Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kalbimin Suçu
Kalbimin Suçu
Kalbimin Suçu
Ebook246 pages2 hours

Kalbimin Suçu

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Hayır, kimsenin suçu yok… Bir takım işsizleri bile beslediğim, onlara baktığım için kabahat bende… Çünkü onları işsizliğe alıştırdım, ahlaklarını bozdum… Bir sürü koca aşifteleri affettim, onlar yüz buldular, tabiatıyla peşimi bırakmadılar. Kabahat kimde? Yine bende! Hangi birini sayayım… İşte bu iki kadın, bizi zorla musibetten çıkardılar? Soruyorum, silah mı çektiler? Ne yaptılar? Gevşeyin, biziz… Haydi, şimdi korkun bakalım… Vaziyeti olduğu gibi kabul ediyoruz. Çünkü sonunda insanlarız!


             Göğsünü yumrukluyordu:


             - Bütün suç benim… Kalbimin suçu!... Cefayı da ben çekeceğim!

LanguageTürkçe
Release dateJul 26, 2023
ISBN9786258196474
Kalbimin Suçu

Related to Kalbimin Suçu

Titles in the series (12)

View More

Related ebooks

Reviews for Kalbimin Suçu

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kalbimin Suçu - Ayşe Hümeyra Eken

    Yayına Hazırlayan

    Ayşe Hümeyra Eken

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1986 Mezunu. Serbest Avukat olarak çalışıyor. Aynı zamanda T.C. Kültür Bakanlığı Tezhip Sanatçısı.

    Ruşen Eşref'in Geçmiş Günler, Gümüşhanevi Şişmanlığa Mahsus Hıfsısıhha gibi Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. Emine Semiyye’nin Bikes Hiss-i Rekabet Gayya Kuyusu Terbiye-i Etfale Dair Üç Hikâye Muallime Sefalet isimli eserlerini yayına hazırladı. Emir Çoban Kızları serinin altıncı kitabıdır. Yesarizade Mahmut Esat’ın romanlarını da Osmanlı Türkçesinden çalışarak, günümüz Türkçesine uyarlayarak yazmıştır.

    Osmanlı Deniz Savaşları-Barbaroslar kitabının editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Dünya Turu Günlükleri isimli bir seyahat anı kitabı da vardır.

    - 1 -

    Zahid Efendi, çayını sindire sindire içtikten sonra sırtını duvara vermiş, masanın üzerine serdiği gazeteyi mahzun mahzun süzerek sabah keyfi yaşıyordu.

    Çayhanenin kapısı açılıyor; içeriye havı dökük pardösüsünün kolçağı sim siyah kirli yakası, giyimli , yağlı saçlarını kaşıyarak soluk benizli, avurtları çökük biri girdi.

    Zahid Efendi, gözlerini biraz açtı, hemen kolunu uzatarak bağırdı:

    - Gel bakalım Sabriciğim!... Nerelerdesin yahu?

    Sabri Efendi , vakit vakit üşüyormuş gibi, zaman zaman omuzlarını kısarak, korkak adımlarla yürüyordu:

    - Merhaba Zahid Efendi…

    - Merhaba, canım… Gel otur yanıma…

    Sabri Efendi, çayhanenin ocak tarafına bakıyordu:

    - Çok durmayacağım, dışarıdan seni gördüm de…

    - Biraz iyi misin… Ne alemdesin?.. Hiç görünmüyorsun?

    Zahid Efendi’nin güler yüzle yer göstermesine rağmen Sabri Efendi, pek cesaret edemiyordu. Fakat kısa bir tereddütten sonra iskemlelerden birinin kenarına oturdu:

    - Halim fena, Zahid Efendi…

    – Hayrola… Yine ne var?

    Sabri Efendi, uçları siyah siyah taşlanmış uzun tırnaklarıyla çenesini kaşıya kaşıya içini çekti:

    - İşsizlik azizim… Tam dört aydır boştayım… Sata sata evde, satacak bir şeyler kalmadı. Karı ile sabah akşam kavga… Artık bıktım, usandım, vallahi…

    Zahid Efendi, hayretle kirpiklerini oynatıyordu:

    - Hani bir şirkette iş mi bulmuştun?

    - Bırak, dinini seversen… Üç gün hastalandım, gitmedim, diye yevmiyemi kestiler, kızdım, çıktım… Borcu hesabı kesti. Ne yapıp yapıp ekmekçininkini bulup veriyorum.

    Tatlı bir hatıraya dalmış gibi, dudaklarında baygın bir tebessüm belirmişti:

    - Nasıl. Akşamları atıyor musun?

