Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kasabanın Öğretmenleri
Kasabanın Öğretmenleri
Kasabanın Öğretmenleri
Ebook520 pages6 hours

Kasabanın Öğretmenleri

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Geçen yıl okulların açıldığı ilk gün söylemişlerdi: “Yeni eğitim müdürü okulları gezecekmiş!” Bunda bir şey yoktu; isteyen istediği kadar okul ziyareti yapabilirdi ama ziyaretin ne amaçla yapıldığı önemliydi. Bu amacın ne olduğunu kimse anlayamadı. Az okul olduğu için mi adam bu kadar çok ziyaret yapıyordu? Bilmiyorum. “Belki de yerinde duramıyor, sıkılıyor, okulları gezmeye çıkıyor,” diyenler olmuştu. Ama sadece ziyarette bulunmuyordu. Bahçedeki öğretmenleri yanına çağırıp, “Kravatın nerede, neden tıraş olmadın, şu kıyafetine bak, öğretmen böyle mi giyinir, adın ne senin, beni tanıyor musun, kim olduğumu söylemediler mi sana?” gibi sorular da sorabiliyordu. Hatta bayan öğretmenlerden birine, “Burası okul, pavyona gelmiyorsun,” diyerek soruşturma aştırmıştı. Bütün bunlar kasabada konuşulan şeylerdi. Başka şeyler de vardı: Mesela okullara girip çıkan imamların sayısı artmıştı. Bazı imamların din derslerine girdiği söyleniyordu. Önceki eğitim müdürü de hükümetin adamıydı ama yeni müdür onu bile mumla aratıyordu. Gerçekten ilginç bir tipti... Bu tipi nasıl anlatsam size... Bazı milletvekillerinde görüyorum; el pençe divan dururlar, robot gibi yürürler, yüzlerindeki ifade değişiktir; aynı tornadan çıkmış oyuncaklar olur hani; birbirlerine benzerler. Ağızları laf yapar ama bilmediğiniz dini bir söylemleri vardır; Kuran’dan, hadislerden örnek vererek çok ilginç kelimelerle konuşurlar; hiç duymadığım Arapça, belki de Farsça kelimelerdi bunlar. Her neyse... Artık her şey bu adamlardan soruluyor.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateNov 12, 2019
ISBN9780463217351
Kasabanın Öğretmenleri
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Kasabanın Öğretmenleri

Related ebooks

Reviews for Kasabanın Öğretmenleri

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kasabanın Öğretmenleri - Yusuf Solmaz

    KASABANIN

    ÖĞRETMENLERİ

    Roman

    Yazan

    Yusuf Solmaz

    1. Dijital basım dağıtım

    1 Ocak 2015

    E kitap

    1 BÖLÜM

    B kasabası; sevdiğim memleketim... Okulumun, ailemin, öğrencilerimin olduğu yer; aslında bu kasabada dünyaya gelmedim ama memleket gibi sevdiğim yer... Sabahın erken bir saati… Şoför, kapının önünde öksürüyor. Hava aydınlanmak üzere… Sokak lambaları hâlâ yanıyor. Araba hazır. Saat sabahın altısı... Birazdan eşyalarımı yükleyeceğiz. Kadir, ben ve çocuklar… Hepimiz biraz bezgin, yorgun, üzgün görünüyoruz. Birlikte yola çıkacağız ama yalnızca ben F Kasabasına taşınıyorum… Yaz tatili geldi. Çocuklar benimle; sürgün sayesinde tatil yapacak. Gülünç bir durum bu… Okullar açılınca eve dönecekler. Bu ayrılık ne kadar sürecek bilmiyorum. Şu anda hiçbir şey düşünemiyorum zaten. Nereye gidiyorum? F kasabasına dair bildiğim fazla bir şey yok. Okul ortamlarını merak ediyorum: Eğitim müdürü kim? Okul müdürleri nasıl? Bunlar, merak edilecek konular değil. Öğretmen olsaydınız ne demek istediğimi anlardınız. Okul müdürleri devlet memuru olmaktan çıktı; partinin adamı oldular. Valiler, kaymakamlar bütün yöneticiler parti görevlisi gibi çalışıyor. Böyle olmasaydı kasabamı terk etmek zorunda kalmayacaktım. Sürgünle cezalandırılmayacaktım. Suçlu değilim çünkü… Suçlu olmadığımı biliyorum. Bu sürgünü hak etmedim.

    F Kasabası da deniz kıyısında. Bu kasabayı yalnızca fotoğraflardan tanıyorum; adını çok duydum ama hiç gitmedim. İnternetteki fotoğraflarına baktım; tekrar tekrar bakıp durdum. Bugün cuma… Yaz bitinceye kadar vaktimiz var. Çocuklarla Kadir, yaklaşık bir buçuk ay, F’de benim yanımda bir pansiyonda kalacaklar… Erken gidiyoruz. Kasabayı tanıyalım, mümkünsü bir de ev bakalım istiyoruz… Yalnız gitsem daha iyiydi ama olmadı, çocuklar ısrar etti, Biz de gelmek istiyoruz, dediler; annelerini yalnız bırakmaya dayanamadılar. Şimdi ben de gelmelerini istiyorum. Bundan sonra her şey farklı olacak. Ayrılık kaçınılmaz… Gurbete giden biri gibi de hissetmiyorum kendimi. Haksız yere dayak yemiş gibiyim. Hem dayak yedim hem evimden hem de okulumdan atıldım. Çocuklarımın, öğrencilerimin ne suçu vardı? Onlar da cezalandırılmış oldu. Vicdansızca bir ceza bu…

    Anneme bakıyorum. F’de güzel yer, diyor annem üzgün bir sesle… Diyecek başka bir şey bulamıyor. Hani derler ya; sözün bittiği yerdeyiz diye… Ne konuşalım artık? Kadir de bir şey söylemiyor. Annem ve o… Hep akıl verdiler. Söyleyeceklerini söylediler… Her şeye itiraz eden, söz dinlemeyen bir öğretmen olduğum için sürgünle cezalandırıldığımı düşünüyorlar. Hele Kadir; kalbimi çok kırdı… Defalarca, Hiç kendini sorgulamıyorsun. Biraz da hatayı kendinde ara, dedi. Ne yaptım ben? Kocama bile derdimi anlatamadım. Bazen anlar gibi yaptı ama ağzını açınca neler söyledi öyle… Belki de öfkesini benden çıkardı. Başkalarına gücü yetmeyince, sözden anlamadığımı, kedilere kafa tutan aptal bir civcive benzediğime kadar demediği şey kalmadı. Neyse… Olan oldu artık… Şimdi toparlanma zamanı. Ne yapalım, her şeyi kabullenmek zorundayım… Şükür ki hala öğretmenim. İşten atılmadım… İşsiz de kalabilirdim.

