Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Ölü Doğmuş Piçler: Çılgın Jonast, #1
Ölü Doğmuş Piçler: Çılgın Jonast, #1
Ölü Doğmuş Piçler: Çılgın Jonast, #1
Ebook389 pages4 hours

Ölü Doğmuş Piçler: Çılgın Jonast, #1

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Ondan korkuyorlardı. Arkasında bıraktığı kanlı ayak izleri, koklamaya cüret ettiği ve keskin dikenleriyle kendisini zalimce kanatan güllerin rengindeydi. Üstat Mortenz'in uçuk mavi gözleri deve kesmeye meraklı bir kasabın gözlerine döndüğünde mutlaka haklı bir nedeni vardı. Kaderle iş birliği yapmak tehlikeliydi. Bunu anlayabilmesi için ağır bedeller ödemesi gerekecekti.

6 Kitap olarak öngörülen Çılgın Jonast serisinin ilk kitabında; bildikleri, doğu ve batı olarak sıkışmış küçücük bir dünyanın en meşhur insanı olan Jonast Mortenz'in çocukluk ve gençlik yılları anlatılmaktadır. Travmatik bir çocukluk geçiren, yetenekli, donanımlı ve zeki bir gencin nasıl Üstat Mortenz'den Çılgın Jonast'a evirildiğinin hikayesidir.

 

Spoiler: Matteo'ya dikkat…

LanguageTürkçe
PublisherAYDIN TUZCU
Release dateOct 4, 2022
ISBN9798215698983
Ölü Doğmuş Piçler: Çılgın Jonast, #1
Author

AYDIN TUZCU

Aydin Tuzcu is a financial professional and award winning CPA as well as a brand-new indie author who only writes what he enjoys to read, 'fast moving fiction'. He made a debut to his writing career with 'Stillborn Bastards', first part of the fantasy/adventure genre series called 'Jonast the Crazy'. He rolled up his sleeves to share his work, which he wrote with great enthusiasm and whose ARC copies were admired by his close audience, with the whole world.

Related to Ölü Doğmuş Piçler

Titles in the series (1)

View More

Related ebooks

Reviews for Ölü Doğmuş Piçler

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Ölü Doğmuş Piçler - AYDIN TUZCU

    BÖLÜM-I

    KUMSAL

    Ön Özet

    6Kitap olarak öngörülen serinin ilk kitabında; bildikleri, doğu ve batı olarak sıkışmış küçücük bir dünyanın en meşhur insanı olan Jonast Mortenz’in çocukluk ve gençlik yılları anlatılmaktadır. Travmatik bir çocukluk geçiren, yetenekli, donanımlı ve zeki bir gencin nasıl Üstat Mortenz’den Çılgın Jonast’a evirildiğinin hikayesidir.

    Spoiler: Matteo’ya dikkat...

    Doğu yakın zamanda zaten düşmüştü. Artık batıyı bekleyen tek şey ise kaostu.

    1

    Ah Kar Kumsalı!

    Jonast bugün öğleden sonrasını pek az hatırlıyordu. Kötü ve rahatsız edici bir rüya gibiydi. Alabildiğine ıssız, o parlak yaz gecelerinde tek misafirinin ay ve onun ışıltılı yakamozunun olduğu düz ufuk çizgisine gözlerini kilitlemişti. O ufuk çizgisi hep pürüzsüz, hep ıssızdı. Ta ki bugüne kadar. Canını kurtarabilen az sayıdaki yabancı, halen yüzebilen, gri yelkenlerle donatılmış büyük beyaz gemilerine binerek arkalarına bakmadan kaçıyordu. Mavi sonsuzluğun üstünde devasa meşalelere dönen diğer gemilerin saçtığı kırmızı ışıkla karışık yoğun duman, yeterince tahribat yarattıktan sonra sessizce sulara gömülüyordu.

    Bu, Turuncu Sakal’ı ikinci kez elinden kaçırışıydı. En arkadaki geminin kıç tarafından kumsalda bıraktıklarına ve Jonast Mortenz’e kinle bakıyordu.

    Bugünkü vahşet dolu çatışmaya şahit olan herhangi biri, yabancıların asla geri gelemeyeceklerini anlayabilirdi. En azından savaşmak için... Zira kimse Jonast gibi bir ‘canavarın’ karşısına tekrardan dikilmeye cesaret edemezdi. Bu, intihar olurdu.

    Küçük Jony'nin kardeşten yakın kuzeni ve sırdaşı Era ile renkli deniz kabuklarını topladığı, bembeyaz incecik kumlu muhteşem sahil başka bir renkti şu an. Daha başka, daha kırmızıydı. Kırmızının tonları yer yer daha koyuydu. Sahile vuran dalgalar daha pembeydi dakikalar öncesine göre. Parçalanmış bedenlerin hemen hepsinin üzerlerindeki tuhaf hayvan postlarının kahverengisi muhteşem bir mozaik oluşturuyordu. Yüzlerce, binlerce parçadan oluşan, halley ıstakozlarının sahile akın edip kendilerine minik porsiyonlar ile ziyafet çektikleri tiksindirici bir mozaikti.

