Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Çoban Yıldızı
Çoban Yıldızı
Çoban Yıldızı
Ebook418 pages4 hours

Çoban Yıldızı

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Mahmut Yesari’nin sanat ve edebiyat zevkinin başlangıcı, babası Mehmet Fahrettin Yesari’nin kültürlü, sanata ve edebiyata düşkün biri olması sayesinde küçük yaşlarda kitapla tanışmıştır. Mahmut Yesari’nin sanat ve edebiyat anlayışı, iki ana düzlemde kendini göstermektedir. Bunlardan ilki yazarın gerçekçi roman anlayışı, diğeri ise onun sanatı toplum açısından görüyor olmasıdır. Nitekim bu sayede, edebiyat dünyasında uzun yıllar ‘halk romancısı’ olarak tanınmıştır.


İlk romanı olan Çoban Yıldızı’nı 1925 yılında yayımlar ve bu tarihten itibaren sadece edebi türler üzerine yoğunlaşır.


Mahmut Yesari’nin romanları konu ve tema bakımından iki ana düzlem üzerinde şekillenir. Bunlardan ilki, bireyin iç dünyası ve diğer bireylerle olan ilişkisi, diğeri ise toplumsal meseleler olarak kendini gösterir. Konunun etrafında döndüğü temalar aşk, sevgi, kıskançlık, şüphe vb.dir.


* * *


İki saatten beri Büyükdere İskele Gazinosu’nda köprüden gelecek son vapuru bekleyen


Doktor Cemil Kâzım, iskeleye çıkan halkın içinde de aradığını göremeyince, arkadaşına döndü:


 -Yazık, Kudret, dedi. Talihin yokmuş! Bak, Akşam Güneşi son vapurda da çıkmadı. Artık gelmez.


 Doktor Cemil Kâzım, vaktinden evvel ağarmış şakakları, yorgun, biraz fazla çizgili çehresiyle yaşından büyük görünüyordu. Teyze zadesi Kudret, onun geniş omuzlu, iri vücudunun yanında adeta bir çocuk gibi kalırdı:


 -Gördün mü ağabey, dedi. Benim talihsizliğim yalnız kumarda değilmiş!” Cemil Kâzım, beyaz, muntazam dişlerini göstererek bir kahkaha ile güldü:


 -Eğer Akşam Güneşi’ni görseydin, hiç şikayet etmezdin, Kudret. Belki de teşekkür ederdin. Haydi eve dönelim.


 Ilık bir mayıs gecesiydi. Gökyüzü sarı donuk, birbirine sıkışmış yıldızlarıyla güveler yemiş delik deşik koyu nefti bir örtüye benziyordu. Bu sarı, küçük menfezlerden kayan, süzülen zayıf pırıltılar durgun denizin sathında yağ habbecikleri gibi yüzüyordu.

LanguageTürkçe
Release dateDec 20, 2022
ISBN9786258196177
Çoban Yıldızı

Related to Çoban Yıldızı

Titles in the series (12)

View More

Related ebooks

Reviews for Çoban Yıldızı

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Çoban Yıldızı - Ayşe Hümeyra Eken

    Ç O B A N  Y I L D I Z I

    Yesari Mahmut Esat Serisi-1

    Yayına Hazırlayan ve Osmanlıca Aslından Türkçeleştiren:

    Ayşe Hümeyra Eken

    Kitap adı: Çoban Yıldızı

    Yayına Hazırlayan: Ayşe Hümeyra Eken

    Sayfa Düzeni ve Grafik Tasarım: E-Kitap Projesi

    Yayıncı (Publisher): E-KİTAP PROJESİ

    Açıklama: Açıklama: D:\KIYAMET GERÇEKLİĞİ KÜLLİYATI Murat Ukray {2006-2012}\e-KİTAP PROJESİ\e-KİTAP PROJESİ (Dosyalar)\e-Kitap Projesi (Logolar ve Vergi Levhası)\e-kitap-projesi-(logo).gif

    www.ekitaprojesi.com

    Yayıncı Sertifika No: 45502

    İstanbul, Aralık / 2022

    ISBN: 978-625-7157-22-3

    E-ISBN: 978-625-8196-17-7

    İLETİŞİM:

    E-posta: humeyra.eken@gmail.com

    Cevap ve yorumlarınız için:

    www.ekitaprojesi.com/books/coban-yildizi

    Açıklama: Açıklama: Açıklama: Açıklama: ANd9GcR3WgR8MfuOcC2EyyfIVPjZe1WzLm6S7E1TzoJ23hOhNANZ6BDwHw www.facebook.com/EKitapProjesi

    © A. Hümeyra Eken

    2022

    Yayına Hazırlayan

    Ayşe Hümeyra Eken

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1986 Mezunu. Serbest Avukat olarak çalışıyor. Aynı zamanda T.C. Kültür Bakanlığı Tezhip Sanatçısı.

    Ruşen Eşref'in Geçmiş Günler, Gümüşhanevi Şişmanlığa Mahsus Hıfsısıhha gibi Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. Emine Semiyye’nin Bikes Hiss-i Rekabet Gayya Kuyusu Terbiye-i Etfale Dair Üç Hikâye Muallime Sefalet isimli eserlerini yayına hazırladı. Emir Çoban Kızları serinin altıncı kitabıdır.

    Yesarizade Mahmut Esat’ın romanlarını da Osmanlı Türkçesinden çalışarak, günümüz Türkçesine uyarlayarak yazmıştır.

