Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Efendimin Efendisi
Efendimin Efendisi
Efendimin Efendisi
Ebook208 pages2 hours

Efendimin Efendisi

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Gülmek, aslında otoriteye karşı çıkmaktır; farkındalığa erişmek, kendi sanılarımızdan, bastırdığımız duygulardan kurtulmak, özgürleşmektir. Acı ve üzüntüyle yoğurulmuş insanımız, hayatın değersizliğine ve zaaflarına zekâsının ince ucu ile gülerek sorunlarına çözüm aramaktadır.
Anadolu insanı, mizahla mayalanmıştır. Yokluk ve yoksullukla mücadele etmek zorunda kaldığı, psikolojisinin harap olduğu, sosyal ve siyasal sorunlarla boğuştuğu her dönemde kendini ifade edebilmek için mizahı bir silah olarak seçmiş, haksızlıklar ve zulüm karşısında kendini mizah yoluyla savunmuştur. İncili Çavuş'un zekâsı ve açık sözlülüğü, Nasrettin Hoca'nın nüktedanlığı, Bektaşi'nin hazır cevaplılığı mizahın akli bir unsur olarak kabulünün asırlar öncesine dayandığını göstermiştir bize.
Mizahta büyük bir incelik, gizli bir felsefe, felsefi bir derinlik vardır ve mizahın amacı sadece güldürmek değil, derin ve ince duygular hissettirmek, düşündürmek, aynı zamanda ders vermektir.
Mizah, sorunlar karşısında çözüm arayan birey ve topluma eleştirel bakış açısıyla yeni ve farklı çıkış yolları sunar. Çünkü gülmek, bireyin özgürlüğe açılan kapısıdır; bir anlamda bastırılmış duygularının dışavurumudur.
Ne de güzel söylemişti Aziz Nesin Usta ; ''Korku, en beşeri duygudur. Benim iktidarlara başkaldırışımı görenlerden kimi beni korkusuz insan sandı. Oysa ben, korkarım. Ne var ki bende, başkalarına yararlı olacaksa, doğru bildiğimi, inandığımı söylemek, açıklamak duygusu, korku duygusuna her zaman üstün gelmiştir. Korkarım, yine söylerim.''
Söyledim… Yine söyleyeceğim…

LanguageTürkçe
PublisherYol Akademi
Release dateJan 26, 2024
ISBN9798224195626
Efendimin Efendisi

Related to Efendimin Efendisi

Related ebooks

Reviews for Efendimin Efendisi

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Efendimin Efendisi - Zeki Nokta

    EFENDİMİN EFENDİSİ

    Zeki NOKTA

    EFENDİMİN EFENDİSİ

    Zeki NOKTA

    MYTHOS KİTAP – 49785

    ISBN: 978-605-73384-9-5

    UYARI

    Elinizdeki kitap tablolar ve şekiller gibi görsel öğeler içerdiğinden dolayı, e-kitap versiyonuna çevrilirken kullandığınız elektronik okuyucuya bağlı olarak az da olsa bir takım şekil bozuklukları içerebilir. Kitabın basılı versiyonu bu tür hatalar içermezken, her okuyucunun kullandığı teknolojiye bağlı küçük hatalar içermesi ihtimalinden dolayı affınıza sığınırız.

    ––––––––

    Y’ol Kurumsal Hizmetler  San. Ve Tic. Ltd. Şti.  Hasan Mevsuf Sokak Aydın Apt. No:2 K:4 ÇANAKKALE

    0 850 244 17 02

    www.yolakademiyayinevi.com

    ––––––––

    Sevgi çiçeklerim Gonca, İrem ve İdil’e

    Zeki NOKTA

    1968, Şarkışla doğumlu olan yazar, ilk ve orta öğrenimini Ankara’nın çeşitli okullarında tamamladıktan sonra, A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirerek öğretmenlik mesleğine başladı. Lise yıllarında başlayan edebiyat sevdası, özellikle fakülte yıllarında doruğa ulaştı; bu dönemde kimi dergilerde (Yaba, Hafta) öyküleri yayımlanan yazar, mizah yüklü çalışmalarıyla tanındı.  Kimi dernek ve sendikaların yönetiminde aktif olarak görev alan yazar, aynı zamanda karşılaştığı politik ve sosyal olayları hicveden öyküleriyle çalışmalarını sürdürdü. Hafta Dergisi’nin düzenlemiş olduğu Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülü alan yazar, SES’in 2005’te düzenlemiş olduğu öykü yarışmasında da birincilik ödülü alarak ilerisi için ümit verdiğini gösterdi. Yazarın Efendimin Efendisi adlı mizah öykülerinin dışında Kar Yüreği adlı bir deneme, Biz Bizidik Bizidik adlı anı ve Hep Geç Kalır Yarınlar adlı bir roman çalışması da bulunmaktadır.