    Ülke kaynıyor… Savaşa girmediğimiz sanılıyor ama savaşın içindeyiz. Sınır boylarında göç var; iç savaş var… Ortadoğu yanıyor. Daha geçenlerde bir günde elli kişi birden öldü. Ya sakat kalanlar? Onların adı bile yok… Ölen öldüğüyle kalıyor, sakat kalanların haberi bile yapılmıyor. İnsan canının hiç kıymeti kalmadı… Herkes birbirine öfke duyuyor, sağda solda canlı bombalar patlıyor. Geçenlerde Urfa karıştı, ardından Diyarbakır, sonra diğer iller… Ölenlerin sayısı bir günde elliyi buldu; hepsi de bizim vatandaşımızdı. Olayların bütün sorumlusu, bana göre; hükümet… Ülkeyi yönetemiyorlar. Baskıyla herkesi teslim aldılar. Her alanda tam bir çöküntü yaşanıyor. Komşu ülkelerdeki mezhepçilik bize de bulaştı. İktidar partisi de bu yolu izliyor; mezhepçilik yaparak en azından toplumun bir kesimini köle gibi kullanmak istiyorlar.

    Amerika’nın Ortadoğu Projesi ve onun eş başkanı olduğunu söyleyen hükümetimiz, Amerika’yla birlikte defalarca, insanlık suçu işledi. Savaştan yorgun düşen Ortadoğu halkları kaçacak delik arıyor. Suriye’den, ülkemize sığınan göçmenlerin sayısı üç milyona dayandı… Ne yapmaya çalışıyorlar? Sorunlar o kadar büyüdü ki… Böyle bir ortamda kimse beni dinlemeyecek, haklı olup olmadığımla ilgilenmeyecektir. Bundan sonra başka çareler arayacağım… Buna da şükür. Canım sağ, çocuklarım yanımda. Yarın ne olacak? Çok kötü söylentiler dolaşıyor. Yarın ne olacağını bilmiyorum. Eylül’ün ikinci haftasına kadar Kadir, beni yerleştirdikten sonra, çocuklarla kasabaya dönecek. Bu da çok zor geliyor… İki kere ayrılmak gibi bir şey bu… Keşke çocuklar annemle kalsalardı. İstemediler. Şu anda öyle yorgunum ki… Kaç gündür uyuyamıyorum. Ne diyeceğimi de bilemiyorum artık. Belki de sekiz yıl önce B’ye gelmekle hata ettik. Keşke hep Ankara’da kalsaydık… Her şey birdenbire kötü oldu. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Demokrasi iddiasıyla iktidara gelen hükümet birdenbire baskıyı artırdı. Ya da şöyle söylemeli: Her şeyimizi elimizden alıncaya kadar yüzümüze gülmeye, demokrat görünmeye gayret ettiler. Bizler maymuna bakarken, onlar kapalı kapılar ardında ne oyunlar hazırladı… Yavaş yavaş her şey su yüzüne çıktı. Devletin bütün kurumlarını ele geçirince, bizlere yalnızca demokrasinin adı kaldı… Her şeye rağmen işlerin bu kadar kötüye gideceğini tahmin etmemiştim… Okul müdürümüz fena bir adam değildi. Bütün okullarda, belli bir kural çerçevesinde ataması yapılan müdürler vardı. Sonra kimsenin inanamayacağı bir karar aldılar: Bütün müdürleri bir günde, bir kararla değiştiriverdiler. Yeni müdür ED, okula alışıncaya kadar biraz bekledi; çok değil, bir ay içinde başımıza aslan kesildi.

    Geçen yıl okulların açıldığı ilk gün söylemişlerdi: Yeni eğitim müdürü okulları gezecekmiş! Bunda bir şey yoktu; isteyen istediği kadar okul ziyareti yapabilirdi ama ziyaretin ne amaçla yapıldığı önemliydi. Bu amacın ne olduğunu kimse anlayamadı. Az okul olduğu için mi adam bu kadar çok ziyaret yapıyordu? Bilmiyorum. Belki de yerinde duramıyor, sıkılıyor, okulları gezmeye çıkıyor, diyenler olmuştu. Ama sadece ziyarette bulunmuyordu. Bahçedeki öğretmenleri yanına çağırıp, Kravatın nerede, neden tıraş olmadın, şu kıyafetine bak, öğretmen böyle mi giyinir, adın ne senin, beni tanıyor musun, kim olduğumu söylemediler mi sana? gibi sorular da sorabiliyordu. Hatta bayan öğretmenlerden birine, Burası okul, pavyona gelmiyorsun, diyerek soruşturma açtırmıştı. Bütün bunlar kasabada konuşulan şeylerdi. Başka şeyler de vardı: Mesela okullara girip çıkan imamların sayısı artmıştı. Bazı imamların din derslerine girdiği söyleniyordu. Önceki eğitim müdürü de hükümetin adamıydı ama yeni müdür onu bile mumla aratıyordu. Gerçekten ilginç bir tipti… Bu tipi nasıl anlatsam size… Bazı milletvekillerinde görüyorum; el pençe divan dururlar, robot gibi yürürler, yüzlerindeki ifade değişiktir; aynı tornadan çıkmış oyuncaklar olur hani; birbirlerine benzerler. Ağızları laf yapar ama bilmediğiniz dini bir söylemleri vardır; Kuran’dan, hadislerden örnek vererek çok ilginç kelimelerle konuşurlar; hiç duymadığım Arapça, belki de Farsça kelimelerdi bunlar. Her neyse… Artık her şey bu adamlardan soruluyor.

    Kasabayı hepimiz çok seviyorduk. Yedi yıldır, ufak tefek sorunlarım olsa da okulumdan memnundum. Gerçekten çok güzel bir kasaba burası; ünlü yazar H’nin memleketi, mitolojik kahramanların ülkesi de diyebilirim… Hikâyelerini okuduğum, tarih kitaplarından öğrendiğim masal diyarı gibi. Şimdi öyle değil… Eski kültürlerin tümü yok olmuş… Artık yoz bir kültür var. Kasaba tarihinin bütün renkleri silinmiş, ışıkları sönmüş… Çok ışık var ama bu ışıklar kitaplarda okuduğum gibi değil. Sokak lambaları, otel ışıkları hayatlarımızı aydınlatmıyor, aksine hepimizi karanlığa hapsediyor. Şimdi hayatımda ışıksız, kapkara bir B kasabası var. Her şey nasıl bu kadar kötüye gitti? Ne garip değil mi? Mitolojik kahramanlar kimlerdi, H adındaki ünlü yazar kimdi? Kimse bunlarla ilgilenmez oldu. Herkes paranın peşinde… Bugünlerde kasabamızda söz edildiğinde herkesin aklına tatil geliyor; çılgınca eğlenen insanlar, deniz sefaları, magazin dünyası, tekne turları, lüks yatlar, villalar, sanatçılar; bunların çoğu sözde sanatçı… Memlekette sanatçı mı kaldı? Kültürümüz ölüyor; bizler can çekişirken, bize dair ne varsa yok oluyor. Dünyanın her yerinden, her yaz buraya akın var. Sokaklarında her renkten, farklı dilleri, inançları olan binlerce insan... Herkesin acısı, herkesin eğlencesi kendine ait; kimse kimsenin elinden tutmuyor, dayanışma diye bir şey yok. Kurtlar sofrasında herkes aç… Ne kadar yerlerse o kadar acıkıyorlar.

