Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Bulutlara Yazılan Öyküler
Bulutlara Yazılan Öyküler
Bulutlara Yazılan Öyküler
Ebook181 pages2 hours

Bulutlara Yazılan Öyküler

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Çocukluk yıllarımda elektrik canı isteyince eve uğrayan hayırsız evlat gibiydi. Programlı veya programsız elektrik kesintileri alıştığımız şeylerdi. Radyodaki ses "Saat dokuz–on bir arası iki saat kesinti" derse bunun anlamı mumlar bitmeden bakkala koşup bolca yedeklemekti. Gaz lambaları sıradan birer aksesuardı. Bazı evlerde gemici fenerleri bulunurdu. Bazı evlerden birisi de bizim evdi. Babam yağmurlu gecelerin erken şafağında bu feneri alır, bıldırcın toplamaya çıkardı. Şimdi nerede bir bıldırcın yumurtası görsem zayıf boyunlarını, kafalarının ne kadar kolay koptuğunu hatırlar, içim fena olur. Günümüzde elektrik evden çıkmaz oldu. Gaz lambalarından şanslı olanlar bitpazarına düştü. Kötü yola da düşebilirlerdi, iyi oldu. Mumlar fiilen olmasa da fikren yaşayıp birer süs eşyasına dönüştü. Önemini kaybetti demiyorum. İçleri geleceğe dair umutlarla dolu çocukların ev ödevlerine ışık olan mumlar zamanla gönül işlerine kaydı, birbirini karanlıkta bile gören kalplere aydınlık oldu.

LanguageTürkçe
PublisherYol Akademi
Release dateJan 26, 2024
ISBN9798224273034
Bulutlara Yazılan Öyküler

Related to Bulutlara Yazılan Öyküler

Related ebooks

Reviews for Bulutlara Yazılan Öyküler

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Bulutlara Yazılan Öyküler - İlhan Günay

    BULUTLARA

    YAZILAN ÖYKÜLER

    İlhan GÜNAY

    BULUTLARA

    YAZILAN ÖYKÜLER

    İlhan GÜNAY

    MYTHOS KİTAP – 49785

    ISBN: 978-625-6864-12-2

    ––––––––

    UYARI

    Elinizdeki kitap tablolar ve şekiller gibi görsel öğeler içerdiğinden dolayı, e-kitap versiyonuna çevrilirken kullandığınız elektronik okuyucuya bağlı olarak az da olsa bir takım şekil bozuklukları içerebilir. Kitabın basılı versiyonu bu tür hatalar içermezken, her okuyucunun kullandığı teknolojiye bağlı küçük hatalar içermesi ihtimalinden dolayı affınıza sığınırız.

    ––––––––

    Y’ol Kurumsal Hizmetler  San. Ve Tic. Ltd. Şti.  Hasan Mevsuf Sokak Aydın Apt. No:2 K:4 ÇANAKKALE

    0 850 244 17 02

    www.yolakademiyayinevi.com

    ––––––––

    Hayatıma anlam katan Jale,

    Zeynep ve Ayşe’ye...

    Aklımdan geçen her cümlede onlar var.

    İLHAN GÜNAY

    1950 yılında İstanbul'da doğdum. 1967 yılında Ankara Fen Lisesini, 1973'te İstanbul Tıp Fakültesini bitirdim. 1981’de Hacettepe Tıp Fakültesindeki eğitimimi tamamlayarak Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi uzmanı oldum. Çeşitli üniversite hastanelerinde öğretim üyesi ve yönetici olarak çalıştım. 2017 yılı sonunda aktif meslek yaşamıma son verdim.

    Evliyim ve iki kızım var.

    Akademik yayınlarım dışında yazdığım ilk kitap, yaşam ve ölüme dair sorularımı içeren Cevapsız Sorular oldu. Daha sonra görme fırsatını bulduğum ülkelerin bir kısmıyla ilgili anılarımı Yol Çekimi ve Yol Dönüşü isimli kitaplarda topladım.

