Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Clementi
Clementi
Clementi
Ebook545 pages6 hours

Clementi

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

"Bir kolunu havaya kaldırmış, boş olmadığını iddia ettiği kalıntılar arasında gezdiriyordu avucunu. Oysa ki meraklı, büyülenmiş suratının büyük bir yalan olduğunu kendisi de biliyordu. Bilgi, bilgi idi. Üzerine oturup düşünebilecek kadar ucuz bir hayat yaşamıyordu veya kendisinden sonra bunları okuma materyali haline getirebilecek gençler olmayacaktı. Sanki yazıp çizmeye çok merakı varmış gibi. Fakat hayır; tek derdi, çok uzağında olmayan bir uçak enkazının dibinde, birbirlerine bağırarak kavga etmekte olan iki adet figürdü. Açıkçası, işin işkenceye uzanan tek yanı varsa, o da bu kavganın detaylarını öğrenebilmek için onları duymasına gerek olmamasıydı."

Acımasız, yalnız ve geniş bir evreni bir ömürlük pencereden anlatan Clementi, bilim kurgu ve fantastik temellerin üzerinde psikoloji ve gerilim öğelerini işlemektedir.

LanguageTürkçe
Release dateJun 14, 2016
ISBN9781310373237
Clementi
Author

Sinan Ozan Özel

I'm a Linguist. I don't actively develop software. I used to work as a freelancer for video game developers, now I'm mostly interested in Linguistics & Cognitive Science.

Related to Clementi

Related ebooks

Reviews for Clementi

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Clementi - Sinan Ozan Özel

    CLEMENTI

    Sinan Ozan ÖZEL

    Kapak Tasarımı - Düzenleyen: Damla SERTBARUT

    Smashwords Edition

    Copyright 2016 Sinan Ozan ÖZEL

    Smashwords Edition, License Notes

    This ebook is licensed for your personal enjoyment only. This ebook may not be re-sold or given away to other people. If you would like to share this book with another person, please purchase an additional copy for each recipient. If you’re reading this book and did not purchase it, or it was not purchased for your use only, then please return to Smashwords.com or your favorite retailer and purchase your own copy. Thank you for respecting the hard work of this author.

    Birinci Bölüm

    Soğuktu; özellikle de o gece, ısırgan kış soğuğu daha iyi hissediliyordu. Hapishaneye dönmüş bu beton yapıların gölgesiyle bütünleşmişti, öfke kusan soğuk. Şehrin karanlığında kaybolmuş umutların öcünü almak istiyordu muhtemelen. Doğadan yükselen nefretin gölgesinin yamaçlarında, ürkek yavrulara dönmüştü şehrin tüm insanlığı. Sabahın ışıklarını görmek dahi artık bir piyango biletinden fazlası değil iken, ödenmesi gereken borçlar çoktan unutulup gitmişti. İşte bu yüzden o betonların arasında ölüp gitmeyi hak ediyordu masumu da, suçlusu da. Fakat o gecenin soğuğu pek bir cılız kalıyordu, geceyi ve boşa harcanmış vakti takiben sorulacak her hesabın yanında.

    O gece ay ışığı, şehrin cüretkar aydınlığını bastırmak için canla başla çalışıyor, yılmadan yansıtıyordu sonsuz boşluğun delici parlaklığını. Lakin gri renkli şubat bulutları, ay ışığını soğurmaya yemin etmiş gibi devasa boşluğun en temel rengine hizmet ediyorlardı. Bulutların yoğunluğundan kurtulabilmiş bir hüzme ışık, bir apartmanın en üst katındaki ufak ama israfsız bir odanın penceresine vurmaktaydı. Pencerenin hemen solunda, üzerinde çeşitli kitap, doküman ve alkol şişelerinden medeniyet yaratmış hafif tozlu, beyaz bir çalışma masası bulunuyor; hemen karşısında ise dolup taşmış, rastgele gazete kağıtlarının rafları zorladığı bir kitaplık yükseliyordu. Tozlu bir gitar, bu kitaplığın kısa kenarına bakan tek kapılı bir dolabın üzerinde, yeniden sevgi ve şefkat göreceği günleri beklemekteydi. Fakat dolap ile kapı arasındaki iki kişilik yatağın hemen sağında minik bir komodin, komodinin üzerinde bir çalar saat, olmaları gereken yerdeydiler. Lakin yatağın içinde, o gece istemsizce borç bildiği kabusuyla sıcak bir ilişki kurmuş, orta yaşlarından bir an önce çıkmaya eğilimli bir genç adam uyumakta ve bu ufak odanın mobilyasını tamamlamaktaydı.

    Kısacık saçları ve daha kısa sakallarının arasından akıp giderek sele dönüşen ter, adamın nasıl bir şeytanla yüzleştiğini anlatmak için yetip artmaktaydı. Yapay barınağının dışında kalan dondurucu havaya inat, bedeninden yayılan ısı, terinin soğukluğuna meydan okuyamayacak kadar cılız ve ürkekti. Mimikleri o kadar huzursuz, yüz kasları o kadar acınasıydı ki; gördüğü kabusun derinliğini, bu uçurumdan düşerken hissettiklerini tahmin etmek istemezdi hiçbir insan evladı.

    Mübalağa. Rüyalar, yersiz ve basit abartılardan ibaretti. Sabırsız bir bekleyiş, kontrolsüz ama kontrol manyağı iç dünya ve elde edilen koca bir hiç. Ancak derinlerde bir yerlerde, bilinçaltının acı bir çığlık ile anlatmaya çalıştığı bir derdinin bulunduğunu biliyordu. Tedirgin anıların adım adım zehirlediği aklından geçen görüntü parçaları, anlamsız ama yerindeydi. Ayırt edemiyordu, neyin gerçek ve neyin hayal olduğunu. Bilinci kapalı bedeninin, o titremekten yorgun düşmüş beyaz ve düzgün dişlerinin ardından bir kelime fısıldadı karanlığın hüküm sürdüğü yalnız ve sessiz odasına.

    Alessa...

    Dört duvarın arasında yapayalnızdı. Bir avlunun orta yerinde. Çevresindeki anlamsız yıkımın kalbinde, sandalyeler ve masalar bulunuyordu. Belki istemsiz kaostan, belki zaman aşımına uğramışlıktan; kim bilir. Yapabildiği tek çıkarım, bu bulanıklığın ardında unutulup giden, gömülmüşlüğün açığa çıkardığı hoşnutsuzlukların yatmasıydı.

    Kızıl bir yağmur düşmeye; yeri, damla damla inletmeye başlamıştı. Parçacıkların düştükleri avluya yakından baktığında, göletin kırmızılığı karşısında şaşkına döndü. Kan kırmızısına aşinaydı. Bu görüntüden kurtulmayı düşlüyordu, bir yanı. Gözlerini kaçırıp çevresindeki başka nesne ve yapılara verdi dikkatini. Tam karşısındaki duvarın dibinde ufak bir tümsek, duvarın üzerinde ise çamurla kaplı bir pano bulunuyordu. Hatırlayıp hatırlamadığından emin olamadığı bu mekanlardan bir dünya yaratmıştı kendine, gerçekleşmesi fazlasıyla imkansız görünen ama bir yandan da ufak tefek fantezileri, bir bakıma, eyleme döken.

