büyük neden ailesini kurtarmaktı. Pis alkolik kumarcı, hayalperest dolandırıcı! diyenlerin karşısına takım elbiseyle ve son model bir arabayla çıkmanın hayalini kuruyordu.

    Kemal Efendi’nin alacaklılarından biri olan Kürt kökenli, konuşmasında Kürtçenin ezgileri olan Zekeriya Bey, on yıldır, kadrolu din dersi öğretmeni olarak görev yapıyordu. Kadro konusunu özellikle belirtmemin nedeni, kadrosuzların sayısındaki artıştır. Seneler öncesinden söz ediyorum ancak, pandemi yıllarından biri olan, günümüz 2021 yılında da hükümet, düzenli maaş, sendika hakkı gerektiren kadrolu öğretmenliğe değil, düşük ücretli, sendikasız, örgütlü olarak hak talep edemeyen öğretmenliğe öncelik veren politikalar yürütmektedir. Sözünü ettiğim arkadaşım Zekeriya Bey, kısa boyluydu, iki kız babasıydı. Aşiretten olduğunu söylediği eşi çalışmıyordu. Akrabası olan bu kadınla, ailesi öyle uygun gördüğü için evlenmişti. İlk bakışta, rahatlıkla en az ellisinde olduğu söylenebilirdi. Kafasının üst kısmındaki saçları erken döküldüğünden olacak, yaşına göre hayli yaşlı gösteriyordu. O günlerde, aslı varsa, göğsünde başlayan bir ağrıdan dolayı birkaç hafta önce sigarayı tamamen bırakma kararı aldığını hatırlıyorum. İflah olmaz bir tiryaki olduğundan sigarayı birden bırakma konusunda kendine çok da fazla güvenemiyordu.

    Başbakanın, Geçinemiyoruz, maaşımız yetmiyor! diyenlere, Sigarayı, alkolü bırakırsanız geçinirsiniz," demesi de üzerinde durulması gereken önemli konular arasındadır. Siyasal İslamcılar iktidara geldiğinden beri, din dışı görülen kimi ürünlere fahiş zamlar yapılır olmuştu. Zekeriya Bey, mesai saatlerinde bile namaz kılan inançlı öğretmenlerden olduğu halde, hükümetin bu konudaki tutumunu desteklemeyenler arasındaydı. Özellikle ders aralarında canı müthiş sigara istiyordu. Ne zaman sigara içen birini görse içi gidiyor, bir kilo metre öteden gelen sigara dumanının kokusunu aldığını söylüyordu. Sigaraya daha on yaşlarımda, Güneydoğu'da uzak bir dağ köyünde tütün sararak başlamış, otuz yıl boyunca aralıksız tiryakilik yapmıştı. Eroinin yaygınlaşmasına seyirci kalan, böyle bir sorun yokmuş gibi davranan başbakanın da arzu etmediği sigaradan birdenbire vazgeçmesi hiç de kolay görünmüyordu. Boş zamanlarında sigaraya alışkın ellerini oyalamak için ders aralarında, okulun koridorlarında, kimi zaman sınıfta dahi tespih çekmeye başlamıştı. Soran olduğunda bunun, din işlerini devlet işlerinden ayrı tutulması gerektiğini savunanlara karşı, siyasal ya da dini bir tavır olmadığını, sadece sigara yüzünden olduğunu açıkça dile getiriyordu. Tespihli halinin yadırgandığını fark ettiğinde, sakalla, giyim kuşamla politik ya da dini görüş sergileyenlerden biri olmadığını özellikle belirtme ihtiyacı duyardı. Bir de boş kaldıkça, çantasında taşıdığı küçük çakıyla meyve soyup yemesi vardı. Doğum yeri olan Mardin'in Nusaybin ilçesinden ayrıldığında orta okul öğrencisiymiş. On üç, on dört yaşına kadar Türk, Kürt, Zaza, Arap, Süryani kültürlerinin iç içe olduğu ortamlarda uzun zaman geçirmiş ama en çok ana dili olduğundan Zazaca konuşmaktaydı. Türkçeyi ilkokulda öğrenmişti. Bundan başka Kürtçe ve Arapça da biliyordu. Çocukluğu, resmi olmadığından üzerinde çalışma yapılmayan, gelişme imkânı bulamayan diller arasında geçtiğinden hiçbirinde tam olarak derinleşememiş, dilinde bütün bu dillerin sentezine benzer farklı bir anlatım tarzı gelişmişti. Türkçenin içine Zazaca, Arapça, Kürtçe kelimeler katarak konuştuğu oluyordu.

