Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Dağ Rüzgarları
Dağ Rüzgarları
Dağ Rüzgarları
Ebook348 pages3 hours

Dağ Rüzgarları

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

- Neden korkayım? Artık, yaşamaktan bile korkmuyorum. Çünkü yaşamak, ölümden daha korkunç… Şu korku çok fena, hem çok muzır bir şey… İnsanların bütün korktukları başlarına geliyor… Hastalık, yalnızlık, her şey, her şey… Hiçbir şeyden korkmayanı, ne tehdit edebilir…


- Sizi tanımıyorum!


- Ben, sizleri, hepinizi çok iyi tanıyorum. Ovayı, aşağıları görmek için, dağa, yükseklere çıkmak lazım… Dağ başına çıktığınız vakit, gözleriniz kararıyor; başınız dönüyor… Dağ rüzgarları, insanın soluklarını kesiyor ve bir deniz gibi tutuyor… Buna alışıyorsunuz ve işte o zaman, merdivenden inerken gözleri kararan sinirli şehir insanı olmaktan kurtuluyorsunuz…


Suadiye plajının önünden geçerlerken Melike, yol kenarına attığı kanlı mendili düşündü ve kahkaha ile güldü:


Ziya, yine hayretini gizleyememişti:


- Ne kadar şensiniz!


- Hayata karşı kuvvetli olmak lazım… Siz de gülünüz!

LanguageTürkçe
Release dateJul 26, 2023
ISBN9786258196481
Dağ Rüzgarları

Related to Dağ Rüzgarları

Titles in the series (12)

View More

Related ebooks

Reviews for Dağ Rüzgarları

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Dağ Rüzgarları - Ayşe Hümeyra Eken

    Yayına Hazırlayan

    Ayşe Hümeyra Eken

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1986 Mezunu. Serbest Avukat olarak çalışıyor. Aynı zamanda T.C. Kültür Bakanlığı Tezhip Sanatçısı.

    Ruşen Eşref'in Geçmiş Günler, Gümüşhanevi Şişmanlığa Mahsus Hıfsısıhha gibi Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. Emine Semiyye’nin Bikes Hiss-i Rekabet Gayya Kuyusu Terbiye-i Etfale Dair Üç Hikâye Muallime Sefalet isimli eserlerini yayına hazırladı. Emir Çoban Kızları serinin altıncı kitabıdır. Yesarizade Mahmut Esat’ın romanlarını da Osmanlı Türkçesinden çalışarak, günümüz Türkçesine uyarlayarak yazmıştır.

    Osmanlı Deniz Savaşları-Barbaroslar kitabının editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Dünya Turu Günlükleri isimli bir seyahat anı kitabı da vardır.

    - 1 -

    İki yandaki bahçeleri, köşkleri, tarlaları bir duman gibi saran ay ışığı altında asfalt yol, tatlı iniş ve yokuşlar ile, ileriye, geriye akan bir dere gibi ufkun buğulu eteğine kadar uzanıyordu.

    Parke caddelerde orta hızla giden otomobil, asfalta çıkınca, kısrak kokusu almış bir at gibi, içten bir soluyuşla ileri atılmıştı.

    Otomobilin arka koltuğunda oturan siyah saçlı, dolgun ve mat yüzlü genç erkek, omuzuna yaslanmış kumral başı, sol elinin uzun, beyaz parmaklarıyla okşuyordu. Uyandırmaktan korkan, söylerken söylediğine pişman, fısıldayan bir sesle sordu:

    - Uyuyor musun Melike?..

    Genç kadın, tüyleri okşandıkça gevşeyen, gerinen bir kedi nazlanışı ile, gözlerini açmadan gülümsedi:

    - Uyumuyorum…

    - Peki, yavrum!

    - Ne var, Şekip? Niçin sordun?

    - Hiç!... Bana uyuyorsun gibi geldi de…

    Melike, sol elini, genç erkeğin kolu altından geçirdi, sağ elini, onun göğsü üzerine bastırdı, ısınmak isteyen bir büzülüşle, ona sokuldu:

    - O kadar mı?

    - Üşüyor musun, sevgilim?

