Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Bir Luvi'nin Ölümü
Bir Luvi'nin Ölümü
Bir Luvi'nin Ölümü
Ebook174 pages1 hour

Bir Luvi'nin Ölümü

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Milattan önce Anadolu…

Bir Luvi'nin Ölümü, yaklaşık 3 bin yıl öncesinde yaşamış Luvileri anlatıyor.

Cihan Uğurlu, özgün dili ve enfes anlatımıyla, bizi binlerce yıl öncesinin günlük yaşamına, dönemin güç savaşlarına, bugünlere uzanan kadim geleneklere tanıklığa çağırıyor.

Bu romanı dinlerken yalnızca eşsiz bir tarihi yolculuğa çıkmayacak, titizlikle hazırlanan dipnotlarla sayısız çalışmadan süzülüp gelen bilgilerle donatılacaksınız. Tanrıların, kralların, sıradan insanların serpiştirildiği tarihi dekorda, yazarın bugünün bilgeliğiyle harmanladığı kurgusuyla baş başa kalacaksınız.

Milattan önce hiç bu kadar yakın, hiç bu kadar sarsıcı olmamıştı.

Bir Luvi'nin Ölümü, harika bir romanın doğuşunu haber veriyor.

"Ben Anadolu'nun kendine has bir kimliği, ruhu olduğuna inanırım. Bu ne tekil bir kültüre ne de özel olarak, bir halka ya da ırka ait değildir. Yaşanmış her şeyin bu toprak ve coğrafyaya sinmiş hâlidir. Arkeolog oldum, tarihçi oldum; geçmişi kazdım, geçmişi okudum. Aradığım, olay ya da bir nesne değil, bir ruhtu. Geçmiş zaman kesitinde, eski bir yaşamda ve bende saklı olan, benimle birlikte yaşayan… Ahmed Arif bir şiirinde sorar: 'Anadolu'yum ben, tanıyor musun?' Yanıtlamaya çalıştım: 'Seni anlıyorum. Ben Anadoluluyum."
LanguageTürkçe
Release dateJul 19, 2023
ISBN9786050975796
Bir Luvi'nin Ölümü

Related to Bir Luvi'nin Ölümü

Related ebooks

Reviews for Bir Luvi'nin Ölümü

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Bir Luvi'nin Ölümü - Cihan Uğurlu

    BİR LUVİ’NİN ÖLÜMÜ

    Yazan: Cihan Uğurlu

    Editör: YazarEvi.com

    Kapak resmi: Ceylan Mutlu

    Kapak tasarımı: Feyza Filiz

    Dijital yayın tarihi: /Temmuz 2020 / ISBN: 978-605-09-7579-6

    Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu kitabın basılı versiyonu Edebiyatist Yayınevi tarafından 2019 yılında yapılmıştır.

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Bir Luvi’nin Ölümü

    Cihan Uğurlu

    Bu kitabın tüm hazırlık aşamalarında emeği olan, titiz çalışmalarıyla bana katkı veren hayat arkadaşım Günay Uğurlu’ya; bilgi ve önerileri ile yolumu aydınlatan, zorlayan ve cesaretlendiren kızım Ekin Su Biricik’e; sevgili damadım ve danışmanım Göksel Biricik’e; fikri katkıları ve yol gösterici önerileri için Sn. Ebru Akkaya’ya; kapağı resimleyen ve gönülden gelen çabasıyla biçimlendiren Ceylan Mutlu’ya; romanımı bana daha çok sevdiren, bilgisini ve yaratıcılığını emeğiyle birleştirerek beni bir kardeş sofrasında ağırlayan, en yalnız ve en ihmal edilmiş kelimelerimi sahipsiz bırakmayarak onların peşine düşen editörüm Can Gazalcı’ya; kitabımı ışıklandırdıkları için, minnetle en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

    Sevgiyle kalıp sevgiyle yaşasınlar.

    Bu kitabı, doğduğum yıl 1953’te Yunus Nadi Hikâye Yarışmasında birincilik ödülü alan ve bana kitaplarla dolu özgür bir yaşamın kapısını açan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu babam Tevfik Uğurlu’nun aziz hatırasına, annemin koşulsuz emek ve sevgisine, düş tutkunu olabilmesi için bir esin kaynağı olarak torunum Öykü Biricik’e ithaf ediyorum.