    Yakın akrabalarının bir kısmı Suriye'de, bir kısmı da Mısır'da yaşarmış. Ekonomik nedenlerden dolayı ailesi tarafından çalışmak üzere Mısır’daki akrabalarından birinin yanına gönderilmiş. Ya da kimilerinin iddia ettiği gibi, ilerde Türkiye’nin laik rejimine karşı kullanılacak dinci Arap üniversitelerinden diploma alacakların arasında yetişmiş, hainlik için eğitilmiş biriydi. Tam bağımsızlığı savunduğundan Atatürk rejimini yıkmak isteyen emperyalistlerin, Türk, Kürt kökenli yoksul öğrencileri seçerek gerici Arap eğitimlerinden geçirdikleri de dile getirilen dedikodular, kimi gazetecilere göreyse, söylenenler dedikodu değil, tartışmasız gerçekler arasındaydı. Dayısı, önce orta öğretimini tamamlaması gerektiğini söyleyerek bir süre çalışmasına engel olmuştu. Ortaokul ve lise de oldukça başarılı bir öğrenciydi. Arap dilini kısa zamanda çözmüş, hızla okuyup yazmaya başlamıştı. Dersleri iyi olduğundan ilerde üniversiteyi de okumak istiyordu. O yaşa kadar da dayısına yük olmamak için çalışmak, okul harçlığını kazanmak niyetindeydi.

    Şurası kesin ki, Kemal Efendi'nin suretinde hayatım alt üst olmuş olsa da mesai arkadaşlarıma dair bildiklerimi açıklamak zorundayım. Nasıl bir çevrede yaşadığımın, kimlerle oturup kalktığımın bilinmesinde yarar olabilir. Belki durumuma açıklık getirir umuduyla, her şey bilinsin diye, neden böyle olduğunu anlayamadığım hayatım gibi, Zekeriya Bey'in yalan yanlış anlattığı yaşamının önemli dönemeçlerinde de karanlık noktalar olduğu bilinsin isterim. Mesela Mısır’da çalışarak, kazancıyla okuduğuna, öğrenci olup ailesine, Almanya'ya işçi gitmiş gibi maddi destek sağladığına inanasım gelmiyor. Mardin doğumlu yoksul bir gencin, dini konulara olan merakından dolayı, sadece kendi iradesiyle El Ezher Üniversitesi’ne gitmesini de gerçekçi bulmadım. Yabancı yani Türkiye uyruklu öğrenci olduğundan bu üniversiteden burs almış... Burs ücreti öğrenci olarak ihtiyaçlarını karşılamaya yetmezmiş. Türkiye'de kalan ailesinin durumu iyi olmadığından onlara da para göndermesi gerekiyormuş. Bir süre, genellikle uzun beyaz elbiseli müşterilerin girip çıktığı, kebap, ciğer, köfte yiyip ayran içtiği bir yol üstü lokantasında garsonluk yapmış. Manavda çalışmış, yük taşımış… su, süt, yoğurt, ayran satmış… inanırsanız elbet. İnandık diyelim, o güne kadar Türkiye’den kalkıp Arap diyarında üniversite okuyanlar olduğunu hiç duymamıştım. Bugün de duymayız. İslamcı siyasetçileri iktidara getirmeye çalışan darbeci askerlerin projesi olarak böyle bir şey gerçekleşmiş olabilir. Kim bilir kaç bin çocuk Zekeriya Bey gibi seçilip şeriat eğitimi alsınlar diye Arap çöllerine gönderildi. Bütün bunlar derin devlet işleri olduğundan gerçeği bilemeyiz. Ülke içinde her yere dinci öğrenci evleri, yurtları, üniversite ve vakıfları açılırken demek ki bir taraftan da Ortadoğu'da ki adı üniversite olan, gerici kurumlara devlet desteğiyle öğrenci gönderiliyordu. Belki de bu destek açıkça yapılmıyor, Türkiye'deki Atatürk rejiminin yıkılmasını isteyen, emperyalizm tarafından kurulan Arap devletleriyle organize ediliyordu…

