Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Virazon
Virazon
Virazon
Ebook777 pages11 hours

Virazon

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Buna “Bir dünya turu hikâyesi” desem haksızlık olur, anlatmaya kalksam özeti bile uzun olur. Dünya turunun başına “Romantik” diye eklesem bayat kaçar; “Yalan, para, eski sevgililer ve sigara yüzünden bitmek bilmeyen kavgaların yaşandığı, ortaya tabanca dahi çıkan bir evlilikten ve bozuk yapılı bir aileden kaçarken doluya tutulan bir kadının öyküsü” desem karamsar durur.

Kitap “Tuzlu Su Kokusu” ile başlıyor. 39 yaşında bir kadın... Dediğim gibi, doluya tutuluyor. Hayat onun çektiği eziyete daha fazla katlanamıyor ve onu 5000 Watlık bir elektrik süpürgesi gibi çekip denizlere fırlatıyor. Tesadüfen gelişen olaylar sonucu kendini denizden dünya turu yapmak üzere bir teknede buluyor.

Kitapta dört ana karakter var. Gülin, Zeynep, Julie ve Rosita.
Kitabın türü ne? Gezi mi? Roman mı? Bir macera mı, yoksa bir aşk hikâyesi mi?
Yoksa tüm bu sahne felsefi monologlar veya kendiyle yapılan diyaloglar için bir bahane mi? Yoksa dünyamız ve ünlü insanlar hakkında ilginç detaylardan bahsetmek için bahane mi? Yoksa romantik bir tema için bahane mi? Kim bilir?
Benim bilmediğim kesin.

Kahramanemiz üç günlük bir yelken seyri ile Port Fuad'a geldikten sonra kaptanla kavga ederek tekneden atılır. Şimdi bir izbe Mısır şehrinde mahsur kalmıştır. Çaresizlik içinde kıvranırken bir İtalyanla tanışır. İki hafta stresli bir arayıştan sonra kendine aynı yere giden aynı model tekneden bulur. Ama daha başına gelecekler bitmemiştir. Bir akıl hastası ile yolculuk eder, hiç deniz tecrübesi yokken bir kaptan bir kendisi, fırtınaların koptuğu Hint Okyanusu'nu geçer. O arada annesi geri dönmesi için ona sürekli o kadar çok baskı yapmaktadır ki sonunda ona: "Anne bu hayatın tapusu benim mi senin mi? Bu hayatı bana sen verdin diye istediğim gibi yaşamama izin vermeyeceksen bir an gözümü kırpmam, alırım" der.
Güneydoğu Asya'da bir oraya bir buraya seyahat, ülkelerin efsaneleri, yakışıklı İtalyanla bir adada buluşma, Burma'da polis tartaklaması... Ardından Pasifik Okyanusu'nu kargo gemisiyle geçiş. Kolay olduğunu da sanmayın. Sağlık sertifikası almak, “vücut boşluklarının” aranmasına izin veren bir kâğıt imzalamak zorundadır. Los Angeles'dan Meksika ve Orta Amerika'yı geçer. El Salvador'da köpek ısırır. Nikaragua'da aşı bulamayınca kuduz olup ölme ihtimali ile yüz yüze gelir. Bu olay “Bir köpek size hayat hakkında ne öğretebilir?” başlıklı bir yazıya sebep olur. Panama sınırından vize nedeniyle geri çevrilir. Atlantik Okyanusu'nu ise bir kruvaziyerle geçer.
Şimdi iş Türkiye'ye dönüşünün son ayağı olacak tekne geçişini ayarlamaya kalmıştır. O arada kardeşinin düğünü için gittiği İstanbul'da kocasından boşanmayı da başarır. Ancak yeni pasaportla uğraşmaya vakti olmadığından boşanmayı kesinleştirmez. İtalya'dan Türkiye'ye dönüş sırasında Delfi'de, yani mitolojinin göbeğinde, hamile olduğunu öğrenir. Bu, bir sürü soruyu daha birlikte getirecektir çünkü kanunlar, boşandığı ama resmen boşanmadığı kocasını “baba” ilan etmektedir. Rodos'tan ülkesine geri dönerken bir de abuk-sabuk vize kuralları nedeni ile “persona non grata”- “istenmeyen insan” damgası yeme tehdidi ile karşılaşır. Bu koşullarda karnındaki bebeğin babasının yanına gitmesi de mümkün olmayacaktır.
Onca gaile ve heyecanla, onca bilinmezle sonlansalar dahi, dünya turları yeni bir hayata başlamak için mükemmel bir yoldur.

LanguageTürkçe
Release dateFeb 14, 2021
Virazon
Author

Z.G. De Vincentiis

I am a three times round-the-world traveller and writer. I hold a Masters degree in Mechanical Engineering, dropout from PhD. In 2001, after teaching at the university for ten years, I set out on a 15 months overland world tour. Seven years later, I did another world tour, this time by sea- lasting a year, where I met my Italian husband. Seven more years later came another world tour, this time as a family with our then 3.5-years-old daughter, “Around the World in 99 Days”.Travelling the world so extensively gave me first-hand knowledge of places and an overall view of the world. I became obsessed with borders, security, justice, human behavior, anything related to world affairs. I feel I belong everywhere and nowhere. In 2016, I started a mission to go to every country and I have travelled to 152 countries out of 195. (193 UN countries plus 2 observer states.)I write because “Looking for words, you find thoughts." I live life so that it would make a good story. So far, not so bad.

Related to Virazon

Related ebooks

Reviews for Virazon

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Virazon - Z.G. De Vincentiis

    Bu kitapta dört kahraman var: Gülin, Zeynep, Julie ve Rosita. Hepsi de kendini başkahraman sanıyor. Bırakın sansınlar.

    Onlar sanmaya devam ededursun... Esaslı kahraman benim!

    Hepsinden bir parça taşıyan...

    Gülin, bütün bunları yapanın- yaşayan ve yazanın, kendisi olduğunu söylüyor.

    Zeynep aslında Gülin’in bunları manzaralı bir evde oturarak yazdığını iddia ediyor. Benim ismimi kullandı, diye hafiften kızgın ve kırgın. Ayrıca Ben o kadar azimli ve kararlı olmasam, Port Said’de her gün Moxn’e gitmesem, ailemin 'Geri dön' baskılarına dayanabilecek güçte olmasam, bu yolculuk daha başta bitmişti, diyor. Sona ulaştıysa sırf ben boyun eğmediğim için ulaştı.

    Julie seyahatin en zor kısmını kendinin gerçekleştirdiğini, bir deli ile bile seyahat ettiğini söylüyor. Ben başardım. Kolaydıysa o yelkenlide siz gelip yaşasaydınız, çılgın dalgalı o okyanusu iki kişi siz geçseydiniz, diyor.

    Rosita tüm bunlara umursuz. Siz sorunlu bir hayat yaşamayı, dikenli bir yolda yürümeyi seçtiyseniz benim kabahatim ne?... Bu yolculuğun en eğlenceli, en anlamlı ve en olaylı anları benimle geçti. Korku dolu zorlu anlar konusunda da en uçları ben yaşadım. Ölüm tehlikesi ile ben yüz yüze kaldım. Bu da demektir ki ben en ön planda olmalıyım.

    Belki hepsi de kendine göre haklı.

    Bu bir dünya turu hikâyesi. Yedi sene evvel karadan bir dünya turu yapan kahramanemiz bir de denizden dünya turu yapma zamanının geldiğine karar vermiştir. Ancak ne tekne alacak parası, alsa, ne de onu kullanacak bilgi-becerisi mevcuttur. Yine de bu turu yapmayı başarır.

    Bir zaman bir arkadaşı Muskat'a neden gidiyorsun? diye sormuştu;

    Ucuz bilet vardı, olmuştu cevabı.

    Ha yani cehenneme ucuz bilet bulsan gideceksin?

    Bir an düşünüp Elbette, demişti Gülin. Cehennemde kısa bir tur hoş olabilirdi. İtalyancanın babası Dante'nin destansı şiiri İlahi Komedya'daki gibi... O zaman insanlığa gerçeği de söyleyebilirdi. Cehennem bizim bugün hayal ettiğimiz gibi ateş olan bir yer mi, yoksa Orta Çağlarda inanıldığı gibi şeytan orada buzun içinde hapis kalmış acı içinde kıvranıyor mu?

    Kahvenin bahane olduğu gibi, ucuz bilet de onun bahanesiydi elbet. Gülin için yeter ki gitsin. Etrafa saçacak bir dolu parası olmadığı için de olanı iyi değerlendirmeliydi. Dolayısıyla, fırsat bulunca kaçırmıyordu. Kahve bahane, maksat macera, diye de ifade edilebilirdi düsturu. Ayak basmadığın yer senin değildir felsefesi ile gezip duruyordu. Dünyayı sahiplenmişti Gülin. Ona dokunmak, onu hissetmek istiyordu.: ölmeden önce.