    Sepet Çeviren Çocuk

    İki katlı müstakil, sarı boyalı evin penceresinden dışarı baktı. Oynayabileceği hiç kimse yoktu. Arka bahçeye çıkıp etrafı kolaçan etti. Burası tek tük evlerin bulunduğu taşlık, çalılarla örtülü, sadece patikaların çevrelediği geniş bir alandı. Bahar ayları boyunca yağışsız ve güzel havalarda mahalle çocukları burada toplanır, oyunlar oynardı. Karanlık yavaş yavaş koyulaşırken aralanan pencerelerden anneler bağırırdı: Akşam oldu! Son koşuşturmaların heyecanı ile çağrılar duymazlıktan gelinirdi. İkinci uyarı gecikmez, artmış bir ses tonuyla yapılırdı: Eveeee!

    Nihayet son uyarılar ardı ardına değişik pencerelerden bağırtılarla yapıldığında oyunun kuralları belirsizleşir, itiş kakış ve dağınık koşuşturmalarla çocuklar evlerinin yolunu tutardı.

    Hava çok sıcaktı. Gelen giden yoktu. Okullar tatile girdikten sonra mahalledeki ailelerin sayıları azalmış, sonunda sokağa oynamaya çıkan çocuk kalmamıştı. Kayalık zemine yayılan bodur ağaç ve makilerle kaplı bu alanda kuytu ya da gölgelik yerler olsaydı belki birkaç kişi gelirdi. Yakıcı hava her şeyi seyrekleştirip yalnızlığını derinleştirirken, arka bahçeden evine çaresiz bakışlarla dönen çocuğun canı giderek daha çok sıkılıyordu.

    Sıkıntısını yok edecek, kendi başına oynayabileceği bir oyun bulmalıydı. Oturma odasının kapısına bırakılmış hasır sepet dikkatini çekti. Karşıdan karşıya örülmüş oval biçimli sapını kavrayarak onu odanın ortasına getirdi.

    Durgun sıcaklık, sessizliğe bürünerek hiç geçmeyecek gibi gelen, sonsuz bir zaman parçasına dönüşmüştü. Sepetin kulpunu iki eliyle tutarak kendi etrafında dönmeye çalıştı. Kollarını gergin tutup sepeti göğsüne hizalayarak dönerken çabucak yoruluyordu. Başının biraz üstünde tuttuğunda ise ancak birkaç tur atabiliyordu. Yavaş yavaş ayakucuna doğru indirerek dönmeye devam etti. Böylesi daha kolaydı. Sırtını hafifçe geriye yaslayarak dönüşünü hızlandırdı. Dikkati; ayağı, kolları, sepet ve dengesi üzerine odaklanmıştı. Bu durumda dönerken aynı şeylerin devinimini sürekli fark ediyor ve geçmek bilmeyen zamanı aklından çıkarabiliyordu. Yavaşça hızlanırken dairesel döngü içinde, küçük anlar ardı ardına belirginleşip sönümleniyor, her şey silikleşiyordu. Yorulduğunda sepeti bırakıp oturuyor, bitkinleşerek can sıkıntısı içinde sayıklıyordu: Zaman bir geçse, zaman bir geçse...

    Yeni bir ses duyabilmek için kulaklarını kabarttı. Bu onu içinde bulunduğu durumdan kurtarabilirdi. Her şeyi unutmaya hazırdı. Tek kişilik oyun, küçük bir çocuk için oldukça zordu.

    Eski Yer Eski Zaman

    Sepeti kendi etrafında döndürerek zamanın geçmesini beklediği günler çok geride kalmıştı. Yaz gelip okullar kapandığında tarihi Nar kentine¹ göçüyorlar, köy merkezindeki ilkokula² yerleşerek tatillerini orada geçiriyorlardı. Şehrin doğu garajından kalkan eski minibüslerle yola koyulurlardı. Köyleri, kıyıları geçerken, dar asfalt yol sıcak gökyüzünün bütün ağırlığını taşır, minibüs yorgun homurtulu sesler çıkarırdı. Sararmış ovaların ve yalnız çamlıkların arasından geçerken hava giderek ısınır, yer yer çukurlaşmış yolun üzerinde titreşirdi. İnenler binenler olur, fakat sıkışıklık azalmaz, aksine artardı. Yol ortasındaki kasabanın küçük otogarında verilen molada, arabanın açık kalan kapısından içeriye çürük meyve ve sebze kokuları dolarken, onlara seyyar bir türkü eşlik ederdi: Kızılcıklar oldu mu selelere doldu mu... Tekrar yola çıktıktan bir süre sonra terk edilmiş beyaz badanalı, kimselerin girip çıkmadığı çırçır fabrikaları görülürdü. Bunlar yaz yalnızlığının yol üstü anıtlarıydı. Sol yandaki küçük tepenin karşısındaki çamlık alan biter bitmez minibüs sarsılarak deniz tarafına döner, uzun eğimli şoseyi tırmanmaya başlardı. Tarihi su kemeri, yıllara ve zamana meydan okumanın gururuyla ilerideki yamaçta belirirdi. Tek tük zeytin ağaçları ve bodur makilerin arasında sıkışmış köy mezarlığını geçtiklerinde deniz uzakta gözükür, çocuklar yerlerinde zıplayarak Deniz! Deniz! diye bağrışırlardı. Tarihi kalıntıları arkalarında bırakıp surlar görüldüğünde, Nar kentine gelinmiş demekti. Eskiden korsanların diyarı olan bu yarımadaya her gelişinde sevinirdi çocuk, İşte benim Kraliçem, ‘Nariçem, derdi.

