Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Çulluk
Çulluk
Çulluk
Ebook415 pages3 hours

Çulluk

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

 Mahmut Yesari’nin romanlarında toplumsal olarak en çok işlenen konulardan bazıları ise Tanzimat’la başlayan Türk modernleşmesinin, Cumhuriyet’le birlikte köklü değişmelere sebep olduğu yıllarda yaşayan Mahmut Yesari, bu değişimler karşısında duyarsız kalmamış ve romanlarında sıklıkla bu konuya değinmiştir. Modernleşme ve dolayısıyla Batılılaşma sonucunda kendi toplumuna yabancılaşmış kişilere yer verir. Bu kişiler çoğunlukla, zevk ve eğlenceye düşkün, sürekli yabancı kelimeler kullanan, toplumsal ve kültürel değerlerle bağ kuramayan bir karaktere sahiptirler.


Mahmut Yesari bazı romanlarında ise fabrika işçileri, köy ve köylü, işçilerin olumsuz çalışma şartları, toplumsal adaletsizlikler, yoksulluk gibi farklı konuları ele almıştır. Buna bir örnek olarak yazarın en tanınan romanı olan Çulluk, Türk edebiyatı için son derece önemli bir eserdir. Fabrika işçilerinin, köyün ve köylünün konu edildiği ilk roman olarak edebiyat tarihimize geçmiştir.


* * *


Gökyüzünde soluk bir dilim ay, uçları salkım salkım buz tutmuş iri çam dallarına takılıp sallanarak yükseliyordu. Çamların gölgeleri sırtlarda, yamaçlarda uzanıp kısalıyor, beyaz karlar üzerinde; kah yıkık çatılı, kırık sütunlu bir mabet harabesinin hayali canlanıyor, kah dikit mağaralarını hatırlatıyordu.


 Dar boğazı örten çığları; yalnız dağ başlarında esen keskin bıçak gibi rüzgarlar, sert buzlu kamçısıyla dağıtıp savuruyordu.


 Ormana yaklaşırken tereddütle bakındık. Konağında misafir kaldığımız yerli arkadaş:


 -Galiba erken geldik, dedi. Ay tepeye yükselmeli, tekeler o zaman birer ikişer görünürler. Bir kere de Geyikçi Hoca’ya soralım.


 Yola çıktığımızdan beri karlar üzerindeki hayvan izlerini koklaya koklaya önümüzden giden kuru, esmer yüzlü köylüye seslendi:


 -Hoca, sen ne dersin, erken mi?


 Köylü, başını çevirdi, gülümsedi:


 -Öyle ağam, vakit erken daha…

LanguageTürkçe
Release dateDec 19, 2022
ISBN9786258196160
Çulluk

Related to Çulluk

Titles in the series (12)

View More

Related ebooks

Related categories

Reviews for Çulluk

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Çulluk - Ayşe Hümeyra Eken

    Ç U L L U K

    Yesari Mahmut Esat Serisi-2

    Yayına Hazırlayan ve Osmanlıca Aslından Türkçeleştiren:

    Ayşe Hümeyra Eken

    Kitap adı: Çulluk

    Yayına Hazırlayan: Ayşe Hümeyra Eken

    Sayfa Düzeni ve Grafik Tasarım: E-Kitap Projesi

    Yayıncı (Publisher): E-KİTAP PROJESİ

    www.ekitaprojesi.com

    Yayıncı Sertifika No: 45502

    İstanbul, Aralık / 2022

    ISBN: 978-625-7157-21-6

    E-ISBN: 978-625-8196-16-0

    İLETİŞİM:

    E-posta: humeyra.eken@gmail.com

    Cevap ve yorumlarınız için:

    www.ekitaprojesi.com/books/culluk

    www.facebook.com/EKitapProjesi

    © A. Hümeyra Eken

    2022

    Yayına Hazırlayan

    Ayşe Hümeyra Eken

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1986 Mezunu. Serbest Avukat olarak çalışıyor. Aynı zamanda T.C. Kültür Bakanlığı Tezhip Sanatçısı.

    Ruşen Eşref'in Geçmiş Günler, Gümüşhanevi Şişmanlığa Mahsus Hıfsısıhha gibi Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. Emine Semiyye’nin Bikes Hiss-i Rekabet Gayya Kuyusu Terbiye-i Etfale Dair Üç Hikâye Muallime Sefalet isimli eserlerini yayına hazırladı. Emir Çoban Kızları serinin altıncı kitabıdır.

    Yesarizade Mahmut Esat’ın romanlarını da Osmanlı Türkçesinden çalışarak, günümüz Türkçesine uyarlayarak yazmıştır.

    Osmanlı Deniz Savaşları-Barbaroslar kitabının editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Dünya Turu Günlükleri isimli bir seyahat anı kitabı da vardır.