    Bana soracak olursanız, bulunduğum yerde iyiyim. Ben daha çok William Hazlitt gibi düşünüyorum: Bütün hayatımı seyahat ederek geçirmek isterdim; eğer ki evde geçirebileceğim başka bir hayat ödünç alabilseydim.

    Şimdi baştan başlayabiliriz. Her şey bir toz bulutuyken...

    TUZLU SU KOKUSU

    Sen gündüz yol al… Geceler benimdir!

    TUZLU SU KOKUSU

    10 Ağustos 2008

    Hiç beklenmedik bir şekilde oldu. Ama zaten bir şeyin olacağı varsa hep öyle olmaz mı?

    Yaz yoğun ve hızlı geçmişti. Değer mi değmez mi bilemediği, ama sonunda ucuz biletin çekimine dayanamayıp, tüm masrafları da hesapladığında Cebimde 300 dolarım eksik oluversin diyerek gittiği Körfezin İncisi Memleketü'l Bahreyn.

    Yine değer konusunda kararsız kaldığı ama Sultanahmet'te işi çıkınca oradan havaalanına gitmesi kolay- Bir metroluk yol- diye son dakikada bilet alarak sinemaya gider gibi gittiği Umman Sultanlığı'nın başkenti Muskat. Ve buna tam tezat olarak uçak biletini üç ay önce aldığı için Unutacağım diye korktuğu Letonya-Litvanya-Estonya: Baltıklar gezisi. Yazılacak anlatılacak bir sürü macera. Ama onlara eli değemeden öyle bir gelişme oldu ki, hepsi ön kolun şöyle kocaman dairesel bir hareketi ile huuup diye arka plana atıldı.: Masanın üstünden savrulup havada uçuşan ekmek kırıntıları gibi. Dolayısıyla, bu hikâyenin anlatılması lazım.: Hepsinden ziyade.

    ***

    Altı sene evvel, ilk dünya turunu anlatan kitabı yazarken ağzından, daha doğrusu kaleminden Denizden bir dünya turu lafı çıkmıştı Gülin'in. Ama tabii hayaldi bu. Eğlenceli fikirler kategorisine giriyordu sadece. Kaptan ehliyeti vardı belki ama ne işe yarardı pratikte kullanamadıktan sonra? Ayrıca gerçeklerle yüzleşmek zorundaydı:

    Benim etim budum ne, tekne alamayacağım kesin. Etrafımda almayı düşünen arkadaşlar var, eğer onlara arkadaş diyebilirsem, ama kim bilir ne zaman gerçek olur hayalleri ve zaten aldıklarında da okyanus geçmek için tecrübe edinmeleri bile yıllar ister.

    Bu durumda ne yapılır? Hayatta çareler tükenmez. Her zaman yan yollar vardır .:bulunur. Yol yoksa, açılır.

    İlla tekne olması gerekmiyor sonuçta. Benim için denizden gideyim yeterli.

    Peki ama onu nasıl başaracaksın? oldu bunun akabinde zihninin mantık zincirinin ürettiği devam cümlesi.

    İşte buna öyle hazır bir cevabı yoktu. Tıkandı. Dolayısıyla bu dahiyane fikri, hayatın öncelikli ve önemsiz detaylarının altına süpürüldü gitti. Arada bir zihnini karıştırırken rastlıyordu ona. Ancak orada asılı duran soruya bir cevabı olmadığı için olduğu yerde bıraktı geçti her seferinde.

    Son zamanlarda ise gittikçe yoğunlaşmaya başlamıştı bu cevapsız sorunun ağırlığı. Bir suçluluk duygusu eşlik ediyordu benliğine/ gölge gibi. Çünkü hayatına devam ediyordu .:O:. boş günlerle doldurarak. O boş günlerle dolu hayatıma...

    Ancak fikrin tohumları atılmıştı. Yeşermesi için zaman geçmesi gerekti .:Belki de:. canlanma zamanının gelmesinin sancıları idi bu çektiği.

    Sonunda oldu.

    Bir gün, hayatta çok zaman olduğu gibi tesadüfen öğrendi ki dünyayı turlayan yük gemileri var. Bunların da 12 kamaraları var.

    Neden 12? sorusunun cevabı basit. Çünkü daha fazla yolcu için gemide doktor bulundurmaları gerekiyor. Nizamnameler. Nizama sokanlar. Anlayacağınız, rakamları kanunlar belirliyor.

    Biri doğuya, diğeri batıya dünyayı turlayan dahil, dünyanın her bölgesinden, dört bir tarafına toplam seksenin üstünde rota vardı. Dünyayı turlayanlar yaklaşık 3,5-4 ay sürüyor. Batıya doğru gidenin uğradığı limanlar cazip. Belli limanlarda inip bir sonraki gemiye binerek yolculuğa devam etmek de mümkün. Ancak… Türkiye’de bilinmese de bu yük gemileri yurt dışında çok rağbet görüyorlarmış. Bir sene öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.: Muş.

    Nisan-Ağustos aylarında indirimli. E ben de o zaman giderim. Nisan-mayıs 2009 mesela. Ve fakat o tarihlerde yer bulunamıyor. Sadece ağustosta mümkün. Peki öyle olsun madem.

    Görüşmeleri tamamladı. Bir hafta mühlet verdiler. O zamanı da Baltıklar’da geçirdi zaten. Artık karar vermem gerekiyor. Gideceksem iki gün sonra para yatırmalıyım.

    Öğlen yemeğinde bir arkadaşına bu planını anlatıyor. Sofrada tanımadığı biri var. Gülin'in yük gemisiyle gideceğini duyunca Yola çıkacağınız insanlarla tanışmadan gitmeyeceksiniz, değil mi? diye soruyor kız.

    Aslında çok aptalca bir soru. Tabii ki dünyanın kim bilir neresinden gelecek onlarca insanla önceden tanışacak hali yok. Kaptan ve mürettebatla, ve de yolcularla tanışmak istiyorum dese ona en hafifinden gülerler herhalde. Kaldı ki, tanışsam ne olur, insan bir görüşte ne kadar anlaşılır; yolda başıma neler geleceğini, kimin nasıl tepki göstereceğini kim bilebilir?

    Gerçi, neden sorun yaşanacak ki? İletişimin asgaride olacağı, sorumluluğun ise hiç olmadığı bir ortamda ne tatsızlık çıkabilir? Sen sadece yolcusun. Girer kamarana oturur, yazılarını okur kitabını yazarsın. Yemek saatlerinde de gider karnını doyurursun. Olay bundan ibaret.

    Ama diğer yandan... Aslında çok da mantıklı bir soru. Ya gemiden hoşlanmazsa? Ya seyahat azap haline gelirse?… Yaş ilerledikçe ses konusunda hassasiyet geliştirdi. Gerçi motorlardan epey uzakta olduğunu, yalıtımın iyi yapıldığını söylüyorlar ama… Ya kamara gürültülü ise? Ya kaptan soğuk ve sert bir Rus ise? Yolcular arasında da varlığından hoşlanmadığı insanlar olabilir. Şu anda ona -yapısına ve isteklerine- çok uygun görünüyor ama o tür bir gemi yolculuğunu sevmeyebilir. Ama o kadar zaman ve paranı yatırmış olacaksın. O nedenle vazgeçemeyeceksin de.

    Bu durumda da eziyet çekmek için para ödemiş olacaktı. Kaldı ki, denizden dünya turu için makul bir rakam olsa da, aylık hesaba vurunca pahalı bir yolculuk.

    Tüm bunlar hadi neyse de… Onu asıl rahatsız eden, bir sene öncesinden taahhüt altına girmek. Seneye ne olacağını kim biliyor? Hâlâ böyle bir geziyi yapmak istiyor olacak mı bakalım? O ruh hali içinde olacağını, o gün geldiğinde de gitmek isteyeceğini kim garanti edebilir? Bir sene sonra beni buralara bağlayan bir şeylerin olmayacağı ne malum? Belki düzenli bir işi olacak, bırakıp gitmek istemeyecek. Belki bir hastalıkla ilgilenmek durumunda olacak.: Belki kendinin, belki kocasının, belki annesinin. Veya belki Gökçeada’da sakin ve huzurlu bir yaşantım olacak. Oysa şu an öyle mi? Şu an, gitmek istiyorum. Uzaklaşmak… Burada yaptığım, bana hayat enerjisi veren hiçbir şey yok.

    Bu geziyi istemesinin tek sebebi, para yatırdığı ve Bunu yapıyorum dediği anda mutlu olacak olması. Bunun kendini iyi hissettirecek olması. Bir yaşama sebebinin olacak olması.