    Uzuvlarını kaybeden yaralıların acınası feryatları martıların alaycı çığlıkları ile karışıyordu. Jonast'ın da aklı...

    Ne zamandı o günler? Tam hatırlamıyordu ama çok eskiden olmalıydı. O kadar çok macera yaşamıştı ki... Çoğu korkunç, hepsi inanılmazdı. Olduğundan daha yaşlı, daha yıpranmış hissediyordu. Çoktan ölmüş olmalıydı. O ölmeliydi, diğer herkes değil... Kederinden ağlamak isterdi ama artık yapamıyordu. Jonast öleli çok olmuş, yerini Çılgın Jonast almıştı. Bu lakabı hiç istememiş, hiç de sevmemişti. Bir keresinde kendisine bu şekilde seslenen bir süvariyi uzun yıllar korkuyla anlatılacak şekilde öldürmüştü. Jonast ismi saygıyla ve korkuyla anılmaya başlayalı çok ama çok olmuştu.

    Uzun boylu ve güçlü bir adamdı. Uzun ve artık tel tel beyazlaşmaya başlayan altın sarısı saçları terden ve kandan yüzüne yapışmıştı. Yorgunluktan kaskatı kesilen kolları sızlıyordu ve hissizleşmişti. Solaktı. Güçlü sol elindeki belki kendisinden de ünlü olan o sansasyonel silahı uzun parmaklarından aşağıya sarkmıştı. O silaha bir de isim vermişti: Anadolu.

    Anadolu’nun her iki tarafının da keskin ve parlak yüzeyi kan ve doku parçaları yüzünden o parlak ve ihtişamlı görünümünden çok uzaktı. Ama hikayelerde anlatılan rolünün hakkını vermiş ve yeniden birçok aileye acı ve hüzün getirmişti. O, sahibinin elinde dünyadaki en ölümcül şeydi.

    Uçuk mavi ve bakanı umutsuzluğa sürükleyen keskin gözleri ufka boş bakarken yüzünün sol ve üst taraflarında yanma hissetti. Aslında iyi bir şeydi bu. Acı da olsa bir şeyleri hissedebilmek her şeye rağmen iyiydi.

    Bu küçük dünyada artık mevsimleri kestirebilene aşk olsundu. Artık ne uzunluğu ne de sırası kestirilebiliyordu. Özellikle de son nesilde. Hava serindi. Ama yaptığı inanılmaz mücadele ve ölümle yapılan sıkı pazarlık sonucu elde ettikleri sonrasında vücudu yanıyor ve terliyordu. Çok fazla efor sarf etmişti.

    Saç diplerinden süzülen ter sol göz çevresini acıtmaya başlarken sağ elini acının kaynağına doğru usulca ama tereddütsüz götürdü. Parmağı açılan taze ve derin yarığın içine giriyordu. Akan ılık kanının yüzünden çenesine, oradan da boynundan aşağıya doğru halen süzülmekte olduğunu fark etti. Çok fazla kanıyordu. Bu iyiye işaret değildi. Ama umurunda da değildi artık. Vazgeçmek ona göre olmasa da, yaşadıkları uzun zamandır hayatın amacını sorgulamasına ve bir şakadan ibaret olduğuna inanmasına neden olmuştu.

    Bulanıklaşmaya başlayan düşüncelerden Jonast’ı bir an için uyandıran, sağ tarafından gelen neşeli bir ses oldu. Hey birader, iyi misin? O koca kafanı kırmayı başaran birileri olmuş sonunda. Bu dünyada Jonast Mortenz’e bu şekilde hitap edebilecek yalnızca tek bir kişi olabilirdi.

    Jonast vücudunu döndürmeden başını yorgun gözlerle Riley Calmes’a doğru çevirdi. Kahretsin! Bu adamın nesi vardı böyle? Yaşayan en eski dostuna bugün bile hayret ediyordu. Son birkaç saattir olan biten onca kaosa, ölüme ve kumsalı kızıla boyayarak Sonsuz Deniz ile birleşen küçük dereler gibi akan kana rağmen Riley halen gülümseyebiliyordu.

    Riley Calmes... Jonast’ın zamanına gelecekten gelen inanılmaz adam... Çölden gelen yabancı... Bu adamı ne korkutabilir, canını ne yakabilirdi ki? Yıllar önce kendisinden koparılan sol elinin yerine kullandığı, parlak çelikten yapılma acımasız aparattan damlayan taze kan hemen altında kavuşturduğu sağ elindeki elit Garnizon kılıcından aşağıya süzülürken bakışları afacan bir çocuktan farksızdı. O küçük çizikten dolayı endişe etmiyorsun değil mi?

    Jonast cevap vermedi.

    Gevşemeye başlayan bacakları vücudunun ve yaptıklarının ağırlığını daha fazla kaldıramadı. Diz çöktü. Kafasını ufkun sol köşesine doğru çevirdi. Güneşin batışı halen çok güzeldi. Son bir kez bakmaya kesinlikle değerdi. Başını öne eğdi. Boynundan aşağıya süzülen kan rota değiştirerek sivri burnunun ucundan Kar Kumsalı’nın pek az kalan beyazlığını biraz daha kırmızıya boyadı.

