Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kızıl Karanlık
Kızıl Karanlık
Kızıl Karanlık
Ebook328 pages3 hours

Kızıl Karanlık

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

11 KASIM

Yine aynı kâbusa uyandı. Korkusundan karanlığına varıncaya dek her şeyiyle tanıdıktı kâbusu. Öyle kanıksamıştı ki kâbusunu, karanlığı duyabiliyor olmasını yadırgamıyordu artık ve hatta karanlığın ona ne dediğini anlayabiliyordu. Kızgın ve tedirgin hareketlerle yatağından doğruldu. Hiç bir şey göremiyordu. Yüzünü sol tarafa, penceresinin olduğu yere çevirdi, hiçbir şey göremeyeceğini bildiği halde... Bu kâbusun en sevmediği yanlarından biri de son ana dek bir pencere olmaması. Derin bir iç çekti ve yüzünü sağ tarafa odanın kapısının olması gerektiği yöne çevirdi. Odanın içindeki hiçbir şeyi göremese de, her nesnenin şeklini, bulundukları yeri ve varlıklarını tüm benliğinde hissediyordu, sanki odanın içini dolduran karanlık onların varlıklarını birleştiriyor gibiydi. Her şey, kendisi de dâhil karanlığın içinde çözülüyor ve karanlıkla bütünleşiyordu.

Kendisi olamamak hissi huzursuz etti onu. Hala korkuyor olmasına bir anlam veremedi.

Rutin olan şeylerin insana güven vermesi gerekmez mi?
LanguageTürkçe
Release dateApr 23, 2015
ISBN9786050374483
Kızıl Karanlık

Related to Kızıl Karanlık

Related ebooks

Reviews for Kızıl Karanlık

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kızıl Karanlık - Gökhan Çağlar

    KASIM

    KIZIL KARANLIK

    Alaca Kıyam Üçlemesi 1. Kitap

    Yine aynı kâbusa uyandı. Korkusundan karanlığına varıncaya dek her şeyiyle tanıdıktı kâbusu. Öyle kanıksamıştı ki kâbusunu, karanlığı duyabiliyor olmasını yadırgamıyordu artık ve hatta karanlığın ona ne dediğini anlayabiliyordu. Kızgın ve tedirgin hareketlerle yatağından doğruldu. Hiç bir şey göremiyordu. Yüzünü sol tarafa, penceresinin olduğu yere çevirdi, hiçbir şey göremeyeceğini bildiği halde... Bu kâbusun en sevmediği yanlarından biri de son ana dek bir pencere olmaması. Derin bir iç çekti ve yüzünü sağ tarafa odanın kapısının olması gerektiği yöne çevirdi. Odanın içindeki hiçbir şeyi göremese de, her nesnenin şeklini, bulundukları yeri ve varlıklarını tüm benliğinde hissediyordu, sanki odanın içini dolduran karanlık onların varlıklarını birleştiriyor gibiydi. Her şey, kendisi de dâhil karanlığın içinde çözülüyor ve karanlıkla bütünleşiyordu.

    Kendisi olamamak hissi huzursuz etti onu. Hala korkuyor olmasına bir anlam veremedi.

    Rutin olan şeylerin insana güven vermesi gerekmez mi?

    Hep aynı kâbusu gördüğüme göre ve bu kâbusun içinde ne olacağını artık ezberlediğime göre korkmamam gerekmez mi?

    Her gece uyumadan önce yemin ederdi: Tekrar aynı kâbusu görürsem, bu sefer aynı şeyleri yapmayacağım, bu sefer zinciri kıracağım, döngüyü değiştireceğim, derdi. Henüz hiç başaramadı bunları. Bir an önce bitsin diye kâbusu daha ilk gördüğünde yaptıklarını her seferinde bir ritüel gibi birebir tekrar etti.