    Şimdi çok yüksek bir binanın çatısına tırmanmış, bakışlarını aşağı dikmiş ve ceset dolu göletin bulanık kırmızısını hayran hayran izlemekteydi. Çatının diğer yanına çevirdi bakışlarını, biraz olsun kaçabilmek için bu anormal görüntüden ve rengi laciverde çalan bir gölgenin farkına vardı. Önce seslenmeye çalıştı, ne olup bittiğe dair bir fikir edinebilmek için, sonra kendi soğukkanlılığının dehşetine kapılıp vazgeçmeye çalıştı, gölgeyi alarma geçirme sevdasından. Lakin silüet, çoktan yanında bitmiş; gözlerini, gözlerine dikmişti bile.

    Aslında dehşete kapılmasının nedeni hiçbir vakit ego tatmini sağlayan soğukkanlılığı olmamıştı. Sarı saçların ardından parlayan o ufak surat ve duygusuz bakışlar, tanıdık ama alışılmadık geliyordu. Ne hissettiğini esas şimdi bilmiyordu. Ve ağzından dökülen kelimeler, o ana kadar günah keçisi gibi kullandığı istemsizliğine bir son vermiş gibiydi.

    Alessa..

    Mavi cübbeli silüet ise ufak bir hançeri, genç adamın donup kalmış bedenine saplamıştı. Göz bebekleri yoktu. Bembeyaz. Acı dolu bir surat ifadesi. Hala şefkat gösteriyormuş gibi. Genç adam ise acıyı değil, ölümü hissediyordu. Midesine saplanmış hançere ve onu tutan ufak, sevimli ellere baktı. Kanının yağmura karışıp, yokluğa aktığına şahit oldu.

    Gözlerini yeniden mavi cübbeliye çevirdiğinde ise aynı ifadenin boşluğuyla karşılaşmıştı. Lakin bu sefer çatının diğer ucunda, hiç de yabancı olmadığı başka bir karanlığı gördü. Birden surat ifadesi değişti. Öfke, genç adamın bedeninden dışarı akan başka bir parçasıydı.

    Sonra tek hissettiği; kanın, açılan yarıktan içeri doluşu ve her şeyin biraz daha fazla bulanmasıydı, gri sis ve camsı görünüşe.

    Saçmalıktan hallice kurguya sahip rüyanın geride bıraktığı acı duygu kırıntılarının fırlattığı, bedeni sıcaklıktan muaf etmekte olan bir yorgan. Alabildiğine açık gözler, sert ve derin nefes alışverişi ve elbette istemsizliğin dibine vurmuş, inleyen kaslar. Hormonal kargaşanın ve şoka girmiş bir bedenin içeriğinden bahsetmeye gerek dahi yoktu.

    Kendine gelişi zor olacakmış gibi görünüyordu. Birkaç dakika, en azından teri sıvılığını yitirene kadar, öylece bakınıverdi etrafına. Kalp ritmi dinmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp dışarı verdi, rahat hissetmeye çalışarak. Kafasını öne attı ve sol eliyle, alnındaki terleri sildi. Normalde, dinlemiş ve bir sonraki güne hazır hissetmesi gerekiyordu. Oysa sadece yorgundu. Gözlerini kapatabilse, yeterince dinlenebileceğini zannedecek kadar yorgundu.

    Boynundaki rahatsızlık azaldıkça, kalbinin rahatladığını ve kan basıncının azaldığını anlıyordu. Sakinleşmeye başlamıştı öksüz vücudu. Kafatasının içinde çığlıklar atarak bütün bedeni alaşağı eden sağ lobu susmaya başlamıştı yavaş yavaş.

    Kaslarını zorlayarak çıkardı sol bacağını yorganın altından ve dondurucu soğuğun içine cesurca bir adım attı. Sonra diğer bacağı. Üzerinde mavi bir tişört ve altında kahverengi bir pantolon vardı. Çıplak ayakları soğuktan inliyordu. Yine de kendine gelmeyi başarmıştı ve soğuğu umursayamayacak kadar bitkindi kasları. Biraz sonra yatağında oturuyor ve gördüklerini düşünerek, kendini kandırarak tembellik ediyordu.

    Kafasını sallayarak ayılmak için uğraştı kendini suçlayarak. Ayağa kalkmaya yeltendi ve şaşırarak başarılı oldu. Yatağının hemen kenarında, yerde bir paket sigara duruyordu. Bu karanlıkta onu görebilmesini, sigaraya olan ağır bağımlılığına borçlu olduğunun farkındalık listesine ekleyerek eğildi ve paketi eline aldı. Doğrulurken açtığı paketin içinde birkaç dal sigara ve bir adet siyah çakmak bulunuyordu. Küfrederek paketin içinden bir dalı ve çakmağı, ustalık ve yarı ayıklık güç birliğiyle çıkardı ve paketi kapatıp, çalışma masasının üzerine fırlattı.

    Açlıkla boğuşan zavallı midesini daha tedirgin ve huzursuz ediyordu her nefesi sigaranın. Anlaşılan psikolojik rahatlık biraz daha baskın geliyordu bünyesinde. Masanın kenarındaki yarı dolu kül tablasını alıp yastığının hemen yanına oturdu. Birkaç nefes sonra, ucunda biriken kül treniyle beraber sigarayı kül tablasının kenarına bıraktı ve yeniden eğilme zahmetine girip kül tablasını yere bıraktı. Bir eliyle de yatağın altından çıkardığı bir çift çorabı, çift olduklarından emin olana kadar yukarı kaldırdı.

    Giydiği çorapların verdiği yalan sıcaklık hissinin üzerine ağzına aldığı sigarasıyla dolabına doğruldu. Sigarayı hızlıca içine çekiyor ve ağzının kenarıyla dumanını dışarı veriyordu. Dolabından çıkardığı hırkayı üzerine geçirdi ve ağzındaki, kül treni dizisine yeni ve daha uzun bir serisini çekmekte olan sigarasını, yatağın üzerinde kendini belli etmemek için uğraşan kül tablasına bastırdı.

    Koridora yöneldiğinde ise bir saniyeliğine duraksadı. Zira depo olarak kullandığı solundaki odanın kapısı açıktı ve içeride pek çok gölge bulunuyordu. Lakin normal olmayan ve bir türlü olamayacak şey, göz ucundan ona sırıtmakta ısrarcıydı. Gölgelerden biri, gayet bilinçli bir hareket eğilimindeydi. Kapı eşiğine yaklaşırken, genç adam sadece olduğu yerde, sakin duruşuyla gölgeyi izliyordu.

    Rüyalar bazen çok sinir bozucu olabiliyor. O ana kadar yaşadığın gerekli ve gereksiz her şeyi saklayıp, birden aklını kaçırmış gibi seni boğmaya çalışan zavallı aklının gazabı hepsi... Yani korkmamak lazım... Öyle değil mi, Ernesto?