    Osmanlı Deniz Savaşları-Barbaroslar kitabının editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Dünya Turu Günlükleri isimli bir seyahat anı kitabı da vardır.

    Birinci Kısım

    Akşam Güneşi

    - 1 -

    İki saatten beri Büyükdere İskele Gazinosu’nda köprüden gelecek son vapuru bekleyen

    Doktor Cemil Kâzım, iskeleye çıkan halkın içinde de aradığını göremeyince, arkadaşına döndü:

    -Yazık, Kudret, dedi. Talihin yokmuş! Bak, Akşam Güneşi son vapurda da çıkmadı. Artık gelmez.

    Doktor Cemil Kâzım, vaktinden evvel ağarmış şakakları, yorgun, biraz fazla çizgili çehresiyle yaşından büyük görünüyordu. Teyze zadesi Kudret, onun geniş omuzlu, iri vücudunun yanında adeta bir çocuk gibi kalırdı:

    -Gördün mü ağabey, dedi. Benim talihsizliğim yalnız kumarda değilmiş!" Cemil Kâzım, beyaz, muntazam dişlerini göstererek bir kahkaha ile güldü:

    -Eğer Akşam Güneşi’ni görseydin, hiç şikayet etmezdin, Kudret. Belki de teşekkür ederdin. Haydi eve dönelim.

    Ilık bir mayıs gecesiydi. Gökyüzü sarı donuk, birbirine sıkışmış yıldızlarıyla güveler yemiş delik deşik koyu nefti bir örtüye benziyordu. Bu sarı, küçük menfezlerden kayan, süzülen zayıf pırıltılar durgun denizin sathında yağ habbecikleri gibi yüzüyordu.

    Soluk mavi bir buğu arkasına gizlenen karşı sahilde kırmızı, keskin ışıklı bir fener göz kırpar gibi vakit vakit açılıp, kapanıyor, rüzgar bir kaya sükutu ile hareketsiz duran ağaçların yaprakları arasında uyuyordu. Koyun arka sırtlara tırmanan yolları karanlığa karışarak kaybolmuştu.

    Cemil Kazım, elleri pantolonunun ceplerinde, başı öne inik, dalgın yürüyor, Kudret, bastonuyla kah rıhtımın bozuk, yerinden oynamış taşlarına vurarak, kah ötede beride dalga serpintilerinden hasıl olmuş gölcükleri karıştırarak onu takip ediyordu.

    Kâzım küçük bir yalının önünde durmuştu. Bir bahçe aşırı, büyük beyaz bir yalı görünüyordu. Eliyle Kudret’e işaret ederek:

    -İşte Kudret, dedi. Akşam Güneşi’nin yalısı… Kudret’in cevabını beklemeden yürüdü.

    Cemil Kâzım’ın yalısı, iki katlı, harap denecek kadar eski, boyasız bir yalı idi. Kâzım daha çocukken Gedik Paşa yangınında yanan konaklarının arsasını satarak bu yalıyı almışlardı. Kâzım’ın çocukluğu gibi gençliği de bu evde geçmişti.

    Kudret’in koluna girerek sordu:

    -Nasıl, bizim ocağı biraz daha eski, biraz daha harap buldun değil mi? Fakat onun bir tahtasını bile değiştirmeye korkuyorum. Zannediyorum ki bir çivisini yerinden oynatsam bütün kıymeti kaçacak.

    Cebinden büyük bir anahtar çıkardı:

    -Gülendam, galiba yatsı namazına durmuş. Yoksa mutlak sesimizi duyar, kapıyı açardı.

    -Gülendam dadım sağ mı?

    Cemil Kâzım gülüyordu: - Senden, benden sağlam, Kudret. Kışın buraların soğuğunu bilirsin, vallahi o zerre kadar ehemmiyet vermez. Karlı, berbat havalarda bile buzları kırar, yine abdestini alır. Hala yine o eski, bildiğin Gülendam, hiç, hiç değişmedi.

    Basıldığı zaman için için feryat eder gibi gıcırdayan merdivenlerden çıktılar. Cemil Kâzım sofadaki değirmi masanın üzerinde duran idare kandilini aldı: Bu odada oturalım. Evin en ferah odası! Hoş, başka da derli toplu, oturulabilecek bir oda yok ki… Dedi. Rezesi bozuk bir kapı açtı. Burası, biraz yüksek tavanlı dört köşe bir oda idi. Parmaklığa sarmaşıklar sarılı bir balkona açılan bir kapı ve bu kapının iki yanında, cicim perdeler asılı iki penceresi vardı.

    Cemil Kâzım bu odayı hem salon, hem muayene odası gibi kullanıyordu. Sağda köşede odanın yegâne tertibi gibi bir ceviz yazıhane duruyordu. Duvarlara yaldızları dökülmüş çerçeveler içinde soluk, uçuk aile fotoğrafları asılmıştı. Yazıhanenin sağında, beyaz temiz bir örtü geçirilmiş, telleri bozuk bir kanepe, kanepenin tam karşısında muntazam yerleştirilmiş büyük bir kütüphane ve balkon kapısının solundaki pencerenin kenarında eski bir sedir vardı. Cemil Kâzım: Lamba yakmayalım, dedi. Sinek dolar. Balkon nispeten serindir. Orada otururuz.

    Sofada bir terlik sesi duyulmuştu, Hemen kapıyı açtı:

    - Dadı, bak kim geldi?