    Korkak bir öfkeyle ayağa kalktı yatağından. Kapının olması gerektiği yere doğru yürüdü. Tekrar derin bir iç çekti kapıya yaklaşmadan önce. Tam kapısının önünde duruverdi. Göremese de tam kapısının önünde durduğundan emindi. Elini uzattı karanlığa doğru, her zaman olduğu gibi elini yakan soğuğu hissetti ve korkuyla irkilerek geri çekti elini. Elindeki yanığın acısı devam ederken karanlığın gürültüsü arttı. İşte o an, çok mantıksızdı karanlıktan odasını duyamaması. Oysa karanlıktan hiçbir şey göremiyor olması gerekmez miydi? Belki de odayı saran gürültünün karanlığıydı, o zaman bu gürültü karanlıktan değil.

    İnsan karanlığı sessiz seviyor, sessizliğin verdiği güveni seviyor karanlıkta. Dilsel bir problem yaratıyordu kâbusun gerçekliği. Bu anlamsız düşüncelerle boğuşurken kapıdan çıtırtılar yükselmeye başladı. Bir kemiğin kırılmasını andıran bir sesle çatlıyordu kapı. Kapının çatlaklarından ışık sızıyordu, kapının soğuğunun aksine sıcak bir ışık değiyordu vücuduna. Kapı çatlamaya devam etti sanki ardından büyük bir basınçla zorlanıyormuşçasına şişerek. Göremiyordu ama hissedebiliyordu... Kapıyı zorlayan basınç onun kalbini, kulaklarını, kafasını da zorluyordu. Boğulacakmış gibi hissetti. Etrafını çevreleyen bu geveze karanlık akışkan bir halde etrafını sarmalamışken, ışık dokunduğu bu karanlık çözeltiyi dağıtıyordu, O da karanlığın içinde çözüldüğüne göre karanlığı yok eden ışık onu da yok edebilir miydi, ama bu kâbusu ilk kez görmedi ki, daha önce yok olmamıştı kâbusunda, yok olmayacaktı da. İşte rutinin verdiği güven. Kapının tam patlayacağı sırada ve patlamadan önce gerçekleşecek patlamayı biliyordu, hatta içinden, şimdi kapı bu zorlamaya dayanamayıp küçücük zerreciklere ayrışacak ve onun zerrecikleri benim karanlığıma, benim ruhuma, benim etime karışacak dedi. Kapı benim karanlığıma açılan bir ışık olacak ve sonra benim varlığıma karışan ışıkla birlikte ben nereye açılan bir kapı olacağım?

    Odanın kapısı toz zerrecikleri gibi dağıldığında ardından bir nehir gibi akarak gelen ışıkla birlikte, kör edenin ışık olduğunu anladı bir kez daha, karanlık değil... Işığın içinde gölgeye benzer bir şeyin dans ettiğini gördü her seferinde olduğu gibi. Bir kadın silueti...

    Onun zihninin hayal edebileceği kadar güzeldi bu kadın ve onun hayal edebileceğinden daha fazla benzersizdi. Çıplak bedeniyle yakınlaştı ona doğru, ismini fısıldayan yumuşak sesi tatlılığının aksine korkuyla yüreğine çöktü ve seslendi ışığın içindeki çıplak güzellik -ışıklar içinde sakladığı acı ve kini hissedebiliyordu. Şehvet vardı fısıldayan sesinde; kalmaya zorlayan, onu hissetmeye ve tatmaya zorlayan… Kaçması gerektiğini biliyordu, kalmayı denese olacakları bilmese de:

    Uyan!

    Kaçmak istedi zavallıca. Arkasını döndü, pencerenin olması gerektiği yere doğru koştu, ama kâbusa uyandığında orada bir pencere olmadığını biliyordu, pencerenin olması gerektiği yere vardığında pencereyi bulacağını bildiği gibi. Zaten rüyalar ile kâbusların rahatsız edici yönlerinden biri de bu değil midir? Gerçekliklerini zihnimizden alırlar, bu sayede neyin nerede olduğu gerçek yaşamın aksine bireysel bir seçimdir.