    Genç erkek, ona bakarken, söz söylerken, söz söylerken, bakışları ve sesi, onunla doluydu. Melike, büzülürken, başını hafifçe onun göğsüne kaydırmıştı:

    - Üşümüyorum, Şekip!

    - Doğru söyle… Üşüyorsan, pardösümü omuzlarına örteyim!

    - Üşümüyorum… Sana sokulduğum için mi merak ettin?...

    Genç kadın, başını dayadığı göğsün sıcaklığını, kokusunu, iliklerinde duyuyordu sanki…

    - Senin kokunu duymak istiyorum… Sen kendi kokunu, benim kadar bilemezsin ki… Bu ayrı bir koku… Senin kokun…

    Şekip, parmaklarının uçlarını, kumral saçların ince telleri üzerinde, tarar gibi, düzeltir gibi gezdiriyordu:

    - Senin ne taze bir kokun vardır, Melike! Hele yaz sabahları, uyandığın zaman.

    - Demin, bir ara dalmıştım.

    - Demek, seni uyuyor sanmakta, haklı imişim!

    - Uyku dalgınlığı değil… Uzaklara, çok uzaklara dalmıştım. Bu, ne kadar sürdü, bilmiyorum. Bir an mı, bir iki dakika mı, yoksa günler mi, haftalar mı geçti? Bir de acı birkaç dünyayı gördüm, gezdim, döndüm.

    - Neler gördün, sevgilim?

    - Senin kadar sıcak, senin kadar sevimli dünyalar… ar sıra, ölüm kadar korkunç, ölüm kadar soğuk dünyalar…

    - Korkunç ve soğuk dünyaları bırak…

    - Sen, yanımda idin… Bazen, gözlerimin önünden kayboluveriyordun. Seni, tekrar görüverince, temelli kaybetmişim de sonra bulmuşum gibi seviniyordum… Senden ayrı yaşamanın bir an süren ızdırabını bile kalbim çekmiyor.

    Genç erkek, bir şey söylemiyordu; Melike, saçlarının içinde dolaşan beyaz uzun parmaklı eli, hızla aşağıya itti. Sesinde, şakaya çok az yer veren bir hırçınlık vardı:

    - Söylese hain! Sen, bu ızdırabı duymuyor musun? Direksiyondaki iri yapılı genç, başını çevirerek baktı:

    - Siz, yine Romeo – Jülyet rolündesiniz galiba?

    Şekip, hiç alınmadığını gösteren bir gülüşle başını salladı:

    - Evet, Ziyacığım!

    Melike doğrulmuştu:

    - Hangi rollerde olalım, istiyorsunuz, monşer?

    Ziya direksiyonu kullanıyor, arkasına bakmadan konuşuyordu:

    - Gözümüz yok, Allah versin… Devam edin, devam edin…

    Homurdanmakla gülmek arası zoraki bir kahkaha ile omuzları sarsıldı:

    - Bu ne sevgi! Keyfinizi bozmayın.

    Genç kadın, eğildi, ön koltuğun arkalığına kollarını dayadı, ince kaşlarını çatarak sordu:

    - Alay mı ediyorsunuz?

    Melike’nin biraz önceki yumuşaklığı gidip te sertleşiveren sesi, genç adamı şaşırtmışa benziyordu:

    - Yok… Alay etmiyorum… Pardon!...

    Özür dilemek için yarı dönmüştü; Şekip, eliyle onun omuzuna dokundu:

    - Hızlı gidiyoruz, cadde kalabalık… Önüne bakarak söyle…

    - Peki… Peki…

    Otomobil, rüzgara göğsünü vermiş, ön lambaların yeri tarayan ışığını, seke, sıçraya çiğneyerek, bütün hızıyla asfaltta kayıyordu.

    Ziya, hem önünü gözetliyor, hem de arada bir başını yarı çevirerek anlatıyordu:

    - Alay etmiyorum… Alay etmek için, o şey hakkında, karar vermiş olmak lazım gelir. Ben, sizin hakkınızda bir karar vermiş değilim ki… Yalnız ben mi? Bütün sizi tanıyanlar böyle… Üç dört senelik karı kocasınız; hala yeni buluşmuş sevgililer gibi sevişiyorsunuz…

    Melike, açık ela gözlerini ondan ayırmıyordu; sabah güneşi, ilk ışıklarını bu açık ela gözlerde unutmuş gibiydi.