    SUNUŞ

    Gökyüzünde soluk bir dilim ay, uçları salkım salkım buz tutmuş iri çam dallarına takılıp sallanarak yükseliyordu. Çamların gölgeleri sırtlarda, yamaçlarda uzanıp kısalıyor, beyaz karlar üzerinde; kah yıkık çatılı, kırık sütunlu bir mabet harabesinin hayali canlanıyor, kah dikit mağaralarını hatırlatıyordu.

    Dar boğazı örten çığları; yalnız dağ başlarında esen keskin bıçak gibi rüzgarlar, sert buzlu kamçısıyla dağıtıp savuruyordu.

    Ormana yaklaşırken tereddütle bakındık. Konağında misafir kaldığımız yerli arkadaş:

    -Galiba erken geldik, dedi. Ay tepeye yükselmeli, tekeler o zaman birer ikişer görünürler. Bir kere de Geyikçi Hoca’ya soralım.

    Yola çıktığımızdan beri karlar üzerindeki hayvan izlerini koklaya koklaya önümüzden giden kuru, esmer yüzlü köylüye seslendi:

    -Hoca, sen ne dersin, erken mi?

    Köylü, başını çevirdi, gülümsedi:

    -Öyle ağam, vakit erken daha…

    Rüzgar tutmayan kuytu bir köşe bulmuştuk. Dona çekmiş kalın kar tabakaları üstüne kepenekleri attık. Çiftelerimize dayanarak oturduk.

    Yerli, misafir; sekiz, on avcı idik. Hepimizin kılığı başka şekilde idi. Kimimiz dolak sarmıştı, kimimiz ayaklarına çarık, yumuşak deri çizme geçirmişti. Bacaklarımızda aba pantolonlar, sırtlarımızda beli kemerli, önü ilikli yün, deri ceketler vardı. Boyunlarımıza kıl, tüylü atkılar dolamıştık. Yalnız gözlerimiz, burunlarımız üşüyordu.

    Küçükler kesik kesik soluyor, hiç ses çıkarmıyorlardı. Kimi başını sahibinin dizine dayamış, onun gözlerine bakıyor, kimi karları eşiyor, vakit vakit yalanıyordu.

    Çantasından çıkardığı küçük şişedeki konyağı bir nefeste içen beyaz saçlı bir arkadaş:

    -Bu, beklemek fena, dedi.

    Ötekiler alay ettiler:

    -Galiba sende konyak sıfırı tüketti.

    O, boynunu bükmüştü, Geyikçi Hoca’ya eliyle işaret etti:

    -Hemşerim çok mu bekleyeceğiz?

    Hoca, rüzgarların çam ormanında çıkardıkları ürkütücü uğultuyu dinledi:

    -Yarım saat sürer, sürmez… Bakalım ne taraftan sökün edecekler?... Yerleri yurtları belli olmaz ki üzerlerine varasın… Keçinin geçtiği yerden insan geçemez.

    O civarda ilk defa avlanıyordum, yerli arkadaşa yavaşça sordum:

    -Neden Geyikçi Hoca, diyorsunuz?.. Bu, bir lakap mı?

    -Hayır… Bu da bir sanattır… Geyikçi Hoca, dişi keçinin sesini taklit eder, hem o kadar güzel taklit eder ki, tekeler çok defa aldanırlar… Teke, sesin geldiği tarafa yürür, fakat koklaya koklaya… Çünkü dişi keçi, geçtiği yere işer. Teke, dişisinin kokusunu alamazsa hemen geri dönüverir.

    Av köpeklerinden biri ince ince aksırıyordu, sahibi merakla hayvanı çağırdı:

    -Ne o Sarıkız, üşüdün mü?

    Köpek sokulmuştu.

    -Artık tekaüdün yaklaştı kızım… Ayrılık demi çattı…

    Yanındakilere dönmüştü:

    -Sizlerden iyi olmasın, bir arkadaşımın yadigarıdır… Ölürken ailesine emniyet edemedi, bana gönderdi… Bu kadar senelik avcıyım, çok cins köpek besledim, yetiştirdim, yanımda çok av köpeği bulundu, bunun kadar hassasını görmedim… Aç mıyım, tok muyum, susuz muyum, hatta kederli mi, neşeli miyim, hep bilir vallahi… İnanmazsınız, bazı sabahlar yataktan kalktığım zaman yüzüme bakacak olsa, iyi rüya mı gördüm, fena rüya mı gördüm, derhal anlar.

    Köpeğinin sırtını okşayan bir avcı kahkaha ile gülmeye başladı:

    -Mübalağa etme… Köpek rüyadan ne anlar!

    -Siz o kadar bilirsiniz!