    Kendini suçlu hissetti. Halbuki olanları düşünecek olursa pek de fazla seçeneği olmadığını anlayacaktı. Düşünemedi, düşünemiyordu. Duygularından çok aklıya hareket eden, sinir bozucu seviyede gerçekçi olan bu adam yavaş yavaş göçe hazırlanıyordu. Daha önce hiç seyahat etmediği ölüler diyarına...

    Gözleri kapandı.

    Hey Jony! Jonast’ı ilk kez yerde gören Riley endişe etti. Jonast onun bu halini görse kesin şaşırırdı. Hey sen! Çabuk şifacıyı çağır! Hemen!

    2

    Floria.

    Önceleri çok sevdiği, sonrasında ise hüzün ile andığı o yerleşke. Sağlık ve enfes duyuların deposu. Çok çeşitli meyve ağaçları ile bezeli, masallardan fırlamış bir dünya. Hani yere çekirdeği düşse yerden incir ağacı fışkırır ya, işte öyle bir diyar. Ama bu sahilden yola çıkan balıkçıların ağına takılan o yağlı ve leziz quora balığının başrolde olduğu o akşam ziyafeti sırasında Büyük Derek’in herkesi kahkahalara boğan fıkrasında dediği gibi: Floria’dan adam çıkmazdı. Meyve yetişir, adam yetişmezdi. Uzun zamandır böyle düşünüyordu.

    Floria’da yine bir palyo hasadı zamanıydı. Kızlar ve delikanlılar geleneksel şarkıları olan Göçmen Kuşlardan Haber Var eşliğinde o parlak turkuaz renkli mayhoş palyoları topluyorlardı. Kollarına taktıkları uzun hasır sepetlerinin kenarlarına yeşil renkte kurdeleler iliştirmişlerdi. Bereketin sembolüydü. Bu hasat zamanı çok tanıdık, çok huzur verici duyguları çağrıştırıyordu Jonast için. Annesiyle geçirdiği çok ender ve artık solmaya yüz tutan, çocukluğunun en sevdiği anılarıydı. Daha fazlası için her şeyini verebilirdi.

    Bu güzel sabahta huzur içinde hasadı yapan genç insanları seyrediyordu. Sanki rüzgâr her zamankinden daha ılık esiyor, meyve kelebekleri daha çok uçuşuyordu. Jonast uyanmak ve artık hiçbir masumiyetin kalmadığı o kanlı dünyaya tekrar dönmek istemiyordu.

    Kafasını sağ tarafa doğru çevirdi. Üç kız ve iki oğlandan oluşan neşeli gruba dikkat kesildi. Kahkahaları diğerlerinin söylediği şarkıları bastırıyordu. Bu kadar komik ne olabilirdi ki? Ne kadar dertsiz ne kadar basittiler. Kıskanarak süzmeye devam etti. Beline kadar örgülü saçı olan geniş omuzlu kumral kız arkası dönük halde arkadaşlarına bir şeyler anlatıyordu. Onun kahkahaları hepsinden daha yoğun ve neşeliydi. Zaman zaman kollarını karnında kavuşturup eğilerek kıkırdıyordu. Jonast kızın sağ elini yüzüne götürdüğünü gördüğü zaman gülmekten akan göz yaşlarını sildiğini hayal etti.

    Kız sanki arkasından biri seslenmiş gibi bir an durakladı. Biraz tereddütle omzunun üstünden arkasına baktı. Tam da Jonast’ın gözlerine. Gülümseyerek hem de.

    Jonast’ın kalbi duracak gibi oldu. Vücudundaki kanın yüzüne hücum ettiğini hissetti. Bir an nefes alamadı.

    Anne?

    Gerçi yüzünü güçlükle anımsıyordu. Yüzünden daha çok sesi ve kokusu benliğinde daha derin izler bırakmıştı. Ama bu kız annesiydi. Daha genç hali belki de... Kız tekrar başını önüne yönlendirerek arkadaşları ile sohbete ve kahkahalarına geri döndü. Sanki hiç oğluna bakmamış, onu görmemiş gibi.

    Üzerindeki anlık şaşkınlığı atıp annesine doğru yürümek istedi. Sağ adımını ileri atmaya çalıştığında yapamadığını metalik bir ses ile senkronize bir şekilde fark etti. Her iki ayağı da paslı ve iri bir zincirle prangalıydı. Eğilip çıkartmak istediyse de başaramadı. Zira kolları da tıpkı ayakları gibi iri bir palyo ağacına zincirliydi. Buraya nasıl gelmişti ve niye bu haldeydi hatırlayamadı. Tabi ya! Zaten bir kâbusun değişmez enstantanesi de engellenmek değil miydi? Bazen koşamazsın, bazen konuşamazsın. Bazen bir bataklıkta beline kadar saplanmışsındır, bazen de bir ağaca zincirlisindir. Umutsuzluk ve ‘yapamayacağım’ Jonast’a göre değildi.