    Şekip, başını karısının omuzuna yaklaştırdı, güldü:

    - Bizi kıskanıyorlar, Melike!

    Ziya, yolun üstüne çıkıveren bir çocuğa çarpmamak için manevra yaparken cevap verdi:

    - Kıskanmalı mı? Ne yapmalıyım bilmem?

    Genç kadın, birden soluğu kesilmiş gibi elini göğsüne bastırarak doğrulmuştu:

    - Kıskanıyorsanız siz de evlenin… Fakat kıskanmıyorsanız ki… Bizi, Romeo – Jülyet rolünü yapıyor görmeniz, hakkımızda çoktan karar vermiş olduğunuzu gösteriyor. Niye kaçamaklı yollardan yürüyorsunuz? Korkmayınız, açık konuşunuz. Bir karı kocanın birbirlerini sevmeleri ayıp mı? Üç dört senelik karı kocalar, birbirlerinden soğuyup tiksinecekler mi? Seneler geçtikçe, insanlar birbirlerini daha iyi anlar ve daha iyi anlayınca da birbirlerine daha çok bağlanırlar. Ayıp gördüğünüz bu mu?

    Ziya, sağ omuzu üzerinden bakarak gülümsedi:

    - İnsanlar, birbirlerini ne kadar çok anlarlarsa, birbirlerinden o kadar çok nefret ederler.

    - Herkes için değil… Bütün insanlara aynı gözle bakmayınız. Biz, karı koca, birbirimizi seviyoruz. Evet, birbirimizi bugün, dünden çok sevdiğimiz gibi yarın da bugünden çok seveceğiz! Bunda şaşacak ve alay edilecek bir şey yok!.. Ben, herkesin, böyle olmayışına şaşıyorum ve alay etmiyorum, acıyorum. Eğer sözümü tutacağınızdan emin olsaydım, size bir tavsiyede bulunurdum.

    - Bilir bilmez, her şeyle alay etmeyeyim, sizin gibi acıyayım, öyle mi?

    Şekip, gülmekten kendini alamamıştı:

    - Bu bir ahlaktır, Ziyacığım.

    Genç kadın, eliyle kocasının ağzını kapadı:

    - Sus… Sen lakırdıya karışma!

    Şekip, sesini çıkarmadı; yol üstündeki görünmesiyle kaçması bir olan, renklere, ışıklara, gölgelere bakmaya başladı.

    Genç kadın, mendilini dudaklarına götürerek kuru kuru öksürdü:

    - Hayır! Size, evlenmenizi tavsiye edeceğim!

    - Evleneyim mi? Aşık olmak için mi? Bizim bildiğimiz, evlenince, sevginin de rolü biter.

    - Bu niyetle işe girişirseniz, elbette.

    - Ben evlendiğim zaman, benim de, benim de sizin gibi, karımla sevişebileceğimizi garanti edebilirseniz…

    Şekip, yine dayanamamış, söze karışmıştı:

    - Bu, bir kabiliyet meselesidir, Ziyacığım.

    - Doğrudur, Şekipciğim. Ben, kendimde bu kabiliyeti görmüyorum.

    Şekip, karısının omuzlarından tuttu, yavaşça geriye çekti:

    - Duydun ya, artık boşuna nefes tüketip yorulma… Caddeye bak… Sen, asfaltı çok seversin, Melike!

    Genç kadın, tekrar kocasının koluna sarılmıştı:

    - Eğer sen de böyle hain olsaydın, seni sevemezdim!

    Ziya, keyifli bir kahkaha ile elini dizine vurarak gülüyordu:

    - Bu taş, bana!

    Şekip, tekrar hatırlatmaya mecbur oldu:

    - Cadde kalabalık, önüne bak.

    Melike de, yalvaran bir sesle:

    - Çok hızlı gidiyoruz! Dedi.

    - Korkuyor musunuz?

    - Cadde çok kalabalık… Biraz yavaş gitsek… Etrafı görmek istiyorum.