    Geyikçi Hoca’nın yanına gitmiştim, bir cigara verdi:

    -Teke avına daha yeni çıkıyorum, nasıldır?

    Köylü, başını çarpıtarak dudak büktü:

    -Efendi, bu, zorlu avdır… Öyle şehirlerdeki bıldırcın, tavşan, karaca avına benzemez…

    Geyikçi Hoca’nın yarı küçümsemeyle verdiği cevap; Anbarlı’da, Kalitarya’da, Angurya Çiftliği’nde, Gardan Köyü’nde avlanmaya alışmış İstanbullu avcıları coşturmaya kafi gelmişti:

    -Karaca avı kolay mıdır sanki… Teneke, davul çalarak ürkütmek eğlencelidir ama, bazen de avcı avcıyı vurur.

    -Bıldırcında rast geledir. Bir elinde Sopa, sürt yere, vur çalılara… Bakarsın bir küme kalkar, silahı tam vaktinde nişanlayamadın mı, ağzını havaya aç artık…

    -O, senin gibi avını kaçıran avcılara göredir.

    -Eyvah, ben "çok yalancı, aptal bilirdim, demek ilerleme var.

    -Ben hiç boşa kurşun atmadım… Avdan ne vakit eli boş döndüğümü gördünüz?

    -Kurşun saçmanın vuramadığını, gümüş saçmaya aldırırsın da ondan…

    -Vurulmuş av eti satılmayan yerlerde de avcılık ettim, asıl yalancı sizsiniz…

    -Üst tetikte kurulu çifte horozu gibi kabarma, anladık, nişancısın…

    -Av, deyip geçmeyelim, hepsi güçtür vesselam. Sade insanlar mı kurnaz, hayvanların zekası, bildiğin gibi değildir… Tavşanın hilelerini bilmez misiniz?... Çıktınız ava, başlıyorsunuz iz aramaya… Tavşan, avcının kokusunu almıştır, şaşırtmacaya kalkar, bir gittiği yolun üzerinden birkaç kere geçer, sonra ileriye sıçrar. Avcı köpeği eğitimli olmazsa, dünyada keşfedilmez.

    Hele fazla karladı mı, bir çalının altına siner, birkaç gün, hatta karlar tamamen eriyinceye kadar yerinden kımıldamaz.

    -O zaman iş kolaydır, tepeleri karsız çalıları arar, elinle canlı canlı tutarsın.

    -Keyif ehlidir de kâfir… Mehtap oldu mu, dayanamaz, tavşan oyu aramaya çıkar!

    -Toy kuşları… Çok hassastır.

    -Peki ama, hiç avladın mı? Onların teşkilatları hayret vericidir. Sürülmemiş kırların, tarlaların ortasında, beşer onar bir hat teşkil ederek otururlar. İçlerinden biri yüksekçe bir noktada bekçilik eder. Biçimine getirir de vuracak olursan, rüzgar altından vurabilirsin, rüzgar üstü vurulmaz… Nedense yüklü arabalardan korkup kaçmazlar. Bunun da hilesi budur…

    Avcılar kızışmışlardı; biri hakikaten süvari tavşan avına çıkmış gibi elleriyle durduğu yerde çırpınırken Ya tur! diye bağırıyor, sonra Ha! Ha! feryadıyla güya avı takip ediyordu. Bir başkası da; yabani ördek avında, mısır, çeltik tarlalarında mühresiz nasıl avlandığını anlatıyordu.

    Beyaz saçlı avcı, köylüye sordu:

    -Buralara kuş düşmez mi?

    Geyikçi Hoca, parmağıyla sağ tarafı gösterdi:

    -Çifte Kavaklı’da su çulluğuna rastlanır.

    İhtiyar arkadaş, başını ağır ağır salladı:

    -Bırak o garibi… Su çulluğu; hayvan değil, kuş değil, nazlı bir mahluk, içli bir kızdır. Fakat nasıl içli bir kız…

    Eliyle omuzuma dokundu:

    -Çulluk avladınız mı hiç?

    -Birkaç kere…

    -Anlıyorum, katı avcı yüreğiyle, görür görmez tetiği çekip vurdunuz… Onu, gizlenip seyretmeli… Hava karlı, don… Su başlarında, dere kenarlarında yüksek, yalçın yamaçlar vardır, çulluk bütün gün yuvasından çıkmaz. Belki de çıkar dolaşır, fakat göremezsin… Akşam, tam gurupta, ufuk tatlı bir kızıllıkla kızarıp perde perde solarken o, yuvasından dereye iner, su kenarlarındaki sazların, kamışların diplerini emerek karnını doyurur. Yattığı yer ne kadar temizse, yediği içtiği de o kadar temizdir. Dere şayet donmamışsa su içtikten sonra gagasını ayaklarını temizler ve fildişi, abanoz tarakla saçlarını tarayan bir gelin gibi gagasıyla omuz başlarını kanatlarının, boynunun tüylerini tarar, süslenir… Evet süslenir! Suda aksini görürse, kendi kendine öyle bir kırıtışı vardır ki… Vurulduğu zaman başını çevirir, avcıya bakmaz, sanki dargındır.