    Sinirlenmeye başlamak üzereyken mevcut durumunu daha da umutsuz hale getirecek o hırıltıyı duydu. İri ve gri renkli bir bozkır köpeği çirkin dişlerini gösteriyordu. Tehdit eder bir hali vardı. ‘Zincirlerinden kurtulsan bile benden asla kurtulamazsın’ hırlamasıydı bu.

    Anne benim! Benim küçük Jony! Anne?

    Sanki duymuyordu. O kadar komik olan her neyse halen devam ediyordu.

    Ters taraftan, yani solundan sert ve soğuk bir rüzgâr esti. İster istemez kafasını o tarafa çevirdi. Kalabalığın arasından hayneslere özgü kısa saçıyla, yuvarlak yüzlü ve tıknaz bir genç peyda oldu. Kırmızı yanaklarının üstündeki iri gözleri ifadesizce ve donuk bakar halde kendisine doğru yürüyordu. Bu gözleri biliyordu. Yüzlerce kez gördüğü ölü adamların gözlerinden bir çift gözdü. Başka biri için ürpertici ama kendisi için maalesef sıradan gözlerdi. Sadece gözleri değildi ilginç olan. Bu genç adamı bir yerlerden tanıyordu ama nereden?

    Adam ağır adımlarla yaklaşıyordu. Sağ eli omuz hizasında, kafasının hemen yanındaydı ve bu elinde kilden yapılmış turuncu renkte bir meyve tabağı vardı. Tabağın içi turkuaz ve mavi renklerde iri ve sulu palyolar ile doluydu. Jonast’ı rahatsız eden bu ölü kılıklı adamdan çok, tabaktaki enfes meyveler olmuştu.

    Adam Jonast’a yaklaştı, yaklaştı... Ama belli ki ona gelmiyordu. Aynı hizaya geldiklerinde bir bacak kadar önündeydi. Ölü adam durakladı. Vücudunu çevirmeden kafasını sağa çevirdi. O an Jonast’ın her şeyi anlamasına neden olan, adamın siyah dişleriyle şeytani sırıtışı olmuştu. Yine oluyordu. Değişik zamanlarda, değişik mekanlarda, değişik şekillerde kendisine uykusunda reva görülen işkence tekrarlanıyordu.

    Ölü adam elinde meyve tabağıyla ilerledi. Jonast çaresizliği tekrar yaşıyordu. Kendini tüm gücüyle ileri atmaya çalışırken, el ve ayak bileklerinin derileri yırtılırcasına deforme olmaktaydı. Çılgın Jonast demiri koparamasa da herhangi bir uzvunu koparmayı başarabilirdi.

    Ölü adam sağ tarafa ilerlemeye devam etti. Ta ki Jonast’ın annesinin de içinde bulunduğu o masum gruba ulaşana kadar.

    Hayır. Hayıııırrr! Seni geberteceğim. Kafanı koparacağım hain köpek! Ne ölü hain umursadı ne annesi duydu.

    Ölü hain iyi bir haynese yakışacak zarif bir hareketle sol elini yumruk yaparak beline götürdükten sonra hafifçe eğilerek tabağı Tera’ya uzattı. En sevimli ses tonuyla: İster misiniz küçük hanım? diye sordu.

    Tera o masum sıcacık gülümsemesiyle ve biraz da mahcup bir tavırla elini en sevdiği o meyvelerle dolu tabağa uzattı. Ve maalesef aldı. Yine ve yeniden...

    Hayır anne! Yapma!

    3

    Üstat...

    Ü stat Mortenz uyanın .

    Jonast’ı kumsaldan getirdiklerinden beri neredeyse üç gün olmuştu. İlk iki gün bu derin uykuyu yaşadığı ağır kan kaybına ve verdikleri kediotu adıyla bilinen kuvvetli yatıştırıcıya bağlamışlardı. Bu sabahtan itibaren ise endişe duymaya başlamışlardı.

    Üstat, beni duyuyor musunuz?

    Madalyonunu yokladı, yerindeydi. Nihayet gözünü araladı. Sadece birini aralayabildi. Yine yavaşça ve yine tereddütsüz bir şekilde elini yüzüne götürdü. Anlaşılan kafasının sol tarafını kısmen, üst taraflarını ise tamamen keten kumaşıyla bandajlamışlardı. Herhangi bir ağrı ya da zonklama yoktu. Sadece kaşınıyordu. Yara iyileşmeye başlamış olmalıydı. Yüzünün diğer tarafındaki yanık izini de hesaba katınca sol göz çevresindeki yarıkla birlikte daha da çirkin görüneceğini düşündü.

    Derin bir minnettarlık hissetti. Ama hayatı için değil. Hayır bunun için değil. Hatta bu yüzden kızgınlık bile duyabilirdi. Minnettarlığın sebebi gördüğü kâbustan uyandırılmasıydı.

    Evet, duyuyorum Gillian. Doğrulmaya çalıştı, sonra vazgeçti.

    Gillian, Kar Kumsalı yerleşkesinin atabeyi Büyük Derek’in dört oğlundan biriydi. Utangaç ve dürüst bir yapısı vardı. Fırça gibi uzun bıyıkları ön plandaydı. Jonast’ın gözünün önüne Gillian’ın sakura birası içerken bıyıklarına yapışan sarımtırak köpükler geldi.