    Okuldan çıkınca, eve doğru ağır ağır yürüyerek, deniz kıyısındaki yatlara bakıyorum bazen. O yatlarla seyahat edenlerin dünyası bizim dünyamıza benzemiyor. Meral sormuştu bir gün: Anne gemiyi görüyor musun? diye… Güzel, büyük bir gemiydi. Kim bilir kaç odası vardı. Belki iki bin odalı. Bilmiyorum. Çok katalı büyük bir apartmana benziyordu. Güverteden aşağıya bakan insanlar… Karıncalar gibi görünüyorlar değil mi? Evet, çok küçük duruyorlar. Böyle gemiler geldiğinde kasaba esnafı çok mutu olur. Aslında turizmin de tadı kalmadı. B’ye gelen uçaklar, gemiler her geçen gün azalıyor. Çünkü ülkemizde terör var. Belki de bu son gemidir. Belli ki bir daha tarım ülkesi olamadığımız gibi, turizm ülkesi de olamayacağız. Ne zaman olduk ki zaten. Bu hükümet her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. Ülkenin her yerinde uluslararası teröristler dolaşıyor. Canlı bombalarla dolu bir yerde turizm olmaz. Ne zaman bitecek bu savaş? Konsolosluklar sürekli açıklama yapıyor. Canlı bomba tehdidi yüzünden… Türkiye’ye gitmeyin! uyarıları… Artık güvenli bir ülke değiliz. Oteller, restoranlar, sahiller boşaldı. Turist sayısı giderek azalıyor. Bunun bir adı da işsizlik demek. Kasabada ekmeğini turizmden kazanan binlerce insan işsiz kaldı.

    YENİ ATANAN MÜDÜRLER

    İnsanlara, kasabamızda öğretmenlik yaptığınızı söylerseniz, Aaaa, derler, ne kadar güzel, ne kadar şanslısın. Sanki bu güzel kasaba, başka ülkenin sınırları içerisinde, başka kurallarla yönetiliyormuş gibi... Oysa burada yaşamakla, Ankara’nın bir kasabasında yaşamak arasında fazla bir fark yoktur. Zenginleri; tatil için gelip gidenleri bunun dışında tutuyorum. Bazıları, Sen de fazla abartıyorsun, diyor bana. Abartmıyorum; kasaba yöneticilerine bakarsanız ne dediğimi daha iyi anlarsınız; hepsi Cemaat görevlisi; kaymakamından okul müdürlerine varıncaya kadar hepsi… Ayrıca ben, birçok insan gibi, terörist bir örgütle iktidar koltuğunun paylaşıldığına inanıyorum. Yalnızca bir inanç değil bu; deneyimleyerek tanığı olduğum bir konu… Her defasında da yanılmadığımı anlıyorum. Ülke gündemini yakından takip eden bir öğretmen olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Devlet elden gitti. Sanki işgal altındayız… Neyse… Herkes gibi öğretmenler de bu durumdan kötü etkileniyor. Bana göre ülkenin tamamı cehennem hayatı yaşıyor. Diğer meslekler için de aynı durum geçerli. Binlerce öğretmen, polis, kısaca devlet görevlisi gelecek endişesinden kurtulamıyor. Yargısız infazlar, tutuklamalar devam ediyor. Ordu dağıtıldı, güvenlik güçleri Fetöcülerin eline teslim edildi. Her akşam televizyon kanallarına bakıyorum: Bugün kim tutuklandı, yarın sıra kime gelecek? Kâbus gibi… Sahte belgelerle binlerce insanı hapse attılar… Hukuk düzeni yıkılınca insan ister istemez korkuyor.

    Geçen son üç yılı düşünüyorum. Büyük yolsuzluk davasının üzerinden üç yıl geçti. Hükümet, onca delile rağmen hala hırsızlık yaptığını kabul etmiyor. Davaya bakan ne kadar savcı, hâkim varsa görevden alındı. Bazıları meslekten ihraç edildi. Resmi, gayri resmi Cemaat yöneticilerin tümü birbirine girdi. Devletin tepesinde büyük bir kavga yaşanıyor. İddia şu: Fetöcüler, sahte belgelerle iktidarı devirmek istedi; hükümet de buna karşı önlem aldı… Nasıl oldu bu? Daha önce dost olan; el ele verip devleti ele geçiren hainler nasıl birbirine girdi? Neler olduğunu bazen hiç anlamıyorum. Bazen de her şey çok net görünüyor: Olan millete oldu. İftira ile binlerce askerin, gazetecinin, okuryazarın geleceğin kararttılar; Çok sayıda insan iftiraya, itibarsız yaşamaya dayanamayarak intihar etti. Binlerce insan ömrünün en güzel yıllarını hapishanelerde geçirdi. Öyle ki, haksız tutuklamalar yüzünde hapishanelerde yer kalmadı; yeni hapishane açılışları yapıldı. Hala onlarca hapishane inşaat halinde… Artık kime güvenebilirsin? Cemaatin iki lideri, iktidar koltuğunu paylaşamayınca, yer yerinden oynadı. Daha kötü günlerin yakın olduğu konuşuluyor. Amerika'daki Cemaat liderinin darbe yapabileceği dile getiriliyor ama kimse bunu önemsemiyor. Hatta iki liderin barışma ihtimalinden söz ediliyor. Hani diyorlar ya, At izi, it izine karıştı, diye. Çok doğru. Kim aslan, kim köpek anlamanın imkânı kalmadı. Her günüm, neler olduğunu düşünmekle, anlamaya çalışmakla geçiyor. Mesela neden Fetöcülerle mücadele ederken Atatürk düşmanlığı yapıyorlar? Laik düzen istemiyorlar. Yeni anayasada laikliğin olmaması gerektiğini savunuyorlar. Fetö de bunu istiyordu. Değilse neden söylemlerini değiştirmiyorlar, neden parlamentoyu askıya almaya çalışıyorlar? Neden mezhepçilik yapıyorlar, adam kayırıyorlar, işi bilene değil, bilmeyene veriyorlar, torpilden vazgeçmiyorlar? Neden ama? Bir taraftan birlikten söz ediyorlar; Yan yana, omuz omuza olmazsak yok oluruz, diyorlar ama dost gibi durarak herkese çelme takıyorlar. Bunları hiç anlayamıyorum. Bu nasıl bir hainliktir böyle… İhanet bu kadar büyük olunca insanın aklı karışıyor. Belki de yakında, çok yakında, iktidar yandaşı olmayanları devlet memuru yapmayacaklar. Zaten yapmıyorlar. Kanun çıkarmış gibi sadece kendi adamlarını işe alıyorlar. Bir de böyle bir endişe içine girdim; çocuklarım için kaygı duyuyorum. Mesleğime devam edebilecek miyim? Bugün sürgün, diyenler yarın meslekten atarsa ne yapacağım? Hangi mahkemeye gidebilirim? Allahım, bir mucize olsa keşke; kötü bir rüyadan kalkar gibi uyanıversem. Rüyamda sürgünle cezalandırılmışım, başka bir şehre gitmem gerekiyormuş, diye anlatmaya başlasam. Ah keşke… Keşke uyanabilsem. Bu kasabayı seviyorum; ne kadar kızarsam kızayım seviyorum. Seviyorum işte… Çocuklarımın yanında kalmak istiyorum ben. Daha kötüsü de olabilir. Ne bileyim ben… Sürgünde göreve başlayacağım gün, mesleğimi elimden alacaklar diye de korkuyorum. Herkesle oynadılar; kedinin fare ile oynadığı gibi benimle de oynayacaklar. Bunları düşününce bütün gücümü kaybediyorum; hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Sırada kim var? Kadir mi? Onu da başka şehre mi sürecekler? Çocuklar ne olacak? Ailemiz dağılacak mı? Her şeye hazırlıklı olmak zorundayım. İyi ki annem yanımızda…