    Ziya başını önüne eğdi:

    - Peki… Peki… Yalnız, sizi gelin arabası gibi sallana sallana götüremem. Kalabalık yerlerde, fazla ağır gitmenin de tehlikeleri vardır.

    Otomobil, gemleri kasılmış bir yarış atı gibi, ağırlaşmıştı. Rüzgar, radyatör kapağındaki küçük nikel heykelin bacaklarına sarılı ince kurdela ile oynayabiliyordu.

    Genç kadın, sağa sola bakıyor ve ikide bir, kocasını kolundan çekiyordu:

    - Bak, mavi köşk te tutulmuş…

    Otomobil, orta hızla gittiği için, direksiyondaki genç, yolu pek fazla bir dikkatle gözetlemiyordu; başını yarı döndürerek sordu:

    - Siz, ne vakit tanışıyorsunuz?

    Genç kadın, gözlerini caddeden ayıramıyordu:

    - Kocama sorun!

    Şekip’in yüzü bir an bulutlanıvermişti. Cevap vermedi

    Ziya, karşıdan gelen bir çekçek arabaya yol verdi, sorusunu tekrarladı:

    - Sahi ne vakit tanışıyorsunuz? Mevsim, geçiyor değil, geçti sayılır. Temmuzda gelip Eylülde gideceksiniz, yorgunluğa ve masrafa yazık… Yoksa, bu sene köşke gelmek niyetinde değil misin?

    Şekip, karısının yere düşen eldiven tekini aldı; temizliyor mu, oyalanıyor mu pek belli olmayan dalgın el hareketleriyle dizine vuruyordu:

    - Köşkü kiraya verdik.

    - Her sene kiraya veriyorsunuz.

    - Fakat bu sene, yarısını değil, tekmilini kiraya verdik.

    - Bunu bilmiyordum. Sizin köşke gelen kiracılar, yine her seneki gibi köşkün yarısını tutmuşlar, sanıyordum. Öyle ise, bu sene gelmeyeceksiniz, demek!

    - Hayır… Başka bir köşk arıyoruz.

    - Çok geç kaldınız gibi geliyor amma…

    Genç kadın, titreyerek dönüvermişti:

    - Siz bilirsiniz, kiralık köşk hiç kalmadı mı?

    - Aranırsa bulunur… İsterseniz, ben sorup araştırayım.

    Melike, ellerini ona uzatmıştı:

    - Siz, dünyanın en mükemmel insanısınız!

    Ziya, genç kadının uzattığı ellerin parmaklarına dudaklarını dokundurdu, doğruldu:

    - Demek barıştık!...

    Ziya, gözlerini kısmış, ileriyi gözetliyordu:

    - Dikkat ediyor musunuz, yolda otomobiller sıklaşmaya başladı.

    Genç kadın da, merakla eğilmişti:

    - Neden?

    - Bu geceki balo, çok kalabalık demek…

    - Başka birçok plajlar da var.

    - En hazırlıklısı bu… ok reklam yapıldı. Ben, Kadıköy’üne birkaç ahbabı almak için gelmiştim. Sizin şansınız açıkmış.

    Şekip, caddenin kenarından giden küçük gruplara görmeden bakıyordu:

    - Dostlarını beklemedin, ayıp olmaz mı?

    Ziya, omuzlarını kaldırdı, sağ eliyle volanın kenarına vurdu:

    - Ben, biraz geciktim. Onlar, beni fazla beklememiş, bir taksiye atlamışlar. Eğer, onları baloda bulamazsam, araba ile tekrar Kadıköy’üne inerim. Siz de baloya gelmiyor muydunuz?

    Melike, pencereden bakan kocasını kolundan çekti:

    - O niyetle evden çıkmıştık…

    Ve gülerek onun yüzüne baktı, sustu. Şekip, karısının sözünü tamamladı:

    - Bir türlü hazırlanamamıştık… Vapurda, ikimizin de hevesi kaçmıştı. Çünkü ancak iki saat sonra varabilecektik. Bu saate kadar, bir ahbaba gidip bir saat oturmayı daha uygun buluyoruz… Sen, bizi caydırdın, artık iyi mi ettik, fena mı ettik, orası, sonra anlaşılacak!...