    Gülendam kalfa beli kamburlaşmaya başlamış, uzun boylu, kup kuru bir Çerkez’di. Yüzü o kadar kırışmıştı ki alnında, yanaklarında, çenesinde bir parmak kadar olsun düz yer kalmamıştı. Başındaki gaz bezini çenesinden düğümleyerek sordu:

    -Kim imiş o efem?

    -Senin gönüllün… Kudret…

    Gülendam sesi titreyerek: - Nerede? Ne vakit gelmiş o?

    -Bir hafta oluyor, bugün kolundan tuttum, getirdim. Nasıl fena mı ettim?

    -Ah pek iyi ettiniz efem.

    Kudret’i görür görmez ağlamaya başladı:

    -Bakın a dostlar, dünkü çocuk ayol, adeta erkek olmuş…

    Kudret’in yanaklarından, gözlerinden öpüyor, elleriyle onun omuzlarını, sırtını okşuyordu. Kudret, Gülendam’ın kollarından kurtulunca Kazım’ın yanına gitti:

    -Vallahi kadın…

    Kâzım etrafı işaret ederek:

    -İşte benim ailem, dedi… O zavallı da olmasa benim halim ne olacak?...

    Kudret, Kâzım’ın gözlerinin içine bakarak:

    -Yalnızlıktan sıkılmıyor musun ağabey, diye sordu.

    Kâzım cevap vermedi. Ne cevap verebilirdi. Etrafında bir yığın duygusuz insanlar olsaydı yalnızlıktan kurtulacak mıydı? Hislerine düşüncelerine yabancı, teessürlerine lakayt, kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen, bir lokma leş parçası bulunca kargalar gibi hep birden o cılız parçaya hücum edecek bir sürü insanla bir arada yaşamak, yalnızlığın vereceği kasvetten, melalden daha acıklı, daha tahammülsüz değil miydi? Sükut içinde, birbirine söylemeden bile meramını, arzusunu anlayan, birbirine bağlı iki kişi arasında yaşamak kafi bir teselliydi. Cemil Kâzım bu, göze görünen zahiren kasvetli zannedilen yalnızlıktan ziyade hep bir şeyle ifadesi, teskini kabil olmayan ruh yalnızlığından, hayal yoksulluğundan korkuyordu.

    -Ağabey ne düşünüyorsun?

    Sesinde saklamaya çalıştığı bir hüzün vardı:

    -Bir şey düşünmüyorum kudret.

    -Niçin evlenmiyorsun?

    Cemil Kâzım bu suali, bazen günlerce devam eden bir ısrar ile kendi kendisine de sormuştu. Niçin evlenmiyordu? Evvela rahatı kaçacaktı. Bu sakin, münzevi hayata alışmıştı. Eve gelecek genç kadını bu gürültüsüz, hatta cansız, neşesiz muhit elbette boğup sıkacaktı. Cemil Kâzım’ın hayatını değiştirmesi lazım geliyordu.

    Halbuki bir itiyat halini alan bir tarz hayat kolay terk edilemezdi. Sonra alacağı kadın göründüğü gibi mi çıkacaktı?

    -Kolay mesele değil Kudret. İnsan hürriyetini uzun düşünmeden, ucuzca satamıyor. Evlenmek, bilhassa yaş benimki gibi otuz beşi bulduktan sonra bir ihtiyaç zan edilmiyor. Öyle ya, ben bir gün evlenecek olsam, başımda ağzıma bir damla su akıtacak, gözlerimi kapayacak kimsem bulunmayacak… Fakat kiminle, nasıl bir kadınla evleneyim… Düşündüm, görgüsüz, cahil, basit bir kız alayım. Bu kadın benim hayat arkadaşım olacak… Öyle bir arkadaş gibi ne ben onu anlayabileceğim, ne de o beni … başka başka nağmelerle öten iki ayrı cins kuş gibi bir kafeste hapis olunacağız. O kadın çocuklarımın da annesi olacak!... Zavallı çocuklarımın…

    Kudret, bir şey anlamadığını gösterir bir tavırla kollarını yanına uzattı:

    -Neden tahsil görmüş bir kız istemiyorsun?

    -Tahsil görmüş kadın… Bu daha korkulu bir tecrübe yavrum. Ciddisinden emin olabilsem ne ala… Ya o, gözü aldatan parıltı sadece bir kalay mı… Bir çoklarını tanıyorum, tahsilleri bir parçalı bohçaya benziyor; her renkten ve her kumaştan var: Atlastan çuvala kadar… Belki yalnız bunlardan birisi olsa bir işe yarayabilir. Fakat ayrı ayrı kendilerine mahsus güzellikleri olan bu parçalar böyle kesik, kırpık bir halde bir araya gelince manasız, alacalı, baktıkça nazarı hırpalayan, heyet-i mecmuasında hiçbir güzellik olmayan iğreti, yapma bir şey oluyor. Piyano çalıyor, hatta dans ediyor, güya lisan da biliyorlar. Ne kaide! Kahkahaları sahte, tavırları suni, heyecanları sahte. Bazı dükkan camekanlarında teşhir edilen kuklalar vardır, birden insanı aldatır, sahici hissini verirler. Sakın o kuklaların bir tarafına dokunma. Çünkü eline saman bulaşır. Her halde bana bunlardan biriyle de izdivaç tavsiye etmezsin…

    Yerinden kalktı, kapıya doğru gitti:

    -Gülendam’a söyleyeyim, rakı tepsisini buraya getirsin olmazsa?