    Hani bir sabah uyanırsınız her şey normal görünüyordur. Kapıyı açarsınız ve kapınızın önünde bir sahil görürsünüz, gerçekte eviniz kilometrelerce uzaktır denize, yine de yadırgamazsınız, çünkü zihniniz koymuştur onu oraya, orda olması aslında sizin seçiminizdir ve o denizde boğulursanız eğer, zihninizin bir şeyler anlatmaya çalıştığı kişi yine sizsinizdir. Ya üstünüz açılmıştır ya da yine uyumadan önce yemeği fazla kaçırdınız. Rüyanın gerçekliğinin güzelliği ve rahatsız ediciliği budur. Uyanıkken gördüğümüz gerçeklikle ortak yanı ise tüm sürprizlerini farkında olmaksızın yaptığımız seçimlerden alması. Farkı daha da basit: uyanıkken başkalarının seçimleri de sürprizler sunar bize. Harun sürekli yinelenen bu kâbusun hiçbir sürprizi kalmadığına emindi. Güvendeydi ona göre. Kâbusla ilgili tek sorunu bıkkınlıktı artık.

    Pencere olması gereken yere vardığında pencere oradaydı. Pencereden dışarıya bakıverdi. Kıpkızıl gökyüzünü gördü. Gökyüzü geriye doğru akıp gidiyordu. Yıldızlar, bulutlar, uzaklaşıyordu birer birer. Penceresinden gökyüzüne bakmıyor da bir aracın camından sokak lambalarına bakarak yolculuğunu seyrediyormuş gibi hissetti. Dünya sanki düz bir doğrultuda savruluyor gibiydi. Anlam veremedi.

    Kendi etrafında dönmesi gerekmez mi bunun?

    Pencerenin pervazına tırmandı çünkü bir kâbustan uyanmanın en etkili yolunu biliyordu. İşe yaramıştı ve işe yarayacaktı da. Işığın içindeki çıplak güzelliği duyabiliyordu ve yaklaştığını da biliyordu sesi ile birlikte. Ben, Lilith... diyecekti elini omzuna uzatarak tam O uyanmak için kaçmadan önce. Lilith, Işığı getirenin dileği için, uyan! derken kendini boşluğa bırakıverecekti. Lilith haykıracaktı ardından Hayır! Karanlığa kaçma. Gerçeğe, uyan! diye, O boşlukta süzülürken Lilith ’in tatlı sözlerinden koşarak kaçıyormuşçasına. Ağır çekim kaçışında giderek hızlanarak yüzüne yaklaşacaktı kaldırım. Düşerken kaldırıma yaklaştıkça korkusu da azalacaktı. Kâbustan uyanacağını biliyordu çarpmadan birkaç saniye önce sevinç çığlığı atarken. Yine aynı kâbusa uyanmıştı işte ve yine kâbusundan kaçmayı başarmıştı. Her şey birebir aynı gerçekleşiyordu. Güvendeydi, beklenmedik hiçbir şey yoktu. Kaldırıma çarptığında gözlerini açacak ve odasının tavanını görecekti. Büyük ihtimalle tam o sırada telefonun alarmı çalacaktı. O kadar emindi ki bundan. Bazen en kötü başka bir kâbusa uyanırdı. Kaçmanın daha kolay olduğu bir kâbus olurdu bu. Kaldırımla yüzü çarpıştığında yanıldığını düşünemedi bile. Ani bir flaş patlamasının ardından her şey sustu.

    Güneş sıradan bir günü daha aydınlatmaya hazırlanırken, küçük semtlerin simgelerinden biridir birbirine karışan ezan sesleri. Sabahın bu ilk zamanlarında bu seslere uyanan veya ezanı bekleyenler için sokakta hareket etmekte olan hemen her şey tekinsizdir.

    Genç adam, sıradan olması beklenen bir günün sabahında kendini penceresinden boşluğa bırakarak sabahı araladı. Boşlukta savrularak son zamanların modası granit kaldırım taşlarına çakıldı. Çelimsiz bedeninden beklenmeyecek kadar büyük bir gürültü çıktı çarpışma anında. Ezan okunmaya devam ediyordu genç adamın bedeni ezilip kırılırken. Komşuları yere çarpmadan önce sevinç çığlığı attığına dair yemin edebilirlerdi. Yalnız hiçbiri anlam veremiyorlardı genç adam düşmeden bir dakika önce duydukları patlama sesinin ardından çakan şimşeğe. Sonbahara tezat bir berraklıktaki gökyüzüne tezat seslerdi bunlar.