    Tanımadığı birinin bir sorusu üstüne tüm bunları ayrı ayrı kefelere koyup tarttı. Vardığı son nokta şuydu:

    Bunların hepsi bir yana… Kendine itiraf etmesi gerek ki… Bir gemiye binip liman liman dolaşarak Dünya turu yaptım demenin de pek bir özelliği yok. Farklı ve özel bir deneyim olacağı kesin, ama sanki bu yaşta daha dinamik bir şeyler yapmalı. Daha cezp edici, daha anlamlı bir seyahat olmalı yaptığı.

    Ve şu karara vardı: Bu gezinin bacaklarını farklı deniz ulaşım araçlarıyla gerçekleştirsem güzel olurdu. Kruvaziyerle geziyi küçümsüyordum ama madem o kadar ucuzlar, -Bunu ilk dünya turunda tanıştığım bir Amerikalı'dan öğrendim-, transatlantik geçişini de onlarla yapmak iki seyahat tarzını kıyaslamak için gayet uygun. Yük gemisi ve kruvaziyer.

    Neyse işte… Geziyi bir solukta değil de parça parça yapma kararı aldı.

    E ardından bir sonraki bölüm geldi: Nasıl yapacağımı bilmiyorum!

    ***

    Sonra nasıl oldu bilmiyorum. Hafta sonu kardeşimle konuşmuştuk. O da işinden sıkılmış; kendini emekli etse, Tekne alsak kullanabilir misin? Ne kadar masraf gider? diye düşünüyordu. Ben de çevremde bazı arkadaşların tekneyle çok ucuza yaşanacağını söylediklerini ama bunun gerçeklerle çok örtüşmeyebileceğini söyledim. Teknik işlerden anlayıp tamiratı kendin yapabiliyorsan o başka ama o yeteneği elde etmek için de deneyim lazım. Basit bir iş değil denizde yaşam sürdürmek. Marinalar konusunda da bilgi edinmek gerek. Ki bunlar da bizim tamamen yabancı olduğumuz konular.

    Bir de nereden aklıma geldiyse korsanlardan bahsettim. Çok şaşırdı. Bu devirde korsanlar mı var? dedi.

    Evet, dedim.

    Gemilerle korsanlık yapıyorlar, öyle mi? diye sordu hayretle.

    Evet! Belli bölgeler tehlikeli. Limanda veya seyir halindeyken silahlı saldırılar olduğunu duydum. Aynen eski zamanlardaki gibi korsanlıklar var. Yani tabii Orta Çağdaki gibi ahşap gemilerle değil, günümüz korsanlarının hızlı motor tekneleri var.

    ***

    İşte o gün de İnternette bir şeye bakıyordu. O sayfaya nasıl ulaştı hiçbir fikri yok; benim de yok. Ama ikimiz de çok karıştırmadığını biliyoruz. Tek bir tıkla önümdeydi.

    Korsanlık kısmını görünce Bir okuyayım dedi. Sonra çocukları ve ebeveynleri ile yelkenle dolaşan çiftleri okudu. Kimi, çocuklarına aynı yaşlarda çocuklu aileler arıyordu, arkadaşlık etmeleri için.

    Ve sonra bir tık daha… Sayfayı şöyle bir tarayıp kapatacaktı. Bu konu bu kadar yeterdi.

    From Marmaris to Bangkok…

    İçinde bir Türk limanı geçince yazıyı okudu. Bir ilandı yine. Tayfa arıyorlardı. 10 Ağustos’ta yola çıkacakları yazıyordu.

    Tarihe baktı: 6 Ağustos.

    Fazla erken. Daha doğrusu geç kalmıştı. Dört gün içinde nereye yola çıkacaktı? Yine de iki satır yazayım dedi. Elime mi yapışır?

    Ve yazdı. Yedi sene evvel karadan bir dünya turu yaptım; şimdi de denizden bir dünya turu yapmak istiyorum. Tekneye tayfa kabul edilmem için gereğinin yapılması...

    Bir saat sonra cevap aldı. Tekne sahibi bize e-postanı iletti. İstanbul’da olman avantaj. Tabiyet ve yaş gibi kendin hakkında genel bilgi verebilir misin?

    Cevapladı. Aceleden görmediniz herhalde; web sayfamın linkini vermiştim, hakkımda gereğinden fazla bilgiyi orada bulabilirsiniz. Ama kısaca anlatmam gerekirse Türküm,...

    -Doğruyum, çalışkanım diye devam etme isteği duydu ilkokulda beş yıl boyunca her sabah ant içerken ona söyletildiği gibi, ama yapmadı.-

    ... 39 yaşındayım. Yüksek makine mühendisiyim ama kendimi mühendis saymıyorum. Ben bir seyyahım, ve yazar; arada bir de rehber.

    Cevap geldi. Tamam, bulduk!

    Onların Bulduk diye bahsettikleri web sayfası idi ama Gülin bu cevabı Aradığımız tayfayı bulduk şeklinde algıladı.

    E iyi de, siz kimsiniz peki? Tekne nedir? Nasıl bir seyahat planlıyorsunuz? Hani ilgilendiğim için yazdım ama kesin karar verebilmek için benim de sizin hakkınızda biraz bilgiye ihtiyacım var, dedi.

    Karı-koca öğretmenlermiş. Bu işin öğretmeni, yelkenin. Adam astro-navigasyon dersleri de veriyormuş. Bir süre Cape Town’da okul işletmişler, sonra Atlantik’i geçip altı sene Güney Amerika ve Karayipler’i ada ada dolaşmışlar. Kendi tekneleri Yeni Zelanda’da demirliymiş. Şimdi gidecekleri bir katamaranmış. Aslında iki kişi de götürürlermiş ama bu dönemdeki yoğun trafik nedeniyle 360 derece gözlem yapabilmek istiyorlarmış. Bunun için iki kişi daha almaları gerekiyor tabii.

    Daha önce de benzer işler yapmışlar. Birlikte yola çıktıkları ve referans verdikleri kişiler şimdi Karayipler’de ücretli çalışıyorlarmış. İlgilenirse ona da bu konuda yardımcı olurlarmış.

    Doğrusunu söylemek gerekirse...

    Bu ifadede yanlış bir şey var, diye düşündü kendi kendine. Sanki diğer zamanlarda doğruyu söylemen gerekmiyormuş gibi. Tabii aslında sadece açık konuştuğunu belirtmek için kullanılan bir ifade... Yine de...

    Sonra durdu ve sadede geri döndü: Bu işten para kazanıp geçimimi sağlamak gibi bir arzum yok. Ancak öğrenmek istiyorum. Bileyim. Zararı olmaz. Kolumda altın bilezik! Kendi tatminim için istiyorum daha çok. 'Bunu da yaptım' diyebilmek için. Ben yazarlıktan para kazanacağım.

    Gerçi şimdiye kadar çok becerememişti bunu ama ümidini yitirmemişti. "Dönüşte bir de Yolların Kızı diye bir kitap yazarım ve ilgi çeker, yayınlanır herhalde diye yanılsamalar içindeydi. Ne de olsa ikinci dünya turunu yapmış biri olacaktı. Bu arada bir önceki kitabı yeniden basılırdı, hatasız ve düzgün. Sonra da bu işi profesyonelce yapan bir yerden teklif gelir, bir yol açılır" diye umuyordu.

    Desene şunun doğrusunu: Hayaller kuruyordu.

    Hayallerini böldüğüm için üzgünüm ama bu kadar yeter... Kaptanla yazışmalarına geri dönecek olursak:

    Yiyecek için bir kasa oluşturacağız. Normalde tekne sahipleri yiyecek ücreti istemezler. Ancak Jorgen’in kötü bir tecrübesi olmuş. Akdeniz’den buraya gelirken mürettebat seyirle hiç ilgilenmemiş ve teknedeki her şeyi yiyip içip bitirmişler. Ama bunu tekrar konuşacağız, dediler. Bu arada Bangkok’a varışta bir 500 $ gratuity -ikramiyeden bahsettiler. Artı, isteyen Jorgen’in Pattaya’daki geniş evinde bir hafta kadar kalabilirmiş.

    Gülin bu para işini anlamadı. Böyle bir seyahat için ödemeyeceği bir rakam değilse de bilmek istedi. Sorması ayıp, ben bu yelken dünyasına yabancıyım, o nedenle mazur göreceğinizi düşünüyorum, bu ne parası? diye sordu. Yiyecek için 500 $ ödüyorum ve başka bir şeye karışmıyorum, öyle mi?

    Ve cevap geldi. Yanlış anlamış! Meğer tekneyi sağ salim yerine ulaştırdıkları için o para ona ödenecekmiş. E daha güzel tabii.

    Ve sonra tekneyi gördü… Dibi düştü resmen! Nasıl düşmesin? Bizim evden daha büyük ve lüks.