    Zahid Efendi’nin cevap vermesine vakit kalmamıştı, garson Sabri Efendi’ye soruyordu:

    - Ne içeceksiniz?

    Sabri Efendi’nin rengi uçuvermişti, ürperir gibi başını çevirdi:

    - Oturmayacağım. Şimdi gidiyorum.

    Zahid Efendi, anlamıştı:

    - Otur biraz daha… Çoktandır görüşmedik… Söyle, çay mı, kahve mi?

    Sabri Efendi, naz eder gibi yüzünü buruşturdu:

    - Bir şekeri az…

    Garson, gittikten sonra eğildi, sesini yavaşlattı:

    - Vallahi Zahidciğim, metelik tutmuyorum… Anladın tabii..

    - Halden anlamaz mıyım canım?

    - Bugünlerde sen iyisin galiba?

    Zahid Efendi, kaşlarını kaldırmıştı:

    - Pek iyi değilim ama, ne ise… Biliyorsun, ben, iki senedir açıktayım. Yalnız bugünlerde, bir yerden elime üç beş kuruş geçti, şimdilik onunla idare edip gidiyoruz.

    Elini masanın üzerine vurdu:

    Necil Sabit Bey’den de hiçbir haber yok.

    Sabri Efendi de yumruklarıyla dizini dövdü:

    - Hiçbir haber yok ha?... Vallahi bu sabah öyle bunaldım, öyle bunaldım ki aklıma sen geldin; gidip arayayım, Necil Sabit Bey nerede? Ne oldu? Sorayım. Dedim. Hala İzmir de mi?

    - Habibe İzmir’de olacak.

    - Hani, adamın akrabasından Seyfettin Bey vardı. Sen tanırsın. Bir anlasaydık bari…

    - Geçende yazıhanesine uğradım; yakında gelecek! Dedi.

    - Epey uzadı bu sefer…

    Zahid Efendi, gözlerini yumdu, sol elinin baş parmağıyla serçe parmağına vurarak hesapladı:

    - Mayısta gitmişti. Mayıs on beşten haziran on beşe bir ay, haziran on beşten temmuz on beşe iki ay, temmuz on beşten ağustos on beşe üç ay… Şimdi eylülün haftası… Demek ki aşağı yukarı dört ay oluyor.

    Sabri Efendi, hayret etti:

    - Vallahi bana, altı aydan fazla oldu gibi geliyor.

    - Veli Mahmut, kendini aratır.

    - Ondan zaman kaldığına nazaran işleri tıkırında olmalı.

    Zahid Efendi, cebinden tütün paketini çıkarmıştı:

    - Bir sigara sarsana…

    - Dilimin ucunda idi. Sigarasızlık bir şeye benzemez.

    - Bir de rakısızlık!

    Sabri Efendi, paketi titrek elleri ile kavramış, ilişir gibi oturduğu iskemleye iyice yerleşmişti:

    - Ne diyorsun, birader! Akşam karanlığı çökmüyor mu, içime de bir garipliktir çöküyor. Gözlerimde bir karartı, dizlerimde bir titreme… Şöyle bir elli dirhemcik olsa, şimdi. Diye kendime geleceğim.

    - Necil Sabit Bey, burada olsa?...

    - Sus… Aklıma getirme…

    Zahid Efendi, arkadaşının elinden paketi almıştı. Kendi de bir cigara sarıyordu:

    - Merak etme, yine gelir… Eski alemler başlar.

    Sabri Efendi, parmak kalınlığında sardığı cigarayı, garsondan istediği ateşle yakmıştı, tekmil dumanı göğsüne doldurarak içiyordu:

    - Ne alemlerdi, onlar? Rakı istediğin kadar, meze bol…

    Ya o, kadın muhabbetleri?

    Zahid Efendi, gözlerini süzerek durdu:

    - Necil Sabit Bey gibi de kadından yana talihli adam görmedim. Birader, bir kadını bir kere görür, üç beş dakika konuşur, iki gün sonra bakarsın, kırk yıllık dost oluvermişler.

    Şeytan tüyü var, efendim, şeytan tüyü var.

    - Mazlum Bey’in elinden Mihriban’ı nasıl almıştı?

    - O, bir şey değil. Bir gün benim eski göz ağrısı Bedriye’yi Eyüp’e götürmüştüm. Kızı Şarika, para beğenmez, adam beğenmez, züppenin züppesidir. Birader, Necil Sabit Bey, ne yaptı, ne etti? Bilmiyorum, burnu kaf dağındaki kızı, bir haftanın içinde yola getirirdi.