    Öykü denemelerime 2019 yılında başladım. Tahtakuruları ve Hayriyaanım ile Saka Kuşunun Ölümü başlıklı öykülerim 2020 ve 2022 yıllarında Ümit Kaftancıoğlu adına düzenlenen yarışmalarda birincilik ödülüne layık bulundu. Maltepe Belediyesinin 2021 yılında düzenlediği Cumhuriyet, Adalet ve Demokrasi konulu yarışmada Senaryo başlıklı öyküm, Yıldırımspor ise 2022'de Esenler Belediyesi tarafından mimar Turgut Cansever anısına düzenlenen Şehri Adımlayan Hikâyeler yarışmasında üçüncülük ile ödüllendirildiler.

    İçindekiler

    BİR TEMMUZ

    KARANTİNA GÜNLÜĞÜ

    AKASYANIN ÖLÜMÜ

    ASKER MEKTUBU

    SICAK BİR GECE

    SIRADAN OLAYLAR

    ÇOCUKÇA SORULAR...

    BAYRAM YERİ

    UÇMAK VEYA UÇAMAMAK

    BİR NOEL GEZİNTİSİ

    ÖNSÖZ

    Öykülerimi bulutlara yazıyor, içimdeki yağmuru uzaklara taşısınlar istiyorum.

    Bulutlar rüzgâra kapılıp dağları aşıyor, derin vadilerden süzülüp denize ulaşıyor. Sahilde istiridye kabukları toplayan bir çocuk gökyüzünde rengârenk bir bulut görüyor. Tek bir bulut! Öbürleri çoktan uzaklaşıp gitmiş. Çocuk heyecanla büyüklerin uzanıp yattığı tarafa doğru koşuyor.

    - Bulut, bulutu gördünüz mü?

    Sadece bir bulutmuş! Kimse kımıldamıyor. Çocuk eliyle işaret ederek tekrar bağırıyor:

    - Bulutun üstünde gökkuşağı var! Önce kırmızı, turuncu ve yeşildi, arada sarı da vardı, sonra mavi oldu, maviler mora döndü...

    Çocuk kendi gördüğünü herkes görsün istiyor, Pamuk şekeri gibi... Büyüklerden biri gözlerini açmadan, Bulut işte! diyor, Bulut geçmiş...

    Uyumaya devam ediyor...

    BİR TEMMUZ

    - Oğlum, burası aklına nereden geldi?

    - Telefonda söyledim ya Ersincim, sürpriz!

    Arabayı otoparka bırakıp hemen yan taraftaki pastaneye girdiler. Yolu gören bir masa boştu. İki iskemle çekip oturdular. Pastanenin önünden bir halk otobüsü geçti. Az ileride Hastane durağı vardı. Karşı kaldırımda bir adam durağa doğru koşuyordu. Otobüs biraz yavaşladı, durak boştu. Koşan adam elini kaldırdı, Dur, bekle! der gibi salladı. Şoför dış aynaya baksa görecekti (bakmadı), iç aynaya bakıp; Hastane! diye bağırdı, inecek kimse yoktu, gaza bastı, gürültüyle geçip gitti. Koşan adam bezgin bir şekilde durağa ulaştı, Bugün kimse hastalanmamış, dedi. Durak boştu, çünkü insanlar çok daha erkenden, sabah ezanıyla kalkıp gelmişlerdi. Polikliniklerin önünde uzun kuyruklar vardı ve ön sıralar şimdiden karaborsaya düşmüştü. Geçim dünyası işte...

    Pastane ufak, pastacı tek başındaydı, geldi masayı sildi, siparişleri aldı, diğer masadaki boş tabakları toplayıp götürdü. Çırak koşarak içeri girdi, Kaza vardı ustam, trafik tıkandı dedi, özür diledi, önlüğünü giydi. İstanbul’da trafik! deyince akan sular durur, bütün gecikmeler affedilirdi. Pastacı bir şey demedi, dikkati kahvedeydi. Cezvelerin otomatiğinden hiç hazzetmemişti. Kahvenin köpüğünü gözüyle görmeliydi.

    Ersin sürpriz nerede diye etrafa bakıyor, salaş bir pastane, tam kapanmayan kapı, rengi kaçmış perdeler ve masadaki plastik çiçekten başka bir şey görmüyordu. Arkadaşı sonunda konuşmaya başladı, anlatacaktı herhalde, sürpriz her neyse:

    -Yolun bu tarafında eskiden sadece ahşap evler vardı. Karşısı aynı...