    Orhan gördü, onun da dibi düştü. Orhan, kocası. Emekliliğimi verip ben de geleyim diyor. Gülin olanları Düşeş diye tanımlıyor, Orhan Piyangodan büyük ikramiye çıktı diye. Böyle bir teknede bir haftalık seyahat bile dünyanın parası. Charter kirası aylık 5.000-7.000 Euro arasında. Bense hem onda yolculuk yapacağım, hem yelken tecrübesi edineceğim. Hem de üstüne para verecekler. Daha ne istenir?

    Gerçi her şey fazla acele olmuştu. Neyse ki onlar da yola çıkış tarihini ertelemişlerdi; üç gün sonra Marmaris'te olması beklenmiyordu ama o bu denizden dünya turunu bir sene sonrası için, hadi bilemediniz sekiz-on ay sonrasına planlıyordu. Birden Üç hafta sonra oluvermişti.

    Kaptanla bir sonraki konuşmalarında bir hafta daha erkene çektiler hareket tarihini. İki haftam kaldı. 1 Eylül yerine 23 Ağustos’ta yola çıkıyorum. Bir ertesi gün tekne sahibi aradı; o da beş gün daha öne çekmeye kalktı tarihi. Bu güzergâhta rüzgârlar sadece bir ay uygun, 18’inde hareket edelim, dedi. Öyle diyorsa uyarım ama... Bir anda bunca kısıtlı zamanı kalınca bir gün değil birkaç saatin bile hesabını yapıyordu Gülin ister istemez. Kaptanlar ayın 20’sinde Marmaris’te olacaklarmış, benim onlardan önce orada olmamın anlamı yok; iki gün daha kazandım, yaşasın. Ama daha fazla pazarlık payı yok. On gün içinde hazırlanıp yola çıkıyorum.

    Sadece Bangkok’a gidip dönecek olsa neyse de, Hazır başlamışken oradan dünya turuna devam edip tamamlayayım diyordu. En azından 6-8 ay yolcuyum demek bu da. Evde halledilmesi gereken birçok şey var. Aileye haber vermek bile başlı başına bir iş.

    Kardeşine Lagoon 440’ın linkini gönderdi. Nasıl tekne? diye sordu.

    Muhteşem bir şey, dedi Hakan.

    Aynı soruyu en yakın arkadaşına da sordu.

    Buna tekne mi diyorlar??? dedi Şebnem.

    Ve işin en zor kısmına geldik. Eh, eninde sonunda anneme de söylemem gerek. İşte söyledim. Dedim Ben gidiyorum.

    Annem suratını astı. Gözlerinden yaşlar süzülmek üzere.

    İçim eziliyor. Ruhum sıkılıyor. Neden beni bu kadar mutlu edip heyecanlandıran şeyler onu bu kadar mutsuz etmek zorunda ki?

    Evet, buna rağmen istediğini yapıyor Gülin. Doğru. Ama mutluluğuna gölge düşürüyor, sevdiği bir insanı mutsuz ettiği düşüncesi ve bilinci.

    Gidip de dönmemek var, dönüp de bulmamak var.

    Anne, o her zaman var. Hem daha önce gittim, döndüm işte.

    15 ay gittin, yine bağrıma taş basarım katlanırım.

    Bir süre sessizlikten sonra Gülin: Hem sen de gelirsin, Güneydoğu Asya’yı dolaşırız birlikte.

    Yok, gelmem, diye tersliyor Emine Hanım. Öyle orada buluşacağız filan... İstemem. Hem mecburiyetten söylüyorsun bunu, biliyorum.

    Bana haksızlık ediyor. Yine de susuyorum. Demek ki sitem etmeye ihtiyacı var şu anda. Susup katlanıyorum.

    Sessizlik...

    Sarılmak istiyorum. Ama nafile. Dokunmama bile izin vermiyor, elimi itiyor. Annemin bu tavrı beni iyice yaralıyor. Ne yapsam içini rahatlatamayacağım belli, orada varlığımın bana eziyetten başka anlamı yok.

    Birkaç dakika daha oturuyorum sessizce. Ve sonunda annemin üzüntüsünü görmeyi, hele de benim yüzümden, daha fazla kaldıramadığım için kalkıp çıkıyorum odadan.

    Neden bu kadar zor olmak zorunda? Neden çok istediğim bir şeyden vazgeçmek baskısı hissetmeliyim? Neden benim bunca mutlu olmam annemi de mutlu etmiyor? Edemiyor? Heyecanımı onun da paylaşmasını beklemek çok mu aptalca?

    Bir yandan isyan etsem de, diğer yandan annemi anlamaya çalışıyorum. Biliyorum ki o da böyle. Üzülüyor işte. Elinde değil. Ne yapsın?

    Geri odaya dönüyorum.

    Karşılıklı rahatsızlıklarının ilk dalgasını atlattıktan sonra anne-kız yumuşuyorlar. Annesi diyor ki Senin yapmak istediğin bir şeye asla engel olmam. Sen bana bakma. Gülin diyor ki Sen şimdi öyle diyorsun ama ben biliyorum kızını görmeye gelirsin, gezeriz birlikte.

    Anne pek hevesli değil ama en azından itiraz etmiyor bu sefer. Ona biraz moral vermek, teselli etmek için Hem bu sefer daha kısa gideceğim, diyor Gülin. Öyle mi? diyor Emine Hanım sesi aydınlanarak. Anlaşılan bu işe yaradı.

    Sonra bir şeyin daha farkına varıyor Gülin. E tabii, annesi eski zamanlardaki gibi düşünüyor. Oysa eskisi gibi değil ki. Dünya artık çok küçüldü. İnsanlar neredeyse her an sadece bir tık uzakta. Cep telefonu, İnternet... Gerçi ona kalsa cep telefonunu hiç götürmez, ama madem yakınlarım istiyorlar, taşırım ne yapalım. Annesinin e-posta hesabı yok ama eşine ve kardeşine haberi gider haftada bir. Onlardan da anneye…

    Evet… İkinci bir dünya turu ufukta gözüktü. Yine batıya doğru gidecekti ama işler tersine döndü; bu kez doğuya gidiyor. İlk hedefi, Atatürk'ün 1922'de Büyük Taarruz sırasında ordulara emrettiği gibi, Akdeniz sayılır: Marmaris. Son hedefi, bu yolculuğu hiç uçak kullanmadan, kara ve denizden gerçekleştirmek. Rotası aşağı-yukarı şöyle: Kıbrıs, Mısır, Sudan, Eritre, Suudi Arabistan, Etiyopya, Yemen, Maldivler, Sri Lanka, Nikobar Adaları, Malezya ve Tayland. Normalde 1,5 ayda yapılabilirmiş ama adalarda keyif yaparsak uzar tabii. Fakat 'Maksimum üç ay' dediler.

    Gülin planlar yapıyor. Tayland’dan Vietnam-Kamboçya-Laos gibi uzun süreden beri gezmek istediğim yerleri gezerim. Sonra da...

    Kargo gemisiyle Pasifik’i geçmek için biraz araştırma yaptı. Pusan-Güney Kore’den bir yük gemisi var. Sanırım ayarlanabilir. 2.000 YTL civarında. Ucuz sayılmaz ama okyanusu geçeceğim ve on gün yeme-içme-barınma ihtiyacım karşılanacak diye düşününce makul sayılabilir.

    Ocak-şubatta da kruvaziyerle transatlantik baktı. Ama o aylarda bulamadı. Jeton çabuk düştü. Tabii mevsim uygun değil. Martta başlıyordu seferler. E iyi, ben de o arada Orta Amerika ve Meksika’da dolanırım.

    Ama Panama Kanalı’ndan da geçmeli.

    Neyse, artık oraları zamanı gelince planlayacağız.

    İşte böyle…

    Arkadaşlarına durumu özetleyen bir veda mesajı yazdı. Bana iyi yolculuklar dileyin. Bunun da altından alnımın akıyla kalkayım, dedi. Size arada haber ederim. Ben yokken İstanbul’a iyi bakın. Tabii kendinize de.

    Ciğerlerinde tuzlu su kokusunu duyuyordu.

    Ching Cheng Chang

    Dünyada iki tane tehlikeli yer kaldı korsanlık yapılan. Kızıldeniz ve Malakka Boğazı. Ve siz her ikisinden de geçeceksiniz.

    Turizmci arkadaşının ilk söylediği bu olmuştu Gülin'in planını duyduğunda. Gülin de gidip Ian'a sordu. Bu yolculuk ne kadar tehlikeliydi? Vazgeçeceğinden değildi, sadece kaptanın bu konuda görüşünü almak istemişti.