    Gölgelerin arasından gelen boğuk ses yeterince rahatsız ediciydi. Fakat Ernesto'dan herhangi bir tepki gelmedi. Tek yaptığı, küçümseyici bir bakış ve dışarıya hızlıca verilen bir miktar nefes olmuştu. 'Sıkıcı' imasının farklı bir yoluydu bu tabii ki. Yerinde kalıp, kulak asmak yerine umursamaz bir eda ile yoluna devam etti. Bir kulağı ise halen onu izlemekte olan gölgenin provokasyonundaydı. Hemen sağ tarafta bulunan banyonun yüksek basamağına adım attı. Işığı bir anda açıp, gözlerinin acı çekecek olması onu biraz tedirgin etmişti.

    Bütün bu yavaş saçmalıkların, edebiyat parçalama sefasının, aslında ana konsantre olmaya çalışmak olduğunu biliyordu. Bu yüzden sadece o ışığı açtı ve halojen lambaların gözlerine işkence etmesine izin verdi. Kısa süren ışığa alışma döneminin ardından, lavaboya yöneldi ve açtığı çeşmeden akan soğuk suyun, teri soğumuş ellerine değmesine izin verdi. Yüzüne her su çarpışında, biraz önce gördüğü rüyanın detaylarına tekrar ve tekrar şahit oluyordu. İyice ayıldığını ve gözünde birikmiş çapakların yerine rahatlık geldiğini anladığında ise çeşmeyi kapattı. Hemen yanında bulunan havluyla yüzünü kuruladı ve havluyu yerine bırakıp aynaya döndüğünde ise o garip suratla yüz yüze geldi.

    Ernesto hafif gerilmişti, bu ani karşılaşma yüzünden. Fakat çok uzun sürmedi bu şaşkınlığı ve yerini, umursamazlıkla karışık sıkılmışlığa bıraktı.

    Edebiyat yapmayı bırak. Sanatsal korku filmleri seni bu hale getirdi. dedi Ernesto, ellerinde kalan su damlalarını ensesine sürerken.

    Karşısındaki yanık surat ise sadece sırıtmakla yetindi. Ernesto, iyice gevşediğinden emin olduktan sonra aynaya son bir bakış atıp banyo kapısına döndü. Bu sefer yanık suratlı adam tam karşısında duruyordu. Eliyle 'uzaklaş' emrine tercüman olan bir hareket sergiledi Ernesto. Yanık yüzlü adam ise bir şeyler konuşmak ister gibi karşısında güçlü duruşuyla heybetini sergiliyordu.

    Uzaklaş. diye emretti Ernesto;

    Önümden çekil, Lucian.

    Lucian'ın yüzünde parlayan cüretkar gülümseme, provoke etmenin farklı bir yoluydu ve elbette başarılıydı da. Boğuk ses bir defa daha kulak basıncına tecavüz etmekteydi.

    Olmayan biri için fazla nefes harcıyorsun, Ernesto. dedi Lucian, yerinden kıpırdamadan.

    Ernesto'nun ilerlemesini ve içinden geçerken hissettiklerini tekrar, tekrar ve tekrar, defalarca ve acımasızca hissetmesini istiyordu. Hislerinin dengesizliğini kanıtlamaktan büyük haz duyuyordu. Genç adam ise bu provokasyona dahil olmak zorundaydı. Lucian gibi asla var olmamış bir karakteri karşısında görmek bir yana dursun, karşısında gördüğü bu bir nevi hayaletin içinden geçerken, duyularının delirmiş gibi kararsızlaşmasından pek bir rahatsızdı. Başka çaresi yoktu. Karşısındaki her ne halt ise, bir şekilde Ernesto'yu etkileyebiliyordu.

    Bir şekilde... Ve Ernesto bunun bir çaresini bulmak için çabalayamayacak kadar tükenmiş hissediyordu kendisini. O nedenle, yaşamayı öğrenmeyi tercih etti bu lanetin kollarında. Laneti çözüp, kurtuluşa koşmak ise hayallerine dahi dahil olamayacak kadar değersiz geliyordu ona.

    Cesarete ihtiyacı olmadığını hatırlayıp sadece yürüdü o garip hayaletin kapladığı yolda. Yanık suratlı yaratığın içinden geçerken, hissettiklerini yok etmeye çalışmakla harcadı iradesinin büyük bir kısmını. Geri kalanını ise banyonun ışığını karanlığa gömmek için.

    Düşünceleri silip atmak için uydurulan melodilerle uzunluğuna uzunluk katılan koridorun sonunda, yavaş yavaş doğmakta olan güneşin hafif aydınlığında hayal meyal görülebilen kapı eşiğinin devamında mutfak bulunuyordu. Gözlerinin ışığa alışmasının arifesinde, bütün yitirilmiş bilinciyle bedenini doğrulttuğu ilk şey, su ısıtıcısı olmuştu. Sabahları aç karnına acı çektirmenin en güzel yolu, bir fincan sıcak ve sade kahveydi. Ne şeker, ne de krema. Bir acıyı bastırmak için başka acılar yaratmanın doğruluğuna inanıyordu, Ernesto. Sanal acıların varlığından bihaber hareketleri ise, bunu tam anlamıyla kanıtlıyordu.

    Kahvesini yudumlarken, işe biraz daha ağrı katmak için gerekli olan şeyin bir dal sigara olduğunu hissettiği anda, elini attığı tezgahın üzerinde sigara paketini ve çakmağını buldu.

    Ne ara? diye düşündü. Şaşkınlığını yatıştırmaktan onu alıkoyan şey ise, mutfağın girişindeki yaratığın, derinden gelen sözleri olmuştu.

    İhtiyacın olur diye düşündüm. dedi, Lucian. İfade tarzı, genele aykırı olarak, cüretkardan ziyade; arkadaşça, hatta dostçaydı. Ernesto'nun aklını karıştıran ikinci nokta da böylece ayyuka çıkmıştı. Ernesto gözlerini kısarak mutfak kapısında, bir omuzunu duvara yaslamış garip adama baktı. Şüphe ve anlaşılmazlık, suratındaki o ifadenin ana hatlarını oluşturuyordu.

    Anlamadığını göstermekten korkmadı. Sadece başını öne eğip, midesi ve diline acı çektiren o kahveyi yudumlamaya devam etti. Sigarasını yaktıktan ve kahvesinden birkaç yudum aldıktan sonra, kapı eşiğindeki ifade problemi çekenin kayıplara karışmasının arifesinde, salona adım atma gereği duydu. Midesinin açlık feryadını duymazdan gelmek için haberleri seyretmek, gayet doğru geliyordu o an için.

    Aynı saçmalıklar... Koltuğun karşısında o haberleri izlerken aklından geçen değil de, tam anlamıyla gerçek olan buydu. Hepsi, bir avuç saçmalıktan ibaretti. Yalan söyleyen politikacılar, rant sağlamaya çalışan kuruluşlar ve elbette, ezildiği halde koyunlukta ısrar eden ve inatla çoban beklemekten bıkmayan bilinç yoksunu bir halk. Bir şeyler yapmayı çok isterdi, çocukluğundan beri. Ailesinin aşıladığı o doğrulukçu ve yurtsever duygulara sadık kalmak için elinden geleni ardına koymak istemezdi. Lakin basit bir memur olarak, sorgulamasından ziyade, siyasi olmasa dahi siyasi sayılan konularda konuşması yasaktı. O nedenle hayatı, para kazanıp yaşamaya devam etmekten ibaret kalmak zorundaydı.