    Genç kadın, kocasının elini aldı, dudaklarına götürdü:

    - Düşünme artık… Kendimizi, tesadüfe bırakalım… Bu gece, eğlenmek istiyorum. Çılgınlar gibi eğlenmek istiyorum.

    Şekip, karısını incitmekten korkan, üzerine titreyen bir sesle:

    - Sabaha kadar oturacak mıyız? Dedi.

    Ziya, geniş vücudun bütün kayıtsızlığını, büyüleyiciliğini dolduran bir cevap verdi:

    - Geceler çok kısa… Çok erken sabah oluyor… Plajda güneşin doğuşunu görürsünüz… Öyle enfes olur ki…

    Şekip, sert bir homurdanışla başını kaldırdı; elinin tersiyle onun sırtına vurdu:

    - Bazen ne gevezesinizdir, Ziya… Hovardalığa gitmiyoruz. Bu çocuk, sabaha kadar plajın gazinosunda oturabilir mi?

    - Pardon! Kendinizi tesadüfe bırakacağınızı söylemiştiniz de…

    - Bırak boş lakırdıları… Ne kadar geç olursa olsun dönmeniz lazım… Senin arkadaşının motoru gelecek diyordun.

    - Evet; Münir motoruyla gelecek…

    - Sen tekrar Kadıköy’üne inmeden, bizim motor işini hallet.

    - Motor gelmezse?

    - Bilmem artık… Senin yakanı bırakmam…

    - Bizde kalırsınız. Gelmediğiniz bir yer değil ya…

    - Melike’nin rejimi bozulmasın diye korkuyorum.

    Genç kadın, kollarını kocasının boynuna dolamıştı:

    - Bırak… Bu gece eğlenmek istiyorum.

    Şekip, çenesinde kilitlenmiş elleri öpmek ister gibi dudaklarını uzatıyordu:

    - Peki sevgilim… Bu gece eğlenelim.

    Ziya, motora birden hız vermişti: Otomobildekilere değil, önünde uzayıp giden yola ve yolun daha ilerisine, görünmez mesafelere doğru bağırdı:

    - Sevgi, güzel bir şey olacak!

    Genç kadının sesi, bir aksiseda gibi cevap verdi:

    - Tatmamış olmanız ne yazık!

    * * *

    - Artık dans etme, sevgilim!

    - Bırak… Canım istiyor… Bu gece eğlenmek istiyorum.

    - Eğlen… Fakat yorulma.

    - Hiç yorulmuyorum.

    Şekip, karısının ellerini avuçlarının içinde tutuyor, okşaya okşaya sıkıyordu:

    - Eğlendiğine sevinmiyorum zannetme… Eğlendiğin için, yorulduğunun farkında olmuyorsun… Ellerin ateş gibi… Yanakların da al al…

    - Pudranın rengi o…

    - Yorulmanı istemiyorum, sevgilim. Yorulman hiç doğru değil.

    Bir iskemle üzerinde duran pardösüyü aldı, karısının omuzlarına doğru tuttu:

    - Şunu arkana al…

    Melike, kaşlarının arası kırışarak yarı dargın bir bakışla, sesini yavaşlatarak yalvardı:

    - Üşümüyorum, Şekip.

    - Havanın sıcaklığına bakma. Sinsi gece ayazı, insanın kemiklerine işler.

    Genç kadın, pardösüyü bir ucundan tutarak çekti, başka bir iskemlenin üzerine bırakıverdi:

    - Beni gülünç ediyorsun Şekip… Terliyorum… Beni yeniden hasta edeceksin!

    Onun sinirlenmesi karşısında, genç erkek, hemen uysallaşıvermişti:

    - Peki yavrum, üzülme…

    Melike, oturduğu hasır koltuğu çekerek kocasına sokuldu:

    - Üzme beni… Bu gece eğlenmek istiyorum.

    - Eğlen, fakat yorulma…

    Şekip, karısının yüzüne bakıyordu: Melike’nin açık ela gözleri, yine yanmaya başlamıştı. Göz bebeklerindeki bu gizli alevleri, artık Şekip, çok iyi tanıyordu. Melike’nin alnı, şakakları, kulak arkaları da kızarmıştı. Melike’ye, yorulmak iyi gelmiyordu.

