Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Düello
Düello
Düello
Ebook177 pages2 hours

Düello

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

DÜELLO

Anton Çehov'un en başarılı ve en uzun hikâyelerinden biri olan Düello, kocasını bırakıp sevdiği erkekle kaçan bir kadın ile dünya görüşü farklı iki erkek arasındaki gerilimi konu ediyor.
Çehov, bu öyküsünde derin psikolojik tahlilleriyle insanlığın bin bir türlü haline edebi bir pencere açıyor.
LanguageTürkçe
Release dateNov 11, 2023
ISBN9786256843462
Düello

Read more from Anton çehov

Related to Düello

Related ebooks

Reviews for Düello

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Düello - Anton Çehov

    Düello

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/anton-pavlovic-cehov

    Düello

    Anton Pavloviç Çehov

    Orijinal adı: (ДУЭЛЬ)

    Rusça aslından çeviren: Eyüp Karakuş

    Yayına hazırlayan: Başak Kıran

    Türkçe yayın hakları: © Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Ticaret A.Ş.

    Dijital yayın tarihi: /Eylül 2023 / ISBN 978-625-6843-46-2

    Sayfa uygulama: Gökçen Yanlı

    Kapak tasarımı: Cüneyt Çomoğlu

    Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Ticaret A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli – İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Düello

    Anton Pavloviç Çehov

    Çeviren:

    Eyüp Karakuş

    I

    Saat sabahın sekiziydi; bu, subayların, memurların ve konukların genellikle sıcak ve boğucu geçen gecenin ardından denize girdikleri, ardından da kafeteryaya uğrayıp kahve veya çay içtikleri vakitti.

    İvan Andreiç Layevski yirmi sekiz yaşında, sarışın, zayıfça bir gençti; başında Maliye Bakanlığı arması taşıyan bir kasket ve ayaklarında terlikleriyle yüzmeye geldiğinde sahilde, aralarında arkadaşı, Askeri Doktor Samoylenko’nun da olduğu epeyce tanıdık insan buldu.

    Samoylenko kazıtılmış iri kafası, kısa boynu, iri burnu, kırmızı suratı, fırça gibi siyah kaşları ve ak düşmüş favorileri; şişman ve pörsümüş vücudu ve üstüne üstlük hırıltılı askeri bas sesiyle her yeni gelen üzerinde hoyrat, aksi bir insan izlenimi bıraksa da tanışmalarının üstünden iki-üç gün geçtikten sonra yüzü son derece iyi, sevimli ve hatta yakışıklı gelmeye başlardı. O, hantallığına ve kaba saba ses tonuna rağmen gayet mülayim, sınır tanımaz derecede iyi, uysal ve yardımsever biriydi. Kentte herkesle sen seviyesinde samimiydi; herkese borç verir, herkesi muayene ve tedavi eder, millete kız istemeye gider, kırgınları barıştırır, şaşlıklar¹ yaptığı ve kefalle lezzetli bir balık çorbası pişirdiği piknikler düzenlerdi. Durmaksızın birilerinin işlerine koşturur, onlar için bir şeyler talep eder ve hep bir şeylere mutlu olurdu. İnsanların sahip olduğu genel kanı, onun günahsız biri olduğu yönündeydi. Sadece iki zayıf yanı vardı: Birincisi, yaptığı iyiliklerden utanır ve elinden geldiğince sert ve suratsız bir tavır takınıp kasten hoyrat davranarak bu halini maskelemeye çalışırdı; ikincisi ise, henüz beşinci dereceden bir unvana sahip olmasına rağmen asker ve sağlıkçıların kendisine zatıâlileri diye hitap etmelerinden hoşlanırdı.

    Her ikisi birden omuzlarına kadar suya girdiklerinde Layevski:

    – Şu soruma bir yanıt versene Aleksandr Davidıç!² diye başladı. Farz edelim bir kadından hoşlandın ve bir araya geldin; ardından yine farz edelim ki iki yıl birlikte yaşadınız; sonra, hani hep olur ya, ona olan ilgin ve sevgin söndü, ondan soğudun ve artık onu bir yabancı gibi hissetmeye başladın. Böyle bir durumda ne yapardın?

    – Çok basit. Buyur anacığım, güle güle! Yolun açık olsun! O kadar...