    -Ben rakı içmem ağabey.

    Cemil Kâzım gülümsedi:

    -Sahih sen altı senedir Avrupa’da rakıyı unutmuşsundur.

    -Eskiden de içmezdim.

    -O halde yemek yiyelim. Mateessüf sana başka ikram edecek içkim yok.

    Cemil Kâzım yemekte sükut ediyordu. Kudret, onun her hareketini dikkatle takip ediyor, su içişinden, çatal tutuşuna kadar her tavrından bir mana çıkarmaya uğraşıyordu. Kâzım gibi az çok mevki, şöhret sahibi bir adamın arzusuna mutabık bir kadın bulamazdım, Kudret’in altı sene evvel bıraktığı Kazım değildi. Kudret onu pek çok değişmiş buluyordu. Kâzım, ancak yirmi beş yaşında iken cigara içmeye başlamış, hatta altı sene evveline gelinceye kadar bir kadeh rakı bile ağzına koymamıştı. İzdivaç hakkındaki fikirlerini, nazariyelerini de garip buluyordu. Kâzım gibi az çok mevki, şöhret sahibi bir adamın arzusuna mutabık bir kadın bulamaması mümkün, muhtemel değildi.

    *

    * *

    Yemekten sonra bahçeye çıktılar, gölgeler sahili daha kuvvetle sarmıştı. Açık bir şemsiye gibi duran kestane ağacının altındaki tahta kanepeye oturdular. Kudret, zihninde mütemadi bir ısrar ile dolaşan suali sormaktan çekiniyordu. İçinde tuhaf bir korku vardı, neden, ne için? O da farkında değildi. Kâzım, ondan aşağı yukarı on yaş büyüktü. Ona zaman zaman hocalık, ağabeylik, arkadaşlık etmişti. Kâzım insanlardan kaçar, her şeyden çabuk müteessir olur, mahcup, içini dinleyen bir adamdı.

    Herkese sormakta hiç beis görülemeyecek bir suali Kâzım’a sormak güç hatta tehlikeliydi.

    Cemil Kâzım tabakasını uzattı:

    -Bir sigara yakmaz mısın, dedi.

    Sonra Kudret’in omuzuna kuvvetle vurarak ilave etti: Sen çok iyi, çok saygılı bir çocuksun Kudret.

    Kudret, hayretle döndü:

    -Neden ağabey!

    -Sofrada hatta yemek yerken bile dikkat ettim, gözlerin ara sıra bana bakıyor, dudaklarını hafifçe oynatıyordun. Belki bir şey soracaksın, fakat neden cesaret edemiyorsun. Söyle, sor, Kudret.

    Kudret onun bu açık kalpliliği karşısında donup kalmıştı:

    -Bir şey sormayacaktım ağabey… Belki de soracaktım, lakin şimdi unuttum. Kâzım’a: Sen birini seviyorsun, fikirlerin nazariyelerin hep bahane… Ben hiç birine inanmıyorum Nasıl derdi? Etrafına bakındı. Yalıya girerken Kâzım’ın eliyle gösterdiği büyük beyaz yalı gözlerine ilişti:

    -Akşam Güneşi’ni soracaktım.

    Bu cevap Kâzım’ın pek hoşuna gitmişti. Katılacak gibi kahkahalarla gülüyordu:

    -Bunda çekinip, düşünecek ne var?

    -Hayır, sana öyle gelmiş ağabey…

    -İhtimal, dedi. Evet akşam Güneşi!... Kudret sen, onu hiç olmazsa on sene evvel tanımalıydın!... Ben, mesleğim icabı çok kadın gördüm, inanır mısın, onun bir eşine tesadüf etmedim… Şüphesiz güzel! Fakat nasıl güzel? Bilmiyorum!... On beş sene evvel, ilk tanıdığım zaman an altı, on yedi yaşlarında iki erkekten kaçmış bir genç kızdı. Aradan seneler geçti… Lakin, insanların çehrelerini, sinirlerini, vücutlarını yoran, tahrip eden, renkleri, şekilleri değiştiren seneler ona başka bir halavet, ayrı bir güzellik ilave ederek geçtiler… Hayat, zaman bile ona kıyamadılar, tabiat bile onu şımarttı.

    -Niçin Akşam Güneşi diyorlar?

    -Sen, Avrupa’ya gittikten birkaç ay sonra idi, Sadiye’nin annesi, Hüseyin Bahaddin Paşa haremi Mürevvet Hanım romatizmalarından rahatsızdı. Nişantaşı’ndaki konakta oturmak istememişti. Şu gördüğün büyük beyaz yalıyı aldılar. Sadiye’nin buraya taşınması bir vaka, mühim bir hadise olduydu. Geldikleri günden beri hemen her akşam, maun suklon gibi narin bir kayığa biner ve daima gruba bir çeyrek, yarım saat kala çıkar. Küçüksu’da, Kalender’de avare dolaşan sandallar, onun kayığı nereye giderse hep oraya koşuşurlar onun için; Bütün bu civar halkının, kadınların hasetten, erkeklerin hasretten herkesin yüreği bir tek kalp gibi titrer. Böyle akşamları hep güneş batarken görünüşü adeta bir lejand oldu. Beş senedir ona Akşam Güneşi diyorlar… Mehtaplı gecelerde, şu kıyı şarkılar, gazellerle sabahlara kadar inler. Sandallar, içine işret sofraları kurulmuş balıkçı kayıkları, ince kotalar, hatta arkana ile tutulmuş Pazar kayıkları bir zincir gibi bu sahil boyunca uzanır, onun uzaktan olsun hayalini, küçücük bir iltifatını görmeden ayrılmazlar.