    Evli ve iki çocuk sahibi olan yazar, halen öğretmenlik görevini sürdürmektedir.

    İçindekiler

    ÖNSÖZ

    AKILLIYKEN NEDEN DELİRDİLER?

    AMERİKAN YİĞİTLERİ

    Bİİ BAKALIM N’OLCAK

    BİR ÖĞRETMENİN GÜNLÜK PLÂNI

    BİR RUHUN ANILARI

    BİR TADIMLIK SEVGİ

    BU ÇOCUK KİMİN?

    DEMOKRASİYİ YIKAN ADAM

    EFENDİMİN EFENDİSİ

    KENDİ ŞEYİNİ KENDİN YAP

    MADEM ÂDEM

    MEKTUPLAR

    MEMLEKETTE KAÇ DELİ VAR?

    MİSAFİRİ ÇOK SEVERİM

    SAKINCALI

    SEÇİM AYIBI

    ÖNSÖZ

    ––––––––

    Yaşamak güzeldir...

    Güzeldir, umursamaz olmak hayatın yükünü; güzeldir dağ başlarında söyleyebilmek en barışçıl türküyü, kundaktaki bebeğe öğretebilmek sevgiyi, yeşertebilmek en umutsuz anında bile ölüme boyun bükmüş çiçeği...

    Güzeldir sırtlanıp gidebilmek dünyayı; acısını, kederini, hastalığını, savaşını...

    Acılar içerisindeyken bile kahkaha savurmaktır, meydan okumaktır gözyaşına, yaşamak...

    Umarım, Efendimin Efendisi’ni kahkahalar içerisinde okur, ereğime ulaşmanın sevinciyle beni mutlu kılarsınız...

    Çünkü üstat Koestlerin de dediği gibi:

    ‘’Mizah, yaratıcılığın gülme ile sonuçlanan tek sahasıdır.’’

    ––––––––

    Zeki NOKTA

    AKILLIYKEN NEDEN DELİRDİLER?

    Akıl hastanesinin başhekimi, yanında bir uzman doktor ve iki hademe olduğu halde kanatlı bir kapıdan, yedi sekiz kadar delinin bu­lunduğu salona girdi. Salondaki kadife yüzlü koltukta üç deli oturmaktaydı. Delilerden ikisi de bir yandan camdan dışarısını seyrediyor, diğer yandan da kollarını kuş gibi çırparak:

    Cik cikl... diye bağırıyordu.

    Masanın kenarındaki sandalyede oturan genç bir deliyse elindeki ufak çakıyla masaya kimi şekil ve harfler kazımakla meşguldü.

    Hademelerden birisi:

    -Çıplak deli yoktur! diyerek kuşkuyla içerisini süz­dü.

    Orta yaşlı, orta boylu diğer hademe:

    -Utandığı için çıkmıyordur, alışın­ca çıkar dedi umursamayarak.

    Doktor, boş sandalyelerden birine kurulurken hademelere talimat verdi:

    -Derhal delileri toplayın!

    İki hademe, evvela koltuğun üzerinde oturan üç deliyi, ardından kuş gibi kanat çırpan iki deliyi getirip sandalyelere oturttu... Geriye kala kala çıplak deli kalmıştı. Onu aramaya başladılar. Dolaba, battaniyelerin ve yata­ğın altına baktılar ama bulamadılar. Bir ara tuvaletten iniltiler geldiğini fark eden orta yaşlı hademe Rıfkı:

    - Sanırım tuvalette ihtiyaç gideriyor?  diye söylendi.

    Diğer Hademe:

    - İyi de bunca zamandır tuvalette ne yapıyor ki? de­di meraklı bir yüz ifadesiyle. Biz geleli neredeyse yirmi dakika oluyor...