    Belki bir gün... diyordu, kendi kendine. Ve, Gerçekleşemeyecek hayaller... diye cevap veriyordu Lucian, kulağına fısıldayarak. Ernesto, kafasını çevirip Lucian'a baktı. Sonunda kendine gelmeyi başarabilmişsin. dedi.

    Lucian, gülümsedi. Anlamıyor gibi görünmeyi başarmana her zaman hayran kaldım, Ernesto.

    Haberlerin iç karartıcı soğukluğunu susturmanın tek yolu, kapatma düğmesine dokunmaktan geçiyordu. Bu doğrultuda Ernesto, saatin farkına varmakta gecikmeyip giyinmeye başladı. Tabii ki boğuk dünyanın ünlü sesi de eşlik ediyordu kendisine. Hatta bir parça ekmek yemesi için onu zorlamaktan da geri kalmıyordu. Durum, Ernesto'ya öyle ilginç gelmeye başlamıştı ki, 'hatta' demek bile zordu; zira bugüne kadar, yıllar boyunca, duygusuz gördüğü bir adamın hissediyor 'gibi' davranmasını garip buluyordu.

    Aynanın karşısında görüntüsüne dalıp gitmişti. Çocukluğundan beri, doğru kıyafetlerle adam gibi göründüğünü düşünürdü. Fakat başkalarının gördükleri şekillere değil, kendine yakıştırdıklarıyla daha yakından ilgileniyordu. Gözünü kırpmak dahi istemiyordu. İçten içe, olduğu şeyi sorgularken, sadece ufak bir ana adapte olmak ve kaybolup gitmek için her şeyini verebilirdi belki de. Doğanın kanunlarına düzeysizce karşı koymak gibi. Düzeysizce olduğu kadar, amaçsızca olan bu karşı koymanın devamı ise kesin ve kesinlikle olması gerektiği gibi göz kırpmak ve aynadaki yansımanın gerçek, yahut gerçekten hayal ve rahatsız edici derecede ifadesiz suratına tanık olmaktı. Ernesto'nun karşılaştığı durumun, uzun ve sıkıcı bir cümle ile özeti ise tam anlamıyla buydu. Bu nedenle monoton bir kapı kilidinden ayrılan sade anahtarlık üzerindeki bir çift anahtar ve aynı anahtarla, kapatıldıktan sonra kilitlenen evin kapısı, o an için önemli bir konuma yükselmek zorundaydı.

    Yaptığı şeyin, sonuca varılamayacak bir 'koşu'dan ibaret olduğunu iyi biliyordu. Lakin yapabileceğinin en iyisinin bu olduğu da ayrı bir gerçekti... O'na göre. Merdivenlerden inerken de, kendini hapsettiği bu yalan karanlığı sorgularken de asla yalnız olamayacağını anlayabilmek için emin adımlar atıyordu kafasının içinde. Aslında ne dışarıda ne de içeride tek başına gömülüyordu mezarına. Bir yandan vicdan ve diğer yandan, yanıklarla süslenmiş bir yansıma.

    Kendini çapraz ateşe tutmanın bir numarası yoktu elbet. Hele ki, çapraz ateşte öldürülmenin bu kadar ucuz ve normal görülebildiği bir dünyanın, ücra bir köşesinde.

    Gerçeklere dönmeyi başardığı bir ana denk gelmişti kendini sokak kapısından dışarı atması. Henüz söndürülmemiş sokak lambalarının altında, bomboş bir sokak. Birkaç kuş cıvıltısı ve uzaktan duyulan bir köpek havlaması. Klişe, fakat yeterli. Belirli aralıklarla yerleştirilmiş, ucuz fakat 'olduğu kadar' oksijen üretmekle yükümlü, ufak ağaçların dahi aksini gerçeğe çeviremediği soğuk havanın kirliliği, elbette evinin duman altı havasından daha temiz geliyordu ciğerlerine.

    Araba kullanmıyordu. Yeterince dört duvara hapsolmuşluk bir yanda dursun; küçük yaşlarda geçirdiği kaza hem zorunlu olmadıkça araç kullanmama ihtimaline, hem de aileden yoksun bir yetiştirilme dönemine ortam hazırlamıştı. Zaten neredeyse her hanesine en az bir araç düşen bu kentin, kendince, yeterli sıkıntıları mevcuttu. Bu ortama bir haneyi daha katmaya ne tahammülü ne de niyeti kalmıştı. Toplu taşıma, özellikle de bu saatlerde, biraz daha mantıklı geliyordu biraz aklını kullanabilen azınlık için. Hele ki yolunun üzerinde gazete ve sigara alınabilecek bir büfe bulunuyor ise.

    12 Derhm. Kağıt ve bozukluk isimlerinin asilliğine mi, yoksa bir paket sigara ve bir gazetenin toplam fiyatına mı yansın, kestiremiyordu. Belki de kendini zehir satın almaktan korumak isteyen vergilere şükretmeliydi. İstatistiki olarak işe yaramayan caydırıcı vergilere. Büfenin içinde, Ernesto'ya sigarasını uzatan adamın gülümseyerek söylediklerinin arkasında yatan gerçek de buydu zaten.

    Zehirlenmek bile parayla, beyim.

    'Bey' sözcüğünden pek hoşlanmayan Ernesto, zoraki bir gülümseme ile paketi açıp içinden bir dalı dudaklarının arasına sıkıştırdı ve paketini sol cebine attı. Gazetesini okuyarak, otobüs durağına doğru yolculuğuna devam etmek üzere yola koyuldu, ardında sabah siftahını suratsız bir adama borçlu büfeciyi bırakarak. Bir de hastalıklı bir takıntısı vardı ki, yolda yürürken mutlaka ve mutlaka, üzerinde yürüdüğü doğrultudaki engelleri göz önünde bulundurur, gerekirse farklı renk taşların üzerine basmaz ve zaman zaman gazetesinden kafasını kaldırıp yola bakardı.

    Aslında sıkı bir cumhuriyetçiydi. İç savaş üzerinden epey bir vakit geçmiş olmasına rağmen açık açık konuşamıyordu kimse belirli konuları. Gizlenilmesi gereken yerler dışında, siyaset konuşmaktan hoşlanırdı zira. Fakat böylesine 'zor' zamanlarda oluşması belirli çevrelerce kaçınılmaz görülen gergin ortamı sakız kıvamına getirmemek için biraz daha kısık sesle konuşmak aklına yatıyordu. Çünkü 'para imparatorluğu'nun ikinci yıkılışından sonra, yaklaşık 20 yıllık 'eşitlik dönemi' de kendine biçilen ömrün son perdesini oynamaktaydı.

    Federasyon'un parçalanmasının ardından, komşu ülkeler birbirleri ardından işler çevirmekle meşgul kaldığı için en ufak bir güven ortamı bile oluşturulamıyordu. Uzun lafın kısası, sokakta yürürken dahi, yanınızdan geçen bir insan evladının kim olduğundan veya ne amaçla orada bulunduğundan emin olamıyordunuz. Kimse, kimseye 'sıradan' gözüyle bakmıyor, aksine 'düşman' kelimesinin fazlasıyla popüler olduğu günler yaşanıyordu.