    Ziya, onlara doğru geliyordu; genç kadın, kocasının elini yavaşça fiskeledi ve dudakları arasından:

    - Ziya’nın yanında, benim için bir şey söyleme. Alay ediyor, ona da sinirleniyorum, dedi.

    Genç adam, onların önüne gelince, iki elini masanın kenarına dayayarak durdu:

    - Hani bu gece eğlenecektiniz?

    Melike, genç adamın yüzüne baktı, sonra kocasının elini dudaklarına götürdü:

    - Eğlenmediğimizi nereden biliyorsunuz?

    Ziya, yapmacık bir şaşkınlıkla etrafını araştırdı:

    - Nerede eğleniyorsunuz? Ben, pek öyle bir şey göremiyorum. Eğer, sizin için, eğlenmek bu idiyse, evinizden kalkıp buraya kadar yorulmanıza hiç te lüzum yoktu. Evinizde, daha iyi eğlenirdiniz, sanırım.

    Şekip, cevap verecekti; fakat Melike, eliyle susturdu:

    - Bırak, söylesin…

    Ve açık ela gözlerinin bütün ışığıyla genç adama bakıyordu:

    - Bizden ne istiyorsunuz?

    Ziya, genç kadının önünde hafifçe eğilmişti:

    - Ben, sizden bir şey istemiyorum. Fakat sizi istiyorlar.

    - Kim istiyor?

    - Dostlarınız… Sağda, dipteki masalara doğru bakın… Kalabalık bir grup var… Gördünüz mü?

    Eliyle, çalgının sol yanını gösteriyordu:

    - Kimler? Neclalara benzettim.

    - Tebrik ederim, gözleriniz çok sağlam…

    Sağ elinin orta parmağını bükmüş, haber vermek için bir kapıyı vurur gibi, masaya vuruyordu.

    Kocasının kaşlarının çatıldığını gören Melike’nin bir an süren heyecanı sönüvermişti:

    - Necla’nın yanında kim var?

    - Hep tanıdıklarınız… Sizi bekliyorlar. Ben icap ederse, cebren sizi alıp götürmeye memurum.

    Genç kadın, korkmuş gibi kocasının koluna sarıldı:

    - Dehşet!... Beni, kaçırıyorlar, kocacığım.

    Şekip, arkadaşına dik dik baktı, sonra, Melike’nin saçlarını okşadı:

    - Biz burada uslu uslu oturacağız… Seni, zorla kaçıramazlar. Korkma, sevgilim!

    Melike, ince ve kurnaz bir gülüşle, onun kolunu sarıyordu:

    - Kaçıracaklar, kocacığım.

    Şekip, gözleriyle karısının gözlerini aradı:

    - Senin de gönlün var gibi, sevgilim!

    - Ziya, genç kadının elini tutmak için elini uzatmıştı:

    - Öyle ise, gidiyoruz, demek.

    Melike, cevap vermedi; kısa bir sessizlik içinde, birbirine bakıştılar. Şekip, yavaşça:

    - Gitmek istiyorsan, git.

    Dedi, ve daha yavaş bir sesle kulağına fısıldadı:

    - Dans etme artık, yalvarırım sana…

    Genç kadın, öper gibi dudaklarını uzatarak gülümsedi:

    - Peki, kocacığım.

    Ziya, kollarını kavuşturmuş, onlara yan gözle bakıyor, fakat gülmeye, alay etmeye de pek cesaret edemiyordu:

    - Ayartılmasından korkuyorsun da karına sıkı sıkı tembih mi ediyorsun?

    Melike, ayağa kalktı, Şekip’e:

    - Bana, çantamdan bir mendil ver, dedi.

    Ve Ziya’ya dönerek gülüyordu:

    - İkiniz için de öyle bir korku yok…

    Yürüdü:

    - Şekip, çok kalmam, hemen gelirim.

    - Peki, Melike!

    Ziya, genç kadının arkasından yürüyordu, Şekip’in sesini duyarak durmaya mecbur oldu.

    - Ziya, sen otur.

    - Ne var? Melike’nin benimle beraber gitmesini kıskanıyor musun?