    İhtiyar arkadaş derin göğüs geçirdi:

    -Su çulluğu, öteki çulluklara benzemez. Uçuşları bile ayrıdır. Döne döne birçok devirler yaparak uçar… Eti de ötekiler gibi kokutulmaz, taze yenir… Hatta kursağını bile temizlemeye lüzum görmezler. Öyle ya biçarenin kursağına pis bir şey girdi mi?... Fazla tipilerde zavallı kara gömülür, o zaman el ile canlı tutulur… Canlı!... Ne âlâ değil mi?... Evet… Çok âlâ…

    Yumruğuyla dizine vurdu:

    -Ben onu avlamaya tövbeliyim… Yine böyle bir kara kışta idi. Günlerden beri devam eden tipi bir türlü dinmek bilmiyordu… Sürekli tipiler, avcıların bayramıdır… İşte böyle bir bayram günüydü…

    Dişlerini gıcırdatır gibi çirkin çirkin güldü:

    -Bayram gününde, benim de kısmetime canlı bir çulluk düşmüştü… Tuttuğum zaman biçarenin yürekciği öyle çarpıyor, öyle çarpıyordu ki… Fakat onda kaçıp kurtulmak için ne bir gayret, ne bir çırpınma, ne küçük bir çırpınış, hiçbir hareket yoktu… Heyecanlı bir teslimiyet, o kadar… Bir çok canlı kuş, hayvan tutmuştum, onu da hemen kesmeye kıyamadım ve ellerim arasında seviyor, temiz gagasını öpüyordum… Küçücük yuvarlak gözlerinde bir kin, nefret yanıyordu. Boynunu iki parmağımla koparır, bıçağımla karnını yarabilirdim. Fakat o, bir kuş gibi, bir hayvan gibi değil, aczini, zaafını anlamış, lakin her şeye rağmen vakarını muhafaza edip, hissiyatını saklamaya lüzum görmeyen izzet-i nefis sahibi bir esir gibi bakıyordu… Bir taşın üzerine çöktüm, göz göze bakışıyorduk… Yavaş yavaş nazarlarındaki parıltı sönmeye başlamıştı, göz bebeklerindeki ışık söndü, gözleri kapanıyordu, başını asil bir infialle çevirdi… Yüreği halsiz, yorgun yorgun çarpıyordu… Çok geçmedi, avuçlarımdaki hararet te azaldı…

    İhtiyarın sesi titriyordu, elinin tersiyle gözlerini sildi:

    -Çulluk ölmüştü…

    Köylü de iç çekerek tasdik ediyordu:

    -Çulluk sağ tutuldu mu, çok yaşamaz ölür.

    -Korkudan mı? Heyecandan mı? Yeisinden mi? Acziyetini kabul edemeyişinden mi? Bilmeyiz…

    Kendi kendine söylenir gibi tekrar etti:

    -Çulluk ölmüştü…

    * * *

    Çatırdayarak kırılan buz salkımları, çam dallarının yalçın kayalara çarpıp çıkardıkları madeni çatlamalar, sırtlara vura vura mağrur akislerle ormanda dolaşıyordu.

    Geyikçi Hoca süratle yerinden fırladı:

    Hep kalkmıştık. Herkes silahını düzeltiyor, köpeğini çağırıyordu:

    -Sarı kız yürü… Kocabaş sallanma… Haydi Kurtboğan…

    Köpekler adımlar kah ağır, seyrek; kuyruk, kulaklar düşük, sarkık; kah sıçrayıp arada bir durarak önümüzden ardımızdan yürüyorlardı.

    Çiftelerimizi koltuklarımıza sıkıştırmış ilerliyorduk. Ormanda keskin, kekre bir şehvet kokusu genzimizi yakıyordu.

    Çamların seyrekleştiği tepe üzerinde büyük, efsanevi bir gölge; hafif kıvrık uzun boynuzları, terden, salyadan yapış yapış, fakat vücudun hararetinden hiçbir zaman buz tutmayan sakalı havada, ön ayaklarını kaldırarak; güneşi ateşleyen, şimşeği yakan, çığları toplayan, rüzgarları kudurtan, enginleri coşturan özlü kuvvetin müstesna şiddetiyle ileriye atılan kızgın bir teke hayali görünüyor, sonra bir başkası… sonra bir başkası… Kaya, uçurum, ölüm, hiçbir tehlikeyi görmeyen, aldırmayan, set, mani tanımayan, aklı inkar, muhakemeyi red eden kör bir iman ve cesaretle kendini kaderin boşluklarına atıveren yüzlerce teke hayalleri, beyaz yamaçlarda gözüküp kayboluyordu…

    Hiddetli bir homurtu ile açılan ağızlarından çıkan dumanlar, sanki uzviyetlerinde için için yanan yangının beyaz alevleriydi.