    Kudret sakinane sordu?

    -Bu kadın evli mi?

    Cemil Kâzım sinirli sinirli güldü:

    -Evet, yirmi yaşında evlendirdiler. Hem de nasıl bir adama verdiler bilsen, paşa zadeliğinden, miras yediliğinden başka bir meziyeti olmayan bir bihasteye…

    -Bari mesut mu?

    Cemil Kâzım, Kudret’e acıyormuş gibi baktı:

    -Kudret, bazen ne çocukça fikirlerin var… Bu suali sormak nereden hatırına geldi? Mesut!... Eğer zevahire bakarak hüküm vermek lazım gelirse saadetlerine kani olmalıyız… hayatta hiçbir suretle sıkıntı çekmemişler. Paraları var. İstediklerini alabiliyorlar. İdare, iktisat düşünmüyorlar. Yazın burada, herkesin önünden geçerken hasretle dönüp baktığı bir muhteşem yalıda oturuyorlar; Kışları Nişantaşı’nda. Konaklarının süsü, yaldızı, debdebesi yanında bu, yalı fakir bir kulübe gibi kalır. Bak, şu nihayetsiz koru, pencerelerinden kristal avizelerin bol ziyaları taşan şu saray uzaktan ne cazip, şen, şirin görünüyor değil mi? Bir fakir şairi buraya getir, oturt. Artık ne zerrin, ne mezhep! Hülyalara dalmaz biçare!...

    Kudret – Anlamıyorum, dedi. Bedbaht olmaları için de bir sebep yok…

    -Bilmiyoruz ki… Bilmiyoruz ki…

    -On yaşında bir kızı var diyorsun. Kocası sağ ve on senedir bir arada yaşıyorlar. İnsan sevmediği, geçinemediği bir adamla on sene bir arada yaşamaz, yaşayamaz. Madem ki ihtiyacı da yokmuş ayrılabilirdi.

    Cemil Kâzım içini çekti:

    - Ne olacağını kimse kestiremez…

    İkisi de sustular. Kudret ayağa kalkmıştı:

    -Sen onunla evlenemez miydin ağabey?

    Kâzım’ın birden tavrı değişti, kaşları çatıldı:

    - Niçin sordun?

    Kudret, sorduğuna pişman olmuştu:

    -Hiç! Diye kekeledi… Pek beğeniyorsun da…

    Kâzım dargın bakışla:

    -Hava serinledi, dedi. Artık yatalım. Münasebetsiz şeyler konuşmaya başladık.

    *

    * *

    Cemil Kâzım, odasının kapısını kapattıktan sonra ceketini çıkarıp bir iskemlenin üzerine attı. Zihni kararsız, perişandı. Yatarsa uyuyamayacaktı. Lambayı söndürdü. Pantolonunu çıkarmadan yatağa uzandı.

    Bu gece de yine her geceki gibi yorgun, takatsiz. Yine dokuz saat hiç oturmadan, oturmaya, dinlenmeye vakit kalmadan birine ilaç, ötekine teselli vererek, alil sakat göğüslerin öksürüklerini, hırıltılarını, hülasa hep dert, feryat dinleyerek hastadan hastaya koşmuştu.

    Bu hayat, yalnız bugün değil, dün de böyle idi; yarın da, ömrü oldukça böyle geçecekti. Elleri ensesinde kilitli, düşünüyordu: Hayat, acaba tekmil insanlar için bu kadar haşin, bu kadar yeknesak mıydı? İnsanlar memur, tüccar malum, mutlaka bir meslek sahibi olacaktı. Kim bilir onların da kendilerine mahsus, hariçten göze görünmeyen ne sefaletleri vardı.

    Gece yarılarına doğru çıkan hafif yosun kokulu gece rüzgarları açık pencerenin perdelerini şişiriyor, bahçedeki çınarın yapraklarından hiç kesilmeyen bir hışırtı duyuluyor, mayıs böceklerinin konseri devam ediyordu.

    Neden evlenmemişti?... Bu odaya mı gelin gelecekti?... Sıvaları çatlak, kaplamaları çürümüş, döşemeleri esneyen bu harap yuvaya, başında sırma telini, beyaz tül duvağını sürüyerek gelecek gelin ilk gününden sükut-u hayale uğramayacak mıydı? Çocukken, birlikte yattıkları bu eski, ceviz karyola şüphesiz atılacaktı. Karanlıkta bile gözleri odasının en gizli köşelerine kadar görüyordu. Karyolanın yanındaki konsol, Gedik Paşa yangınında yanan büyük konaktan kurtarılmış yegâne aile yadigarıydı. Pencerenin kenarındaki kanepenin altına sakladığı küçük, sedef kakmalı çekmecede neler yoktu: Annesinin dişleri, kırık beyaz bağa tarağı, babasının Yunan muharebesi madalyası, alaylık sırma apoletleri, üç yaşındaki Cemil Kâzım’ın mini mini patikleri, sarı, kırmızı, yeşil boncuklarla işlenmiş bir cezve kesesi, ninesinin bozuk periyol saati, annesinin senelerce kıymetli bir hazine gibi sakladığı, kimsenin on para bile vermeyeceği ehemmiyetsiz ve hatta gülünç hatıralar… Eve gelecek yabancılar bu hatıralara hürmet edecekler miydi? Bu çekmece, mermeri kırık konsol ya tavan arasına, yahut çöplüğe atılacaktı.