    – Söylemesi kolay tabii! Peki, gidecek bir yeri yoksa ne olacak? Kadıncağız bir başına, kimi kimsesi, beş kuruş parası yok, elinden bir iş gelmez ki gitsin çalışsın...

    – Ne yapalım? Giderken eline beş yüz ruble ya da ayda yirmi beş ruble sıkıştırırsın, hepsi bu... Bu kadar basit!

    – Tamam, diyelim ki beş yüz ya da ayda yirmi beş rublen var ödeyebileceğin ama bahsettiğim kadın entelektüel ve gururlu bir kadın. Şimdi kalkıp bu sorunu parayı bastırarak, kesip atmakla çözmeyi düşünmezsin herhalde, değil mi? Bu durumda nasıl bir yol izlerdin?

    Samoylenko bir şeyler söylemek istediği anda büyük bir dalga gelip ikisinin birden üstünden geçerek kıyıya vurdu ve çakıltaşlarının üzerinden, büyük bir gürültü çıkararak gerisingeri çekildi. İki arkadaş kıyıya çıktılar ve giyinmeye başladılar.

    Samoylenko, çizmelerindeki kumları silkelerken:

    – Elbette, sevmediğin bir kadınla yaşamak marifet ister, dedi. Fakat Vanyacığım,³ oturup meseleye insan gibi bakmak gerekir. Eğer böyle bir şey benim başıma gelseydi, inan bana bu durumu ona belli etmez ve ölünceye kadar onunla yaşamaya devam eder giderdim...

    Ancak bir an söylediklerinden utandı; kendini toparladı ve devam etti:

    – Hoş, yeryüzünde hiç karı kalmasa ne yazar, benim için fark etmez, dedi. Cinler götürsün hepsini de!

    İki arkadaş giyindikten sonra kafeteryanın yolunu tuttular. Samoylenko buranın yabancısı sayılmazdı; öyle ki kendisine ait tabağı çanağı bile vardı. Her sabah bir tepside kahvesi, yanında uzun kesme bir bardakla buzlu suyu ve bir kadeh konyağı getirilirdi. Doktor da önce konyağını, ardından kahveyi ve en sonunda da buzlu suyu içerdi. İçtikleri o kadar keyif verici olmalıydı ki sonunda gözleri buğulanır, iki eliyle favorilerini sıvazlar ve denize bakarak Bu ne muhteşem bir manzara böyle! derdi.

    Uyumasına engel olduğu gibi adeta gecenin karanlığı ve boğuculuğunu da artıran beyhude düşünceleri yüzünden heba olmuş tatsız tuzsuz, can sıkıcı bir gecenin ardından Layevski, kendisini kırık dökük ve bitkin hissediyordu. Suya girip kahve içmek de bir işe yaramamıştı.

    – Sohbetimize devam edebiliriz Aleksandr Davidıç, dedi. Gizleyecek değilim, bir arkadaşım olarak sana da açık açık söyleyeyim: Nadejda Fyodorovna ile olan ilişkim berbat durumda... Çok kötü! Kusura bakma, seni de özel sorunlarıma bulaştırmak istemezdim ama içimi dökmek zorundayım...

    Konuşmanın nereye varacağını tahmin eden Samoylenko, mahcup bir edayla bakışlarını yere indirdi, parmaklarıyla masaya tıklatmaya başladı.

    – İki yıl birlikte yaşadıktan sonra artık sevmez oldum, diye devam etti Layevski. Daha doğrusu aramızda herhangi bir aşkın olmadığını fark ettim... Geçirdiğimiz o iki yıl, aldatmacadan başka bir şey değilmiş anlayacağın...

    Layevski’nin, konuşurken gözünü dikip dikkatle pembe avuçlarını incelemek, tırnaklarını kemirmek ya da parmaklarıyla manşetlerini ezmek gibi bir alışkanlığı vardı. Şimdi de aynı şeyleri yapıyordu.

    – Bana yardım edemeyeceğini gayet iyi biliyorum ama... Nihayetinde bu talihsiz ve lüzumsuz adam için konuşmaktan, içini dökmekten başka bir kurtuluş yok. Her davranışımın hesabını vermek, şu saçma sapan hayatımı izah etmek ve yaptığım ettiğim şeyleri haklı çıkarmak için herhangi birinin, örneğin biz soyluların, artık yozlaştığımız türünden teorilerine ya da bir edebiyat tiplemesine sığınmak durumundayım. Geçen geceyi Tolstoy’un ne kadar haklı, hem de insafsızca haklı olduğunu düşünüp kendimi teskin ederek geçirdim mesela... Böyle düşünmek de içimi rahatlattı. Yalnız birader, adam gerçekten de büyük yazar! Ne dersen de...