    Önlerinde cılız, zayıf bir dişi… Lakin korkak değil… Fettan, kıvrak, nazlı, oyunlu, kadın… Biliyor ki kırılan boynuzlar, sakatlanan ayaklar, kayaya çarpıp parçalanan kafa tasları, dağdan dağa akseden kızgın homurtular hep kendi içinden…

    Kim bilir hangi tufanın sularıyla yer yer oyulmuş dik bir kayaya sıçradı, kayanın ustura yüzü gibi ince, sert kenarına tırnaklarını geçirerek tutundu… Dönüp dönüp bakıyor… Tekrar durdular ve birden şimşek çakmış gibi, boynuzları birbirine takılarak, birbirlerini göğüsleyerek, itip sürerek bir hamlede atıldılar… Bir tekenin boynuzu, yanındakinin karnına takıldı, karlardan derinliği ölçülemeyen uçuruma, hiçbir canlı mahlukun göğsünden çıkamayacak ateşli bir hasret, esef narasıyla yuvarlandılar… Şikayetli son bir inleme…

    Tekmil sürü hep aynı ustura yüzüne tırnaklarını geçirdiler… Hiç biri, dişiye yaklaşamıyor… Yalnız burun kanatları açılıp, yorgunluktan değil, içten ta yürekten soluyarak duruyor, vakit vakit homurdanıyorlar.

    Dişi, ani bir sıçrayışıyla kayanın gerisindeki ağaçların altına kaçtı… Dönüp bakıyor, dönüp bakıyor… Tekrar koşmaya başladığı zaman, tekeler de arkasından cehennemi bir atılışla atıldılar… Bir teke, kırık sağ ön ayağı paçavra gibi sallanarak sürüyü takip ediyor.

    Dar boğazın sağından bir dişi göründü, geriden uçları sip sivri keskin boynuzları pala sırtı gibi parlayan iki teke gözüktü… Koşuyorlar… Dişi durdu… İki rakip te durdu… Dişi; dönüp bakıyor, dönüp bakıyor… Yan yana giden tekeler Karşılıklı vaziyet aldılar… İkisi de yavaş yavaş geriledi… Ön ayaklarını kaldırarak hücum ediyorlar… Demir topuzla kemik kırılır gibi sert, kuru bir ses… Tekrar gerilediler… Tekrar Hücum… Çam dallarındaki buzlar çatlayıp kırılıyorlar… Demir topuz aynı muntazam fasılalarla işliyor… Ağızlarından çıkan beyaz alevler, adeta mavileşti… Boynuzlar birbirine girmiş, alınlar yapışık, ağız, omuz başları, kasıklardan köpük köpük terler akarak, soluk soluğa, taarruz, homurtusuz bir mücadele… Silahsız, hilesiz, yalnız kendi kuvvetine dayanan zorlu, asil bir erkek kavgası… Dişi artık dönüp dönüp bakmıyor, bu sessiz düellonun sonunu merakla, endişe ile bekliyor…

    Kırılan bir boynuz çatırtısı… Uçuruma yuvarlanan, ayağı kırılan, kafa tası çatlayan, kurşunla vurulanların bile çıkarmadıkları acı, yanık bir inleme…

    Kavgayı kazanan teke, meydanda yalnız kaldı, iri yuvarlak gözleri alev alev, dişiye bakıyor… Dişinin nazı, nazlanması bitmiştir… Fettan değil, kıvrak değil, nazlı değil, oyunlu değil, lakin yine kadın… Kaçmıyor, güler, eğlenir gibi boyun kırarak ileriye geriye atılıp sıçramıyor… Başı önünde, uysal, sakin, zifaf odasına giren bir gelin utancıyla yavaş, yavaş tekeye yaklaşıyor, tekenin önünde duruyor, ona yol gösterir gibi dönüp bakarak, adeta manalı bir işaretle, ormanın sık, kuytu tarafına yürümek istiyor… tekenin ilk hareketi, önüne geçip yol kesmek oluyor… Dişi gerilemiyor, başka istikametten yürüyor… Bu hali naz değil, yaltaklanıyor, rica ediyor… Teke tekrar önlüyor, tavrı: Ne idi nazın? Demek ister gibi…

    Dişinin de, tekenin de bütün hareketleri cilve, oyun…

    Dişi; hiç kımıldamıyor, bekliyor… Teke, emreder gibi boynuzunu havaya dikerek, dişiye yol verdi, önüne kattı, sık çamlar arasında kayboldular…

    Ne onlar bize yaklaşmışlardı, ne de biz onların dolaştığı kayalar, çamlar arasına sokulabilmiştik… Habersiz bir avcının tetiklediği tüfeğin sesi bile onları ürkütmemişti.