    Meral’in de kafası çok karıştı. Bir lise öğrencisi olarak her şeyi öğrenmek istiyor. Hırsızlık soruşturmasının başladığı günlerde sormuştu: Dost değil miydi bunlar? Bak sen… Ne oluyor? diye. Vallahi bir şey anlamadım… Neden birbirine girdiler ki? Çocuk mu kandırıyorlar? Koltuk savaşı bu. Başka ne olacak? Doymuyorlar. Tek başlarına yemek istiyorlar. Memleketin malı deniz, yemeyen domuz… Tek koltuk, ikisine dar geldi. İnanmıyorum ya... Gerçekten biri, diğerine darbe mi yapmak istedi? Evlerine para mı koymuşlar? Daha neler… Ne kadar saçma… Böyle ülke mi olur hiç! Yuh bize! Bence artık birileri bu işe müdahale etmeli ama kim? Ordu. En iyisi ordu ama olmaz. Bütün komutanları hapse attılar. Nereye varacak bu işin sonu? Şimdi de savcıları mı tutukluyorlar? Herkesi tutuklasınlar bari… Utanmaz arlanmazlar… Bir de kendi aralarında savaş çıkardılar. Bittik biz… Kim bilir belki de başka bir senaryo hazırlıyorlar. Yapar bunlar… Her şeyi yaparlar… İşleri güçleri sahtekârlık… Belki de değil… Ne bileyim ben… Saklamıyorlar ki sahtekâr olduklarını… Söylediler… Hep söylediler. Her dediklerini yaptılar. Şimdi de gözümüzün önünde hırsızlık yapıyorlar. Dürüst adamlar… Ne diyorlarsa onu yaparlar… Millet salak olursa, olacağı bu… Atatürk ayyaş, diyorlar, gereğini yapıyorlar işte. Yapmadılar mı? Demokrasiyi yıkacağız, bize uymaz; gâvur icadı dediler, yıkıyorlar. Yıktılar bile… Daha ne desinler; dürüstçe söylediler bunu… Duydum ben… Videosunu izledim: Açık açık tartıştılar… Başbakan kendi ağzıyla söyledi; Demokrasi amaç değil, benim için araçtır, demiyor muydu? Buna rağmen milletten oy aldı. Atatürk’e, Cumhuriyete küfrederek nasıl oy aldılar? İyi olmuş; yesinler birbirlerini. Kafayı yiyeceğim Allahım. Gerçekten bu ülkeyi atalarımız mı kuldu? Bizler onların çocukları değiliz o zaman? Olsaydık böyle bir parti olmazdı. Kulaklarımla duydum: Televizyonda anlattı biri. Demokrasinin insan eliyle yapıldığını söylüyorlar. Allahın düzeni şeriat, diyor adam. Ben bu işi anladım Anne… Dinle bak, ne diyeceğim sana; ben anladım her şeyi, emperyalizm var ya, bunlar dünyayı yeniden şekillendirmek istiyor. Dinci ortaklarıyla ülkemiz üzerinde yeni bir oyun sahnelemeye başladılar. Aklıma başka bir şey gelmiyor benim… Ne dersin?

    Ne deyim kızım, diyorum. Anlamışsın işte… bütün mesele bu: Demokrasimizi yıktılar; Cumhuriyetimizi kurbanlık koyun gibi yere yatırdılar. Bakanların, milletvekillerinin, ailelerinin evlerinde yapılan aramalar gözlerimin önünden gitmiyor. Ne çok para çıktı. Kasalar dolusu... Para sayma makinaları bile varmış. Bir de banka müdürünün evinde, ayakkabı kutuları içinde ele geçirilen paralar var. Saymakla bitmez. Herkesin ağzı açık kaldı. Banka müdürü evinde para saklıyor. Bu nasıl iş? Sorgu sırasında biz bu parayla cami yaptıracaktık demiş… Okul dememiştir. Unuttum şimdi. Bunlar cami, der. Cami yaptıracaktık derlerse milletin takdirini kazanırlar. Ah bu din… Ne çok insanın kandırılmasına yardımcı oluyor. Barış’ın söyledikleri geliyor aklıma: İnanmıyorum anne ya… Ne demek tır dolusu dolar? Tır dolusu para mı çalmış bunlar? Bizim paramızı mı çalışmışlar? Abla sen biliyor musun: Bir yılın bütün vergilerini toplasak, dolara çevirsek kaç tır eder? Bir tır eder mi? O zaman bütün parayı çalmış bunlar. Yok canım? Bütün para çalınsa maaşları ödeyemezlerdi. Bence de başka bir şey olmuştur. Ne o zaman? Bence Amerika’nın paraları bu… Bak göreceksiniz, dediğim çıkacak…

    Daha sonra belli oldu; Barış haklı çıktı… İran paralarımı çaldınız, demeye başladı. Neler olduğunu hala tam anlayabilmiş değilim. İran’ın bizde paraları varmış. Ambargo nedeniyle İran, kendi parasını harcayamayacak duruma gelmiş. Türkiye’ye bu parayı harcayın; bize mal alın bunları da bize gönderin mi diyormuş, ne? Türk yetkilileri; Bakanları, milletvekilleri bu parayı harcıyormuş ama bir kısmını da ceplerine indiriyorlarmış. Harcanan paralar İran’ın petrol gelirlerinden elde ediliyormuş. Bir de altın meselesi var. İran, paralarını dolar olarak değil de yurt dışına altın olarak çıkarıyormuş. Türk yetkilileri de bu işe aracılık ediyormuş… Sakallı, şişman, genç bir çocuk var; ünlü bir şarkıcıyla evli; iş adamıymış. Her şeyi onun organize ettiğini söylüyorlar. Bana sorarsanız, bu çocuğu harcamışlar. O kadar genç ki, bu kadar dalavereyi çevirmesi zor görünüyor. Yine de belli olmaz. Saf bir çocuğa benziyor. Savcılar önce onu ve banka müdürünü tutukladılar. Sonra Bakanların çocuklarını… Neredeyse hepsi mahkûm edilecekti ama o sırada hükümet yeni bir karar aldı, davaya bakan bütün savcıları, hâkimleri dağıttılar. Fetö’nün savcıları bunlar, dediler.