    Her gün okumaya niyetlenmesine rağmen hayatı boyunca hiç Tolstoy okumamış olan Samoylenko mahcup olmuştu.

    – Evet, dedi. Bütün yazarlar hayal güçlerini kullanırken o doğal olanı, doğaya bakarak yazıyor...

    – Aman Tanrım! diye iç geçirdi Layevski. Şu uygarlık denilen şey hepimizi nasıl da sakatlamış! Ben kalkıp evli bir kadına âşık oluyorum, o da beni seviyor... İlk zamanlar masum öpüşmeler, huzurlu akşamlar, edilen yeminler, Spencer’lar,⁴ idealler ve ortak ilgi alanları falan filan... Hepsi hikâye! İşin aslı biz kocadan kaçıyorduk ama kendi entelektüel hayatımızın boşluğundan kaçtığımız yalanını söyleyip kendimizi kandırıyorduk. Geleceğin resmini de şöyle çiziyorduk kafamızda: Kafkasya’dayız; çevreyi ve insanları tanıyıncaya kadar resmi üniformamı giyip görevimi yapmaya devam ediyorum; derken o uçsuz bucaksız yerlerde bir toprak parçası satın alıyoruz, alnımızın teriyle çalışıp üzüm asmaları dikiyoruz, ekip biçiyoruz filan... Benim yerimde sen ya da şu zoolog arkadaşın Von Koren olsaydınız herhalde Nadejda Fyodorovna ile bir otuz yıl yaşar, mirasçılarınıza verimli bağlar ve bin desyatinalık⁵ mısır tarlası bırakırdınız. Oysa ben daha ilk günden pes ettim. Şehirde dayanılmaz bir sıcak, can sıkıntısı, müthiş bir ıssızlık; kıra çıkıyorsun her taşın, her çalının dibinde örümcekler, akrepler, yılanlar... Kırdan sonrası dağlar, çöller... Yabancı insanlar, yabancı bir doğa, bedbaht bir kültür... Bütün bunlar öyle sırtında sıcacık palto, kolunda Nadejda Fyodorovna ile Nevski’de⁶ dolaşmaya ve sıcacık iklimlerin hayalini kurmaya hiç mi hiç benzemiyor birader. Buralarda yaşam değil ölüm mücadelesi vermen gerekiyor! Cengâverlik kim, ben kim? Zavallı, sinir hastası, nanemolla biriyim... Bağ yetiştiriciliği ve bedenen çalışma hayallerimin hiçbir halta yaramadığını daha ilk günden anladım. Aşka gelince, sana şu kadarını söyleyeyim dostum, Spencer okuyan ve kalkıp senin uğruna dünyanın öteki ucuna gelen bir kadınla birlikte yaşamanın herhangi bir Anfisa ya da Akulina ile beraber olmaktan hiçbir farkı yok. Aynı şekilde ütü, pudra ve ilaç kokuları; her sabah aynı bigudiler ve yine aynı şekilde kendini kandırmalar...

    Layevski’nin tanıdık bir hanımefendi hakkında bu kadar açık konuşması yüzünden utanan Samoylenko’nun yüzü kızardı.

    – Ütüsüz ev işi olmaz ki... diye karşılık verdi. Bak Vanyacığım, senin bugün hiç tadın yok, farkındayım. Nadejda Fyodorovna harika bir kadındır ve de eğitimlidir, sen ise son derece zeki bir insansın...

    Ardından yan masalara bir göz atarak devam etti.

    – Tamam, nikâhlı değilsiniz ama nihayetinde bu sizin suçunuz değil... Önyargılardan uzak, çağdaş fikirler seviyesinde duruş sergilemeniz gerekir. Ben medeni nikâhtan yanayım şahsen, evet... Öyleyim ama mademki bir araya gelmişsiniz, bu durumda ömrünüzün sonuna kadar da böyle götürmeniz gerekir diye düşünüyorum.

    – Aşk olmadan mı?