    Üstat Mortenz, kötü haberler var. Söylemeye çekindiği her halinden belliydi. Gayet normal bir refleksti. Karşısında yatan kişi sadece batı dünyasında değil, bildikleri dünyanın her köşesinde bir efsaneydi. Adeta bir masal kahramanıydı. Tehlikeliydi.

    Söylesene çocuk, gevelemeyi kes!

    Vadi’den dönen atlılarımız kralımızın ölüm haberini getirdiler. Kederini ve yasını belli etmek ister gibi başını öne eğdi.

    Jonast şaşırmadığını belli etmek için ellerini iki yana açıp kafasını öne salladı. Haber hoşuna gitmese de beklemiyor değildi. Üzülmemişti. O aile içinde üzüleceği tek kişinin yasını zaten tutmuştu. Ancak şu bir gerçekti ki bu ölümün zamanlaması katili için mükemmeldi. Doğu yakın zamanda zaten düşmüştü. Artık batıyı bekleyen tek şey ise kaostu.

    Bakışlarını ahşap tavana sabitledi. Bir süre odada sessizlik oldu. Gillian’ın başı halen öndeydi. Kulakları ise Jonast’ın derin ve gürültülü solumasına dikkat kesilmişti.

    Anadolu nerede?

    Gillian yağ lambasını eline aldı. Jonast’ın çaprazında, odanın en karanlık köşesinde duran maun ağacından yapılmış olduğu belli olan, abartılı motiflerle süslenmiş sandığın yanına gitti. Usulca çömelerek kapağı açtı. Bu kadar abartılı süslemeli sandıktan çıkan o ucuz gıcırtının tezadı Jonast’ın garibine gitti. İki eliyle kara sığır derisine sarılı emaneti dikkatlice sandıktan çıkardı. En son kendi memleketi olan Garnizon’un tören mangasındaki disiplin abidesi askerlerinde gördüğü gibi Gillian da sol ayağının topuğunu ve sağ ayağının parmaklarını zeminde kaydırarak sola döndü. Hareketleri komik bir ritüele dönmüştü. Jonast’a doğru birkaç adım atıp Anadolu’yu kucağına huşu ile bıraktı. Eğer ki iyi niyetinden şüphesi olsaydı bu ahmakça hareketleri yüzünden bu genç adamı tokatlardı. Abartıdan ve şatafattan nefret ediyordu.

    Jonast kucağındaki dostunu sarılı olduğu dürümden çıkarmayıp altın kabzası üste gelecek şekilde sağ tarafındaki zemine bıraktı. Kılıftan çıkarmayarak hep güvendiği bu yerleşkeye dostluğunu ve saygısını gösterirken, kabzayı üstte bırakarak artık iyileştiğinin mesajını vermişti.

    Tütünüm de sende mi?

    Genç adam yine sesini çıkarmadan masaya yöneldi. Heybesinin içinden üzerinde at motifi olan bakır tabakayı çıkarıp Jonast’a verdi. Tütün çekmek tutkusuydu. Yaralı da olsa, ölümden dönmüş de olsa fark etmiyordu. Tütünsüz geçen birkaç günde çok özlemişti ve ihtiyacı vardı.

    Sigarasını sararken yüzüne bakmadan kararını açıkladı. Riley’ye ve babana söyle, yarın şafakla birlikte Vadi’ye gidiyoruz. Her şeye hazırlıklı olsunlar. Sesinde en küçük bir duygu yoktu. Yüzü de ifadesizdi.

    Kraliçe kendi kaderini belirleyecekti.

    4

    Sekiz atlı Vadi yolundaydı .

    Yola çıktıklarından beri açık yeşil gökyüzünü kaplamaya başlayan ve mora çalan koyu gri bulutlardan kopan ilk damlalar yere düşünce Jonast toprağın güzel kokusunu derin bir nefesle ciğerlerine doldurdu. Arkasına bakmak istemiyordu. Canı sıkkındı. Hem bakmadan da Riley’nin soran gözlerle kendisini dik dik süzdüğünü hissedebilirdi. Onun yerine hemen yanında yolculuk eden, sahibine yakışır irilikte bir at üzerindeki Büyük Derek’e üzüntüsünü dile getirmek istedi. Marlon için üzgünüm. O cesur ve iyi bir askerdi.

    Artık yetmişlerinde olan atabeyin şaşırtıcı derecede pürüzsüz olan ak sakallı yüzünde üzüntü belirtisi yoktu. Yüzünden okunan daha çok gururdu. Evet öyleydi Üstat Mortenz. Yanınızda kahramanca çarpıştı. Yine de kısa bir an iç çeker gibi kesik bir soluk aldıktan sonra yüzünü yukarıya kaldırdı ve sonrasında yağmurda ıslanan gözlerini önlerindeki yeşil koruluklara sabitledi. Yine de annesinin Marlon’un ölümünü görmeden göçüp gitmesi iyi olmuş. O muhtemelen dayanamazdı.

    Jonast başıyla hafifçe onaylar gibi yaparken, ne çok hayatın genç yaşta solup gittiğini düşündü. Acılarla yüzüne kazınmış kırışıklıklarla dolu sert suratından bunu anlamak elbette kolay değildi.