    Batı tarafındaki koy bükülerek yıkık kale surlarına iyice sokulduktan sonra düzleşir, yeşil çam ormanlarıyla birlikte göz alabildiğine uzayıp giderdi. Yarımada, sırtından vurularak denize yüzüstü düşmüş antik bir savaşçıya benziyordu. Doğuya doğru derinleşerek batan kayalar, kıvrılarak göğsünün altına yönelen sol kolunu andırıyordu. Batı kayalıkları ise denizin üzerinde, güneşe savrulmuş eğri kılıcıydı onun. Kollarının arası ise doğal limandı. Korsan, savaş ve tüccar tekneleri hepsi bu koya demir atardı. Uzun mermer sütunlu, heybetli tapınak, savaşçının başına yerleştirilmiş taç gibi duruyordu. Burada Tanrı Apollon’dan kehanet almadan hiç kimse denize açılmazdı. Yöreye herkesin ülkesi anlamına gelen ‘Pamfilya’,³ denizine ise herkesin denizi demek olan ‘Pamfilyamare’⁴ derlerdi. Kent’in ana giriş kapısından hemen önce kuruluydu pazaryeri. Burası nasıl köleler şu an satılıyormuş hissi uyandırıyorsa, bu girişten hemen sonra deniz tarafında kalan çeşme de vanası çevrildiğinde hemen akacakmış gibi duruyordu. Pazaryerinin etrafını saran yapıların bir bölümü hâlâ ayaktaydı. Sütunlu girişleri olan bu yapılar muhtemelen dükkân ya da toplanma yerleriydiler. Batı tarafındaki yapının kubbesinden hamam olduğu anlaşılıyordu. Agora, yıkıntılarıyla zamana direniyordu. Heykeller, taşlar ve levhalar kendilerini eski yerlerine koyacak kurtarıcılarını bekliyordu.

    Antik tiyatro, kıstağın üzerindeki eski kale surlarının en batısında bulunan ana giriş kapısını geçer geçmez bütün ihtişamıyla yükseliyordu. Seyirciler gökyüzünü, denizi ve sahneyi aynı anda görüp kulaklarında köle mezatlarının sesleri kaybolurken duyarlardı koronun aşkı ve ölümü anlatan şarkısını. Gün tamamlandığında esrik kalabalık, sütunlu yoldan düşünerek ve tartışarak inerdi eski limana. Güneş batarken çakırkeyif gözlerde, hüzünlü bir kadına dönüşürdü bu kent. Anne ve babası öğretmen olduğu için yaz aylarında boş kalan ilkokul onların kullanımına bırakılırdı. Bahçesinde biri büyük iki badem ağacı ve tulumbayla su çekilen bir kuyu vardı. Yeraltında deniz suyuyla karışmış olduğundan kuyunun suyu sert, serin ve acıydı. Zamanla alışılırdı tadına, yeni içen biri yüzünü buruşturup ekşittiğinde, gülerek tekrar hatırlanırdı tadı, Suyumuz acıdır biraz, denilirdi. Acı zamanla gülünçleşiyor gibiydi. Cırcır böcekleri hiç susmazdı, akşam oluncaya kadar hep bir ağızdan bağırırlardı. Gece olunca deniz kıyısında toplanılırdı, yüzler gaz lambalarının titreyen ışığında zar zor seçilirdi. Çoğalırdı yıldızlar, o kadar çok olurlardı ki gökyüzünün hepsini nasıl taşıdığına hayret ederdi çocuk.