    Bu durum, diğer hademeyi de şüphelendirmişti. Sol kulağını kapıya yaklaştırıp bir süre seslere kulak ka­barttıktan sonra:

    - Çıplak deli tamam da Hemşire Şebnem'in sesi de geliyor içeriden dedi.

    Bu sözlerin ardından nihayet, doğal ihtiyaçtan daha farklı şeyler yaşandığını anlamışlardı. Kapıya beklenme­dik bir hamleyle yüklenen hademe Rıfkı, Hemşire Şebnem'i ve çıplak deliyi uygunsuz vaziyette yakalamıştı. Onların bu halini yadırgamasına rağmen yine de görevini eksiksiz ta­mamlamanın gururuyla ikisini birden sandalyelere, çıplak çıplak oturttu. Peşinden doktora dönerek:

    - Görev tamamlanmıştır efendim şeklinde bilgi verdi.

    Genç Doktor, delileri bir müddet acıyarak ve halleri­ne üzülerek seyrettikten sonra en baştaki deliye döndü:

    - Adın ne senin?

    Hâlâ kollarını kuş gibi çırpmakta olan deli:

    - Cik Cak... karşılığını verdi.

    Doktor, diğer deliye döndü:

    - Peki ya senin adın ne?

    -Benimkisi Cik Cik...

    -Neden sürekli kollarınızı çırpıyorsunuz? Adının Cik Cak olduğunu söyleyen deli:

    - Uçmak için! diye yanıt verdi.

    - iyi de insanlar uçamaz ki!

    Deli gülerek:

    -  Hezârfen Ahmet Çelebi uçuyordu... dedi.

    Doktor, diğer deliye döndü:

    -Sen de mi kollarını uçmak için çırpıyorsun?

    -Hayır, ben uçmak için çırpmıyorum. Çünkü İnsan­lar uçamaz.

    Doktor, aldığı cevaptan memnun:

    -Aferin bak, sen akıllanmaya başlamışsın dedi. Ma­dem insanın uçamayacağını biliyorsun da ne demeye hâlâ kol­larını çırpıyorsun?

    Deli, bilgece cevap verdi:

    -İyi de ben insan değilim ki! Annem, beni leylekle­rin getirdiğini söylemişti. Leylek uçabildiğine göre ben de uçarım.

    Doktor, başhekime dönerek:

    - Bu ikisi delirmeden önce halı ve yün çırparmış, delirdikten sonra da kollarını çırpmaya başlamışlar diye­rek durumu açıklamaya çalıştı.

    Başhekim:

    - Peki niçin delirmişler? diye sordu.

    Doktor, tekrar iki deliye döndü:

    - Niçin delirdiniz?

    Cik Cik deli:

    - Hükümetin son zamlarından sonra odun, kömür alamadığımız için efendim dedi. Kı­şın ortasında karda tipide kalınca insan, ister istemez üşü­tüyor... Siz olsanız, siz de üşütürdünüz!

    Cik Cak deli arkadaşını destekledi:

    - Doğru söylüyor Doktor Bey, kışın ortasında odun­suz, kömürsüz kalınca ve uçarak sıcak ülkelere göç ede­meyince delirdik...

    Doktor:

    -Anlaşıldı, diyerek çıplak deliye ve çıplak hemşireye döndü. Sert bakışlarla ikisini de bir müddet süz­dükten sonra:

    Tuvalette ne yapıyordunuz? diye sordu.

    Çıplak hemşire:

    -Evcilik oynuyorduk dedi sakince.

    - Soyunuk vaziyette mi?

    Hemşire, başını önüne eğerek:

    - Aslında ben giyiniktim ama Çocuk istiyorum! diye diretince mecbur kaldım soyundum...

    Doktor, iyice sinirlenmişti. Hastanesinde bir hem­şirenin, delilerle evcilik oynaması hem de çıplak va­ziyette aşk yaşaması doğrusu gücüne gitmişti.

    Alçak bir sesle:

    -  Evcilik oynayacak başka birini bulamadın mı da bu çıplak deliyle oynadın? diye sordu.

    Hemşire, gayet sakin bir dille açıkladı:

    -  İyi de o çıplaktı, diğerleri soyununcaya kadar ise hayli zaman geçerdi.