    Erkek… Kanını dökmeden, düşüp parçalanmadan, canını dişine atmadan, dövüp dövüşmeden dişiye sahip olamıyor…

    Dişi… Bir sürü aşka kıymadan, birbirine kırdırmadan, bin cana kıyılmadan boyun eğilmiyor… Kaçıyor, kaçarken teşvik ediyor… Yalnız kuvvetin, kazanmanın verdiği hakla meydanda tek başına kalan erkeğe baş eğiyor, sokulup yaltaklanıyor…

    * * *

    Dönüşte, Geyikçi Hoca’ya sordum:

    -Tekeler başka zaman vurulamaz mı?

    Elini şiddetle salladı:

    -Aralık ayının on ikinci gecesi girmeden bir gece, hatta birkaç saat evvel, ormanda bir tekeye rastlayamazsın… Sizin arkadaşlar, bu avın acemisi… Her teke vurulmaz, yaşı onu geçmeli… Boynuzunun boğum yerlerini say, yaşını anlarsın… Rastlayabilirsek hep kurşunu böğründen yer… Hey gözünü sevdiğim, vurulduğu vakit te başı dönüktür… Tekeler kara kış girince kızarlar… Siyme vakti gelip te boyunlarından, omuz başlarından, kasıklarından köpükler akarken vurdun mu, keyiftir işte… O zaman tüyleri ipek gibi olur, ibrişim gibi parıl parıl yanar… Büyük bir pöstekinin üzerinde dört kişi namaz kılar.

    Kasabada misafir kaldığımız konağın duvarlarında çakılı, sedirlerinde serili gördüğümüz teke postları kaldırılmış, ortada yoktu.

    Ev sahibi:

    -Kara kış girdiği gece, sepyalanmış deriler de kokmaya başlar, siyme zamanı bitene kadar da kokarlar. Dedi. Evin içinde kokudan oturulmaz. Dışarı çıkardık, havalandırıyoruz.

    Konakla ahır arasındaki bir yanı açık sundurmanın kirişlerine asılmış postları ayrı ayrı koklamaya lüzum yoktu. Sundurmaya çıkan ard kapı açıldıkça, ormandaki aynı keskin, kekre şehvet kokusu alt taşlığı kaplıyor, sinirlerimizi gıcıklayarak aynı şiddetle genzimizi yakıyordu.

    Sepilenmiş derilerin boyun, omuz, kasık tarafları terlemiş, yapış yapıştı; cansız, ölü derisinde bile cinsiyetinin ulvi ateşini saklıyor, bu mabed yangını ne ölüm, ne bir şey söndüremiyordu!...

    Birinci Kısım

    - 1 -

    Öğle tatilinin zili çalıyordu…

    Münevver; parmaklarını çıtlatıp bileklerini yorgun yorgun ovarak gerindi. Patlayan çubuk cigara eksildikten sonra makinenin tekrar işlemeye başladığını görünce, kaşlarını çatarak mırıldandı:

    -Bekir Efendi seninki de iş mi ya?.. Zil çaldı… Durdur makineyi Allah aşkına…

    Duvardaki iş tablasına makinenin tatil saatini kaydeden Bekir Efendi, başını sol omuzunun üzerinden kaldırarak:

    -Ne o. Ablacığım, dedi. Çok mu yoruldun?.. Senin de gönlünü hoş ederiz, yalnız biraz sabret…

    -Neye sabredeyim, bak koca dairede bizden başka hemen hemen kimse kalmadı…

    Makine durmuştu. Bekir, Münevver’e yaklaştı, sağ elinin tersini ağzına siper ederek fısıldadı:

    -Hani ya laf aramızda… Sabahtan beri havyar kestik… Senin niye acele ettiğini ben biliyor muyum sanki?...

    Münevver; yarı şaka, yarı sitemle dirsek vurdu:

    -Neymiş bildiğin bakayım?

    -Sonra söylerim, Murat Çavuş’u bulayım da beraber çıkalım!

    Münevver, şüpheli şüpheli etrafına bakındı:

    -Murat Çavuş geldi mi? Ayol hiç sağına soluna bakmadın mı?

    Bekir; sahte bir hayretle makine dairesini, yan koridoru gözleriyle araştırdı:

    -Sahi yokmuş!... Bu sabah gelmedi ha?