    Sararıp kıvrılan bükümlü saçları doğal bir salınımla yüzüne dökülüyordu. İnce, çelimsiz görüntüsüne karşın oldukça zinde ve atikti. Annesinin eprimiş kumaş artıklarından diktiği mayosunun üzerine babasının kendisine bol gelen gömleğini giyer, günlerini denizde yüzerek ya da balık avlayarak geçirirdi. Arkadaş aramaktan çoktan vazgeçmişti. Bir elinde oltalarını ve yemlerini koyduğu küçük sepet, diğer elinde ucuna doğru sivrilen boğumlu esnek kargısıyla -buna İngiliz kargısı derlerdizaman zaman bata çıka kimi zaman yüzerek bütün kayalarını, bütün kıyılarını dolaşırdı yarımadanın. Dikenli denizkestaneleri ile dolu kaya kovuklarını, yosunlu taşları, keskin ve sivri köşeleri önceden fark eder, ustalıkla aşardı. Düşmemesi gereken yerde sırtını kabartarak kedi gibi tutunur, düşeceğini fark ettiğinde ise daha önce gözüne kestirdiği bir tutamağı kavrayarak kendini yavaşça suya bırakırdı. Yakaladığı balıkları götürüp annesine verir boş sepetiyle tekrar avlanmaya çıkardı. Annesinin gülerek karşılaması, içten övgüsü, ona yinelenmesinden usanç duymadığı gururla karışık bir sevinç verirdi.

    Okulun önünden geçen yol denize doğru döner, yükselerek kıyıyı takip ederdi. Tam koyun başlangıcında tek katlı, bahçe içinde yeni bir ev yapılmıştı. Denize bakan, payandalarla desteklenmiş arka balkonu, sanki eski bir geminin küpeştesiydi. Yola cepheli ön bahçede sıcak ülkelerin egzotik çöl bitkileri ve ağaçlar orantılı aralıklarla dikilip düzenlenmişti. Ortadaki kuyunun özenli işçiliği, su tulumbasının yeşille uyumlu canlı kızıl rengi dikkat çekiyordu. Tüm ayrıntıların titizlikle düşünüldüğü izlenimi veren bu ev, uzak adalardan ya da Mısır’dan gelip buraya yanaşmış yabancı ama dost bir tekneye benziyordu. Çağla yeşili panjurları her zaman kapalı dururdu. Büyükler konuşurken, burası için Jale Hanım’ın evi derlerdi. Jale Hanım bir arkeoloji profesörüymüş, her yanını kazarmış Pamfilya’nın. Çoğu zaman dağda taşta yatar, gâvurlarla görüşür, yeni kazı planları yaparmış. Bu evin yanındaki dar, kısa patika yokuştan inip denizin üzerindeki kayadan balık avlardı. Altın rengi kumların üzerine serili sığ deniz frişka rüzgârla titreşir, dalgalar hızla yayılarak kaçışırdı. Küçük balıklar suyun üzerine zıplayıp fütursuzca sırt üstü düşerek oyunlar oynar, bazen erken sabahlarda iri balıklar çılgınca, sürüler hâlinde atlayarak kıyıya doğru gelirlerdi. Daha büyük kuzu balıklarının onları kovaladığı söylenirdi. Bunları avlamak için balıkçılar akşamdan su kabaklarına bağlı büyük zokalara yemler takarak ilerilere bırakırlardı. Büyük balıklar açıkta, küçük balıklar sığlıktaydı. Bu yüzden çocuk, rüzgârı da kollayarak oltasını en ileriye atmaya çabalardı. Yem ne kadar küçük olur ve ne kadar ileriye atılabilirse yakalanan balığın büyük olma olasılığı o denli çoğalırdı. Misinaya hiç ağırlık bağlamadan küçük yem takılı oltayı en uzağa atabilmek ustalık gerektirirdi. Derinleşen denizde yem kendi ağırlığıyla ağır ağır dibe iniyorken balıklar onu fark ederek, kapmaya uğraşırlardı. Bu esnada misina önce hareketlenir sonra yavaşça gerilirdi. Yakalama anı hemen gerilmenin başladığı noktaydı. Dalgalanan denizde güneş gözleri kamaştırırken misinanın hareketini gözleyip gerilmenin başladığı ana tam zamanında karar verebilmek ayrı bir ustalık isterdi.

    Tuttuğu balıklar her geçen gün çoğalıp irileşiyordu. Hepsini yiyemedikleri için bir kısmını komşulara dağıtıyorlardı. Övgüler gururunu okşuyor, daha fazla ve daha büyük balıklar avlamak istiyordu. Sepetine attığı canlı balıkların trampetimsi çırpınma sesleri kulağına zafer marşı gibi geliyordu. Sesler yavaşlıyor, yavaşlıyor, sonunda tamamen kesiliyordu. İçinden Öldü... Balık öldü, diyordu. Dudaklarına ilişen buruk tebessüm suya yansıyor, dalgalanarak yok olup gidiyordu. Rahatsız edici, bulanık, hisler karmaşası: Sanki bir yanlışlık var der gibiydi. İçindeki yargıç haklı hükümler oluşturmak için henüz çok acemiydi. Küçük balıklar ve gerçekler kuytu köşelere sokulup gizlenmekte oldukça maharetliydiler.

    Jale Hanım’ın evi ve oradaki yaşantı,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1