    Anımsamaya çalışır gibi etrafa bakıyordu. Eskiden olsa hatırlamak derdi, Hatırlamaya çalışıyorum! Ona daha şiirsel geliyordu. Şair, Anımsa ey peri, o mutlu geceyi demiş olsaydı hiçbir müzisyen bu mısra için beste yapmazdı.

    Evler de kelimelerle birlikte değişmişti. Anımsamak fiilini kullanmak için kendini zorluyordu. Daha öncesini anımsadı; caddenin Arnavut kaldırımı denen taşlarını... Dikdörtgen şekilli parke taşları Kocamustafapaşa’ya kadar öylece devam eder, camiyi geçtikten sonra kaba, yuvarlak taşlara dönüşürdü. Kenarlarında mazgal olmayan kısımlarda yolun ortası daha çukur olur, yağmur suları ortadan yokuş aşağı akıp giderdi. Nereye akıp, nereyi su bastığı önemli değildi. Mazgallar çoğu yerde gösterişten başka işe yaramaz, alt katlardaki dükkân sahipleri kova kova su boşaltmaktan, vidanjörler de tıkalı kanallarla uğraşmaktan helak olurlardı.

    Benzer taşlar kaldırımlara da döşenirdi. Fiil olarak döşemek aklına yatmadı. Düzgün bir iş yapılmış gibi anlaşılıyordu. Taşları gelişigüzel koyup giderlerdi. Ayrıca kaldırım tam bu kısımda çok dar ve evin girişinden yüksekteydi. Anneannesine geldiği bir seferinde, tam kapının önünde ayağı takılıp yuvarlandığı için biliyordu. Taşların arasına sızan yağmur suları yol kenarlarındaki ağaçları besler, toprak iyice doyduktan sonra da taşarak evlerin kapısından içeri dolardı. Ahşap evler kâgire dönüşürken alt katlar irtifa kaybetmiş, yer altına inmişti. Duvarlar toprakla komşu, yalıtım, yalıtım filan lüks tüketimdi. Bu katlarda genellikle kapıcılar oturduğundan küflü duvarları ve astımlı çocukları kimse umursamıyordu. Onlar da küflü yerleri duvar halısıyla örtüp yokmuş gibi yapıyorlardı.

    Şimdi bütün yol asfalt kaplanmış, kaldırımda ağaç kalmamıştı. Şu tek başına duran cılız ağaç hariç... O da bir akasya olmalıydı, önceki akasyalardan birinin ikinci kuşak torunu filan...

    Aslında ikisi de bu mahallenin çocuklarıydı. Arabalarını bıraktıkları otoparkın yerindeki arsada top oynamışlar, misketlerini değiş tokuş yapmışlar, telleri büküp kıvırarak araba yapmayı birlikte denemişlerdi. Son görüşmelerinin oldukça geçmişte kalması üniversite giriş puanları yüzündendi.

    Kaçan otobüsün ardından küfredip durakta beklemeye başlayan adama baktı. Hıncını durağın direklerinden alıyordu. Gözünün önüne Faruk dayısı geldi. Elinde T cetveli ve aydınger rulolarıyla durakta beklerken iç sesi rock’n roll çalar, pek az kimsenin bildiği bir ritimle iki direğin arasını dans pistine çevirirdi. Walkmane ihtiyacı yoktu. Zaten icat edilmesine daha yıllar vardı. İleride mimar olacak, plan çizerken bile ritmini bozmayacaktı. Ailenin ilk üniversitelisi oydu.

    Birer kahve ısmarladılar. Sizin ev buralarda bir yerdeydi, dedi Ersin. Doğruydu, oturdukları masadan yirmi, bilemedin yirmi beş metre ileride, her an çökecekmiş gibi duran, ahşap, iki katlı bir evdi. Bu pastaneyi onun için seçmişti. Açmak istediği konu için daha uygun bir dekor olamazdı. Dekor demek de yanlış oldu. Ortalıkta (hastane hariç) eskiyi anımsatan bir şey kalmamıştı. Mekân veya daha iyisi mahalle diyelim.