    -Benimle alay mı ediyorsun?

    -Kız doğru dur… Gören de aramızda bir şey var sanır.

    -Ne sanacaklar?

    Bekir, merdivenden ağır ağır inen biri sıkma morbaş örtülü, siyah gömlekli, biri kesik sarı saçlı, haki gömlekli iki kadını gösterdi:

    -Önümüzden inenlere bak, gözlüklü Hikmet’le, Sarı Emine… Güya kendi hallerinde gidiyorlarmış gibi dönüp bakmıyorlar ama kulakları bizdedir.

    -Onlar, seninle benim aramda bir şey olmadığını biliyorlar.

    -İftira ne güne duruyor? Murat Çavuş’a ifade ver artık…

    Bekir’in ihtarı, Münevver’i korkutmamıştı, daha fazla sokuldu:

    -Kuzum Bekir Efendi, Murat niçin gelmedi?

    -Ne bileyim ben… Gece, içmiş içmiş bir küp dibinde sızmıştır. Sabahleyin vaktinde gelmeyince tabii fabrikaya almamışlardır.

    İkinci kata inmişlerdi, Bekir somurtarak:

    -Bilse bilse Piç Hayri bilir. Ona sor… Dedi.

    Bekir yürüyüp gitmişti. Münevver bir saniye düşündü; Piç Hayri’yi nerede bulacaktı? Bir yerde durur mahluk değildi ki… Elini yüzünü yıkamadan sokağa fırladığı muhakkaktı… Lokantaya geçen sofada Behire’ye rast geldi:

    -Sana dargınım, niye bu sabah uğramadın?

    -Kardeş çok geç kaldım, gece dikişim vardı, birlere kadar oturdum… Fabrikaya geldim, orada da yoksun. Merak ettim, yukarı kadar çıkacaktım… Acele ile sefer tasını almayı da unutmuşum… Malum ya bugün de hafta sonu… Herife borcum var, bir şey istesem, belki terbiyesizlik eder…

    -Benim yemeğim var… Paylaşırız…

    Behiye, Münevver’in elindeki küçük deri çantaya bakıyordu:

    -İkimize yeter mi?

    -Zaten benim iştiham yok ki… Bir lokma yiyeceğim şüpheli…

    -Öyle ise çantayı neden aldın?

    -Alışkanlık… Kendim de farkında değildim… Buraya gelişimde, seni bulmak için…

    -Hasta mısın? Sahi, durgunsun…

    -Anlatırım.

    Lokantaya girecekleri zaman Behire, Münevver’e dikkatle baktı:

    -Üstün, başın tütün tozu içinde… Ellerini yıkamayacak mısın?

    Münevver, sinirli bir baş silkmesiyle:

    -Hayır, dedi.

    Lokantaya girdiler. Burası kirli çıplak duvarlı, büyük bir oda idi. Döşeme tahtaları yağ lekeleriyle yer yer parlıyordu. İki yanlara üzerleri çinko kaplı uzun dikdörtgen masalar, bu masaların kenarlarına, alçak tahta sıralar konmuştu. Pencere tarafındaki köşede, üstünde yuvarlak bir yoğurt tenekesi, içlerine fasulye piyazı, ciğer tavası konulmuş büyük kayık tabaklar, hazır lop yumurta, ekmek, peynir, limon, şıra şişesi duran, çaprazlama, yüksek bir tezgah vardı.

    Tezgahın solundaki, umumi girişe çıkan kapının önünde; gözlerinin kenarları kırış kırış, soluk dudaklı, saçları boyalı, gülünce dipleri küf tutmuş gibi yeşil yeşil, kırık dişleri görünen bir kadın duruyordu.

    Fabrikanın sofalarından merdivenlerine, avlusundan odalarına kadar her tarafını kaplayan tütün tozu bulutları burada daha az kesif, daha az göze çarpıyordu… Fakat havada keskin bir tütün kokusu, vardı.

    Bu, çıplaklığı, sefaleti göz üşüten oda; sabahleyin şafak sökmeden kar, yağmur, rüzgar, güneş, hiçbir mani dinlemeyip fakirliğin, açlığın emriyle ıslana üşüye, titreye sendeleye, sessiz, şikayetsiz sürüne sürüne gelen bir muzdarip, yorgun vücutların istirahat hakkını vermeden yine aynı emirle işe başlayan, kıyılan tütünlerin ince, katil tozu ile yalnız ciğerleri değil, gözlerine, derideki gözeneklerine kadar zehirlenen işçi kadınlara iştiha vermekten çok uzaktı…

    İkinci pencerenin yanı boştu. Münevver, oraya gitmek isteyen Behire’yi kolundan çekti; duvar tarafında ışık almayan, loş köşeyi gösterdi:

    -Burayı kimse beğenmez… Başımız dinç olur.