    Yatağından kalktı bir cigara yaktı. Onunla evlenemez miydin? Onunla!... Yani Sadiye ile… Kudret, bu sualine cevap verilmekteki imkansızlığı bilseydi elbette sormaya cesaret edemezdi.

    Sadiye, ihtiyar bunamış bir babanın şüpheli çocuğu idi. Annesi Mürüvvet Hanımefendi hakkında az mı şeyler söylenmişti! Sadiye her çocuk gibi ana, baba tahakkümü görmemiş, serbest, şımarık alıştırılmış bir dakikası bir dakikasına uymayan, sırasına göre merhametli, zamanına göre zalim, fakat daima müstehzi bir çocuktu. Cemil Kâzım onu ne cesaretle isteyebilirdi: Efendi, senin karşılığın ne? Diye sormayacaklar mıydı?

    Sadiye’nin intihap edeceği zevc, az çok her genç kızın beğeneceği erkek, temiz, şık giyinen, beyninin içinden ziyade dışarısını süsleyen kalıp, şekil erkeklerinden biriydi. Cemil Kâzım, hiç modasını değiştirmediği sade elbisesi, kısa kesilmiş saçları, ekseriya tentürdiyot, mürekkep lekeleri çıkmayan tuvaletsiz elleriyle intihap hakkını ilk gününden kaybetmişti. Hatta onun ağır, vakur hali Sadiye’yi güldürüyordu.

    Sadiye, Cemil Kâzım’ı sevmiş olsaydı yine evlenmeleri imkansızdı. Cemil Kâzım Sadiye’nin zengin, konağında bir sığıntı vaziyetinde kalacaktı. Karısı istediği şekilde para saçacak, o, sesini çıkaramayacaktı. Sevdiği yemekleri isteyemeyecek, tiksindiği şeylere gözünü kapayıp sükut edecekti. Karısına: Hayır bunu giyme! Oraya gitme! diyemeyecekti. İliştiği koltukta, yediği lokmada bir iğne, bir zehir çılgı duyacaktı. Sonra, nasıl, ne vasıtalarla, kim bilir ne kadar zalim, göz yaşına mal olmuş hesapsız altınlarla, kendi temiz, namuskarane çalışma hayatı pahasına kazandığı para istihfaf edilecekti.

    Cigarasını hiddetle bahçeden attı:

    -Hürriyetimle birlikte samimi, namusumu da satacaktım!

    Gözleri karanlıklara daldı. Bu karanlıklarda bulmak, görmek istediği bir şey varmış gibi dikkatle, uzun uzun bakıyordu. Senelerden beri zihninden geçip te bir şekil veremediği sınırsız hayalleri sanki bu katran siyahlığındaki gölgelere gizlenmişlerdi.

    Bahçenin ilerisindeki kuru, sim siyah ölü dalgalı bir deniz gibi geri tepelere kadar uzanıyordu. İskele tarafından bir bahçıvan köpeği kesik kesik uluyor, boğazdan geçen şilebin yorgun pervane sesleri meserret bir ahenkle aks ediyordu.

    Denizdeki şenlik, günden güne sürüyor, bugün bir boşluk vardı:

    -Değer miydi?

    *

    * *

    Sabahleyin, Gülendam Kalfa’nın sesiyle uyandı:

    -Hikmet bey, sizi çağırıyorlar efem! Eğer Efem’i uyandırılmaya, çağırılmaya alışmış bir de. Tafsilat vermek için kaldı. Robdöşambrını giyip gözünü açtı. Aşağı indi:

    -Merhaba Süleyman Ağa, ne var?

    Süleyman Ağa, Sadiye’nin lalası, emektar bir kurt uşaktı. İri, boz bıyıkları ağzını tamamen kapatıyor, gür kırçıl kaşları kapakları düşük gözlerini gölgeliyordu. Kâzım’ı görünce bayık bir gülüşle selam verdi:

    -Büyük Hanım, zatınızı istiyor.

    Cemil Kâzım, Sadiye’nin o akşam gelmeyişinden zaten merakta idi:

    -Yalıda hasta mı var?

    Süleyman Ağa, başını geriye atarak Hayır dedi. Kâzım’ı hasta için çağırmıyorlardı. Mürüvvet Hanım kendisiyle görüşmek istiyordu. Süleyman Ağa’ya:

    Sen git, ben şimdi geliyorum dedi. Merdivenleri ikişer ikişer atlayarak tekrar odasına çıktı. Gece her parçasını bir tarafa attığı elbisesini süratle toplayarak giyindi.

    Gülendam Kalfa elinde kahve tepsisiyle sofada idi:

    -Kahvenizi içmeyecek misiniz efem?

    Kâzım acele acele:

    -Hayır. Dedi. Vaktim yok sonra…

    Merdivenlerden inerken bağırdı:

    -Kudret’e söyle, ben gelinceye kadar bir yere gitmesin. Muhakkak beni beklesin.