    - Şekip, onu, hakaretle süzdü:

    - Budala…

    - Beni iltifat etmek için mi yanına çağırıyorsun?

    - Bana bir sigara ver.

    Ziya, pantolonunun arka cebinden bir Yenice paketi çıkararak uzattı:

    - Hayır… Karımın yanında içmiyorum.

    - Sen, sigarayı bırakmadın mı?

    - Sigara dumanı, onun göğsüne dokunuyor.

    Şekip, Ziya’nın tuttuğu kibritten sigarasını yakmıştı; ona bakarken, arkadaşının gözlerine, bir dalgınlığın gölgesi çökmüştü:

    - Siz, hakikaten birbirinizi seviyorsunuz.

    - Evet.

    Arkadaşı, bir acıdan konuşuyormuş ta, onu tesellisiz bırakmak istemiyormuş gibi, içini çekti:

    - Mesut olunuz da…

    Şekip’in gözleri, Melike’nin gittiği tarafa dalmıştı:

    - Evet… Mesut olalım da…

    Birden, sigarasını hiddetle yere attı:

    - Söz dinlemez çocuk!... Ah, söz dinlemez çocuk!...

    Ziya, şaşırmıştı:

    - Ne var?

    - Melike, dansa kalktı!

    Arkadaşı, sigarasının külünü bahane ederek omuz silkmişti. Şekip, onun, bu omuz silkişine ve hatta belirsiz dudak büküşüne aldırmadı:

    - Ziya, sen, birazdan o masaya git.

    - Melike’yi alıp buraya mı getireyim?

    - Hayır… Onu zorlama… Üstüne varacak olursan canı sıkılır, üzülür. Onu kendi haline bırak.

    Ziya, söyleyeceği söze, yapacağı harekete karar veremeyen aciz bir tereddüt içinde, sarışın bir gençle dans eden Melike’ye, sonra Şekip’e bakıyordu; dudaklarını açtı:

    - Anlamıyorum… Kıskanıyor musun?

    Şekip, dişlerini sıkmıştı:

    - Bu bayat söz, sinirlerime dokunuyor… Melike’nin dans etmesini istemiyorum.

    - Peki, kıskanmıyorsun. Öyle ise sebep?

    - Yoruluyor. Hasta!

    - Karının neşesi yerinde; bu, senin evhamın olacak!

    Şekip, bu değişik manalı inanmayışın karşısında, içinin burkulmaya başladığını duyuyordu; fakat sinirlendiğini belli etmek istemedi:

    - Görmüyor musun? Zayıf!...

    Ziya, hiç tavrını bozmadan:

    - Zayıflık, şimdi hastalık değil, moda, dedi.

    Daha fazla sinirlerine hüküm geçiremeyeceğini anlıyordu. Şekip, yardım arayan ve tutunmak isteyen bir aczin kesikliği içinde etrafa göz gezdirdi. Camlı, büyük, geniş salonda, ön terasta oturanlara, salonun ortasında dans edenlere baktı: Siyahla sarının en ince farklarına kadar bütün değişikliklerini taşıyan, kimi maşalanmış, permatantlı, kıvır kıvır, ve hatta gecelerin çiğ ve soluk, bütün renklerini, ışıklarını çalıp bezenmiş ipek ve kumaş çeşitlerinin birbirine karışan esrarlı dalgası ve taze, ılık kokuların gizli buğuları içinde, kadınların, bu genç kızların hepsi güzeldi. Kasımpatları, menekşeler, fulyalar, gelincikler, zambaklar, ortancalar, güller, leylaklar, dört mevsimin çiçekleri, aynı limonlukta, aynı gecede açılıvermişlerdi, sanki…

    Şekip, bu genç kadınların, genç kızların birçoğunu tanıdığını ve tanıması lazım geleceğini zannediyordu; fakat şimdi onları tanımak o kadar güçtü ki… Kaşlar alınarak, saçlar boyanarak, sürmeler, hatta takma kirpiklerle renkli manaları değişmiş süzük yüzlerde, eski aşina çizgileri arayıp bulmak imkansız gibiydi.