    Benden fazla, anası Bedriye şaştı idi. Şaşmaz mı ya? Kaçık Bedriye’si o? Necil Sabit beye gelinceye kadar, ne miras yediler görülür?

    - Para, birader, para… Para, her şeyin anahtarıdır.

    Sabri Efendi, yarasına dokunulmuş gibi ıstırapla nefes alıyordu:

    - Para, dediğin şeyin de ne olduğunu bilenlerdeniz. Ben az para mı yedim?... Sen az para mı yedin?

    - Ama, ben kumarda yedim.

    Zahit Efendi, suratını kaşlarını çatmıştı:

    - Cihangir’deki konağı satmıştım, elime geçen parayı, üç günün içinde bitirdim, yerleri de temizledim.

    - Beni bakara ile barbut mahvetti.

    - Kapa o yaprakları… Necil Sabit Bey’in kumarı yok… Sonra da hazırdan yemiyor… kazanıyor, yiyor… Böylesine can kurban… Şimdi iyi bir davranmayanlar gitti mi yahu!

    Sabri Efendi sigarasını yere atmış, ayağıyla bastırıyordu:

    - Seyfettin Bey’in yazıhanesine, geçende uğradım, dedin. Bugün, yarın, tekrar bir uğrasan… Benim, senin kadar hususiyetim olsa, bir dakika bile ihsan etmezdim.

    - Seyfettin Bey, aksi tabiatlı bir adamdır. Çekiniyorum.

    - Necil Sabit Bey, olsa…

    Zahid Efendinin yüzü gülüvermişti:

    - O, başka… O, insan adamdır.

    - Hakikat, insan adamdır.

    - Karıncayı incitmez… Cömert…

    - Nazik…

    - Eski asil, birader. Tam manasıyla asil…

    - Bu kadar senedir tanırım, kimseyi kırdığını, incittiğini ne gördüm, ne duydum.

    - Doğruyu söylerim. Ben de öyle…

    Sabri Efendi, düşünmelere varmıştı:

    - Zahid Beyim, madem ki Seyfettin Bey, yakında gelecek! Demiş, Necil Sabit Bey, belki de gelmiştir. Evine bir telefon etsen…

    Zahid Efendi, isteksiz bir kahkaha kopardı:

    - Senin, pek saf tavrın vardır. Necil Sabit Bey, hiç evde oturur mu? Onun, İstanbul’a gelip gittiğinin çok zaman akrabalarının haberi bile olmaz.

    - Peki, nasıl anlayacağız?

    - O gelmiş olsa, mutlaka, buralarda görünür.

    Bu sefer de Sabri Efendi, arkadaşının sözüne güldü:

    - Bir de Necil Sabit Bey’i tanır geçinirsin.

    - Neden?

    - O, İstanbul’a ayak basar basmaz, bir kere ne var, ne yok? Diye Beyoğlu’na çıkar, eski göz ağrılarını dolaşır. Hoş, o, dolaşmasa, aramasa, nazeninler, onun kokusunu alır, izini bulur, derdest ederler. Artık sen, işin yoksa, Necil Sabit Bey’i bulmaya çalış… Hele Mihriban’a tesadüf ederse…

    Zahid Efendi, merhametle dudak büktü:

    - Necil Sabit Bey, İzmir’e gitmezden evvel Mihriban’la dargındı.

    Arkadaşı, omuzlarını kaldırdı:

    - Onlat, birbirlerinin tiryakisidirler. Darılır, darılır, barışırlar. Şarika da onun peşini bırakmaz. Daha evvelisi gün rast gelmiştim, bana sıkı sıkı sordu: Necil nerede? Hala İzmir’de mi? Ne vakit gelecek?

    Zahid Efendi, sözünü kesti:

    - Hasbamın, yine kim bilir ne çıkarı vardır?

    Sabri Efendi, tasdikle başını salladı:

    - Vallahi iyi keşf ettin. Ruşen İhsan’dan ayrılmış!

    - Yine mi?

    - Vallahi anlamıyorum ki bırak. Ne ayrıldıkları, ne de beraber yaşadıkları belli olmuyor. Bana bir sürü dert yandı. Tam da adamını buldu ya? Benim derdim bana yetiyor… Sokak ortasında ter döktüm ahım ona…

    - Canım, İhsan’dan da ona bir fayda yoktu ya… Üstelik, eline geçen, ona yürüyordu. Rahata erdim, diye sevinsin.