    Bu bilgileri aktarırken 2021 yılında olduğumuzu, içinde laik Cumhuriyeti tasfiye eden tarikatçı darbenin de olduğu geçmişi anlattığımın bilinmesini isterim. Gelecekte Türkiye'de neler olacağını bilenler, belki de bu seçilmiş öğrencileri öğretmen olarak Türk okullarında kullanmanın hazırlığı içindeydi. Ne tekim o gün gelince Zekeriya Bey de ülkeye döndü. Üniversite diplomasını aldığı yıl, Türkiye’de önemli bir değişiklik yaşandı; bundan sonra El Ezher Üniversitesi mezunları da Türkiye'de öğretmenlik, hem de din dersi öğretmeni olarak görev yapabilecekti. Haberi bir gazetede okuduktan birkaç gün sonra Arapça yazıları olan bir otobüse atlayıp yola çıktı. Anavatan, iyi bir iş vaadiyle kucak açmış onu bekliyor, uçsuz bucaksız çölleri arkasında bıraktıkça içini tarifsiz bir sevinç kaplıyordu.

    Bu meselenin Kemal Efendi’ye dönüşmemle ne ilgisi var diyorsanız yanılıyorsunuz. O günlerden başlayarak bugüne kadar hiçbir şey göründüğü gibi değil. Atatürkçü olanların dinci, sosyalist, komünist sanılanların Atatürkçü, Cumhuriyetçi olduğunu görmek mümkündür. Fakat ben daima olduğum gibi görünmek istemişimdir. Hele de Kemal Efendi gibi görünmeyi aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Neden geçireyim ki, Kemal Efendi belki, benimle aynı koşullarda çalışıyor olmayı, en azından benim kadar maaş almayı, okul psikoloğu olmayı, her gün takım elbise giyip öğrenci ve velilerle görüşme yapmayı, sonra da kirlenmeden, kömür tozu içinde kalmadan evine dönmeyi düşünmüş olabilir fakat ben, daha düşük aylıkla kalorifer kazanı yakıp okul temizleyip bir de müdürün önünde el pençe divan durmayı, at yarışlarına para yatırıp sürekli kaybetmeyi hiç düşünmüyordum. Neden Necati Bey ya da Zekeriya Bey değil de ben bu duruma düştüm? Onların da Kemal Efendi'den alacağı vardı. Ben de onlar gibi at yarışından elde edileceklere kanmama kararı almıştım.

    Nedir beni diğer alacaklılardan ayıran şey? Türkiye'de okumam, imam eğitimleri almamış olmam mı? Zekeriya Bey’e benzemediğimi kabul ediyorum. Baba Kürt, anne Türk bir ailede dünyaya geldim. Babam Kürt’tü, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çocukluğu Türkler arasında geçtiğinden Kürtçe bilmezdi. Yaşadığımız Y şehrinde çoğunluk Türklerden oluşurdu. Ayrıca ben, inanır mısınız, etnik ayrımcılığa kökten karşıyım. Türk’üz yahu… Onlarca medeniyete kucak açmış bu topraklarda damarlarımızda pek çok kan dolaşırken madem herkes kendini bir bayrak altında tarif ediyor, bizler de Türk'üz, ne var bunda? Senelerdir, emperyalizmin emrinde Kürtçülük yapanlara soruyorum? Yazık ettiniz bu millete; Müslüman coğrafyasına yazık ettiniz… Kuşkusuz görevinizdi, başardınız. Üzerinde emperyalizmin bayrağı dalgalanan madalyalarınızı alıp şerefsizce bağrınızda taşımayı umarım unutmazsınız. Siyasal İslamcıların, Cumhuriyeti yıkıp laik devlet düzenini ortadan kaldırmalarına neden oldunuz… Neyse… ben aslında kendimi dünya insanı olarak görürüm. İnsanlığı severim, isterim ki milliyetçilik üzerinden savaşlar yapılmasın. İsterim ki, dünyanın bütün kaynakları hakça paylaşılsın. Petrolün, suyun sahibi de sadece insanlık olsun. Her şey hava gibi, güneş gibi, yıldızlar gibi, ayrılık düşünülmeden hepimize ait sayılsın.