    Şekip, içinden tekrar etti:

    - Zayıflık, şimdi hastalık değil, moda…

    Şu ilerideki masada oturan kumral kadının, balıketinde, yuvarlacık bir taze olduğunu, Şekip, pek iyi hatırlıyordu. Uzaktan ve yakından göz aşinalığı olanların, hemen hepsi değilse de, yarısından çoğu zayıftı; daha doğrusu, incelmiş, süzülmüşlerdi.

    Ziya’nın sesini, omuz başlarında duydu:

    - Daldın yine enginlere… Ben, karının yanına gidiyorum; alıp getireceğim.

    Şekip, onun, koruyor gibi görünen açıkça eğlenişine kızmayı lüzumsuz, yersiz buluyordu:

    - Hayır, karımı, kendi halime bırak. Senden ricam, onların yanına gidersin, bütün esprilerini dökersin ve ne yapar yapar, Melike’nin dans etmesine engel olursun.

    Ziya, elleri pantolonunun ceplerinde, arkadaşının gözlerinin içine, bir ışık tutuyormuş gibi bakıyordu:

    - Bu, kolay… Fakat, ben de sana bir şey söyleyeyim mi? Sizin gibi, kıskanç, veyahut evhamlı insanlar, böyle şeylere gelmezler.

    Şekip, cazdaki kemancının kemanını eline alıp akort etmesinden kuşkulanmıştı; Ziya’yı, eliyle itti:

    - Peki, peki… Bir daha sefer, böyle düşünürüm… Sen bu gecelik dediğimi yap. Dans başlayacak nerede ise, maharetini göster.

    Arkadaşı, omuz silkerek yürümüştü; Şekip, arkasından seslendi:

    - Motor, ne zaman gelecek?

    Ziya, yarı dönerek cevap verdi:

    - İki saat sonra…

    Şekip, Melike’nin gittiği masaya bakmak istemiyor; Ziya’nın verdiği hüküm gibi, haksız ve gülünç bir kıskançlık ithamı karşısında kalmaktan korkuyordu.

    Endişelerini söylediği zaman; ona:

    - Zayıflık, şimdi hastalık değil, moda, diyeceklerdi.

    - Ölçüler değişti, diye düşünüyordu. fındık kurdu, balık etti, etli canlı taze, vardakosta tabirleri, artık tarihe karıştı. Yeni yetişmeler, bunları bilmeyecek bile… Bir dirhem et, bin ayıp örter, derlerdi… Bir dirhemlik bin ayıp değil, her dirhemin bir ayıp olduğu zamandayız… Çocukluğumuzda, duyardık; bir kadını methederlerken o göğüs, o kalçalar, o endam. Diye ballandırırlardı…

    Şekip, etrafına bakınırken, şimdiye kadar dikkat etmediği, fazla dikkat etmek lüzumunu duymadığı şeyleri hatırlıyordu. Vapurlarda, tramvaylarda, sokaklarda da artık eskisi kadar şişman kadına rastlamıyordu; hele gençlerin, yeni serpilenlerin içinde, etli, yağlı şişmanlar, parmakla gösterilecek kadar azdı.

    - Zayıflık, şimdi hastalık değil, moda!...

    Fakat bunların hepsi de, modaya uyarak mı zayıflıyorlardı? Bu pembe yüzler, ateş dudaklar, sağlam, canlı bir gençlik ifadesi miydi?

    Havasızlık, gıdasızlık, yoksulluk, sağlığı kemiren ağır hayat şartları, renkliliğin, canlılığın, karşı durulmaz düşmanlarıydı. Moda, birçoklarını numuneye uygun bir sipariş gibi, hazır buluyordu.

    Bu ışıldayan gözlere; kamaşan, yanan renklere, bu canlılığı, bu sihri veren, tavandan ve köşelerden akan, dökülen ışıklar ve ışıkların camlarda, karşılıklı aynalardaki oyunlar idi.

    Bunları, sabahleyin yataktan kalktıkları zaman, daha uykunun buğusu dağılmadan görmeliydi. Şekip, dalgın düşünürken; yorgun, sönük bakışlı; hasta, sarı yüzlü hayali gözlerinin önüne geliyordu.

    Ona, ne bir şey söyleyen, ne de bir işaret

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1