    Ben o günlerde yeni okul müdürümüz ED’in saçmalıklarına kendimi alıştırmaya çalışıyordum. Gelir gelmez ikişer ikişer öğretmenleri odasına çağırmaya başlamıştı. Ne saçma bir konuşmaydı anlatamam size; şöyle demişti: Benim usulümdür. Bir okula gidince toplu görüşme yapmam. İkişer ikişer tanışırım. Arkadaşlarımı odama çağırırım, onlara, çayla çikolata ikram ederim. Böyle daha samimi oluyor. İnsanlara değer veririm; geleceğimizi, her şeyimizi sizlere emanet ediyoruz. Kutsal bir meslek bu… Tanışma toplantısı da yapacağım ama önce yakından tanışalım. O, genel toplantı olacak. Şimdi arkadaşlar, benim için disiplin çok önemlidir. Okulda disiplin isterim. Maalesef disiplin işlerini bozan en önemli konu sendika çalışmaları… Bu konuya özel önem veriyorum… Sendika emretti diye dersleri boykot etmek, hastaneye gitmek, sevk almak… Greve katılmak… Bunlar çok çirkin işler. Öğretmenlerimiz kimsenin emir eri olmamalıdır. Haksız mıyım? Öğretmen arkadaşımız, sendika böyle buyurdu diye sınıfını terk ederse, o okulda disiplin kalır mı? Çocuklar birbirine girer. Okul boş kalmamalı… Öğretmenin olmadığı bir okulda ne kazalar ne kavgalar yaşanır. Allah göstermesin… Çocuğun birine bir şey olur, aile yakamıza yapışır. Ölen bile olabilir. Her şeyden bizler sorumluyuz. Öğrenciyi okulda başıboş bırakmak olacak iş mi? Haksız mıyım arkadaşlar? Hakkımızı arayalım ama sınıflarımızı terk etmeyelim. Bu çocuklar bize emanet. Ayrıca eğitim öğretimi aksatmaktan daha büyük suç olabilir mi? Millete zarar, geleceğimize zarar… Bunları hep düşünüyorum ben. İstersiniz tartışabilirim… Yeri geldikçe, bu konu hakkında uyarılar yapmayı düşünüyorum. Tabi sizlerin de desteği lazım. Bir okulun disiplin sorununu tek başına müdür çözemez. El ele vermemiz lazım…

    Nasıl bir kafaydı bu? Ne diyordu bu adam? Nasıl müdür olmuştu? Her şey değişti ya: Bu yeni hükümet düzeninde partiye yakın ya da etliye sütlüye karışmayan biri değilsen asla müdürlük yapamazsın. Kadir de benim gibi ilkokul öğretmenliği yapıyor. Onların da müdürü değişmişti ama o benim gibi değildi; gayet memnun görünüyordu. Bizim müdür iyi birine benziyor, demişti. Kendi halinde bir adam işte. Genç ama… Güzel konuşuyor. Biraz imam kılıklı… İlahiyat mezunuymuş zaten. Gelir gelmez hemen camiye gitti. Bugün cuma, deyip duruyordu. Hayırlı cumalar dileyip çıktı okuldan.

    Bundan sonra hep böyle olacak; ağızlarında hep bu söz: Hayırlı cumalar! Nereden çıktı bu… Çocukluğumda yoktu. Allah’ın her günü bizim için hayırlıydı. Anladım ben: Bu bir mesaj ya da şifre… Birine, hayırlı cumalar dilediğinde rengini belli ediyorsun: Şu kafadanım, şu dinden, şu mezheptenim ben, diyorsun. İktidara yakınım, iktidarla iyi geçinirim, Müslümanım, Müslüman olmayanları sevmem. Namaz kılarım, oruç tutarım, iş arkadaşlarımla birlikte namaz kılmayı, dini sohbetlere katılmayı isterim. Kendi mezhebimden olanlara dayanışma çağırısı yaparım. Benim yorumum böyle… Amaçları cuma kutlaması yapmak değil… Cuma kutlaması mı olur hem? Böyle bir şey uydurdular; Allah şu gün günahlarınızı daha çok affeder. Niye? Çünkü kutsal gün… Başka gün olmaz. Başka günler Allahın sinirli günleri. Yanına gelene ceza keser. En iyisi Cuma’dır… Bayram namazları da çok kutsaldır. Hele Hacca gitmek… Pek sevaptır… Böyle günleri kaçırmamak lazım… Bugünlerde dua edersen Allaha daha yakın olursun. Diğer günlere aldırma sen… Onlar da önemli ama cuma gibi değil… Cuma iyidir; ezelden beri Müslümanların kutsal günüdür…

    Artık kimse bu tür şeyleri sorgulamıyor. Karamsar bir öğretmen olduğumu biliyorum. Önceden böyle değildim. Kadir de bunun farkında. On beş yıl önce mutlu biriydim. Benim de hayallerim vardı. Bundan üç yıl kadar önce, İstanbul’da başlayan hükümet karşıtı miting sırasında, yüz binlerce insanı ölümüne gazladılar. Onlarca insanın ölümüne, binlerce insanın yaralanmasına, sakat kalmasına neden oldular… O gün yıkıldım… Her şey netleşti benim için: Demokrasi, hukuk bitti, dedim. Kasabada, üç yıl içinde yüz öğretmeni sürgünle cezalandırdılar. Bir kısmı işten atıldı ve kimsenin bundan haberi olmadı. Medya yok çünkü… Artık bunu kabul edelim. Kendi iletişim yöntemlerimizi geliştirmemiz lazım ama nasıl? Tek yol şimdilik sosyal medya olarak görünüyor; onun da bir sürü sıkıntısı var: İnsanlar polis takibinden korkuyor.