    Garson kahveleri getirdi. Sade olanı önüne çekti, bir yudum aldı. Fincanın ağız kısmında köpüğün izi kaldı. Ersin kendi kendine konuşuyor, sevgililerini, işini gücünü anlatıyor, onu hiç aramamasının onlarca nedenini aralarındaki boşluğa sığdırmaya çalışıyordu.

    Bunlar duyduklarından bir kısmıydı. Sabırla dinliyor, işine yarayacak kelimeleri ayıklamaya çalışıyordu. Yeniden arkadaş olmak, vıcık vıcık görüşmek derdinde değildi. Ancak onun yardımıyla gerçekleşebilecek bir şey için buluşmuşlardı. Kahvesinden bir yudum daha aldı. Fincanın kenarına yapışan köpük iki ucundan aşağıya, içeri doğru sarktı, kapıya benzedi. Ahşap, yarı aralık, eski bir kapıydı. Bir falcı olsa, Kısmetin açılıyor, derdi.

    Üç vakit önceye döndü, kapıdan içeri girdi.

    Ayakkabısını çıkardı. Sağda üstü mermerli bir konsol duruyordu. Konsolun alt çekmecesini açtı, ayağına uygun bir terlik bulup giydi, yürümeye başladı. Konsolun üstündeki aynanın yüzünde yaşlılık lekeleri vardı. Hafif bir eğimle duvara yaslanmış, dinleniyordu.

    Koridorun öbür ucundaki mutfağın kapısı kapalıydı. Merdivenlerin başladığı yerde, duvara giriyor mu yoksa çıkıyor mu belli olmayan paslı çiviye nefretle baktı, ikinci kata çıktı. İlk kat zeminse birinci kat da denebilir. Arkada, bahçeye bakan odada karısı ve kızıyla birlikte Ahmet Dayısı kalıyordu. Kapı aralığından gizlice bakan küçük kız onu görünce utanarak içeri kaçtı. Kızıla çalan dalgalı saçları vardı. Muhtemelen annesi de içerideydi, kalkıp kapıyı kapadı. Saime Yenge etrafta alışık olduklarından başka türlü bir kadındı! Eski bir saraylı gibi, güngörmüş, fakat belli etmeyen aristokrat bir yanı vardı, hep öyle kaldı. Başı her zaman dikti, güzel ve tane tane konuşurdu. Dayısının şanslı olduğunu düşündü. O evi yaşanılır kılan üçünün birlikte olmasıydı.

    Salona girdi. Salon çok genişti ve (muhtemelen bu sebeple, biraz da yaşlılık eklenince) ortası hafifçe bel vermişti. Alt kattaki kiracının tavanı o nedenle alçaktı ama bir şikâyeti yoktu.  Daha kolay ısındığını söylüyordu. Ampul değiştirmek de kolaydı herhalde.

    Yola bakan çıkmadaki sedire oturdu, etrafa baktı. Tam bacak bacak üstüne atacaktı ki, anneannesini gördü, vazgeçti. Evin kuralları vardı; dua okunmadan yemeğe başlanmaz, kızlar pantolon giymez, otururken kollar kavuşturulmazdı. Yoksa kısmetleri bağlanırmış. Anneannesi ilaç kutusunu açtı, saymaya başladı; Bu ağrılar için; dizlerim ağrıyınca, bu tansiyon için; sabah bir, akşam bir...

    Ahmet Dayısının damalı Desoto’su vardı. Lastiklerinin ve döşemelerinin geçmişten gelen kokusuyla burnu sızladı. Yoldan kuyruklu otomobiller geçiyor, karşıda hastanenin morgu gözüküyordu. Çocukluğunun kötü bir döneminde o kadar cenaze arabası görmüştü ki sonunda öldürülecekler listesi yapmaya başlamıştı. Birinci sıraya genellikle anneannesini koyardı. Böylece her gün annesini mi yoksa babasını mı daha çok sevdiğini söylemesine gerek kalmayacaktı. Şıklar arasında ikisini olmadığı için; Hiçbirinizi sevmiyorum, demek ister, o da olmayınca soruyu boş geçerdi.