    Genç adamın pek tanıyanı yoktu mahallede. Meraklı komşusu Zehra Teyze onu öğrenci biliyordu, ama gerçekte pek de başarılı olamamış vasat bir şairdi genç adam. Yayınlanmış tek bir kitabı vardı. Bu kitabı imzalayıp hediye ettiği on iki hayranı vardı bir de. Yalnız yaşıyordu, kimseyle konuşmuyordu pek. Sevinçli bir haberin coşkusunu saklıyormuş gibi duran dudakları sürekli gülümserdi, gözlerinden hiç silinmeyen hüznüne rağmen. Ne gülümsemesini ne de hüznünü kimse fark etmezdi. Yüzü güzeldi, duyanlar sesini de beğenirlerdi. Adını ise bilen yoktu mahallede. Kimi meczup, kimi gurbetteki bir öğrencidir diye düşünüyordu şimdi. Yarı çıplak bir halde betonun üzerinde yatarken çarpışma ile ezilmiş kan sızdıran bedeninin üzerine gazete kâğıtları örtmüşlerdi.

    Zehra Teyze hariç hemen herkes emindi öldüğünden.

    Zehra Teyze yerde yatan genç adama ve kimseyi yaklaştırmayan polis memuruna bakarken uzaktan, yanı başında cesedi gözleyen fırsatçı bir kediyi kovaladı. Derin bir iç çekti, içindeki merak niye ölmek istedi gencecik çocuk dedi.

    Gurbette yavrucak, kim bilir ne derdi vardı, belki de, gönül meselesi.

    İyi niyetli bir biçimde yanılıyordu kadın. Komşularla uzun uzun sohbetini edecek yeni bir konusu olmuştu. Kendi farkında değildi, ama çok değil bir gün sonra genç adamın durumunun, sadece birbirini tekrar eden günlerin boğuculuğundan ve beklentisizlikten kaçmak için komşu sohbetlerine meze olmaktan öte bir anlamı kalmayacaktı.

    Ambulans sireni duyuldu, geç gelmemişti ambulans yine de herkes geciktiğini düşünüyordu. Ne fark ederdi ki, çoktan ölüp gitmişti zavallı çocuk! Yanılıyorlardı, nabzı ile solunumu dışardan hissedilemeyecek kadar yavaşlamıştı sadece. Ezilen ve kimi damarları yırtılıp kanayan iç organlarına ve kırılan kemiklerine rağmen hayatta idi işte. Oysa paramedik ekip bile çok umutlu değildi hayatından, komşuları öldüğünden emindi, kendisi ise sessizlik ve karanlığın içinde yaşadığının bile farkında değildi.

    Bir tek mahallenin en yaşlısı İsmail Amca genç adam atlamadan önce olanları gördü tam karşısındaki apartmanın penceresinden. Ezanı beklerken gördüklerine hazır olmadığından olsa gerek kesik kesik hırıltılarla solumaya başladı, kolu ağrıyordu zaten uyandığından beri. Midesindeki ve kolundaki ağrıya bir de göğsünü sıkan o el hissi eklenince sessizce bu hayatın ötesine geçiverdi. Ambulans genç adam için olmasa da İsmail Amca için gerçekten çok geç kalmıştı. Genç adamla aynı kâbusu gören bir o vardı oysa. Aynı kâbustan farklı bir biçimde kaçmıştı yaşlı adam. Belki de daha etkili bir biçimde...

    Sonbaharın sonlarına doğru, beklenmedik bir derecede ısıtan güneşin altında ve kış keskinliğinde ısıran rüzgârın soğuğu eşliğinde, ambulans, mahallenin daracık sokaklarında uzaklaştı. Geriye bir anlık yankı bırakan siren sesini takip eden fısıltılar ve soru soran çocuklar kaldı. Fısıltılar sürecekti ilginin yerini yılgı alıncaya dek...