    *

    Sürgün… Babamla ilgili duyduğum bir kelimeydi hep… Babamı arada sırada sürgüne gönderirlerdi. Dava açılır, mahkeme olur, babam dönerdi… O zamanlar partili olmayan hâkimler vardı çünkü. Artık yok. Partinin il başkanı ne diyorsa kanun odur; o kadar… Bu benim İlk sürgünüm… İlk kez ailemden ayrı başka bir kasabaya gitmeye hazırlanıyorum. Şoför, arabanın içinde oturuyor. Evimizi, bahçemizi, komşunun bahçesindeki büyük çam ağacını seviyordum; bu ağaca bakarak pazar keyfi yapmaya bayılıyordum. Küçük, beni mutlu eden zevklerim vardı. Her şey bitti. Şimdi eşyalarımı valize yerleştiriyorum. Yıllardır giydiğim eteklerim, pantolonlarım. Kadir’in aldığı kazak… Küpelerim, çoraplarım. Pardösüm; babamın hediyesi on yıllık eski pardösüm… Ağlamamam lazım. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Kaşıklarımıza, tabaklarımıza, yatak odamıza bakıyorum. Saksıdaki çiçeklere, çocukların elbiselerine, terliklerimize... Çamaşır sepetine... Kapının önündeki limon ağacı büyümeye başladı… Barış’la birlikte dikmiştik. Barış, ortaokul son sınıfta bu yıl… Bir gün şöyle demişti: Bir de portakal ağacı dikelim mi anne? Birlikte büyürler. Portakallarımız olur. Portakal yeriz, limonata yaparız. Güzel güzel limonlarımız olsun… Kendi ağacımızın portakallarını yemek istiyorum ben… Keşke hemen dediğini yapsaydım; pazardan portakal fidesi alıp gelseydim. Yapamadım… Böyle şeylere vakit bulamadım hiç. Zaman her şeyi değiştirecek; limon ağacımız büyüyecek. O gün geldiğinde biz nerede olacağız kim bilir. Kadir, bizimle dalga geçmişti: Boşa uğraşmayın, büyütemezsiniz, zaten bu evi yıkacaklar. Yerine villa yapacaklarmış… Haklıydı; bahçeli eski evleri yıkıyor, yerine daha lüks evler yapıyorlardı. Ağaç dikmek için kendi evimizin, kendi bahçesi olması gerekiyordu. Ne evimiz ne ağacımız olacak. Kötü bir duygu bu ama böyle hissediyorum. Biz o günü göremeyeceğiz. Ama şimdi bunları düşünmem doğru değil. Güçlü olmalıyım. Barış çok duygusal bir çocuk. Bu kadar duygusal olmasını istemiyorum. Bu ülkenin şartlarına dayanabilmek için biraz katı olmak lazım. Sen ağaç dikersin, onlar keser. Portakal, mandalina, zeytin bahçelerini kestiler. Hala kesmeye devam ediyorlar. Her yere ev yapacaklar. Yapıp yapıp satıyorlar. Barış, Meral gibi değil şimdilik; bir gün o da her şeyi anlayacak. Güzel oğluşum benim… Her şeye rağmen yıkılmayacağız. Ne olursa olsun, ağaç dikmeye devam edelim biz. Biz dikelim onlar kessin. Kessinler ki zulümlere artsın. Zulmün sonu selamettir; mutlaka yıkılacaklar, bir gün mutlaka yok olup gidecekler. Ağaçların bedduası yetecek onlara… Ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir zaman karamsar olmamam lazım. Yılgınlığa kapılırsam yaşayamam. Hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmeliyim. Sürgüne de razıyım; yeter ki ayakta durabileyim. Bazı şeyleri anlatamıyorum Barış’a… Okulda öğrendiği her şeyi bir gün unutması gerekecek. Portakal değil, muz ağacı bile dikeceğim, deyince aferin diyorum sadece… Keşke hepimiz doğum günlerimizi ağaç dikerek kutlasaydık; bütün dünyada böyle bir din ya da kültür olsaydı… En büyük ibadeti ağaç dikmek olan bir din hayal ediyorum. Ne kadar güzel olurdu. Allah bunu neden düşünmemiş anne? diye soruyor Barış. Düşünmez olur mu? Allah her şeyi düşünmüş. Dinimize göre de en büyük ibadet ağaç dikmektir, doğayı korumaktır, diyorum. Bize dinimizi öğretmediler. Bu din bizim değil. Anlattıkları din Haşhaşilerin dini… Allahın dini, komşun açken, tok gezmeyeceksin diyor. Dinleyen yok ki güzel oğlum, diyorum saçını okşarken…

    ZENGİNLER KAYPAK OLUR

    Barış gibi, Meral de üzgün görünüyor. Hiçbir şey olmamış gibi davranamaz artık. Daha önce, neden sürgünle cezalandırıldığıma anlam verememişti. Artık beni suçlamıyor. Her şeyi kabullenmek zorundayız. Canım kızım. Kolonya lazım olur mu anne? diye soruyor. Olmaz, diyorum. İnce, narin bedenini kollarımın arasına alıyorum. Ağlamamam lazım. Annem, İyi misin? diye soruyor. İyiyim. Toparlanıyoruz işte. Bir ara gözüm duvardaki resme takılıyor. Barış'la Meral'in çocukluk resimleri... Bu resimde Barış, daha beş yaşında. Meral on... Meral'in kucağında küçük bir kedi var. Bir akşam dolaşırken sokakta bulmuştuk. Bakıp büyütmüştük. Adı Karatop. Kara diye, kimse sevmezler diye, eve almıştık.

    Kadir yanıma geliyor. Kulağıma eğilerek, Her şey düzelecek merak etme, diyor. Nasıl? Çok saçma buluyorum bu teselli cümlesini. Sanki bir şey biliyor, sanki yapabileceği bir şey var. Artık kimseden teselli istemiyorum. Her şeye kırgınım. Kendi karanlık dünyamda çırpınıp duruyorum. Bazen çocukları bile unuttuğum oluyor. Her şeyi unutuyorum. Dalıp gidiyorum. İçime kara bir hüzün çöküyor. Ağlıyorum. Çocuklar görecek. Güçlü görünmem lazım. Gözyaşlarımı görmesinler. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkıyorum. Kadir de üzgün. O da arada sırada lavaboya geliyor. Ağlıyor belki ama belli etmez o... Aslında üzülmemesi lazım; bütün suç bende çünkü. Sonunda belamı buldum.

    Yaz bitti. Cırcır böcekleri sustu. Her şey sustu sanki. Mahalle sessiz. Uzaklardan arada sırada vapur sesleri geliyor. Sokaklar aydınlandı. Barlardan gelen müzik sustu. Herkes derin bir uykuda; birazdan uyanırlar. İşlerine dönerler ama yine uyuyarak... Milletçe uyanıp, kendimize gelemeyecek miyiz? Kasabın ayak sesleri, kurbanlık koyuna doğru yaklaşırken herkes evine kapandı. Benden daha kötü durumda olanlar var. Her şeyi abartmakta üstüme yok. Neyse... Gideyim ben. Büyüklerimiz böyle takdir etti. Soruşturma sırasında müfettişler sormuştu: Okul müdürünü laik eğitime karşı olmakla suçlamışsınız... İftirada bulunmuşsunuz. Doğru mu? İftira değil, ne söylediysem doğru. Ben kimseye iftira atmam. Müdür kendisi söyledi bunu; Aslına bakarsanız karma eğitim İslam'a uygun değildir, dedi. Toplantı tutanaklarına bakabilirsiniz. Bakmışlar ama tutanakta böyle bir nota rastlamamışlar. Asıl tutanak ortada yok çünkü. Yerine yenisini yazdıklarını herkes biliyor. Bunu kanıtlamak zor değil. Onlarca öğretmen ED'in, kızlı erkekli eğitime karşı olduğunu biliyor. Adam saklamadı. Laik eğitimin dinsizlik olduğunu söyledi. Duydum ben. Ama öğretmenler susuyor. Daha doğrusu Müfettişler onlara bir şey sormuyor. Henüz cumhuriyette yaşıyoruz; yalan bu... Kimse Cumhuriyet'in eğitim anlayışını dinsizlikle suçlayamazmış. Beni dinlemiyorlar. Müfettişler, ED gibi... Birbirlerine sahip çıkıyorlar. ED'le ilgili soru sordukları kişilerin hepsi korkak; iktidar yalakası öğretmenler. Hep birlikte beni suçlu düşürmeye çalışıyorlar. Sizden korkmuyorum ve korkmayacağım. Resmen benimle alay ettiler. Haklıyken suçlu muamelesi gördüm. Fetöcü, Fetöcüyü bilir... Benim gibi biri için ED'i cezalandırmayacaklarını biliyordum. Yine de susmadım. Olsun... İçim rahat. Müfettiş değil bunlar. Hepsi cemaatin adamı... Cemaat derken Fetöcü teröristleri kastediyorum. Dine, ya da Müslüman cemaatine düşman değilim. Başka dinlere de saygım var. Kimin nasıl, neye inandığı beni ilgilendirmiyor ama Fetö'nün Müslümanlarından nefret ediyorum. Devletin en önemli kurumları bu hainler tarafından ele geçirildi... Kesin bu... Üstelik bu yeni değil. Yirmi yıl önce de Fetö varmış; hatta daha öncesi bile olduğunu söylüyorlar. İstihbarat kaynakları her şeyi açıkladı ama hükümet kimseyi dinlemedi. Hırsızlık yüzünden birbirlerine girdiler; çaldıkları parayı paylaşamadılar bence...