    Morgun kasvetli duvarlarından sıkılınca ana kapıdan giren ambulansları saymaya başlamıştı. Cenaze arabalarından daha çoktular. Ayrıca beyaz önlüklü insanlar vardı. Ambulansların etrafında çoğalıyor, sonra karıncalar gibi öbür binalara dağılıyorlardı. Doktor olduğunu hayal etti. O gün öldürülecekler listesini yırtmış, yeni listesinin başına kırmızı kalemle; Kurtarılacaklar, yazmıştı. Listedeki ilk isim kendi ismiydi.

    Kahvenin telvesi diline değince uyandı, tekrar masaya döndü.

    Ersin; Beni dinlemiyorsun, dedi.

    Dışarıdan anlaşılıyordu demek... İnkâr etmedi, doğrudan konuya girdi.

    - İyi bir hikâyem var. İyiliğinden emin değilim ama okumanı istedim. Sen anlarsın bu işlerden. Savaş sonrası Balkanlardan göç eden bir aile hakkında...

    Ersin yapımcılık işindeydi. Film, dizi gibi şeyler... Detayını pek bilmiyordu. Bu alanda çalışan başka tanıdığı yoktu. Ne olacağını, arkadaşının neye dönüştüğünü şimdi öğrenecekti. Onun hakkında topa vuruşu dışında fazla bir şey anımsamıyordu. Topa iyi vururdu ama oyuna fazla girmezdi. Ersin geriye doğru yaslandı, Anlarım tabii, dökül bakalım, demedi, hiç tanımıyormuş gibi sordu:

    - Siz muhacir misiniz?

    - Eski bir olay, 1924 mübadelesi... Bizimkiler aslen Karaman halkından. Rumeli fethedilince gidip oraya yerleşmişler. Büyük ihtimalle gönderilmişler. Beş yüz küsur yıl geçmiş, tekrar geri dönmüşler.

    Bu, muhaciriz, demekti. Göçmenler, sığınmacılar, gidip dönmeyenler, gelip de dönemeyenler, devir onların devriydi. Ersin’in ilgisini çekmişti. Bir göç hikâyesi fena olmazdı. İçinde aşk da varsa, karşılıksız aşk, tadından yenmez... Çocukluk aşkı da olabilir. Oğlan harbe gitmiş, Çanakkale mesela, dönmüş, babası kızı vermemiş, kız kaçmış, kıza göz koyan başkası varmış, tabancayı çekmiş, vururum demiş, filan, falan...

    Ersin'in ilgisi cesaret vermişti, anlatmaya devam etti:

    Mütareke sonrası Türk ve Yunanlı diplomatlar masaya oturmuş, önlerinde kâğıt-kalem, değiş tokuş yapmışlar. Domates, biber sevk eder gibi, şunlar oraya, bunlar buraya... Kabaklar olmamış, biraz daha kalsınlar. Patlıcanlar sorun çıkarır, önce onlar... Onlar-bunlar denen; iki-üç yüz bin benimkiler, üç misli seninkiler, yüz bin aşağı iki yüz bin yukarı hepsi insan, ister bizden ister sizden; hepimiz muhaciriz durumu, ne gidenin ne de kalanın mutlu olduğu bir dönem... Keyiflerinden gitmemişler. Keyfiyet öyleymiş.

    Boğazı kurumuştu. Garsona eliyle iki çay işareti yaptı, Biri açık olsun!

    - Ben eskiden muhacirin ne demek olduğunu bilmezdim. Annemlerin nüfus kâğıdında Tikveş yazardı. Makedonya’da bir yermiş, araştırmak lazım. Anneannem bazen anlamadığım bir dille konuşur, kızınca ‘çuşka’ derdi. Bir nevi küfür veya kötü bir söz olduğunu bilirdik, ama anlamını bilmezdik. Biz de Çuşka! der, eğlenirdik. Sonraları, benim hiç anlamadığım, annemin de yarım yamalak anladığı o dilin Bulgarca, çuşkanın da acı biber olduğunu öğrendim. Acı biber,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1