    Soğuk bir taşın üzerinde uyuşmuş bir halde uyandı. Rutubetten kararmış tavandan dökülen sıvaları görebiliyordu belli belirsiz. Neden sonra netleşiverdi görüntü. Çok güçsüz hissediyordu. Uyandığı zeminin taş değil yumuşak ve sıcak sayılabilecek bir yatak olduğunu algıladı. Tavan da eskimemişti. Kim olduğunu düşündü hatırlayamadı. Görüntü yavaşça üzerine yıkılırken cihazın biplemesi kalp ritmi ile birlikte hızlanıyordu. Gördüklerinin gerçek olmadığını hissetti çünkü aynı karanlık sarıyordu etrafını ve o düşüşün hemen ardından yeni bir kâbusa uyandığını sanıyordu. Oysa tam elli iki gün geçmişti yoğun bakımda, kırılan kemikleri için yüzüne estetik düzeltme yapılması bile gerekmişti. Kafatasının bir bölümünü metal parçası örtüyordu. Ameliyat kesilerinin belli bir ritimle yükselip alçalan ağrısı ulaşınca bilincine panikledi. Kesik kesik inlemeye başladı. Acı hissettiğime göre kesinlikle kâbus görmüyorum diye düşündü. Tavanı kaplayan karanlık neydi o zaman? Aklını mı yitiriyordu yoksa? Ağrının şiddeti bilincini örttü yavaşça. Kalp ritmi bu sefer iyice hızlanmıştı. Bayılana kadar sıklaşan biplemeler bilinciyle birlikte yavaşladı. Yine her şey sustu, ağrı bile...

    Gözlerini zar zor açabildi. Işık canını yakıyordu. Başucunda bekleyen yabancı yüzü fark edince irkiliverdi. Adamın soğuk bakışları hiçbir duygu ve ifade belirtmeksizin üzerine kilitlenmişti. Solgun bir yüzü, geriye taranıp iyice yapıştırılmış bembeyaz parlak saçları ve incecik dudakları vardı. Sanki nefes almıyormuş gibi duruyordu adam. Gözlerini açtığını fark ettiğinde adamın yüzünde küçümseyen bir gülümseme beliriverdi. İrkilmesinin ardından elini omzuna uzatarak:

    Sakin olun! dedi. Uzun zamandır buradasınız, gözlerinin içine baktı hiçbir duygu ya da ifade içermeksizin:

    Hayatta olmanız büyük bir şans.

    Bu başka bir kâbus olmalı. Hastanede ne işi vardı ki? Kâbusunda yüksekten düşünce yatağında uyanır insan, hastane yatağında değil. Adama baktı, çok güçsüz hissediyordu, bitkin bir halde, bunlar gerçek değil uyanmak istiyorum, dedi. Gülümsedi duyguları olmayan adam. Gözleri artık tehditkâr bir ifadeye sahipti.

    Uyanmanı biz de istiyoruz ama sen hep kaçıyorsun.

    Kesinlikle bir kâbus olmalıydı bu. Kaldığı yerden devam ediyordu. Kâbusunda düşüp de hastanelik olacak değildi ya. Tam bir yıldır hayatı kâbusa dönmüştü. Her gece aynı kâbusun korkusuna uyanıyordu. Uyumaktan kaçtığı oluyordu. İşyerinde bilincini zor açık tutuğu birisi ile sohbet ederken bile ani dalıp uyanmalarını hatırladı.

    Habil! dedi, duyguları olmayan adam...

    Habil, ismi olmalıydı, adam ondan önce hatırlamıştı. Umarım doğru hatırlamıştır.

    Geçmişi hatırlamak yarıda kalan bir rüyayı hatırlamak gibi zor geliyordu ona. Hatırlamaya çalıştıkça başı ağrıyor ve bazen hatırladıkları bile bulanıklaşıyordu.