    *

    Kasabaya yeni geldiğimiz bir gün Meral; herhalde on yaşındaydı, Bundan sonra hep tatildeyiz demişti. Deniz kıyısında, güzel bir kasabada olunca hep tatil yapacağımızı sanmıştı. Barış, ben, hepimiz çok mutluyduk. Pahalı da olsa Kasaba güzel yerdi. Gökyüzü berraktı. Bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Çocukluğum, terk edilmiş köylerde, küçücük kasabalarda geçmişti. Bir gün böyle bir kasabada yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi. Hayat işte. Bazen öğretmen olmakla hata mı yaptım diyorum. Üniversiteyi yeni bitirmiştim. Görev yapabileceğim okulların çoğu yavaş yavaş Cemaatin eline geçiyordu; o zaman Cemaat değildi adı; Yobazlıktı ve ben bu okulların birinde öğretmen olacaktım. Cemaatçi müdürlerle karşı karşıya gelecektim. Hakkımda soruşturmalar açılacaktı. Yine de emin değildim. Cumhuriyetimizin sağlam temeller üzerine kurulduğunu sanıyordum. Biz hiçbir zaman İran gibi olamazdık. Bunun için çalışanlar vardı. Güçlüydük biz; Atatürk gibi sağlam bir kurucumuz vardı. Onu kimse yıkamaz sanıyordum. Safım ben. O kadar safmışım ki... Şimdi, yıllar önce İran'da ne yaşandıysa biz de de ona benzer şeyler yaşanıyor. İran da bizim gibi eski bir medeniyet. Ne oldu o medeniyete? İktidar, yobazların eline geçti ama onlar yine de iyi dayanıyor; görüyorum ki, emperyalizm İran'ı tamamen kontrol altına almayı başaramıyor ama İlerlemesini engelleyebiliyor. Bizim de yolumuzu kesecekler. Bizi de mezhep kavgasının içine sürükleyecekler ve biz din tartışması yaparken bilimi unutacağız. Bunları düşünmenin sırası mı şimdi? Gelecek daha önemli ama yaşadığım bu karamsarlık geleceği de unutmama neden oluyor. Ne geleceği... Geleceğimiz mi kaldı? Daha çok mücadele için anne olduğumu unutmamam lazım... Çocuklarıma zaman ayıramıyorum. Şimdi her şey daha kötü oldu. Meral ne düşünüyor acaba? Geçenlerde yeni bir cep telefonu istemişti. Arkadaşlarının hepsi dokunmatik cep telefonu kullanıyormuş. Yeni bir telefonuna karşı değiliz ama ne gerek var... Kadir, Ne kaldı üniversite sınavına. Sınav bitsin bakarız, demişti. Çocuklar da artık her şeyi daha yenisini, daha iyisini istiyor. Oturduğumuz evi bile beğenmiyorlar. Sence şu ev kaç liradır anne? Barış'ın bitmek bilmeyen soruları... Kasabada ev fiyatları çok yüksek... Daha iyi bir eve taşınamıyoruz. Şofbeni değil, güneş enerjisi olan bir ev istiyoruz. Bir gün bizim de bir evimiz olacak mı? Bilmiyorum. Evimizin karşısında bahçe içinde bir villa görünüyor. Begonvillerle süslü... Kim bilir kaç liradır... Paran varsa her şey ucuz. Bugüne kadar yeni yapılmış bir evde oturamadık. Kadir de bir gün kasabayı kastederek, Burası bize fazla lüks, demişti; her şeyin zenginler için olduğunu söylemişti. Oteller, yatlar, villalar, arabalar, en güzel sahil kıyaları onlar içindi; insanlar da onlar içindi, herkes buraya onlara hizmet için gelmişti. Çocukların yanında böyle konuşmasını doğru bulmuyorum. Bana göre bunların hiçbiri zenginlik değildi. El ele vermiş doğayı yok etmişlerdi. Denizin içine kadar lüks evler, binalar inşa etmişlerdi. Güzelim deniz kıyılarını, ormanları parası olan herkes yağmalıyordu. Bunun adı olsa olsa aptallıktı; paraları vardı ama kuş kadar beyinleri yoktu... Hiçbir zaman yaşanan lükste gözüm olmamıştı. Sadece bahçe içinde küçük bir evimiz olsun istiyordum. Bazen bunu bile istemiyordum. Çocuklar olmasa, kiralar ucuz olsa eve bile gerek yoktu. Ama olmuyordu; kiralar sürekli artıyor, geçinmemiz giderek zorlaşıyordu. Çocuklarım da böyle şeyler düşünmesin, zenginliği başka şeylerde arasınlar istiyorum. Çalışsınlar, üretsinler, servete değil, kişisel gelişimlerine yatırım yapsınlar. Ben güzel ülkemizi baştan sona gezip dolaşamadım. Çok az insan var bunu yapabilen; insanlar geziyor, başka ülkelerden gelenler ülkemizi bizden daha iyi tanıyor. Bundan sonra her şey daha zor olacak. Bize ne olduğunu anlamıyorum. Herkes paranın esiri oldu. Paranın ve dinin... Kasaba önceki yıllarda oldukça modern bir yermiş. Giderek burası da tutuculaşmaya başlıyor. Öyle şeyler duyuyorum ki bazen, duyduklarıma inanamıyorum. Mesela kasabanın yerlisi Karaduman ailesi diye bir aile var. Eskiden hep sosyal demokratlara oy verilermiş. Şimdi öyle değil; onlarda iktidara boyun eğiyor. Belediye başkanımız K da Karaduman ailesinden biri. Biz gelmeden önce iktidar partisinden adaylığını koymuş ve yine seçilmiş. Duyduklarım doğruysa böyle bir ailenin Fetö ile uzaktan yakından ilgisi olmaması lazım ama var. İktidarın ne kadar suçu varsa onlarında suçu var. Güzel ülkemiz böyle böyle yok ediliyor. Herkes güçlüden yana... Özelliklede parası olanlar... Zenginler kaypak olur. derler... Bakmayın siz; herkes kaypak olmuş... Parayı gören, güneşi görmüş gibi yüzünü o tarafa çeviriyor. Bu yüzden Fetö'nün girmediği yer kalmadı. Paranın asıl kaynağı bence Fetö ve adamları; arkalarında Amerikan sermayesi var. İktidarı da onlar destekliyor. Saçma bulabilirsiniz bu düşüncemi... Elimde kanıt yok ama duygularım böyle söylüyor: Amerika, kendine yeni işbirlikçiler buldu. Arabistanlı Lawrence filmini izlediniz mi? İzlerseniz görürsünüz... Bugün de bizi, bize karşı kışkırtıyorlar. Yenidünya düzeni diyorlar ya hani; emperyalizmin düzeni bu... Doğanın katli pahasına herkesi parayla teslim aldılar. Yakın bir gelecekte eğitimden, sağlığa her şey paralı olacak ve bu işlerin hepsi Fetöcülerden sorulacak... Artık Fetö'yü yalnızca Fetö olarak görmemek lazım: Fetö, Amerika'nın para tutan elidir. Yenidünya düzeninin eli de diyebilirsiniz buna... Güçlü olan; bilimle, tarımla, sanayiyle, kültürle, sanatla uğraşan kazanacak... Dinle, mezhepçilikle uğraşanlar kaybediyor, biz de kaybedeceğiz. Çok büyük kayıplar yaşıyoruz zaten... Cumhuriyet kurulduğundan Bugüne toprak kaybetmiyorduk; artık toprak kaybediyoruz. Burnumuzun dibindeki adaları Yunanistan aldı. Ortadoğu'da, Osmanlı sultanlarının dedelerine ait bir karış toprağımız vardı; ona bile sahip çıkamadık. Terörist saldırısı olunca bizimkiler mezar taşını alıp kaçmış. Osmanlının torunlarıyız desek, değil; bizden ne köy olur ne kasaba artık. Çanakkale şehitlerinin torunları, bir avuç da olsa vatan toprağını terörist bir gruba bırakıp kaçmazdı; ne oldu bize? Dedim ya karamsar bir insanım diye. Böyle devam ederse yakında devlet diye bir şey kalmayacak. Ne varsa Cemaatin eline geçecek. Her şey değişiyor. Değişen her şeyi kabul etmek zorunda mıyız?