    Bütün bu garip -ve temelsiz- siyasi, fakat paranın neden ve içerik sahipliği yaptığı ilginç dönemin ortasında yaşamaya çalışan insanlardan biriydi, Ernesto. Aşırı dozda kamu görevliliği nedeniyle de fikirlerini kendine saklaması, etik olduğu kadar tabulaştırılmış doğru bir yol olarak öğütlenmekteydi.

    Her sabah otobüs durağına giden yolda, kendini yatıştırmak için, yahut ciddi anlamda delirmek için gereken tek şey, bir tutam siyasi düşünce kumpanyası yutmaktı. Kolay bir tahmin sonucunda ise Ernesto'nun reçetesinde, yatıştırıcı olarak politik saçmalıkların tekrar ve tekrar içinden çıkmak vardı. Diğerlerinin ise büyük bir kısmı bilinçsizliğe yenik düşürülmüş ve siyasi saçmalıkları aç karnına yuttukları için mağaranın bir ucunda parlayan floresanı tavaf ederek deliliği bulabilmişlerdi. Yine de, birkaç akıllı insan görebilmek mümkündü.

    Siyaset bir kenarda pineklemeye devam ederken, otobüs durağının arkasındaki büyük binanın girişinde bekleyen birkaç genç, senelerdir sürdürdükleri 'düşük çaplı provokasyon'a devam ediyorlardı. Ernesto, her sabah, aynı otobüs durağında aynı otobüse biner ve aynı afişlerin önünde duran aynı çocukları görürdü. Bugün, biraz daha farklı gelmişti. Bir bakış atıp otobüse binmenin, havası sönmüş bir balona benzediğini düşündü. Üstelik o balon, ufak bir çocuğun elinde ise olayı görüp yoluna devam etmek, gün boyunca aynı şeyi düşünüp rahat edememek gibiydi. Bu yüzden Ernesto, sigarasını yere atıp gençlerin kurduğu standa doğru yöneldi.

    Ufak standın üzerinde, sunulan bildirinin kopyaları ve şehrin pek çok noktasında, duvarlara yapıştırılan 'Cumhuriyet, yeniden!' afişleri bulunuyordu. Ernesto, standın önünden sarkan afişe bir bakış attı. Kendisinden yaşça genç bu adam ve kadınlar arasından uzun sakalları ve saçları bulunan, sıska fakat küçümsenemeyecek bir boya sahip delikanlı, diğerlerinin yanından ayrılıp Ernesto'nun yaklaştığı standın arkasına geçti.

    Basit, düşünmeyen bir orta sınıf yaratmak istiyorlar. dedi genç adam, suratındaki ciddiyet, sabahtan beri kendini kandırmaya devam eden Ernesto için bir umut ışığı yaratmaya yeterli bir sebep idi;

    Tabi orta sınıf yalanları bir yerde patlayacak. Eğer ekonomik adaleti sağlayacaksak eski cumhuriyetin yeniden kurulması gerekiyor.

    Gencin uzattığı bildiriyi isteksizce iki parmağı arasında tutup okuyormuş gibi yaptı. Renksiz, desensiz ve sadece belirtmek istenilenleri maddelemiş basit bir kağıt parçasıydı bu. Anlamlıydı. Ne yazık ki kendini tutan parmaklar, Ernesto’nun zoraki bedenine dikilmişlerdi.

    Nerelisin sen? diye sordu Ernesto.

    Onir.

    Gencin ciddiyetinde hiçbir sapma olmamıştı konuyla ilgisiz bu soru karşısında. Büfecinin gereksiz diyalog çabasının ardından, bu defa sabahının ilk samimi gülümsemesini yayabilmişti. Bildiriyi katlayıp cebine indirdi ve bu sırada gencin, gazetesini fark edişine şahit oldu.

    Publasa okuyorsunuz. Bizden farklı düşünmüyorsunuz öyleyse.

    Geriye okuyacak pek bir şey bırakmadılar. diye cevapladı Ernesto, suratındaki samimiyeti biraz daha ilerletip;

    Kolay gelsin.

    Bu aptallara acımamak elde değil, değil mi? dedi Lucian, aydınlanma evresini tamamlamakta olan gökyüzünü seyrederken. Sonra kafasını, gazetesinin manşetlerine son bir kez göz gezdiren Ernesto'ya çevirdi. İşaret ettiği otobüsün durağa yanaşmasını beklerken, hiç de oralı görünmüyordu Ernesto.

    Gazeteyi katladı ve otobüsün kapısına yönelirken gözünün ucuyla Lucian'a bakıp Elde. dedi. Kaşlarını çatarak gülümseyen Lucian, biraz sonra otobüsün içinde, girişteydi.

    Ve, hala benzemediğimizden mi bahsediyorsun bana? Özellikle de bu et torbalarının yanındayken... Memur kimliğini göstererek otobüste ilerlemeye devam eden Ernesto'nun, Lucian'ın söylediklerine cevabı, pis bir bakış olmuştu.

    Otobüste -hele ki bu saatte- fazla kimse bulunmuyordu. Bu durum, elbette, Ernesto'nun işine geliyordu. Zira kimsenin ne kokusunu, ne konuşmasını, ne de dırdırını çekmeden işe gidebilmek en güzeliydi. Her otobüse binişinde hatırladığı okul zamanları, yaşadığı şehirdeki popülasyonun ne derece sorunlu olduğunu anımsatıyordu Ernesto'ya. Öğleden sonra, güneşin altında gitmesi gereken okulu ve ağzına kadar dolu bir otobüs içinde, zorunlu olarak giymesi gereken gömlek ve kumaş pantolonun gazabını.

    İşin kötüsü, eğitimcilerin çoğunun yoldan çıktığı bir dönem yaşamış olması, Ernesto'nun başını çok yakmıştı. Kıyafet ve disiplin yönetmeliğine okul dışında da uyulması gerekiyordu. Sebebi, okulun adının kötüye çıkarılmasını engellemekti. Okula gittiğin veya okuldan çıktığın bir saatte, kravatın dahi takılı değilse, bu bir problemdi. Yahut aynı saatlerde elinde sigara ile dolaştığın görülürse. Eğitimcilerin çakallığıydı tüm bunlar belki de. Yönetmeliği kim bilir? Senede onlarca kez değiştiriliyordu o vakitler. Kimin, hangi öğrenciyi, hangi dersten bırakıp, seneye aynı dersi okutması karşılığında kaç para aldığından bihaberlerdi.

    Sadece yükseköğretimde değil, ortaöğretimde dahi böyle bir haltın var olması... İşin acınası tarafı ise buydu. Öğrenim hayatını, para basan bir kuzu olarak geçirmeye zorlanmak! Bunca aptallığın arasından yetişip çıkmak ciddi bir beceri yahut şans işiydi. Yine de bunun için dua etmek gerekiyordu.