    - Yok birader, serde alışkanlık var, ne yapsınlar… Velhasıl, Şarika, pek sıkıntıda… Necil Sabit Bey’i, insafsızca yolar…

    Zahid Efendi, birden ciddileşmiş, bıyıklarının ucunu çekerek düşünüyordu:

    - Haklısın, Sabriciğim… Necil Sabit Bey’i, burada beklemekle olmayacak. Harekete geçmeli, anlamalı…

    - Elbette, canım fendim, elbette… Şarika’yla olsun, Mihriban’la olsun, yahut ta başka biri ile olsun, günlerce kapanır mı kapanır? Halbuki işin iç yüzünü anlattım. Velinimeti bulup, olandan haber vermeli.

    - Sen söyleyince hatırladım… Reyhan’ın ablası Vuslat İzmir’de Necil Sabit Bey’, görmüş…

    Sabri Efendi, heyecanla doğrulmuştu:

    - Vuslat’la Necil Sabit Bey’in arası nasıldı?

    - Korkulacak gibi değil… Benim asıl korktuğum, Vuslat, Reyhan’a Necil Sabit Bey’in İzmir’den ne gün vapura bindiğini, İstanbul’a ne gün geleceğini yazar. Reyhan, az numara mıdır? Derhal İstikbale gider. Necil Sabit Bey’e de eğlence lazım! Hazır ayağına gelmişken kaçırır mı?

    - Böyledir de a birader, gönlün ferah, yapar gelip oturuyorsun?

    Zahid Efendi, masaya vurup garsonu çağırmıştı, hesabı görüp kalktılar.

    Sokakta, arkadaşı sordu:

    - Ne yapma fikrindesin?

    - Evvela Reyhan’a uğrayıp ağzını arayacağım… Eğer atlatmaya falan kalkarsa başka manevra çeviririm. Ondan sonra şifa verecek bir şey öğrenemedim sen? Seyfeddin Bey’le Ya Reyhan’a sor…

    - Mihriban’ı da gör.

    - Sonra Şarika’yı… İcap ederse, İhsan’la aralarını bul.

    - 2 -

    - Necil, yemek çanı çalınıyor.

    - Ne yapalım?

    - Daha mı içecek ti?

    - Ne içtik ki?... İki kişiyiz, yüz dirhemlik şişesini yarısı duruyor.

    - İşte ben de ondan korkuyorum ya?... O şişe tamamlandı mı, arkası sökün eder.

    Necil Sabit, oturduğu geniş hasır koltuğa iyice yaslandı, alayla kuru kuru güldü:

    - Doğru… Alışkın değilsindir.

    Ellerini, şiddetle koltuğun kenarlarına vurdurdu:

    - Fahir Bülent Bey, hiç alışık değildir.

    Canı sıkılmış gibi kolunu savurdu:

    - Bırak bu yapmacıkları, Fahir… Burada ne rahat oturuyoruz. Bak ama bu manzara bırakılır mı?

    Eliyle, vapurun arkada bıraktığı köpüklü beyaz yolu gösteriyordu:

    - Şu deniz, seyretmekle doyulur mu? Eylül mehtabına bayılırım. Bu tatlı serin deniz rüzgarı bırakılır da, aşağıya, kapalı yerlere inilir mi?... İnsan mecnun olmalı? Evet, senin gibi mecnun olmalı!

    Fahir Bülent, neşeli bir kahkaha attı:

    - Sen, sarhoş oldun galiba?

    - Evet… Sarhoşum!... Rakıdan değil… Rakısız, mehtap, sarhoş etti.

    - Şair oldun, görüyordum! Acaba bütün şairler sarhoş mudurlar?

    - Eğer o yaraysa, ne mutlu evinde!

    - İltifat ediyorsun yine!

    - Beni dinle Fahir… Şakayı bırak… Bu geceyi neşeliyim. Konuşmaya ihtiyacım var… Düşün bir kere… Dört aylık bir ayrılıktan sonra İstanbul’a kavuşuyorum. Vapur ayrıldıkça hatıralarım canlanıyor…

    - Onu bırak… Hatıralarının neler olduğunu bilirim!

    Necil Sabit, elleriyle koltuğa tutunarak ağır ağır doğruldu:

    - Ne demek istiyorsun?

    - Anladığın halde, ne diye soruyorsun?

    - Maksadın ne?

    Fahir Bülent, sağ elini tempo tutar gibi sol yumruğunun üzerine vuruyordu:

    -İhtiyar olsam da gönlüm tazedir!