    Gecenin artan serinliği ayaza dönerken, debisi yükselen nehrin sürüklediği çakılların çıkardığı seslere yanan meşe odunlarının çatırtısı eşlik ediyordu. Muhafızlardan ikisinin avladığı tavşanlara ek olarak yakalanan yağlı ve leziz balıkların enfes kokusu gün boyu hiçbir şey yemeyen grubun iştahını kabartıyordu.

    Riley sırtındaki kaba battaniyesi ve elindeki dumanı tüten tavşan yahnisiyle dolu çömleği ile diğerlerinden biraz uzakta oturan Jonast’ın yanına oturdu. Söyleyeceği şeyleri Jonast tahmin ediyor olmalıydı ve tabi ki yine kızacaktı. Ama Riley bu konuya daha fazla kayıtsız kalamayacaktı. Joanne’in babasından aldığı o güzel mavi gözlerinden akan nefretle karışık özlem gözyaşlarını unutamamıştı. Ne de olsa kendisi de bir zamanlar ailesi tarafından sevilmemiş bir çocuktu. Sağlam elinin baş parmağıyla Jonast’ın yemeğini işaret etti. Bence daha iştahlı yemelisin. Yarın güçlü olsak iyi olur. Sarayda bizi neyin beklediğini bilmiyoruz.

    Jonast Riley’ye göstermek istercesine daha hızlı çiğner gibi yapıp işaret parmağıyla çenesini gösterdi. Daha sonra kaşlarını kaldırıp gözlerini sonuna kadar açarak Riley’ye baktı. Kısa bir sessizlik sonrası ekledi. Ee? Ne var?

    Farkındaysan bütün gün doğru dürüst konuşmadık. Ondan önceki üç gün boyunca da nalları dikmiş gibi uyuyordun.

    Jonast sol elinin avuç içini gösterdi ve kafasını hafifçe yana eğdi. Son zamanlarda çok ender olan gülümsemesi ile sordu. Ne yani? Beni mi özledin? Senin becerecek onlarca fahişen, affedersin, kız arkadaşın yok mu?

    Riley alınacak biri değildi. Bu kötü espriye de alınmadı. Ama eski dostunun konuyu bildiği hale salağa yattığından da emindi. İşte bu onu kızdırırdı. Kaşlarını çatarak ve kısık sesle konuştu. Diğerlerinin duymasını her ikisi de istemezdi. Sadece birkaç saat ötede, biliyorsun. Onu görmelisin.

    Jonast elinde ılıklaşmaya başlayan ve artık dumanı tütmeyen çömleği bıkkın bir yüz ifadesiyle yere bıraktı. Zaten az olan iştahı hepten kaçmıştı. Riley haklıydı, hem de çok haklıydı. Ama zamanı değildi. Jonast’ın kalbi her zaman mantığına yenik düşerdi. Elinde değildi, o böyle biriydi. Riley’ye karşı normalde pek göstermediği sertlikte yanıtladı. Sence şu anda daha önemli işlerimiz yok mu?

    Senin lanet olası sarayın ve lanet olası savaşın! Sesini istemeden biraz yükseltmişti. Diğerlerinin korku dolu ve kaçamak bakışları Riley’nin gözleriyle kesişince hemen yön değiştirdiler. Kimilerine göre Riley de Jonast kadar tehlikeliydi. Sesini tekrardan alçaltarak ve elinden geldiğince yumuşak tonda konuştu. Jony. O senin kızın.

    Jonast Riley’yi dinlerken eline aldığı dal parçasını düşünceli bir şekilde ateşe fırlatınca küçük çaplı bir kıvılcım saçılması oldu. Ateşe doğru bir süre düşünceli bir şekilde daldıktan sonra Riley’nin karanlıkta kömür karası gibi görünen kahverengi gözlerine baktı. Biliyorum Riley. Bir gün...

    Riley bir süre sinirli bir şekilde arkadaşını süzdükten sonra homurdanarak kalkıp elindeki çömleği diğer bulaşıkların üstüne doğru gürültülü bir şekilde attı. Ardından tekrar Jonast’ın yanına geldi ve kendisini nemli çimlerin üstüne sırt üstü bıraktı. Uyuyacaktı. Daha doğrusu öyle sanıyordu.

    Riley’yi uyandıran Jonast’ın uykusunda anlamsız bir şeyler mırıldanması oldu. Riley’nin daha önce onlarcasına tanık olduğu, Jonast’ın kâbus dolu gecelerinden biriydi anlaşılan. Uykusu kaçtı. Jonast’ın onca anlamsız sözlerinden ayıkladığı ve artık kendisine tanıdık gelen; anne, palyo, hain ve zehir gibi kelimeleri dinlerken, bir taraftan da seyrelen bulutların arasından beliren yıldızlara bakıyordu. Jonast’ın annesi ile ilgili yaşadığı travmadan genel anlamıyla haberdardı. Kendisi de bir süre boyunca insan eti yiyenlerle ilgili kabuslar görmüş ama zaman içinde bunu Jonast sayesinde atlatmıştı. O zamanlar ‘barbar’ olarak gördüğü Jonast’ı bu mutant yamyamları haklamak konusunda kullanmıştı. Önce kullanıp daha sonra pişmanlıkla ölümüne sevdiği bu dostuna kâbuslarından kurtarabilmek adına yardım edemiyor olması hoşuna gitmiyordu.