    Geçmişine bulanmış düşünceler bulutunun çıkışını bulmak ise, biraz daha can alıcı bir anın tanımıydı. Tıpkı Ernesto'nun o an yaşadığı gibi. Düşüncelere dalmışken, bir anda kendini otobüsün en arkasında yer alan koltuklardan cam kenarında konuşlanmış olanın üzerinde buluverdi.

    Yanındaki adamın farkına vardığında, hayatının aynı sıkıcı çizgide devam edip, boşa gitmekte olduğunu hatırladı. En iyisi onu görmezden gelmekti; tabi bu mümkün olabilseydi.

    İnsanları değil, ardını gören gözleri; Ernesto'dan uzak yerlere odaklanmış görünüyordu. Tabi, sadece görünüyormuş gibi olduğunu kanıtlaması da uzun sürmemişti.

    Geçmişine yaptığın kazı çalışmasında çay kaşıkları ve kirli bezler kullandığının farkındasın, değil mi?

    Ernesto'nun en büyük arzusu, yanında oturan psikopatın söylediklerini kulaklarıyla işitebilmek; gerektiğinde işitmek istemeyebilmekti. Fakat duyduğu şey, gerçek bir ses bile değildi. Yapabileceği en fazla, kafasını cama yaslayıp dışarıyı izlemek olabilirdi. Bununsa işe yaramadığını anlatmaya gerek dahi yoktu.

    Bence daha fazla deşmeye çabalama. Çağrışımlar, seni yanlış hatıralara yönlendirebilir. dedi Lucian, başını yavaşça Ernesto'ya çevirirken.

    Bir süre bakışlarını ayırmadı üzerinden. Ernesto umursamama numarasını sürdürmekteydi. Durumu yadırgamayan Lucian, küçümseyici bir gülümsemeyle yetinip seyrine devam etti. Sahil yoluna çıkmak için köşeyi dönen otobüsün içinden, yavaş yavaş görünmeye başlayan denizi fark etti.

    Sonunda... dedi Lucian;

    Fhram Körfezi.

    Duyduğu şeye anlam veremeyen Ernesto, kuşku dolu bakışlarıyla sahile döndü ve ilginç bir şey olup olmadığını kontrol etti. Lakin herhangi bir anormallik yoktu. Her şeyin olağanlığına rağmen, Lucian'ın hayranlık ima eden sözleri, nedense Ernesto'nun rahatını bozmuştu.

    İlk defa görmüyorsun ya. dedi Ernesto, mesafesini koruyormuş gibi görünmek için kafasını tekrar cama yaslayıp, eski pozisyonuna dönerken.

    Artık boğuk ses, biraz daha derinden yankılanıyordu. Sanki git gide dibe batıyor, yavaş yavaş kendini yok ediyordu. Fakat Ernesto buna alışıktı; Lucian her susmaya başladığında -ki gün içerisinde bu zor bir ihtimaldi- aynı şeyleri hissederdi.

    Her ihtimale karşı... Ernesto'nun son duyduğu sözler bunlar olmuştu.

    Nadiren yaşadıklarının aksine, duyduğu zaman irkilmesini sağlayan sözlerden pek bir farklıydı bu kelimeler. İrkildiği anlarda ise, rüyalarından birinden uyanmış gibi hissederdi. Sadece biraz daha normal kalp ritmiyle ve şoka girmemiş olarak... Etrafına olan ilgisizliğini kaybetmişti artık. Önce, birkaç durak sonra oturacak yer bırakmayacak olan otobüsteki insanları fark etti ve derin bir nefes alıp dışarıyı seyretmeye devam etti. Sonra, kısa süren 'çevreye duyarlılık' başlangıcını istemsiz olarak bitirdi ve Lucian'ın mantıksız, hatta oldukça anormal tavırlarını ve konuşmalarını düşünmeye başladı. İstemsizlik performansından pek kayıp vermediği kesindi.

    Bu kadar kısa ve anlamsız bir dizi diyalogdan, hiçbir şeyin veya pek çok şeyin çıkması ihtimali vardı. Zira işin ucunda, yıllar önce benliğini yitirmenin eşiğinden dönmüş bir adamın, belki de aklını kaybetmek yerine, diğer parçasından ayrılmış bir kısmı; kontrolü, direnci ve iradeyi eline geçirmek için uğraşıyor olabilirdi. Onca zaman boyunca beraber nefes almaya zorlanmak, bu duruma zemin hazırlamak için yetiyor da artıyordu. Lakin Ernesto, Lucian'ın böyle bir amaç uğruna harekete geçebileceği pek çok zaman ve fırsata denk gelmişti.

    Hayır. Lucian akıllıydı. Elindeki şansı kaçırmayacak kadar gerçek, ancak olasılıkları değerlendiremeyecek kadar hayaldi.

    Yine de bazılarımızın, en güçlü silahlarla doğmuş olduğu bir gerçek. Doğru noktalara yapılacak, doğru baskıları hissedebilmek. En donanımlı beynin dahi panikleyeceği an ve anları sezebilmek. Av olduğundan bihaber bekleyeni, masum olup olmadığını önemsemeden, akıl oyunlarına tabi tutabilmek.

    Kısacası, şeytana pabucunu ters giydirebilmek için donatılmış doğmak yahut sonradan bu yetileri kazanmak. Somut bir silahın yapamayacağı her şeyi başarabilmek için var olduğunu bilmek. İşin piyangosu ise, bu yetilerin ne yönde kullanılacağı. İşte bunun bir piyango olmasının nedeni, iradenin tek taraflı çalışmıyor olması.

    Felsefe ve edebiyat bir kenarda, o 'sofistike' duruşlarını sergileyedursun, Ernesto'nun otobüsten inme vakti gelmişti. Kargaşa dolu kafasının içinden geçenleri bastırmak için ne halt edeceğini bilmediği; bir elinin düğmeye, diğer elinin cebine titreyerek ulaşmasından belliydi. Anlaşılan otobüsten inmesiyle, ölüm yoluna öpücük göndermesi bir olacaktı.

    Yoluna devam etmek için duraktan ayrılmakta olan otobüsün ardından, şehrin göbeğinde, kirli havayı içine çekmekten biraz bile rahatsızlık duymadan, sigarasını yakıp zehriyle bütünleşmişti. Güzelim sahile sırtını dönmüştü ve karşısında, son birkaç senesini geçirdiği emniyet müdürlüğü, geniş avlusu ve üç büyük binasıyla suratına bakıyordu. Ernesto, kısık gözler ve dudağının kenarından belli olan, girişi kapatmış dişleriyle alışılagelmedik bir ifade sergiliyordu. Tabii, bu ifadenin ömrü, yeşil ışığın yanacağı ana kadar sürecekti.

    Bir elinde gazetesi ve diğer elinde sigarasıyla genç adam, emniyet müdürlüğünün girişine yönelmiş, kimliğini çıkarmaya tenezzül dahi etmemişti. Herkes onu tanıdığı için değil, çoğunluk onu tanıdığı ve daha fazlasının da ona yaklaşmaya cesaret edemediği için; buna güveniyordu, bu umursamaz tavırlarının devamlılığı.