    Lütfen endişelenme, oldu Ian'ın cevabı. Malakka Boğazı daha güneyde ve uzağından yakınından geçmiyoruz. Yemen kıyısındaki sorun ise şu an bölgede devriye gezen Amerikan Donanması tarafından çözülmüş durumda. Zaten orada da büyük gemiler rehin tutuluyordu, mürettebat değil; hiçbir tayfaya zarar vermediler. Ciddi bir değer veya politik kazanç sağlamayan özel yatlara dokunulmuyor. Umarım bu endişelerini gidermiştir.

    Gülin hiç endişelenmemişti ki. Ne de olsa Jorgen'in ilanını Kızıldeniz'de korsanlık okurken bulmuştu. Eğer zerre kadar korkacak olsa, böyle bir şeye en baştan hiç girişmezdi. Gülin'in endişesi başkaydı: İşin bu kısmını annesi ve ailesi bilmiyordu, doğal olarak. Ve bilmeyecekler de!

    Sandığımdan daha maceralı geçebilir yolculuk, diye anlattı gazeteci bir arkadaşına. Neyse, herhalde mal/para peşinde olurlar, silahlı soygun yapsalar da cana kastettiklerini sanmam. E ben de macera yaşamaya çıkmıyor muyum!

    İnanamıyorum korsanlara bu kadar olumlu yaklaşmana. Ben direkt vazgeçerdim duyunca, dedi arkadaşı.

    Gülin'in bu kadar gamsız yaklaştığı konu aslında öylesine tehlikeli ve ciddiydi ki Aden Körfezi'nde 14 savaş gemisi 1.500 denizci ile bölgede 24 saat devriye geziyordu. Ama evet, Ian'ın dediği gibi korsanlık, sadece bol kazançlı bir iş kolu ve yaşam biçimi değil, bir politika aracıydı. Tarihte de yöneticiler bölgenin güvenliğini ve kontrolünü korsanlar aracılığı ile sağlamışlardı.

    Malakka'ya gelince... Süveyş ve Panama Kanallarına eş değer 805 kilometre uzunluğunda dar bir boğazdı. Malezya Yarımadası ile Endonezya'ya ait Sumatra... Sumatera Adası'nın arasından geçiş sağlıyordu. Hindistan ve Pasifik Okyanusları arasındaki bu ana gemi trafiği kanalı dünyanın en kalabalık üç ülkesi -Çin, Hindistan ve Endonezya- arasında da deniz yolu oluşturuyordu. Dünya ticaretinin yüzde kırkı oradan geçen bu dar kanal etrafında binlerce adacık ve korsanların saklanmasına müsait bir dolu nehir ağzı vardı. Denizin dibinde ise kimi yüz yıllık 34 adet batık.

    Acaba içlerinde Ching Shih'e ait olan var mıdır?

    Kim ki o? Çinli bir adam mı?

    Hayır, erkek değil, kadın. Gelmiş geçmiş en bednam kadın korsan.

    Hiç duymadım. Kadın korsan denince benim aklıma Anne Bonny ve Mary Read geliyor.

    Onlar en tanınanlar olabilir ama Ching Shih'in eline su dökemezler! Bonny hiç kendi gemisini komuta etmemiş; Ching Shih ise üç yüzden fazla Çin yelkenlisinden oluşan donanmayı komuta ediyormuş, emrinde 20.000-40.000 korsan varmış. Hatta bazı kaynaklarda iddia edildiği üzere istersen bunları 1.800 Çin yelkenlisi ile 80.000 korsan yap.

    Bu ciddi büyük bir rakam! Karayiplerin en parlak korsancılık günlerinde bile en fazla 5.000-6.000 korsan varmış denizleri kasıp kavuran.

    Belki donanmasının bir kısmı Çin yelkenlisi değil de küçük yelkenli ve kürekli tekneler, kayıklardır... Ve Karayipler’de korsanlıkla Çin Denizi'nde korsanlığı pek de kıyaslayamazsın aslında. Çünkü Çin Denizi'nde, nehir ağızlarında bir sürü küçük balıkçı kasabası var. Korsanların hedefi de bunlar. Bu köylerden yağmaladıkları ile geçiniyorlar. Yine de sonuçta Ching Shih'in emrinde abartı bir rakam adam ve gemi olduğu kesin. Ona boşuna Korsanların kraliçesi dememişler. Üstelik hiç yenilgi almadan emekli olmuş korsanlıktan.

    İyi de kim bu kadın peki? Korsanlığa nasıl başlamış, hikâyesi ne?

    Küçük bir genelevde çalışan eski bir hayat kadını. Bir korsan konfederasyonunun başkanı, Cheng I, ona deliler gibi âşık oluyor. Ching Shih onunla evlenmek için tek bir koşul öne sürüyor. Kocası kadar yetkili ve eşit güç sahibi olacak.

    İlginç... Demek ki içinde varmış kadının.

    Muhtemelen. Cheng I koşulu kabul ediyor, evleniyorlar. Yıl 1801. Ching Shih 26 yaşında, kocası 36. Ching Shih oluyor Cheng I Sao- yani Cheng I'nin karısı. Nitekim, kendisi daha çok bu adla biliniyor. Yine de ben ona bağımsız adı ile hitap etmeye devam edeceğim; başka biri üzerinden tanımlanmak hoş değil.

    Genelde değil ama olabilir de. Mesela ben Lavinia'nın ve Lara'nın annesi olmaktan memnunum.

    O başka. Daha dur hem, oraya gelmedik. Okuyucu gelecekte neler olacağını bilmiyor. Veya en azından bilmiyor olmalı. Senin hikâyene de gelecek sıra. Şimdi Ching Shih'le Cheng I'yi anlatıyoruz. Evleniyor ve yola düşüyorlar, hazineler biriktirmeye. Ama hayat onlara sadece altı sene tanıyor. Koca ölüyor.

    Ve sonra Ching Shih bir dula yakışır bir şekilde kenara çekilmiiiş!

    Hayır, çekilmemiş tabii. Hatta tam tersine, dizginleri iyice ele almış.

    İyi de, bir kadın nasıl yapmış bunu? Bir grup azılı, serkeş Çin korsanı neden ve nasıl bir kadının sözünü dinler ki?

    Ah, elbette birkaç politik manevra yapmış. Akıllı kadın. Muhtemelen hırslı diye de eklemeliyim. Bir erkekle ortaklık kurması gerekiyor. Cheng I'nin sağkolu, ikinci komutandan daha iyi seçenek kim olabilir? Chang Pao'yu gözüne kestirmiş, hemen yakınlık kurmuş; sevgili olmuşlar.

    Şimdi bir de Chang Pao mu çıktı ortaya?

    Evet. Kendisi bir balıkçının oğlu. 15 yaşındayken korsanlar tarafından kaçırılmış. Cheng I ve Ching Shih onu evlat edinmişler. Söylentiye göre Cheng I biseksüelmiş, evlat edinmesi de onu erkek sevgili olarak almasına kılıfmış.

    Bi dakka bi dakka bi dakka... Yani şimdi Ching Shih'in evlatlık oğluyla sevgili olduğunu mu söylemeye getiriyorsun sen? Ne biçim aşk üçgeni bu? Önce koca kullanıyor çocuğu, ardından karısı. Tamam kan bağı yok ama biri babası, diğeri annesi. Aralarında kaç yaş fark varmış?

    Yıl 1807; demek ki Ching Shih 32, Chang Pao 24 imiş.

    Eh, çok kötü değil. En azından!

    Neden bu kadar yargılayıcısın? Bir şeyleri bıraksan, Öyleymiş öyle olsun desen olmaz mı?

    Bah, pek de olmaz sanırım. Biz medeniyiz ve belli kurallar içimize işlemiş. Toplumda yaşamanın bir parçası bu. Ama peki; bundan sonra yapmamaya çalışırım. Sevgili oldular. Eee?! Sonra?

    Ching Shih karada ne kadar sahtekâr, şerefsiz it kopuk varsa tutmuş. Onun liderliğinde, donanma hem cesamet hem hâkimiyet açısından büyümüş. Korsanlık kanununu da yeniden yazmış. Mesela bir köy halkı cana yakın davranıyorsa onlardan çalamazsın. Cezası ölüm.

    İlkeli kadın! İyilere dokunmuyor yani.

    Cana yakın davranmayı Korsanlara düzenli olarak bir şeyler tedarik etmek olarak tercüme edeceksin tabii.

    Ha şimdi oldu. Seni besleyen eli kesmezsin; onu kesmeye kalkanı kesersin!

    Hâliyle... Esirler arasındaki çirkin kadınları da limana geri göndertiyor. Ücretsiz!

    Ha ha. Güzeller, çekiciler kalıyor.