    Yalnız bu sefer ilk kez farklı bir şeyler duymaktaydı. Bir kediden ve Teodem veya Tehoden denen sadist bir pislikten bahsetmişti. Konu ilgisini geçtiğinden doğrularak oturdu ve kollarını dizlerinin üstüne kenetleyerek dostuna baktı.

    Kötü bir orman ve büyü gibi şeylerden bahsediyordu. Çocukları yakmak isteyen bir cani var diye Jonast intihar mı etmişti? Hadi canım, tam bir saçmalıktı. Arkadaşının halen iyileşemediğini düşündüğü sırada Jonast uykusundan sıçrayarak uyandı. İlk birkaç saniye etrafına bakındı. Sanki nerede olduğunu unutmuş gibiydi. Daha sonra Riley ile göz göze geldikten sonra sağ elini ‘boş ver’ der gibi salladı. Riley ise Jonast’a dikkatle bakıyordu. Bu ayazda bu kadar terlemiş olması pek de hayra alamet olmamalıydı. Ne o? İyileşemedin mi daha?

    Jonast soruyu cevaplamak yerine elini yola çıkmadan önce çıkardığı keten bandajın eski yerine götürdü ve uzamaya başlayan kirli tırnakları ile iyileşmeye başlayan yarayı kaşıdı. Taze kabuğu kısmen kaldırdığı için terli saçları yarayı hafif yakınca memnuniyetsiz bir ifade ile başını salladı ve kendini tekrar soğuk zemine bıraktı. Çene çalmak için keyfi ve zamanı yoktu.

    Riley ise pozisyonunu bozmadan bir süre daha oturduktan sonra taşıdığı iki mataradan biri olan, yanından asla ayırmadığı deve derisinden yapılmış olanın mantarını dişleriyle sökerek kucağına düşürdü. Mataradaki baremin keskin kokusunu keyifle ama düşünceli bir şekilde içine çekti. Matarasını ağzına götürecekken durakladı ve aklındakini sordu. Tehoden kim? Baremini yudumlarken gözlerini kısarak yatan dostuna baktı.

    Jonast’ın ilgisini çekmeyi başarmıştı. Bu ismi duyar duymaz gözlerini açan Jonast önce Riley’ye baktı sonra ise kalçasını zeminden ayırmadan dirseklerinin üstünde biraz yükseldi. Daha önce Karanlık Dağlar’da yaşadıklarını ve öncesini kimseye anlatmamıştı. Herkesin bildiği şeyler, artık soluklaşmaya başlayan ve dilden dile korkunç cadı hikayelerine evirilen zırvalardı. Henüz etkisinden çıkamadığı taze kâbusun konusunu oluşturan sadistin adını Riley öğrendiğine göre sayıklamış olmalıydı. Dudaklarını mühürleyerek burnundan gürültülü şekilde üfledi. Anlatıp anlatmamakta bir süre tereddüt ettikten sonra Riley’ye manalı bir şekilde baktı. Daha önce Riley’nin defalarca kendisine sorduğu Çılgın Jonast macerasının detaylarını anlatmayı her seferinde reddetmişti nedense. Sonuçta ne fark ederdi ki? Riley bu dünyadaki en güvendiği kişi değil miydi sanki? Gözlerini devirerek mırıldandı. Tehoden değil, Teodel... Doğrularak oturdu ve kesesinden bir tutam tütün çıkararak sarmaya başladı.

    Poxx mu? Küçümseme ve tiksinti karışımı yüz ifadesiyle sormuştu. Jonast bakışlarıyla onaylayınca başını iki yana hafifçe salladı.

    Riley hiçbir şey demeden sabırla bekledi. Çok iyi tanıdığı Jonast’ın bu sefer anlatacağından emindi. Kasıklarının verdiği sinyale aldırmayarak yerinden kımıldamadı. Pantolonuna işemeyi Jonast’ın anlatacaklarından bir kelime eksik duymaya tercih ederdi.

    Jonast sol elini uzatarak Riley’den barem matarasını aldıktan sonra birkaç saniye dikerek büyük ve yakıcı bir yudum aldı ve yüzünü ekşitti. Sevemediği alkole halen istediği kadar alışamamıştı. Matarayı geri verirken asık ve ciddi bir yüzle sordu. Anlatacaklarım sabaha kadar sürebilir. Uykun olmadığına emin misin?

    Riley bunu kaçıramazdı, kasıkları umurunda değildi. Anlat birader, seni dinliyorum.

    Jonast kafasını ileri geri hafifçe salladıktan sonra anlatmaya başladı. "Her şey bundan bir nesil önce başladı, belki de daha önce..."

    Bu uzun ve soğuk gecede sabahın ilk ışıklarına kadar durmaksızın anlattı. Çocukluğunu, kaybettiklerini, yarım kalan aşkını ve o korkunç gece ile sonrasını...