    Avlunun girişinde ufak bir kontrol noktası bulunuyordu. Araç girişinin hemen yanında, yaya girişi ve yaya girişi boyunca ise bir güvenlik kulübesi vardı. Günden güne nöbetler ve nöbetçi memurlar değişiyor, müdürlüğün çekirdek kadrosu dışında tayinler havada uçuşuyordu. Polis devletinin, pek de polis devleti olamayan haliydi kısacası. Kadrolaştıkça kadrolaşma, yüksek makamlardaki ensesi kalınların yakınlarına, yakınlarının yakınlarına ve pek de yakın olmayan yakınlarına ufak tefek, bir o kadar da masumane iş olanakları sağlıyordu. Yine de bazı yasalar, çekirdek kadro kavramında hızlı değişimleri engellediği için Ernesto ve iş arkadaşlarının yerleri belliydi. Değişenler ise, ortama ayak uydurmaları en az bir ay süren memurlar oluyordu. Toplumsal güvenliğin ne kadar önemsendiğini kanıtlamaya gerek olmadığı kesindi.

    O gün -herhalde yeni tayin edilmişti ki- bir memur, Ernesto'yu hayatında ilk defa görmüştü. Yaşını 'pek' göstermeyen, etrafında gelişen olaylardan kopuk bir adamın kontrol noktasından geçiyor olması da, sanırım o günkü görevli beyefendiye, 'bu adam kesinlikle buralı' çağrışımı yapmamıştı ki, Ernesto'nun arkasından Bir dakika! Dur orada! diye seslenmişti.

    Hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden Ernesto'nun, sesini duymadığını zanneden görevli, oturduğu sandalyeden hızla kalkıp güvenlik kulübesinin kapısına yönelmişti ki, yanında onunla beraber nöbette olan diğer güvenlik görevlisi Bekle! diyerek adamı kolundan yakaladı. Adamı kendine çekip, güvenlik girişine bakan camdan, aheste aheste yoluna devam eden sinir bozucu adamı işaret etti.

    O, Clementi. dedi;

    Amirliğin çekirdek ekiplerinden birinde komiser. diye de ekledi, orta yaşlı adam.

    O iki adamın, hakkında dedikodular yapmakta olduğunu çok iyi bilen Ernesto, yavaş adımlarla, yolun ve kamu alanında içilen sigaranın zevkini çıkarırcasına ortadaki yüksek binaya yürüyordu. O sabah, avludaki trafik fazlasıyla azdı. Girişine yaklaştığı ana binanın, hemen yanında bulunan kapalı otoparka giren çıkan araç olmaması; o sabah, şehirde bir problem olmadığının ve anormal bir gün olabileceğinin göstergesiydi. Bunun farkında olan memurlar, sadece küfür etmekle yetiniyorlardı.

    Ana binanın giriş kapısının iki yanında, duvarların dibinde, üçer büyük saksı ve ne idiği belirsiz süs bitkileri bulunuyordu. Bir tarafta ise, diğerinden farklı olarak; bitkilerle yan yana olmasıyla büyük bir ahenk yaratan, metal bir küllük vardı. Küllüğün yanında, ayakta duran kişi ise tanıdıktı. Kare desenli gömleğinin içinde siyah bir tişört, altında kot pantolon bulunan ve sigarasını içmekte olan adam, Ernesto'nun gelişini izliyordu. Kirli sakalı dışında; siyah, düz saçlarıyla bir beyefendiye benziyordu. Yapılı olması ve kararlı duruşuyla, dışarıdan bakan birisine aşırı ciddi görünüyordu. Dumanı dışarı üflemesinin arifesinde, izmaritini yavaşça küllüğe bastırdı ve sigarasını söndürmeye niyetli olmayan Ernesto'ya yöneldi.

    İyi bir gün olacak gibi görünmüyor. diye seslendi, tanıdık yüz. Ernesto ise 'her zamanki' gülüşüyle, yani ağzının kenarıyla sırıtıp hafifçe tıslayarak Sana da günaydın, Alaik. dedi.

    Eski dostluklar biraz gariptir, hele ki yirmi seneyi aşmış dostluklar. Oyun bahçesinde başlayıp, belki omuz omuza bitmek zorunda bırakılacak olan kardeşlikler... Böyle günlerde dahi güvenilebilir birilerinin olması, şans. Geçmişe dönüp, anıları yeniden taramanın bir anlamı yok tabii ki. Sadece, bu hissi anlatmak zor. Belki sadece Ernesto için geçerlidir, belki değildir. Yine de selamlaşmanın bir anlamı yoktu. Birisinin varlığına alışmışlık her hâlükârda farklıdır.

    Ölmek için can atan sigarayı yaşatmak için uzmanlığını ortaya koyan Ernesto'nun yanında yürümeye başlamıştı Alaik, giriş kapısından itibaren. İki kat için, müdürlüğün bilgi vermeye can atan danışma masasının hemen yanında bulunan çift kapılı asansörü kullanmanın hiçbir zaman anlamı olmamıştı. Ernesto'nun, bir asansör ve iki kat için bu kadar stres peşinde koşup merdivenlere yönelmesinin de pek anlamı yoktu. Zaten sigara içmenin zevkini, oksijene hiç ama hiç ihtiyacı olmayacağı merdivenlerde çıkarmayı planlıyordu.

    Yasalar gereği, kapalı alanda sigara ve benzerlerinin tüketilmesi yasaktı. Aynı yasalar, içme suyuna karışan siyanüre tek kelime etmiyordu. Ne de olsa birilerinin zengin olması, herkesin hayrınaydı. Toplumsal konularda çakallık yapan bir takım yalakalar ise, en ufak bir hatayı dahi affetmeyerek yetkilerini kullanmaktan çekinmiyorlardı.

    Tabi, Ernesto'nun bu 'risk bağımlısı' hareketleriyle nokta vuruşu yaptığı açıktı. Çünkü bağlı bulunduğu bu müdürlüğün kanatları altında, kendisine karşı kin besleyen çokça çakal bulunmaktaydı. Kimileri ise onun bir deli olduğunu düşünüyordu. Görev arkadaşları ve başarılı geçmişi, kovulmasını yahut sürülmesini erteliyor da erteliyordu. Herhangi bir haltı hiç korkmadan edebileceğini zannetmesinin sebebi buydu.

    Bir diğer sebebi ise, kaybedecek bir şeyi olmamasıydı.

    Merfr'ün havası pek yerinde değil. O sigaraya dikkat et derim. dedi Alaik, Ernesto'nun umursamazlığından bıkmış bir tonda.

    Başka birisi olsa, arkadaşça önermelerinin karşılığında koca bir sessizlikle yüz yüze kalmayı kendine yediremezdi. Onca yıllık arkadaşının, değişime uğramış ve gelgitlerle dolu bu haline katlanmak ve üzülmemek elde değildi. Sineye çekmek ise ayrı bir dert. Yine de şansını bir kez daha denemekten yanaydı Alaik.

    Babanın arabası hala garajda, değil mi? diye sordu, merdivenlerden çıkarken.

    Alaik'in, yanındaki adamın suratına sağlam bir yumruk indirmemesinin sebebi, Ernesto'nun başını sallayarak cevap vermiş olmasıydı. O da cevaptan sayılırsa. Bir şeyler anlatmak zorunda hisseden Alaik, şansını zorlamaya devam etti.