    Hâliyle... Ancak ırza geçmek kaTtiyen yasak. Ölüm demek. Eğer bir tayfa bir kadın esirle ilişki kurarsa, kadının rızası ile bile olsa, zina oluyor; denizcinin kafası uçuruluyor, kadının da bacaklarına gülleler bağlanarak denize atılıyor.

    Farklı cezalar yani! E peki ne yapacak bu tayfalarla kadınlar, illa evlenecekler mi?

    Eğer bir tayfa bir kadından hoşlanırsa kadını satın alabiliyor.

    Satın alıyor?! Güzel. Peki ya birden fazla erkek bir kadından hoşlanırsa? Açık arrtırma mı yapıyorlar?

    Aynen! Satıştan sonra kadın, korsanın kişisel malı oluyor. Ama yanlış anlama; çift, evli sayılıyor. Kadın al, ona sadık ol; aldatma söz konusu değil. Eğer yeltenirsen, Ching Shih kafanı uçurur.

    Eminim uçurur! Öyle güçlü ve baskın bir karakter.

    Evet, demir yumrukla yönetiyor. Bir emre uyma, öldün.

    Peki Çin hükümeti ne yapıyormuş bu arada? Armut mu topluyormuş? Ching Shih'in peşine düşmüş olmalılar... O kadar yağma yapan birinin...

    Evet, elbette peşindelermiş. Ching Shih en çok arananlar listesinin başında. Şu var ki, onunla başa çıkamıyorlarmış: Çin donanması saldırmış, püskürtülmüşler; arada altmış üç gemi yitirerek. İngiliz ve Portekiz ödül avcıları kiralamışlar; işe yaramamış. Ching Shih'e Güney Çin'in Terörü adını takmışlar.

    Peki ne olmuş? Nasıl olmuş da emekli olmuş?

    Sonunda farklı bir taktik denemeye karar vermişler, korsanlığın Altın Çağında işe yaramış olanı: Genel af ilan etmişler. Ve Ching Shih bunu kabul etmiş.

    Neden ki? Yani neden affı kabul eder, öyle bir hayat yaşayan biri?

    Çünkü akıllıca olan bu. Bir noktadan ve belli bir yaştan sonra sanırım senin de zamanının dolacağını, düşüşünün geleceğini biliyorsun.

    Yaş kaç?

    35. Yani kocasının ölümünden sonra üç sene daha, toplamda dokuz sene korsanlık yapmış. Yorucu bir iş, insanı yıpratıyor. Dolayısıyla bırakmak, kariyerini en tepedeyken sonlandırmak daha iyi. Dikkatini çekerim, hükümetle pazarlık için masaya oturduklarında kozları elinde tutan Ching Shih. Müthiş bir anlaşma elde etmiş: Ganimetleri kendinde kalmış, tayfalarının çoğunu da kurtarmış. 400 kadarı iki seneliğine sürgün edilmiş, 60 kadarı sonsuza kadar sürülmüş, ama sadece 126 adamı asılmış. Geri kalan 17.000'den fazlası Çin yelkenlilerini ve silahlarını hükümet yetkililerine teslim etmişler ama ganimetleri kendilerine kalmış. Üstüne de askeri görevlere getirilmişler. Chang Pao da bu grupta ama o yirmi Çin yelkenlisini kendi özel filosu olarak ayırmış.

    Eh, hükümet açısından da böylesine bir korsandan kurtulmak ve sularının kontrolünü yeniden ele geçirmek için fena bir anlaşma değil. Ching Shih geri kalan hayatını nasıl geçirmiş peki? Korsanlık eğitimi mi vermiş? :)

    Tabii ki hayır.

    Neden ki? Yöneticilik seminerleri verebilir veya Lider Olma Sanatı diye çok-satan bir kitap yazabilirdi.

    O çağımızın modası hayatım. Ching Shih Çin ordusunda yüzbaşılığa atanan Chang Pao ile evlenmiş, üç sene sonra bir erkek çocukları olmuş.

    Demek ki o zamanlarda bile kadınlar o yaşta ilk çocuklarını doğuruyorlarmış!

    E evet. Neden olmasın ki?

    Bilmem. Yine benim ön yargım. Geç diye bakıyorum. Geç yaşta çocuk doğurmak modern çağın anormal normu diye bakıyor, eskiden farklıymış diye düşünüyorum.

    Demek değilmiş. Ama yapay yollarla olmadığı kesin. O zamanlar tüp bebek yok tabii. Neyse... Aradan dokuz sene geçmiş. Yine, kocası genç ölmüş. 36 yaşında.

    Neden?

    Bilinmez bir nedenden. Kader öyle istemiş veya öyle uygun görmüş diyelim. Ching Shih de oğluyla, doğup büyüdüğü yer olan Kanton'a geri dönmüş. Orada bir kumarhane açmış. Babaanne olmuş. Aftan 34 yıl sonra, 69 yaşında huzur içinde ölmüş.

    Tarihçi Laurel Thatcher Ulrich'in dediği doğru galiba. Terbiyeli efendi uslu iyi huylu kadınlar nadiren tarih yazar.

    Aynı şey erkekler için de geçerli diyecektim ama belki de değil. Erkekler iyi huylu olduklarında da tarih yazıyorlar. Kadınların kaderi bu: Arka planda kalmak.

    Kader değiştirilebilir, biliyorsun. Ama buna daha sonra geleceğiz. Hadi şimdi Gülin'in hikâyesine devam edelim.

    19 Ağustos 2008- Salı

    Hazırlık Zamanı

    16 saat sonra Marmaris’e doğru yola çıkıyorum. Gecenin iki yarısı. Toplandım mı? Hayır. Eşyalar içeride beni bekliyor. İhtiyacım olan şeyleri aklıma geldikçe bir köşeye yığmıştım. Sabah gözden geçirilerek bir saatte çantaya tıkılacaklar. Diye umuyorum.

    Heyecanlı mıyım? Heyecanlıyım tabii ki. Ve de stres stres. Ama bunu çok fazla hissetmeye vaktim de yok. Çok ani gelişti, olup bitti her şey. Yapılması gereken işler var; düşünmeden, kurulmuş robot gibi sırasıyla onları yapıyorum. Ne zaman ki yola çıkacağım, üstünden üç gün geçecek, işte o zaman anlayacağım gerçekten yola çıkmış olduğumu… Kendi başıma ne işler açtığımı. Ama o zaman da yolda olacağım zaten. Yani çok geç olacak.

    Balık hikâyesi gibi... dedi Orhan.

    Neymiş o hikâye?

    Balık oltaya yakalanmış, denizden çekiyorlar… Daha ölmedim, canlıyım, demiş balık. Oltanın ucundan çıkarıp sepete atmışlar; Daha ölmedim, canlıyım, demiş balık. Tavaya koyup pişirmişler… Daha ölmedim, demiş balık. Mideye gitmiş; yine Daha ölmedim demekte ısrar etmiş bizim balık. Ne zaman ki üstüne tatlı gelmiş, Ha şimdi öldüm! demiş.

    Bazıları bu hikâyeyi tatlı yerine rakı koyarak anlatıyormuş. Kıssadan hisse? Ancak tatlı veya rakı ile birlikte tamamlanır balık.

    Eh, ana fikir alakasız da olsa, bir benzerlik var tabii benim durumumla zavallı balık arasında.

    ***

    Geçen Cumartesi gecesi havaalanına gidip kaptan ve eşini karşıladık. Eve geldik, balkona oturduk.

    Çay? Kahve? diye sordum.

    Çay, dediler.

    Şaşırdım. Kahve demelerini beklemiştim. O anda farkına vardım ki Türkler çay, yabancılar kahve içer diye bir ön yargım varmış meğer. Neyse… Çayı koydum, sofraya getirdim.

    Sütün var mı? diye sordular.

    Haa! dedim, benim jeton düştü. Yine biraz geç. Sizin İngiliz olduğunuzu unutmuşum.

    İngilizler ikiye ayrılırmış. Çayı önce, sütü sonra koyanlar. Sütü önce, çayı sonra koyanlar. Her iki taraf da kendi yaptığının kutsallığına inanıyor, Doğrusu bu olduğunu iddia ediyormuş.

    Bu hikâyenin de aslan sütü rakıya uygulanmış versiyonu var, diye söze karıştı Orhan. Önce rakı mı koyulur, buz mu?

    Aslında öznenin ne olduğu çok da önemli değil galiba. Önce neyin konduğu kimyasal olarak bir fark yaratsa dahi, insanlar bu gibi aptalca şeyler yüzünden tartışıp duruyor. Sanki bir şeyi yapmanın sadece tek bir yolu varmış gibi... Her iki tarafın yaptığı da doğru olamazmış gibi… Herkes kendi istediğini, doğru bildiği şekilde yapamazmış gibi. Sanki çok fark edermiş, dünyanın dönüş yönünü değiştirirmiş/ tersine çevirirmiş gibi…

    Ian ve Sally, yedi aydır yaşadıkları Tayland’ı anlattılar biraz:

    Sinemaya gittiğinde önce kralın meziyetlerini öven bir kısa film seyretmen gerekiyormuş. Ayakta. Ancak bu seremoni sonrasında oturup seyretmek için geldiğin filmin keyfini çıkarabiliyormuşsun. Her radyo ve televizyon kanalı da gün boyunca benzer şeyleri gösteriyormuş. Benzer mesajlar okul kitaplarında da bulunuyor, resmi tarihle yayılıyormuş.