    BÖLÜM-II

    BLAINE KATLİAMI

    Elbette çok korkmuştu ama daha yoğun hissettiği duygu hüzündü. Anlamıştı. Kocası artık gelmeyecekti.

    1

    Jonast’ın yaşadığı bölge batı dünyası olarak bilinirdi. Batı dünyasının insanlarına batılı denirdi. Anakaranın kuzeybatısında yer alırdı. Batı dünyasının batı ve kuzey tarafları uçsuz bucaksız Sonsuz Deniz ile çevrilmişti. Güneyde Riley ve Jonast hariç hiç kimsenin sonunu görmediği, gördüyse bile geri gelmediği devasa bir çöl vardı. Doğu tarafı ise karlı zirveleri olan Karanlık Dağlar ile neredeyse çepeçevre sarılmıştı. Tek açıklık bu yüce sıradağlarının bittiği kuzey ucu ile Sonsuz Deniz’in birbirine çok yakın olduğu Kızıl Geçit’ti. Geçidin sonu doğu dünyasına açılırdı.

    Geçidin batı tarafında bulunan Kar Kumsalı yerleşkesi bulunduğu yer itibariyle Batı dünyasının kapısı olarak görülürdü. Sarayın bulunduğu, İkiz Yeşiller adındaki tepelerin arasındaki Kraliyet Vadisi olarak bilinen baş yerleşkeye giden yolun ilk durağıydı. Doğulular ile ticaretin ve balıkçılığın merkeziydi.

    Vadi ile çölün arasındaki yerleşkenin adı W Çiftliği’ydi. Yaklaşık on dokuz nesil önce Wiles, Wunderstand ve Westmore adlı 3 zengin ailenin bu bölgeye göç etmesi ile kurulmuştu. Sonrasında onlarca ailenin katılımıyla büyüdü. Sığır, deve ve goryat yetiştiriciliği yanı sıra büyük mısır tarlalarının diyarıydı.

    Vadi ile Kar Kumsalı’nın arasında Floria vardı. Meyve bahçeleri ile ünlü yemyeşil bir yerleşkeydi.

    Batı dünyasının en doğusunda, Karanlık Dağlar’ın eteklerinde kurulu Madenler yerleşkesinde adı üstünde madencilik faaliyeti yürütülüyordu. Dağın etekleri kömür, demir ve bakır madenleri bakımından zengindi. Az da olsa gümüş de çıkarılıyordu. Jonast’ın dünyasında altın yoktu, bilinmiyordu.

    Her yerleşke atabey olarak adlandırılan liderler tarafından yönetilirdi. Bu atabeyler sarayda konsey üyesi olarak da söz sahibiydiler.

    Bu yerleşkelerden daha farklı bir statüde olan ve kraliyete bağlı askerler ile ailelerinin yaşadığı Garnizon adı verilen bir belde vardı. Vadi’nin kuzeydoğu çıkışında kuruluydu. Kralın şahsi ordusu olarak da adlandırılabilirdi. Diğer yerleşkelere karşı kralın demir yumruğuydu. Garnizon, Vadi’nin ayrık bir parçası gibiydi. Burada atabey yoktu, komutan vardı. Sondan bir önceki komutanın adı General Maxi Mortenz’di. Jonast’ın babasıydı.

    Batı dünyasına anarşi, gizem ve ihanet virüsü gireli çok olmuştu. Kuluçkada doğru zamanı bekliyordu. Büyük bir adama her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulacağı günler yaklaşıyordu.

    2

    (J onast doğmadan beş yıl öncesi, Madenler Yerleşkesi'ne bağlı Blaine Beldesi)

    Günaydın babacığım.

    Ihhmm... Daha yeni yatmış gibiydi, ne çabuk zamanı gelmişti? Sorlorth’un hiç de dinlenebilmiş bir hali yoktu. Ne de olsa madenlerde çalışmak zor işti. Homurdanarak sağına döndü. Biraz önceki dağ parslarını kıskandıracak gürültülü horlaması kesilmişti.

    Aggie’nin ise pes etmeye niyeti yoktu. Baba kalk hadi. Günaydın babaaa. Annesinden aldığı görev ile babasını uyandırmaya gelmişti. 4 yaşında, cam gibi yeşil gözleriyle dünya tatlısı bir yumurcaktı. Babasının kızıydı.

    Aggie. Günaydın değil tatlım. Tünaydın diyeceksin. Hatta iyi akşamlar. Bir süredir gece vardiyasında çalışıyordu. Sabah gün ışıdıktan sonra geliyordu. Ailecek kahvaltı yaptıktan sonra çocuklarıyla oynuyordu. Uyumadan önce görülmesi gereken ev işleriyle meşgul olduktan sonra geceki ağır yükü için yatağın yolunu tutuyordu.

    Uykulu gözlerle göbeğini kaşıyarak yemek masasında kendisine ait sandalyeye oturdu. Uzunca esnerken eksik dişlerini ailesine sergiledi.

    Uykunu alamadın mı tatlım? Marta kaşlarını kaldırarak yine o çok bilmiş edasıyla sormuştu.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1