    Marcus, ve elbette hepimiz, artık otobüsle gelmeni istemiyoruz. diyerek devam etti;

    Gerekirse evinin önünden alırım seni.

    İlk kata ulaşmışlardı. Alaik'in söyledikleri, Ernesto'nun bir kulağından giriyor ve diğer kulağından uçup gidiyordu. Yine de cevap vermeye yeltenebildi, nihayetinde.

    Bugün, şu cumhuriyet isteyen gençlerle saçma bir konuşma geçti aramızda. diye girdi konuya, Ernesto.

    Alaik, doğru düzgün bir cevap beklerken karşılaştığı bu anlamsız hikayeye sinirlenmişti. Kafasını bir anlığına başka yana çevirip hızlıca nefes verdi. Fakat oynamaya devam edecekti, o gereksiz muhabbetlere girerek kendini savunmaya çalışan kabuğunun altında bir Ernesto, hala kurtarılmayı bekliyordu.

    Hani, eski ülkeyi yeniden kurmak için mücadele verenlerden biriyle. Bir üniversite öğrenci-

    Alaik, Ernesto'yu paltosunun yakasından yakaladığı gibi, kat arasında duvara yapıştırdı. Afallayan ve neye uğradığına şaşıran Ernesto ise sigarasını ve gazetesini yere düşürdü. Bu durumu fırsat bilen Alaik, sigaranın üzerine basıp kolunu Ernesto'nun boğazına dayadı. Bağırmak yerine sakin ama öfke dolu bir tonda konuşmaya başladı.

    Bana bak, Ernesto... Kulaklarının nerene kaçtığı umurumda değil. Çünkü artık beni ve diğerlerini dinlemeye başlama zamanın geldi.

    İnsanların onları kayıtsızca izliyor olmalarını umursamadan, Ernesto'nun gözlerine hiddetle bakıyordu genç adam. Karşısındaki insanın artık o eski dostu olmadığı ve duygularını kontrol edemeyen bir canlıya dönüştüğü gerçeği dehşete düşürüyordu kendisini. Sesini biraz daha yükselterek konuşmaya devam etti.

    Senin gördüğün zararı, edebildiğimiz kadar, tamir etmek için elimizden geleni yaptık. Hepimiz! Fakat sen yaralarını gizledikçe gizledin. Şimdi kabuk bağlayan her şeyi kaşımaya başladın, ama o kadar korkak durumdaydın ki, hava almasından korktuğun için gün ışığına çıkarmadın.

    Alaik'in nereden vuracağını iyi bildiğinden haberdar olan Ernesto, kendisini toparlamayı başarmıştı. Arkadaşının karşısında dimdik duruyor, fakat ona karşılık veremeyecek kadar onu önemsiyordu. İçinde bir parçası kalmış ufak eski bir bağ, halen benliğini hayatta tutmak için savaş veriyordu. Alaik'in ulaşması gereken derinlik, tam olarak burasıydı. Yine de, çok can yakıcı bir konuşma olacağı için kimse buna cesaret edemiyordu. Alaik bile. Sesini yükseltmeye devam ediyordu.

    Şimdi bir seçim yapmak zorundasın: Ya hayata geri döner ve yaşamak için elinden geleni yaparak her şeyin gerçekten düzelmeye başladığını bize gösterirsin...

    Bardağı taşırdığını bilen Ernesto'nun kendi aklını karıştırma yöntemleri, fazlasıyla allak bullak olmuştu. O an, ne kadar uğraştıysa da dikkatini dağıtamadı. Kulakları, Alaik'in söylediklerine odaklanmıştı. Yıllar yılı dost bellediği bu adamın gözlerinde kaybetmeye başladı kendini. Alaik ise artık bağırıyordu.

    ...ya da geçmişinde yaşamaya devam eder ve Alessa'yla beraber mezarda böceklere yem olursun!

    Bozulmuş sinirlerinin etkisiyle kaskatı kesilmiş kolunu, Ernesto'nun boğazından çekti. Birkaç adım geriye gitti ve bu soğukta dahi doğru dürüst çalışamayan ısıtma sistemine rağmen, sıcaktan bunalarak gömleğini çıkarıp arkasındaki korkuluklara astı. Havada asılı durmasından hoşlanmadığı ellerini, pantolonunun arka ceplerine soktu ve beklemeye başladı.

    Onca zamandır daha beterini beklediği, ancak o an için fazlasıyla hazırlıksız yakalandığı bu ani öfke patlaması sonrası, kendine gelmesi için ufak bir durgunluğa ihtiyacı olan Ernesto, önce paltosunu düzeltti. Sonra karşılık veremeyeceğini bildiği için, başını iki yana sallayarak başka yöne çevirdi. Hesapta, bakışlarını kaçırmak zorunda hissediyordu.

    Bu sefer, dışarı verdiği nefesin boşa gittiğinden yakınıyordu kendine. Fakat olanları abartacak gücü ya da hakkı olmadığını bildiğinden, kararlı bir ifadeye bürünüp Alaik'e döndü. Hafif dolan gözlerinin ardından, başıyla duyduğu her şeyi onaylayıp konuşmaya başladı.

    Haklısın. dedi Ernesto. Titremeyen sesi, dikkat çekici bir atmosfere davet etmiyordu kimseyi;

    Haklısın, ama toparlanmak herkes için aynı kolaylığı ifade etmiyor.

    Ernesto, bir derin nefes daha almıştı. Çünkü yaşadıkları bu ufak sahnenin bir karar aşamasına giden yol anlamına gelmesi gerekiyordu; kendini toparlayıp tavsiyelere uyma vakti gelmiş ve geçmişti bile. En azından aklından geçen yeni kimlik bu fikirleri dikte etmekteydi.

    Tavsiyelerine uymam en doğrusu olacaktır. Yine de hala zamana ihtiyacım var.

    Alaik, duydukları karşısında ikna olmuş gibiydi. Daha doğrusu, arkadaşına benzetemediği adama inanmak istiyordu. Kafasını birkaç kere hızlıca sallayıp, düşünmek için başka taraflara baktı ve tekrar Ernesto'ya döndü. Bu sefer rahat bir nefes vermişti dışarı.

    Amatör. dedi Lucian, aniden Alaik'in arkasından belirerek. Gülümseyen yanık suratının ardındaki şeytanlık, belki de bir defa daha Ernesto'nun planlarına aykırılık katmaya karar vermişti.

    Fırsatçılık... Bazıları bu kelime için bile 'akım' süsü verilmiş yabancı sözcükler kullanacak kadar enayi ve özentiler. Fakat sen, safkansın. Normalde, bu kelimeyi öyle bir yerde olaya dahil ediyorsun ki, kimse aksini düşünmek için çaba sarf etmiyor. diye ekledi Lucian, geçmişten gelen örnekleri göz önünde bulundurarak. İşin ilginç yanı, Ernesto dahi bu iltifat için zayıf bir örnek olduğunun farkındaydı az önce söylediklerinin. Yine de ifşanın lüzumu yoktu. Beklenilen bir cevap vardı.

    Pekala. dedi Alaik.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1