    Doktor, çıplak deliye döndü. O da yaptığı işin hatalı olduğunu anlamış olacak ki başını önüne eğmiş, mahcup bir şekilde büzülerek oturuyordu sandalyede.

    - Sen niçin delirdin?

    Deli, başını hafifçe kaldırıp doktoru süzdükten sonra cevap verdi:

    -  Ben delirmedim, deli diye zorla getirdiler!

    Merakla sordu doktor:

    - Nasıl oldu bu iş?

    - Anlatayım efendim. Ben ayda dört bin lira maaş ile bir devlet dairesinde memur olarak çalışmaktaydım... Hayat şartları malum, her gün yeni bir zam, her gün yeni bir pahalılık... Ben, aldığım paranın binini kira, beş yüzünü elektrik su parası, iki yüzünü de yol parası verdikten sonra, kalan iki bin üç yüz lirayla da odun, kömür alıp çoluk çocuk geçindirmeye çalışıyorum... Neyse, günler böyle yokluk içerisinde birbirini takip ederken, bir gün müdür:

    Bakan Bey'in daireyi teftiş edeceğini, teftiş günü herke­sin tertemiz ve 657 Sayılı Devlet Memurları Kılık Kıyafet Kanunu’na uygun şekilde iş yerine gelmesi gerekti­ğini... söyledi.

    Üç sene oluyor, bir takım elbise almıştım, biraz kısa geliyordu ama ondan başka da elbisem yoktu. Akşamdan yıkatıp sabaha kadar kuruması için dışarıya astırmıştım... Gel gelelim dışarıda elbise olur da durur mu? Bu tek elbiseyi de hırsızın birisi çalıp gitmiş... Sabah ol­du. İşe gideceğim ara tara elbise yok. Kolu komşuyu arat­tım, mahallede tellal bağırttım ama bulmak ne mümkün. Çaresizlikten bebelerin okul kıyafetlerini denedim imkânı yok olmadı. Hanımın fistanını giyecek oldum, onun da baş­ka elbisesi olmadığı için alamadım. Oldu olacak, böyle, Don fanila dışarı çıkayım! dedim. Çoluk çocuk bırakmadı. Çare­sizlikle çift kişilik beyaz çarşafı Arap şeyhleri gibi vücu­duma bürünüp oğlanın numaralı gözlüğünü de gözüme takarak düştüm yola... Daireye geldim. O sırada bakan da geldi. Çaktırmadan bakanın kıyısına sokulup yanında yü­rümeye başladım... Beni gören, bakanla birlikte teftişe gelen bir Arap sanıyordu. Koskoca daireyi başladık gezinmeye... Girdiğimiz yerlerde bir hürmet bir ikram sormayın. Bu yaşıma dek yiyemediğim yiyecekleri, içemediğim içecekleri öyle bir iştahla yiyip içtim ki bu halimi gö­renler herhalde Arabistan’da kıtlık falan olduğunu düşün­meye başlamıştır... Yol döndü dolandı benim çalıştığım bölüme geldi. Arkadaşlar beni bir görüşte tanıdı ama kor­kularından ses çıkartamıyorlar, ses çıkartsalar müdür, be­nimle birlikte onları da koyacak kapının önüne. O sırada çay dağıtmak için odacı girdi içeriye. Eşoğlu, oldum olası sevmezdi beni... Durumu anlayınca gıcığına çarşafa ba­sıp yere indirmez mi? İşte o zaman olan oldu. Bakanın önünde, arkadaşların önünde çırçıplak kaldım ortalık yer­de. Sonradan, Bu delidir! diye ite kaka buraya getirip kapattılar. Üstelik giyinmem için bir elbise dahi vermedi­ler.

    İşte böyle, ben, deli falan değilim!

    Doktor, gülerek:

    Durumu üst makamlara iletir, düzeltiriz...  dedi.

    Çıplak deli:

    - Sakın ha! diye isyan etti. Burada, ekmek elden, su gölden geçinip gidiyoruz... Dışarı çıka­rıp da dört bin lira maaş ile beni gerçekten mi delirtecek­sin? Ölürüm de çıkmam!

    Doktor:

    - Sen bilirsin dedi deliye. Burada başımız üzerinde yerin var...