    Behire’yi zorla karşısına oturttu:

    -Biri gelir, bizi göz hapsine alır…

    Çantayı açarak, içinden çıkardığı eski bir gazeteyi masanın çinkosu üzerine yaydı:

    -Teneke, soğuk soğuk ellerime, kollarıma dokunmuyor mu, içime ürpermeler geliyor…

    Açık çantayı Behire’nin önüne sürdü:

    -Sen bana bakma… Ye…

    Behire itiraz etti:

    -Vallahi olmaz, açlık safrana dokunur, iki lokma olsun al… Sen yemezsen, ben de yemem…

    -Bir şeyi canım istemiyor…

    Gözleri öbür sıralara dalmıştı; pencere yanındaki ilk masada başları mavi, sarı, pembe baş örtülü, siyah, samani gömlekli dört kadın, gazete kağıtlarını açmış, omuz omuza abanıp, avurtlarına doldurdukları iri lokmaları ağır ağır çiğniyor ve dolu ağızla konuşuyorlardı… Bir masa ilerisinde yine renk renk baş örtülü bir grup, birbirine dirsek vurup kahkahalar atarak, önlerindeki kuru, yavan ekmek dilimlerini kemiriyor, göz işaretleriyle masanın ucunda oturan ihtiyar, süzük yüzlü bir kadın takılıyorlardı.

    Behire, ufak bir paketi açıyordu, Münevver:

    -Halit bugün yok… Dedi.

    Behire, masalara göz gezdirdi:

    -Paşa kızı değil mi ya, ağırdan almasa olur mu?

    -Nerenin paşa kızı… Anası ahretlikmiş…

    -Dünyada ondan soğuk kadın görmedim.

    -Adı da güzele çıkmış… Neresini beğeniyorlar!...

    -Biraz boy… Kaş, göz, o kadar…

    Behire, paketten çıkardığı kuru köftelerden birini ısırdı, lezzetini almak ister gibi uzun uzun çiğnedi:

    -Köfte çok güzel olmuş… Bir tane ye…

    -Israr etme!

    -Akşama kadar ayakta çalışacaksın, bayılırsın alimallah…

    Münevver, halsiz halsiz gülümsedi:

    -Ömrümde ilk defa mı aç kalıyorum… İştahım varken günlerce aç kaldık dı, bir şey olmadı, ne bayıldım, ne de öldüm… İnsan, taştan sağlam…

    Sağ dirseğini masaya dayamıştı, sesini yavaşlattı:

    -Bugün Murat gelmedi!...

    -Neden?

    -Bilmiyorum ki… Ne mana vereceğimi şaşırdım. Dün, bana: Yarın akşam tatilinde karşıya geçelim, az gezeriz. Sen de temiz esvabını giy, demişti. Ben de inandım, aptal gibi yeni bluzumu giydim.

    Haki gömleğin önünü açarak geniş yeşil yakalı siyah ponjeden bluzunu gösterdi:

    -Murat para tutuyor muydu?

    -Dün haftalığını almıştı.

    -Belki de hastadır.

    -Bir şeyciği yoktur.

    -İhtimal, akşam tatilinde kapıda bekler.

    -Zannetmem… İşine gelmediği günler fabrikanın önünden geçmez… İşi olmayınca bir meyhaneye girer, kepenkler kapanmadan çıkmaz.

    -Bekir Efendi’ye sormadın mı?

    -Murat, nereye gittiğini, ne yaptığını kimseye söyler mi? Bekir Efendi’ye sormadım değil, bana: Bilmiyorum, Piç Hayri’ye sor, dedi.

    Behire, hiddetle yüzünü buruşturdu:

    -Bırak o serseriyi… Murat’ı bütün bütün baştan çıkaran o… Bu fabrikaya kadar kaç fabrikanın, kaç deponun ipini çekmiş… Yakında buradan da pasaportu alır.

    -Çocuk gibi söyleme… Murat’a, hayır dediğini yaptırabiliyor musun? Kes kafasını, yine bildiğinden şaşmaz… Asıl piç Hayri ondan şikayetçi…

    Behire, kopardığı ekmeği ağzına atmadan elini salladı:

    -İşte böyle kendi dilinle söyle… Ah Münevver, sen dünyada akıllanmayacaksın… O kadar da söyledim, vaz geç bu Murat’tan diye… Adam değil, canavar…

    Münevver, gözlerini kapadı:

    -Nasıl vaz geçerim… Her şeyi biliyorsun, bir kere şeytana uydum! Sevsem de, sevmesem de ondan başka erkek bana haram artık…

    -Asıl hatan orada ya… Her seni seviyorum diyen erkeğin kucağına atılınır mı?

    -Oldu bir kere,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1