    Diyebilirsiniz ki, hayalcinin tekiymişsiniz… Evet, çok hayal kurarım. Bu yüzden rüyanın bitmesini, kendi suretimde tekrar var olmayı, evime dönmeyi, mesleğimi yapmayı çok istiyorum. Büyücü, cinlerin gücüne inanan, cinler vasıtasıyla her şeyin mümkün olduğunu söyleyen, dul olduğum için kadın öğretmenlerle dedikodumu yaptığını da çok iyi bildiğim, gerici mi ilerici mi, Cumhuriyet karşıtımı bilmediğim, siyasal tavrından emin olamadığım, hükümetin emriyle kurulan eğitim sendikasının üyelerinden olan, Arap üniversitesinden mezun Zekeriya Bey'i unutup geçmeyelim. Belki de ne yaşıyorsam onun gibiler yüzünden yaşıyorumdur.

    Meseleyi kavramak için geçmişe dönmemiz gerekir. Velilerine, kendi tabiriyle söylersek, Allah rızası için, ders notlarını yükselten öğrenci başarı muskaları yazıp verdiğini bildiğim, Cumhuriyet karşıtı tarikatlarla dolu ortamlarda doğup büyüyen, eğitim gören Zekeriya Bey’in Ankara'ya, Cumhuriyetin bağrına gelip öğretmenlik yapması da hayli ilginçtir. Evraklarını bakanlığa teslim edip müjdeli haberi alır almaz hemen Ankara’daki görevine başlayamadığını, bir süre izinli sayılmasını istediğini anlatmıştı. Böyle bir ülkede iş bulacaksın da bir de işe başlamak için izin talep edeceksin. Bunu da rutinin dışında, özel kişilere uygulanan keyfi kurallardan biri olarak görmek gerekir. İzin alma nedenini, açıklamak istemediğinden, ‘bir takım ailevi nedenler’, diyerek geçiştiriyordu. Bitmedi, önemli bir ayrıntı da şu: Bu ülkede iş bulmak, iş kurmak kadar zor bir şey yoktur. Doğru mu, doğru… O zaman söyleyin bakalım, herkes iş sınavına girerken, Ortadoğu'nun çöllerinde şeriat eğitimi alanların sınavsız, el altından öğretmen yapılmasına ne dersiniz? Diplomasız öğretmenleri, doktorları, her kademedeki devlet görevlilerini, senelerdir diploması tartışmalı, hatta sahte olduğu ileri sürülen devlet başkanını düşündüğümüzde ne deseniz hakkınız var. Benimkisi şaşıracağınızı sanarak belki de gevezelik yapmaktır. Türkiye'de en zor şey inanın, Türk olmak, Türk bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmektir. Dünya üzerinde de Türk olmak zordur. Kimi katliamcı olduğunuzu söyler, kimi barbar, yontulmamış odun olduğunuzu dile getirir. Amerika, Avrupa milletleri yok eder, sinek gibi avlar, dünyayı sömürür, hamile kadınların, bebelerin, ihtiyarların üzerine atom bombası atar, doğayı kirletir, bitki dahil bütün canlı türlerini ortadan kaldırır, yine de medeni olur, Türkler gibi bilimde, modern sanatlarda yol alamamış milletlerin çocukları en yıkıcı yaratıklar olarak parmakla gösterilir. Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtanların Türklerle olan hesabı henüz bitmedi.

    Osmanlı’yı Batılılar mı dağıttı? diye sorarsanız, cevabım kesinlikle ‘Hayır!’ olacaktır. Kendi cahilliğimizden, iş bilmezliğimizden, din işlerini devlet işlerine karıştırdığımızdan, yağmacıları iktidar yaptığımızdan, halkı eğitip, toprak sahibi yapıp, vatan millet konusunda bilinçli hale getirmediğimizden dağıldık. Başkaları yıkılmamız için her türlü oyunu oynamış olabilir fakat, aklımızı kullanıp tuzaklara düşmememiz gerekirdi. Bugünde tuzaklar kuruluyor fakat millet olarak gerçeği görmüyoruz; din düşmanlarını Müslüman, vatan hainlerini milliyetçi sanmaya devam ediyoruz. O halde dağılmayı hak etmiyor muyuz? Bana kalırsa dağılmayalım, her türlü ayrımcılıktan uzak duralım isterim. Dünya milletleri eşit hale gelinceye, din, dil, ırk ayırımı olmadan tek değer ‘insan’ oluncaya kadar Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar olarak bir arada eşitlik, özgürlük, adalet içinde yaşayalım.

    Daha önce söylemediysem belirteyim, Zekeriya Bey'in Kürt

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1