    Başucundaki beyaz önlüklü ve gözleri ifadesiz bakan adam, doktoru olmalıydı. Bıyıkları dudaklarının üzerinde ince bir boşluk bırakacak şekilde kesilmişti. Kalın çerçeveli gözlüğünün ardında küçücük kalan ifadesiz gözleri ve yuvarlak solgun bir yüzü vardı adamın. Yapay bir tonda konuşuyordu. Gerçek miydi, acaba?

    Ne oldu bana, dedi, sesi kısık ve tükenmiş çıkmıştı, heyecanla sormak istemişti oysa.

    Doktorun yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi.

    Genç bir adamın yaşamından vazgeçmesi ne üzücü, şükür ki, hayattasınız.

    Nasıl?

    Şu ışığı takip eder misiniz?

    İsminizi hatırlıyor musunuz?

    Doktorun dediklerini yaptı. İsmini düşündü bir süre kafasındaki zonklamanın içinde, Harun, olmalıydı ismi, ama doktor, Habil diye seslenmişti. Belki de şaşırtmak için yaptı. Tedirgin ve tükenmiş bir biçimde:

    Harun mu? Habil mi?

    İlk tahmininiz başarılı idi.

    Neden, bana Habil diye seslendin?

    Halüsinasyon görmüş olmalısınız. Son bir soru soracağım sonra dinlenmeniz gerek. Size neler olduğunu hatırlıyor musunuz?

    Harun, hayır anlamında başını salladı, üzerine büyük bir ağırlık çökmüştü ve kafasındaki zonklamanın içinde çevresini çok da algılayamıyordu.

    Odanızın penceresinden intihar için mi atladınız, yoksa biri sizi itti mi?

    Hatırlamıyordu. Kâbusu hatırlıyordu. O gece görmemiş bile olsa hatırlardı. Kâbus hayatının rutiniydi. Hayır, dedi, hatırlamıyorum.

    Bu da bir kâbus, ben sadece yatağımda kâbus görüyordum. Her gece olduğu gibi... Kâbustan uyanmak için yapmam gerekeni yaptım. Her gece yaptığım gibi...

    Gözlerine çöken ağırlık kazandı sözünü bitiremeden, tekrar karanlıkla örtüldü her şey.

    Hastane odasında olanları anlamaya çalışarak geçen yaklaşık altı aydan sonra hiçbir şey anlayamamış olsa da biraz daha iyi hissediyordu. Bitmeyeceğini sandığı fizik tedavi çalışmaları da hayli işe yaramıştı. Kimseye intihar etmedim diyemedi. Kendi hikâyesini delice buluyordu. İntihar en olası ve en mantıklı açıklamasıydı başına gelenlerin, ancak, hastane psikiyatrına açıklayamıyordu etmediği intiharın sebebini. Kız kardeşi ziyaretine geliyordu hemen her gün. Hastaneye yakın bir yere taşınmıştı onun için. Hiç ilgi görmeyen kitabının hayranı(!) bir yayınevi yardım etmişti hastane masraflarına ve kardeşinin taşınmasına. Hiç mantıklı değil; sanki hala rüyada gibi her şey demişti bu gelişmeler üzerine. Tüm bu desteklerinin karşılığı üç kitaplık bir sözleşme imzalamıştı yayınevi ile. En tuhafı da hiç roman yazmayı düşünmemiş olmasıydı. Şimdi ise bir yayınevine yazacağı üç romanın telif hakkını satmış durumdaydı.