    Bahçeye çıkınca, yüzüne çarpan serinlik onu bir rüyadan uyandırmış gibi oldu. Niye bu kadar acele etmişti. Fakat kalbinde yine müphem bir endişe vardı. Bu vakit çağırılmak sebepsiz olamazdı. Mürüvvet Hanım’ın hastalığı her zamanki bir şeydi. Sadiye’ye ait bir mesele içinse…

    Kendi kendine güldü:

    -Ne münasebet, dedi. Sen hala çocukluktan kurtulamadın Kâzım… Hala annesinin koynuna saklanan, gök gürlemesinden, şimşekten korkan bir çocuksun Kâzım… Bütün, manasız şeylerle kendini harap ediyorsun…

    Kıyıdan yürüyordu. Boğaz pembe sislere bürünmüş tatlı bir sabah mahmurluğu içinde henüz yarı uykuda idi. Ufak kabarcıklarla çırpınan denizin rüzgarın yaygın sevdalı temasından ürperiyor gibiydi.

    Yalının bahçesinde onu bekleyen Süleyman Ağa ile birlikte kenarları lavanta çiçekleriyle süslenmiş çakıl döşeli ince bir yoldan geçtiler. Çamlardan hafif bir de çiya kokusu etrafa yayılıyor, manolyaların iri, düz yapraklarından ıslak çimenlere ara sıra şeffaf damlalar yuvarlanıyordu. Güneş boğaz üzerinden yavaş yavaş yükselirken yaprak aralarından çakıllı yollara, çimenlere dantela gibi güneş parçaları dolaşıyordu. Sinekler, kır böcekleri birer altın toz zerreleri gibi uçuşuyorlardı.

    Girişin mermer merdivenleri önünde durdular. Beyaz önlüklü sekiz on yaşlarında bir kız büyük kapıyı açtı. Cemil Kâzım yalıya ilk defa gelmiyordu. Doğruca bahçe üstündeki salona girecekti. Hizmetçi kız: " Yukarıya buyurunuz, Hanımefendi sizi bekliyor. Dedi. Baştan başa yol keçesi döşenmiş geniş merdivenlerden sessiz adımlarla çıktılar. Koca yalı, boş bir ambar gibi tenha ve kasvetli idi. Kalın atlas perdeler odalardan sofalara kadar yalının her tarafını türbe loşluğuna bulmuştu. Hizmetçi kız maun boyalı bir kapının tokmağını yavaşça çevirdi ve terliklerini çıkararak usulca içeri girdi. Cemil Kâzım bu odayı da tanıyordu. Burası Mürüvvet Hanım’ın, yalıda oturduğu dört beş ay zarfında toplam iki üç ay yatmaya mahkum olduğu oda idi. Doktor olmasına eczalar, ilaçlar arasında yaşamasına rağmen Cemil Kâzım bu odanın karışık ilaç kokulu havasına tahammül edemezdi.

    Kız tekrar açıldı, hizmetçi Kâzım’a yol göstererek dışarı çıktı. Mürüvvet Hanım dizlerine bir pike battaniye örtmüş, şezlongda yatıyordu; ancak işitilir bir sesle:

    -Buyurunuz Kâzım Bey, dedi.

    Cemil Kâzım, Mürüvvet Hanım’ı, sebebini bilmeden acıyarak severdi; İlerledi:

    -Geçmiş olsun Hanımefendi, rahatsız mısınız?

    Mürüvvet Hanım, elan parlaklığını kaybetmemiş sarı ela gözlerini kapadı, beyaz saçlı başı iki yana sallayarak içini çekti:

    -Dün bir şeyciğim yoktu. Bu gece hastalandım. Sadiye beni hasta etti.

    Cemil Kâzım merakla sordu:

    -Neden Hanımefendi?

    Mürüvvet Hanım, şezlongun yanındaki üzeri irili ufaklı, şekil şekil şişelerle eczahane rafına benzeyen küçük ilaç masasından aldığı bir şişenin cam kapağını açarak burnuna götürdü, derin derin kokladı:

    -Bilmem bu günlerde azat ettim. Hep, validol, kullanıyordum. İyi mi? Siz ne dersiniz Doktor Bey?

    -Fazla kullanmazsanız daha iyi olur. Sonra buna da alışırsınız.

    Şişeyi tekrar yerine koydu:

    -Sinirlerimi yatıştırıyor… Ah! Bu kız bir gün beni heyecandan öldürecek! İşte biliyor, hastayım… Kalp hastalığı bu, şakası yok… Geçen gün de söyledim di, hep bildiğini okur… Evvelki gün Yakacık’a Dürrinev Hanım’a gitmişti. Ah, o Dürrinev Hanım… Sadiye’nin ahlakını bozan hep o kadın. Sadiye vallahi evvelce böyle değildi. Yarım saat için bir yere gidecek olsa haber verirdi. Dün gelecekti, gelmedi.

    Cemil Kâzım gayri ihtiyari, biliyorum diyecekti. Durdu:

    -Evet Hanımefendi?

    Mürüvvet Hanım devam etti:

    -Son vapura kadar bekledim. İskeleye de Süleyman’ı yolladım. Gelmedi. Meraktan gece yarılarına kadar gözüme uyku girmedi… Sabaha karşı idi, kapı tokmağı acı çalındı, Dilfezayı koşturdum, damadı uyandırdık. Gele gele ne geldi biliyorsunuz!... Sadiye’den bir telgraf!...

    Sağ dirseğini dayadığı yastığın altından bir kağıt çıkararak kağıdı uzattı:

    -Alın, okuyun da bana acıyın…

    Cemil Kâzım, telgraftaki üç satırı bir bakışta içer gibi okudu: " Büyükdere’de Hüseyin Bahaaddin Paşa yalısındaydım, yine hastalandım. Pazartesi gelebileceğim.