    Sıra dördüncü delideydi; Dördüncü deli, gencecik bir lise öğrencisiydi. Tımarhaneye kapatılalı da şunun şura­sında bir hafta oluyordu...

    Doktor, ona döndü:

    -Söyle bakalım delikanlı, adın nedir? Genç deli, elini şakağına dayayıp bir müddet düşündük­ten sonra cevap verdi:

    - Murat Hiççalışmaz!

    -Peki, evladım sen anlat bakayım, niçin delirdin? Genç deli, adını söylerken yapmış olduğu hareketi yineleyerek anlatmaya koyuldu:

    - Ben lise ikinci sınıfta okumaktaydım... Birinci dönem sonunda karnemdeki on bir zayıfla birlikte eve gel­dim. Babam, karneyi eline alıp şöyle bir göz gezdirdikten sonra:

    Ne ulan bu karnenin hali? diye bağırdı. On iki dersin var, on biri zayıf, geri zekâlı mısın sen?"

    Beni kayırmak isteyen anam:

    Ayol yüklenme çocuğa! dedi. Sen lisede okur­ken on iki dersinin on ikisi de zayıftı...

    Babam:

    Şimdi oraları karıştırma! diyerek anamı tersledi.

    Ertesi gün de beni yanına alarak okula geldi.

    Müdür muavinine:

    Ben oğlumun kaydını sildireceğim, bu çocuk geri ze­kâlı... diye dert yandı.

    Müdür muavini, babamla aynı fikirde olmadığı için:

    Geri zekâlı bir çocuk, lise ikiye kadar tövbe gele­mez. Oğlunuz kesinlikle geri zekâlı değil. dedi ve kaydı­mı silmedi...

    Neyse, tatil sona erdi. İkinci döneme başladık... Mü­dür muavini bir gün beni odasına çağırttı. Kapıyı tıklatıp içeri daldım, beni bir süre süzdükten sonra elindeki bir listeyi gösterdi ve Bak oğlum... dedi. Yarın okula müfettiş gelecek, her öğrenciye de şu soruları soracak, onun için iyi çalış, sana vereceğim soruların cevaplarını iyi ezberle...

    Akşamdan başladım, sabaha kadar bütün soruları su gibi içtim. Ertesi gün müfettiş geldi, müdür muavini gel­di ve öğretmen geldi sınıfa. Muavinin bana verdiği listeye göre müfettişin ilk sorusu İstanbul'un kim tarafından fethedildiğiydi? Müfettiş, iki eli arkasın­da bir süre sınıfta gezinip durduktan sonra beni ayağa kaldırdı.

    -Adın ne senin?

    Ben soruları dünden ezberlediğim için hiç düşünme­den verdim cevabı:

    - Fatih Sultan Mehmet

    Müfettiş, bir isim benzerliği olabileceği kanaatiyle muavine döndü:

    -Bu öğrencinin ailesini tanımak isterim, tarihimize ve ecdadımıza böylesine bağlı olan bir aileyi tebrik etmek gerekir.

    -Ne zaman doğdun?

    Duraksamadan verdim cevabı:

    - 29 Mayıs 1453

    Bana bakıp, pek mütevazı bir tavırla:

    - Hiç de göstermiyorsun yaşını! dedi.

    Muavin telaşla ileri atılıp:

    -Rumî efendim Rumî... diye açıklamada bulundu. Hani ailesi geçmişe pek düşkündür de...

    Sırada üçüncü soru vardı. Listeye göre üçüncü sorunun yanıtı Macellan olmalıydı. Müfettiş, bir müddet da­ha sınıfı arşınlayıp tekrar benim önümde dikildi:

    - Babanın adı ne?

    - Macellan, efendim."

    Bu kadar tarih düşkünlüğü doğrusu müfettişin de hoşuna gitmemişti. Hiddetle bağırdı:

    -Benimle dalga mı geçiyorsun?

    Listedeki dördüncü sorunun karşısında cevap olarak Evet yazdığı için yüksünmeden karşılık verdim:

    - Evet!

    Bu karşılığın ardından küplere binen müfettiş, çekip gitmişti. O günkü cevaplarımı hiçbir mantıklı açıklama kabına sığdıramayan müdür

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1