    Kralın kız kardeşi ölmüş. Üç ay yas ilan edilmiş. Erkekler beyaz gömlek ve siyah ceket giymek zorunda; kadınlar beyaz gömlek, siyah pantolon veya etek. Üç ay sonunda ise kuralın kalktığını sanmayın. Artık sadece pazartesi, çarşamba ve cuma günleri bu şekilde giyiniliyormuş. Bir televizyon kanalı, günün 24 saati boyunca ölen kız kardeş hakkında yayın yapmaya başlamış. Bu da üç ay devam etmiş.

    Başbakan dahi, kralın huzuruna çıkarken göbeği üstünde sürünmek zorundaymış. Huzurundan ayrılırken de geri geri aynı şekilde gidiyormuş.

    Bir gün, kral hastalanmış. Korkmuşlar, iyileşemeyecek diye. Ama iyileşmiş. Hastaneden taburcu edilirken kralın üstünde tesadüfen pembe gömlek varmış. Salı günleri pembe giyme mecburiyeti getirilmiş. Neden salı? Çünkü Kralın hastaneden çıktığı gün salı. Üstelik o ton pembe olmak zorundaymış. Daha açık veya koyu renk olamazmış.

    Sarı, kraliyet rengi. Kral pazartesi günü doğmuş, demek pazartesileri sarı gömlek giyilecek. Salı pembe, çarşamba siyah-beyaz, perşembeleri yine sarı giyilecek… Böyle bir ülke yani.

    Bir açıdan güzel bir uygulama. Seçeneklerini kısıtlıyor; böylece bugün ne giyeceğim derdinden kurtarıyor, dedim. Peki uymayanlara ne oluyor?

    Zam zamanı geldiğinde siciline bakıyorlar. 'Haa, bu saygısızlık etmiş' diyorlar, zam yapmıyorlar.

    Pek aklıma yatmadı bu. Peki kimse bu duruma bir şey demiyor mu?

    Diyen, demeye niyetlenen, kral aleyhine söz söylemeye cesaret etmeye kalkışan kendini anında hapiste buluyor. Muş.

    Ian devam etti. Eğitimli, kafası çalışan insanlarla konuşuyoruz, 'Ama öyle demeyin, kralımız bize çok şey veriyor' diyorlar. Kralın en başta onlardan aldığını görmüyorlar. Cahil insanlar olsa neyse...

    Sonra vize meselelerine geldi konu. Suudi Arabistan’a da gitmeyi düşünüyorlarmış. Bahreyn’e gittiğim sırada bakmıştım. -Oradan Suudi Arabistan'a geçebilir miyim diye. Ne de olsa kazıklı yolla birbirlerini bağlılar.- Suudiler tek başına seyahat eden kadınlara vize vermiyorlarmış. Teknede olunca girebilir miyiz bilmiyorum, dedim. Belki Sally, Hristiyan olarak girebilir ama Müslüman bir kadını, başında erkeği olmadan almayabilirler. Sonra, Suudilerin gelen uçakları arayıp, Hürriyet gibi günlük gazeteleri müstehcen diye topladıklarından bahsettim. Arkasında günün güzeli var ya… Oraya inenleri bırakın, transit geçen uçakları bile arayıp tarıyorlarmış.

    Bunun üzerine Sally de benzer bir rivayet anlattı. Malavi’de açık yakalı bir elbise giymiş kadın mı var ilanlarda, bir adam tüm gazetelerde o resmin üstüne teker teker siyah bant çekiyormuş. Üşenmeden! Bir insanın hayatını böyle bir işe adamasını anlamakta zorlanıyorum. Oysa insanlar daha nelerle, ne kadar anlamsız şeylerle geçiriyorlar hayatlarını. Bu işten köşeyi dönüyordur, diye bitirdi sözünü Sally. Para için mi yapılıyor gerçekten çoğu işler, dünyaya insanlığa katkıları sorgulanmadan?

    Vakit iyice geç olmuştu. Ceviz ağacına bakan kendi yatağımızı misafirlere bırakıp bir arkadaşlara gittik yatmaya.

    Sabah uyandıklarında Ian ve Sally nerede olduklarını şaşırmışlar. Şehrin içinden gemiler geçiyor diye heyecan duymuşlar.

    Herhalde dün akşam kendilerini teknede zannettiler! Aval aval baktım suratlarına. Neden bu kadar önemli olduğunu anlamaz bir şekilde.

    E siz alışıksınız tabii. Size doğal geliyordur. Bununla yaşadığınız için, diye açıkladı Sally. Aynen öyle... Kendimi bildim bileli evimin, okulumun önünden gemiler geçer durur.

    Çok özel bir su yolu. Dünyanın başka hiçbir yerinde böyle bir şey görmedik, diye ekledi Ian. Üstüne düşününce anladım. Bir başka göründü gözüme Boğaz. Yine de sürekli denizle iç içe, suda yaşayan insanlara manzaralı bir evin ne ifade edeceğini, bir anlamı olup olmayacağını bilemiyorum. Orhan Olmaz olur mu? dedi. Sarıyer denizden çok çirkin; Sarıyer’den deniz çok güzel.

    Ben aynı fikirde değilim, dedim. Sarıyer diğer yerleşim yerlerine göre gayet hoş bir semt.

    Bizim buralar Hekimyan’ın Bağları diye bilinirmiş. O zamanlarda pavyon işleten bir adam varmış. Sultan Abdülhamit, İstanbul’un gece hayatına katkılarından dolayı burayı ona hediye etmiş. Her tarafta meyve ağaçları.

    Zaten eskiden dağlara, tarlalara meyve ağaçları ekilirmiş. Çoban, çiftçi, orada çalışırken acıktığında yiyecek bir şeyler bulabilsin diye. Bizimki de o misal. Gerçekten de güzel oluyor, evinize yol üstündeki ağaçlardan mevsimine göre erik, dut, incir, böğürtlen toplayıp yiyerek gelmek. Yokuşu kim takar?

    Ian ve Sally Sessizlik bizi uyandırdı diye devam etti. Bangkok’un gürültüsü ve hava kirliliğinden sonra Türkiye’den çok etkilenmişler. Onlara Türkiye'nin İstanbul'dan, İstanbul’un Sarıyer’den, Sarıyer'in de bizim mini kartal yuvamızdan ibaret olmadığını söylemedim.

    Karadeniz’i görmek istediler. Yunanlılar yerleşmeden önce, üstünde dümen tutmak zor olduğu ve kıyılarında yabaniler yaşadığı için Konuk sevmez deniz denilen denizi. Sonra nasılsa Misafirperver deniz olmuş. Şimdiki adı eski çağlarda, konargöçer İskitlerin kullandığı aydınlatılmamış, karanlık anlamına gelen Acemce kelimeye mi dayanıyor, yoksa Asya'da temel yönlere renk isimleri verdiklerinden ve siyah da kuzeyi temsil ettiğinden mi bu adı almış? Kim bilir? Cevabı bilmeseniz de, bu soruları bilmek iyidir.

    Onları Kilyos’a götürdük. Boğaz’dan geçmeyi bekleyen gemileri gösterdik. Bu arada öğrendim ki 17 yıldır beraberlermiş. Maşallah demek lazım sanırım. Ma-şa-Allah, Allah'ın dilediği gibi. Gerçek anlamı bu olsa da, güzel şeyler için Allah nazardan saklasın anlamına geliyor veya Ne harika yerine kullanılıyor bu söz günlük konuşmalarda.

    Atasoylar beş yıl boyunca seyahat ettiler, yolda çocukları oldu; onlara gıpta etmiştim. Sonra Uzaklar’ı okurken öğrendim ki boşanmışlar. Osman Atasoy 24 saat beraber olunca evlilik süresini dörtle çarpmak gerektiğini söylemiş. Yani 20 yıl evli kalmışlar sayılırmış. Çok mantıklı. Tabii bu durumda bizimkiler 68 yıldır evliler oluyor.

    Ian Başta tartışıyordum, şimdi öğrendim, Sally ne derse onu yapıyorum, daha kolay oluyor, dedi gülerek. Erkeklerin kulağına küpe bir tavsiye!