    Sadiye

    Mürüvvet Hanım: - Gördünüz mü? Gördünüz mü?. Hastalığı nasıl olmuş?

    İnsan iki kelime ile olsun tafsilat vermez mi? Benim ne deli, ne meraklı olduğumu pek ala bilir. Böyle lakayt, la hayra kız ne görülmüş, ne de işitilmiştir. Ne yapsam, kime göndersem bilmem ki…

    Cemil Kâzım, onu dinlerken gözlerini telgraftan ayırmıyordu:

    -Nedim Beyefendi girmiyorlar mı?

    Mürüvvet, derisi kemiklerine yapışmış örümcek ayağına benzeyen zayıf parmaklarıyla pike battaniyenin kenarlarını hiddetle buruşturdu:

    -Nedim Bey, yağmur olsa kimsenin tarlasına yağmaz. Zaten izinsiz gitti diye bir söylemediğini bırakmıyor.

    Cemil Kâzım, Nedim Bey’in yalıdaki mevkiini bilmiyor değildi. Onu, ne kayın anası, ne Sadiye, hatta hizmetçilere, uşaklara kadar kimse sevmiyor, ondan bir tek kişi hoşlanmıyordu. Fakat bu müzmin geçimsizliğe hoşnutsuzluğa rağmen harice karşı ketum, vakur davranıyorlardı. Mürüvvet Hanım’ın bu ani itirafı Cemil Kâzım’ı Mutlak yeni hadiseler olmalı diye düşündürdü.

    Mürüvvet Hanım’ın hiddetten uçuk, renksiz dudakları titriyordu:

    -Telgrafı gösterdiğimiz zaman zaman köpürdü, saatlerce bağırdı. O kadar da yalvardım. Oğlum, git bir kere bak, insanlık hali bu. Belki ağır hastadır. Ben de merak ediyorum dedim. Şuradan şuraya gitmem. Ne haliniz varsa görün dedi. Kapıyı çekip çıktı.

    Cemil Kâzım ne söyleyeceğinde, ne cevap vereceğinde müteredditti. Böyle bir vaziyet karşısında ona söz düşmüyordu.

    Mürüvvet Hanım’ın o ana kadar sarf ettiği kuvvetten yorulmuş gibi sesi perde perde sönüyordu:

    -Aldanmışım… Kişi zadeliğine aldandım… Kabahat bende değil ki… Sebep olanlara ne diyeyim… Bana uslu, akıllı, sözümü dinleyebileceğim bir damat lazımdı…

    Yüzünün rengi birden uçtu, nefesi tıkanır gibi oldu. Kesik kesik:

    -İşte yine çarpıntım tuttu diyebildi. Cemil Kâzım, yanına yaklaştık:

    -Kendinizi üzmeyiniz Hanımefendi, dedi. Zararını siz çekiyorsunuz.

    -Bu halden ben de memnun muyum? Şurada her dakika ölüp diriliyorum… Şu heyecan biraz fazla devam etse, tıkanıp gideceğim.

    Eter şişesini verir misiniz?

    Kâzım, onun nabzını dinliyordu:

    -Sizin için en büyük ilaç sükunet, istirahattir efendim, başka bir şeye ihtiyacınız yok.

    Yerinden kalkmıştı:

    -Bendenize müsaade efendim, dedi. Arzu buyurulursa akşama tekrar uğrarım.

    Mürüvvet yarı mahzun, yarı mahcup gülümsedi:

    -Sizden büyük bir ricam vardı, Kâzım Bey, dedi.

    -Estağfurullah Hanımefendi.

    -Sizi davetime sebep… Yakacık’a gider, Sadiye’yi görür müsünüz?

    Bu, Kâzım’ın hiç beklemediği bir teklifti:

    -Emredersiniz, dedi. Fakat bu sözü söyleyen sesi Kâzım’ın her vakit ki sakin, müsterih sesi değildi, bu ses kendisine de yabancı gelmişti.

    Mürüvvet Hanım – Teşekkür ederim, diyordu. Allah gönlünüze göre versin Kâzım Bey!...

    Kâzım, hastanın odasından çıkıp sofada yalnız kalınca etrafına bakındı. Görünürde kimseler yoktu. Olduğu yerde durdu. Dudakları acı bir gülüşle burkuldu: Allah gönlünüze göre versin Kâzım Bey!... Ne boş ve geç bir temenni… Cemil Kâzım’ın yıkık, perişan bir yuvaya benzeyen zerre zerre dağılmış, parçalanmış harap gönlü…

    Aşağı katta bir ayak sesi duydu, yumruklarını sıkarak yürüdü. Kimsenin günahına girme Kâzım, onu sen kendin yıktın; senin gururun, korkaklığın yıktı.

    *

    * *

    Kudret bahçede oturuyordu, Kâzım’ı görünce sordu:

    -Nerede kaldın?

    -Çok mu beklettim.

    -Hayır, şimdi kalkmıştım. Yalnız Gülendam dadım acele çıktığını söyledi, merak ettim.

    Cemil Kâzım, mühim bir sır tevdi ediyormuş gibi ona yaklaştı:

    -Yine talihli imişsin Kudret, dedi. Akşam Güneşi’ni göreceksin!

    -Nerede?

    -Bu akşam … Yakacık’a gidiyoruz!

    - 2 -

    Talih ve tesadüf, halkaları birbiri içinden geçmiş girift bir zincir gibidir. Hayatımız bir

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1