    – Bak, şöyle açıklayayım sana... Sekiz sene kadar oluyor, burada yaşlı bir mümessil vardı, kafası da zehir gibi çalışırdı. İşte o ihtiyar derdi ki aile hayatında en önemli şey, sabırdır! Beni duyuyor musun Vanya? Aşk değil, sabır! Aşk denilen şey uzun süre devam edip gidemez. İki sene severek yaşadın ama şimdi aile hayatın belli ki dengeleri koruma evresine gelmiş; yani, tabiri caizse, sonuna kadar sabredeceksin...

    – Sen o yaşlı mümessiline inanabilirsin dostum ama o tavsiyelerinin benim için bir değeri yok. O ihtiyar ikiyüzlüce davranmış olabilir; sabrını denemiş, bunu yaparken de hiç sevmediği bir kadını deney yapmak için kullandığı bir nesne gibi görmüş olabilir ama ben daha o kadar alçalmadım. Sabrımı denemek için kendimi sınamam gerekirse gider jimnastik için gülle ya da huysuz, yola gelmez inatçı bir at alırım. Ve de insanları rahat bırakırım...

    Samoylenko buzlu bir beyaz şarap istedi. Birer bardak içtikten sonra Layevski birden şöyle bir soru yöneltti:

    – Baksana, beyin yumuşaması ne demek, açıklar mısın lütfen?

    – Şimdi sana nasıl izah edeyim ki... Beynin yumuşaması neticesinde ortaya çıkan bir hastalık işte... Erimek gibi bir şey...

    – Tedavi edilebilir mi?

    – Evet... Eğer geç kalınmamışsa tabii ki. Soğuk duş, yakı... Sonra içerden ilaçlar filan...

    – Bak işte... Ne durumda olduğumu görüyor musun? Onunla birlikte yaşayamam; bu benim gücümü aşan bir şey. Seninle birlikteyken felsefe parçalıyorum, gülüp eğleniyorum ama evde ruhen tamamen çökmüş bir haldeyim. O kadar korkunç bir ruh hali içindeyim ki, birileri onunla bir ay olsa dahi birlikte yaşamam gerektiğini söylese kalkıp alnıma bir kurşun sıkabilirim. Öte yandan ondan ayrılmayı da beceremiyorum. Yapayalnız bir kadın, çalışmayı beceremez; bende de, onda da para yok... Kime gidecek? Başını nereye sokacak? Aklına hiçbir çözüm gelmiyor insanın... Hadi sen söyle bakalım, ne yaparsın bu durumda?

    Ne yanıt vereceğini bilemeyen Samoylenko:

    – Hmm, yani... diye geveledi. Peki, o seni seviyor mu?

    – Evet, o yaşta ve o heveste bir kadının ihtiyaç duyduğu kadar... Benden ayrılmak da pudra ve bigudilerinden ayrılmak kadar zor gelecektir ona. Ben onun için tuvalet masasının vazgeçilmez unsurlarından biriyim.

    Samoylenko utanmıştı.

    – Vanya, bugün hiç tadın yok senin, dedi. Anlaşılan uykunu alamamışsın.

    – Evet, kötü uyudum... Hem zaten genel olarak da kendimi çok kötü hissediyorum birader. Kafam bomboş, kalbim ha durdu ha duracak; bir bitkinlik, bir güçsüzlük... Kaçıp gitmeli en iyisi!

    – Nereye?

    – O taraflara, kuzeye... Çamların, mantarların, insanların, fikirlerin olduğu yere... Şimdi Moskova ya da Tula vilayetlerinden birinde bir yerde dereye girmek, soğuk suda üşümek, sonra efendime söyleyeyim bir öğrenciyle, varsın dünyanın en kötü öğrencisi olsun, fark etmez, evet bir öğrenciyle dolaşıp konuşmak, konuşmak ve de konuşmak için inan bana hayatımın yarısını feda ederdim... Ya o kuru ot ve saman kokusu! Hatırlar mısın, ha? Hele bir de akşamları bahçede dolaşıyorsan, evden bir piyano melodisi, uzaklardan bir tren sesi işitiyorsan...

    Layevski memnun bir tavırla gülümsedi; gözlerinde yaşlar belirmişti. Gözyaşlarını saklamak için yerinden kalkmadan yan masaya uzandı, kibrit istedi.

    – Ben ise

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1