    Benim bunları düşünecek halim mi var? Meral'in söylediği gibi: Kelin ilacı olsan önce kendine kullanırmış. Ama şu var ki, kendi geleceğimi, memleketin halinden ayrı düşünemiyorum. Sürgünle cezalandırılmamın nedeni de bu; demokratik bir ülkede yaşıyor olsaydık, okulda çıkan bir tartışma yüzünden evimi, ailemi, öğrencilerimi, kasabamı bırakıp gitmek zorunda kalmayacaktım. Cezanın kesinleştiği gün Meral, uzunca bir süre sustuktan sonra şöyle demişti: Keşke sen de özel okulda öğretmen olsaydın... Neden böyle söylediğini anlamak zor değil... Özel okul öğretmeni olunca daha az üzülürüm sanıyor. Aslında bakarsanız ben de bir ara özel okula geçmeyi düşünmüştüm. Saçma bir düşünceydi. Benim gibi biri için özel okulda çalışmak, devlet okulunda çalışmaktan daha zordur... Her yerde Cemaat var çünkü. Nerede çalışırsan çalış, önce sendikadan istifa edeceksin, konuşmayacaksın; hak hukuk aramayacaksın, başın hep yerde olacak, kölelik koşullarında çalışmaya razı olacaksın. Maaşını zamanında alamıyor musun? Buna bile sesini çıkarmayacaksın... Nasıl olsa verirler, hakkımı yiyecek değiller ya, diyerek bekleyeceksin... Meral bunları bilmiyordu, öğrendi; artık o da her şeyin farkında... Daha önce anlatmıştım Cemaatten önce nasıl bir ülkede yaşadığımızı... Anneannesi de yeri geldikçe anlatıyor. Annem bir gün; Cemaatin ayak izlerini takip edersen ta bin dokuz yüz elli yılana kadar gidersin, demiş. Bana sordu: Sen de mi anneannem gibi düşünüyorsun? Nasıl olur böyle bir şey? Bence abartıyorsunuz... Yok, yok, galiba doğru söyledi anneannem. Ben dedim sana, Atatürk öldükten sonra, Amerika din sömürüsü yapmaya başlamış. Ne kadar yobaz varsa hepsini Cumhuriyete karşı kışkırtmışlar. Adamlar pes etmemiş... Adım adım, iğne ile kuyu kazar gibi, sabırlar, memleketin altını oymaya başlamışlar. Vay be... İnsan rüyasında görse inanamaz böyle bir şeye... Meral'in siyasete olan ilgisi bence güzel bir şey ama Kadir bundan korkuyor. Benim de korktuğum zamanlar oldu; İstanbul'da başlayıp ülkenin her tarafına yayılan büyük miting sırasında çok korkmuştum. Meral evde oturmuyordu. Günlerce kasabanın sokaklarında sloganlar atılmış, yürüyüşler yapılmıştı. İktidar karşıtları sokaklara sığmaz olmuştu. Meral de eline bayrak almış, Mustafa Kemal'in askerleriyiz, diye bağırmaya başlamıştı. Günlerce devam etmişti bu. Ülkenin her yerinde meydanlar dolmuştu. Herkesin evine dönmesi için sokaklarda kan akıtılıyordu. Polis, gerçek mermilerle halkın üzerine ateş açmıştı. Ölen gençler, çocuklar vardı. Kadir o sıralarda beni suçluyordu; Sen eve geliyor musun ki, kızın gelsin! diyordu. Ortam gergindi ama insanlar mutluydu. İktidar ilk defa paniklemiş, ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Gecenin geç saatlerine kadar oturma eylemleri yapılıyordu. Gençler hep bir ağızdan, hukuk düzenine geri dönülmesini, cumhuriyet düşmanlarının cezalandırılmasını, hükümetin istifa etmesini istiyordu. Meral de bunun için bağırıp duruyordu. Diğer anneler gibi ben de korkuyordum ama bir taraftan da mutlu hissediyordum. Çocuklarımız büyümüş ve Cumhuriyet düşmanlarına karşı direnmeye başlamıştı. Kadir de bazen sokağa çıkıyordu ama polisi görünce Barış'ı alıp eve dönüyordu. Meral'e benim bile gücüm yetmiyordu. Mecburen onunla birlikte gecenin geç saatlerine kadar beklemek zorunda kalıyordum.

    *

    Bugünler gelmeden önce Cumhuriyetle ilgili ortaya bir sürü iddia atılmıştı. Cumhuriyet, Osmanlıyla, İslam'la barışmalı, deniyordu. Birinci Cumhuriyet bitsin, yerine ikinci Cumhuriyet kurulsun isteniyordu. Hepsi yalandı bunların; hainlerin diliyle konuşuyorlardı. Cumhuriyetin birçok yanlışı vardı ama bütün bunların sorumlusu yöneticilerdi. Kanunlar, aşiret beyinli, görgüsüz, kaba, bencil, eş, dost çıkarı için siyaset yapan yöneticiler tarafından çiğneniyor, gerektiği gibi uygulanmıyordu. Bunun için mi Cumhuriyeti yıkacak, yerine ikinci bir Cumhuriyet kuracaklardı? Aslında bu görevi onlara verenler biliniyordu. Görev, Amerika'nın çıkarları doğrultusunda Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyeti yıkmaktı. Çünkü bu Cumhuriyet, tam bağımsızlıktan yanaydı; ülkenin zenginliklerini kimseye yedirmek, yani sömürü ülkesi olmak istemiyordu. Atatürk'ün istediği doğrultuda yeni adımlar atılırsa, emperyalizm mağduru ülkeler için güçlü bir çekim merkezi olma ihtimali vardı.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1