    Konudan konuya atlıyoruz. Denizde hayattan konuştuk elbette. Bir gün bir çocuk karşıdaki tekneden atlayıp onların tekneye yüzmüş. Beni de yanınıza alır mısınız, sizinle gelebilir miyim, n’olur? diye yalvarmış. Oraya daha fazla dayanamıyorum.

    Teknede dip dibe yaşam iyice zor oluyor, diye yorum yaptı Sally.

    Ee? Aldınız mı peki? diye sordum.

    Almadık, dediler. Kahve ikram ettik, gönderdik. Sonra, beni korkutmamak amacıyla olsa gerek, Bizde herkesin özel kabini olacak. Dolayısıyla kafa dinlemeye ihtiyaç duyduğunda kapını kapatıp yalnız kalma şansın var, dediler.

    Bakalım… Yaşayıp göreceğiz neler olacak. Bu yolculukta en merak ettiğim şeylerden biri de günlerce ıpıssız denizde olma duygusu. Pasifik’i geçerken 23 gün boyunca tek bir ışık, tek bir hareket eden nesne görmemişler. Sonra bir sabah uyandıklarında yanı başlarında bir gemi görünce çok tuhaf gelmiş. Geceleri de sadece yıldızları görüyormuşsun. Sonra bir bakıyormuşsun ki yıldızlardan biri hareket ediyor, üstüne doğru geliyor! Gece nöbetlerinde, tamamen karanlık bir ortamda, insanı ayakta tutacak hiçbir etken yokken uyanık kalmak zor oluyormuş.

    Dedim ya, bakalım… Bunların hepsi kulaktan duyma şeyler. Ben nasıl tepki göstereceğim bilmiyorum. Ve çok merak ediyorum. Bu yolculuğa çıkmak istememin asıl sebebi de bu zaten. Bir de deniz psikolojide ana rahmi ile özdeşleştirilen bir metaformuş. Ama artık bununla ilgili saptamaları denizdeyken yaparım. Şimdi toplanma ve yavaş yavaş karayla vedalaşma zamanı.

    21 Ağustos 2008

    Korku Dünyası

    Marmaris otobüsündeyiz. Varışımıza bir saat kala karnıma tuhaf bir ağrı girdi. Stres, yerini paniğe bıraktı. Neden durduğum yerde duramıyorum, bir yerde oturamıyorum ki? Bu sefer başıma neler gelecek kim bilir?

    Son zamanlarda duyduğum şarkılar kafama takılmış durumda. Ya dönülür ya dönülmez/ Kimse üzülmesin diyordu Nazan Öncel. Annem de Gidip de dönmemek var, dönüp de bulmamak var diye tekrarlayıp durduğu için özellikle dikkatimi çekiyor bu sözler. Kimse üzülmesin demek kolay. Başka insanların üzüntüsünün sorumluluğunu almak ise değil.

    Az önce yolda bir kaza da gördük zaten. Yaralılar ve muhtemelen ölü de vardı. Dediklerine göre iki otobüs yarışıyormuş.

    Nedense insanlar pek seviyorlar olumsuz laflar etmeyi, ortalıkta sorun yokken korku duymayı. Güya ben bütün bunları reddediyorum ama etrafımdaki insanlar bu duyguyu bu kadar içselleştirmişken ister istemez etkileniyorum.

    Yolda başka bir şarkı çalıyor: Gitme gitme, gittiğin yollardan dönülmez geri…

    Türkiye'de yakın zamanda iki büyük proje girişimi oldu. En son Gizem Altın, kocası ile Singapur'a kadar bisikletle gidecekti; çevre kirliliğine dikkat çekeceklerdi. Daha yolculuklarının başında, ilk ülke kapı komşu Gürcistan'da Gizem ciddi bir kaza geçirmiş, geri dönmüşler. Öyle büyük hedeflerle başlamış bir yolculuğun yarım kalması üzüntü verici. Birkaç yıl önce ise Hakan Öge, arkasında büyük bir dergi ve sponsorlarla yelken açtı. Gerçi o geziyi tamamladı. Ama tek başına yapmak üzere çıktığı dünya turunun başında teknede iki kişi oldu ve evlenip bitirdi. Benim bu yolculuğu tamamlamam lazım. Ve yapmak üzere çıktığım şekilde yapmam.

    Bu kısıtlamalarla kendimi daha baştan strese sokuyorum gereksiz yere.

    Gerçi olmaması için hiçbir neden yok ama…

    Yine de bilemiyorsun. Evdeki hesap çarşıya uymayabiliyor. Yol öyle bir şey.

    Ian’ın anlattıkları da kulağımda çınlıyor. Bazı tekne sahipleri teknenin kötü durumda olduğunu biliyorlarmış ama bir yere götürtüp satmak istiyorlarmış. Böyle bir durumda, tekne güvenli değilse, ve sahibi gerekli malzemeleri satın almayı reddederse işten vazgeçiyoruz. Gerçi sadece bir kere yapmak zorunda kaldık.

    Bir arkadaşlarının başına gelmiş. Yola çıkmışlar ve tekne ortadan ikiye yarılmış! Neyse ki kıyıdan fazla uzaklaşmadan başlarına gelmiş bu olay. 150 mil açıktalarmış ve bota binip karaya çıkabilmişler.

    Soruyorum ama kaç gün sonra yola çıkacağımıza kesin bir cevap veremiyorlar. Güvenlik bilinçliyiz, diyorlar. Teknede her şeyin yolunda olduğunu gördükten sonra.

    Bazı tekne sahipleri teknolojik oyuncaklarla fazla ilgileniyorlarmış. Jorgen güvenliğe de harcıyor ama sail-mail’le daha çok ilgileniyor derken bir eleştiri tonu var Ian'ın sözlerinde. Onların buzdolabı bile yokmuş kendi teknelerinde. Bozulmuş ve yaptırmamışlar. Diğer aletler neyse de buzdolabı ihtiyaç gibi geliyor; buzdolapsız nasıl yaşanır ki?

    Anneannenin buzdolabı yoktu.

    Doğru, yoktu. Tel dolaplar vardı o zamanlar. Atalarımız mevsiminde yetişmiş sebze-meyveyi kurutmayı, balık-eti konserve şeklinde saklamayı biliyorlardı.

    Teknoloji sayesinde ailen ve arkadaşlarınla haberleşmek, dünyayla bağlantını korumak cazip görünse de… Biz o hayattan kaçarken bir arkadaşın telefon edip sana şehir hayatının sorunlarını anlatıyor, diyorlar.

    Evet aslında. Gitmenin en büyük sebeplerinden biri de o değil midir? Uzaklaşmak… Arkanda bırakmak. Arınmak.

    Yeniden ana konuya, teknenin güvenirliliğine geliyor laf. Ian olaya kuşkuyla yaklaşıyor. Normalde tekne sahipleri de seninle gelirler. En başta tekneyi satın almalarının sebebi o zaten. Yelken yapmak.

    Tabii bizim durumumuzda bunun bir açıklaması var. Jorgen'in üçüncü çocuğu oluyormuş. Yine de bizimle gelmiyor olması şüphelenmek için sebep.

    Ne yalan söyleyeyim, biraz korktum bunları duyunca. Zaten böyle bir teknede, üstelik de tayfa olarak iş bulmanın mümkün olmadığını söyleyenler çıkmıştı. Bir bit yeniği olması lazımdı. Kaptanı İnternette araştırmış mıydım?

    Ay hayır! Benim tarzım değil insanlara kuşkuyla yaklaşmak.

    İlk yolculuğuma çıkarken de aynı tepkiyi gösteren arkadaşlarım vardı. Demek ki ben değişmemişim. Bu iyi.

    Yine de düşünmeden edemiyorum: Bir şey fazla iyi görünüyorsa muhtemelen öyledir.

    Devam...

    Hadi yola çıktın... Ama böyle herkese haber vermeye kalkmadan temkinli davransaydın ya bari a kızım.

    Ooof of. İnsan beyni kuruntu üretmeye başladı mı durmaz.

    Yani durur da... Zor durur.

    Marmaris'e vardık. Otogarda inip tekneye gidecek minibüse binerken Bir saat daha geciktirsem, biraz oyalansam isteği duyuyorum. Mızlanmak iyi geliyor. Mızlan sızlan, tekrar mızlan. Mızlanmak, tek yapabildiğim.

    Ian ve Sally dün akşam gelmiş olmalılar. Acaba teknede sorun var mı? Bu yolculuğa çıkmayı başarabilecek miyim? Birazdan yanıtını bulmuş olacağım endişelerimin yerli mi yersiz mi olduğunun.

    Minibüs benim geç gitmek istememe aldırmıyor, on dakika sonra kalkıyor. Virajlı yol da yarım saatte bitiveriyor. İşte marinaya geldik. İçeri girdik ve CatRina’yı bulduk.

    "Sen Jody

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1