    Necil Sabit, istikrahla başını geriye attı:

    - Bıktım, bu bayat azarlamalardan!

    - Gücüne mi gitti?

    - Peki, sen. İhtiyarlığı üstüne kondurmuyorsun?

    - Benim, gençlik iddiam yok ki…

    - Peki, neden hala bekar duruyorsun?

    - Yakında evleneceğim.

    - Benim evlenmeyeceğimi nerden biliyorsun?

    Fahir Bülent, sol gözünü kapadı, sağ gözünü açarak şüpheli baktı:

    - Bu yeni havadise bayıldım.

    - İnanmıyorsun değil mi?

    - Bu fikir, İzmir’in ilhamı mı?

    - Hayır… Kalbimin ilhamı…

    Necil Sabit, elini göğsüne götürdü, kalbi özerinde sıktı:

    - Bu zavallı, yorgun kalbimin

    Fahir Bülent , pantolonunu düzeltip ayağa kalkmıştı:

    - Bu, çok eski bir hikayedir azizim! Bana anlatma. Ben bilirim. Hem de daima başka bir hikaye zihinlerinin bir hikaye serisidir. Haydi, kalk, biraz yemek yiyip yatalım.

    Necil Sabit’se gülüyor, gülüyordu:

    - Hoşuma gitmedi, desem, yalan… Bazı bazı, buna kendim de güç inanıyorum… Fakat otur…

    - Yeni maceranı mı anlatacaksın! Mersi! Eskidi hatıralarım.

    Fahir Bülent, yürümeye başlamıştı, Necil Sabit bağırdı:

    - Şaka etme, gel otur… Gel diyorum, darılırım.

    - Necil, seninle yirmi, yirmi beş senedir arkadaşız. Artık insaf, merhamet et. Bu kadarına, aşk, macera masallarını dinlemekten usandım.

    Necil Sabit, eliyle, oturmasını işaret ediyordu:

    - Otur bir kere…

    Fahir Bülent, arkadaşını kırmak istemiyor, fakat tereddütten de kurtulamıyordu:

    - Rakı başına oturmandan evvel, sen konyak, viski, şampanya gibi bir şey içtin miydi, Allah aşkına?

    - Vallahi bir şey içmedim. Hatta bak, kadehim bile dolu duruyor.

    - O halde anlamıyorum!

    Necil Sabit, kadehini yarısına kadar içti:

    - Fahir, zannedersem korktuğuma uğruyorum, ya zorda uğrarım… Sen, Zerrin’i tanır mısın?

    - Hangi Zerrin? Meta aldıran mı?

    - Yahut, benim hakkımda, hiç de kura çekme zannında bulunmazsınız?

    - Acaba, farkında olmadan iftira mı ettim?

    - Ben Sabri'yi dinlemeyi istemiyorum.

    - Öyle ise Sabri şeylerden bahset.

    - Vakit bırakmıyorsun ki!...

    - Söyleyiniz, Beyefendi!

    - Zerrin, Sündüs’ün kardeşi, Zerrin!

    Fahir Bülent, kollarını yanına sarkıttı, başını çarptırıp baktı:

    - Sündüs’ün kardeşi Zerrin!?...

    - Tanıyor musun?

    - Bunak!... Bir gün, Bebek bahçesinde, uzaktan göstermiştin. Unuttun mu?

    -Tamamıyla…

    - Hatta ben, pek hayran olmuştum. Sana takılmıştım da, akrabam demiştin.

    - Evet… Uzaktan…

    - Nasıl?

    - Büyük yengemin görümcesinin kızı!

    - Pek uzak değil, yakın sayılır.

    Necil Sabit, bıyık altından güldü:

    - Alay etme!

    - Bilakis azizim… Çok yakın, çünkü genç ve güzel bir kız… Şayet, erkek olsaydı, pek uzak sayılırdı.

    - Zeki adamsındır.

    Fahir Bülent, koltuklarını kabarttı:

    - Kiminle arkadaşlık ediyorum?

    Fakat, birden elini alnına götürdü, düşündü:

    - Dur… Dur… Zerrin, uzun boylu, sarışın bir kız değil mi?

    - Evet böyle, kumral!

    - Peki, benim gördüğüm?

    - Acaba Sündüs!

    - Demek onun yanına oturan küçük kız, Zerrin?

    - Evet…

    Necil Sabit, gözleriyle arkadaşının gözlerini isticvap ediyordu. Fahir Bülent saat kordonunu çevire çevire başını salladı:

    - Gözümün önüne geliyor… Fakat Necil, o, daha çocuk!

    -

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1