    Editörle tanışmaları da bir rüya tutarsızlığındaydı. Hastanedeki ikinci ayının ilk haftasıydı. Tam hastane masraflarını ödeyemeyecek durumda iken ve hani kendi bilinci de her şeyi toparlamamışken daha, kız kardeşinin yatağının başucundaki endişeli sızlanmalarının üzerine gelmişti yayınevi temsilcisi. Demode takım elbisesi ve yetmişli yılların dedektif imajından kalma bir palto ile hafifçe aksayarak girmişti içeri. Gırtlaktan ve monoton bir sesle kendini tanıtırken kaşları ve üst dudakları sabitlenmiş gibiydi. Kartında Musa Kâzım Efendi yazıyordu. Araf yayınevi editör ve koordinatör... Görünümü gibi ismi de nostaljikti editörün. İlk uyandığında karşılaştığı doktora benzetiyordu onu. Adamın gözleri kendi ile kardeşi arasında odaklanmada kararsız kalmış gibi bir ona bir kardeşine bakıyordu. Anlattıkları hiç inandırıcı gelmemişti ilk zamanlar. Hala da inandırıcı değildi ya... Harun’un sözleşmeyi okuyup kafasındaki zonklamanın içinde anlayabilmesi tam bir haftasını almıştı. Adamın fıldır fıldır gözlerine ve çatallı derin tecvidli sesine sinir oluyordu, ama paraya çok ihtiyacı vardı. Her şeyde rüyayı andıran bir tutarsızlık olsa da, bir rüyada bile yoğun fizik tedavi ve bu ilgi olmasa iyileşmesinin çok uzun süreceği kesindi. İlk uyandığını düşündüğü zamana dair her şeyin bir hayal olduğunu söylüyordu doktorları. İki aydan bu yana, ilkf uyandığında gördüğü doktora benzeyen biri ile bile karşılaşmamıştı hastanede. O yüzden hiçbir şeyin gerçekliğini kanıksayamaz olmuştu. Yayınevi editörünü benzettiği doktor gerçek değildi, hayalindeki doktora benzeyen bu adam çaresizliğine şifa olmuştu. Bu da olanların gerçekçiliğini azaltıyordu. Yayın evinin gerçek olmasını dilemekten başka çaresi de yoktu. Uyanık olduğunu umuyordu. İmzayı attığında kardeşi çok sevinmişti.

    Yeni bir ziyaret gününde daha biricik kardeşini beklerken, ağrıyan belini rahatlatmak için yatağını biraz yatırdı düğmeye basarak. Can sıkıntısını gidermek için can sıkıcı TV programları pek işe yaramasa da, fonda bir ses olması geçen zamanı nefes nefes saymamasına bahane oluyordu. Çoğunlukla ekrana bile bakmazdı. Doktorlara göre bu sıkıcı günlerin sonu hayli yakındı. Taburcu olması için en fazla bir hafta kaldığı söyleniyordu. Saate baktı göz ucuyla. Ziyaret saatinin bitmesine bir saat kalmıştı. Kardeşi hiç bu kadar gecikmezdi. Telefon etmeyi düşünürken bir yandan da kanalları değiştirmeye devam ediyordu. Televizyon ile kendi gerçekliği arasında bir bağ bile kurmuştu. İkisi de görsel işitsel bir gerçeklik sunsa da gerçek denilen olaylar dahi çoğunlukla kurgu çıkabiliyordu. Kâbus görmediyse ne görmüştü o gece, abartılı bir uyurgezerlik miydi yaşadığı? Şimdi uyanık mıydı? Bir yayınevi başarılı olamamış bir şaire neden roman yazdırmak istesin? Kafası zonkluyordu gene, son günlerin en huzursuz edici ve saçma haber programı olduğunu düşündüğü televizyon şovunda durdurdu kanalları gezmeyi. Standart bir ucube gösterisiydi program. Duygu sömürüsü ve alaycılık arasında keskin gelgitleri olurdu. Geneli kışkırtma gibi görünse de mağdur gösterilen konuğun sinsice aşağılandığı da az değildi. Seyircilerin şaşkın uğultuları arasında insan olmadığını iddia ettiğini iddia ettikleri biri oturuyordu. Ortaçağdan kalma gibi görünen bir cübbenin içinde başlığın örttüğü yüzü seçilmiyordu. Adama gizemli bir hava vermek istemiş olmalılar.

    Sunucu bolca kullanmaktan çekinmediği jöle ile yatırılmış parlak siyah seyrek saçlarının altındaki dar alnından ve gözlerinden taşan bir ego ile alay etmekteydi karşısındaki adamın iddialarıyla. İnsan değilim diyen adamın davudi gizemli bir sesi vardı. Uzun tırnaklı ellerinin gri derisi iyi bir makyaj işi olmalıydı. Sanki taştanmış gibi duran mat ellerini hızla kafasındaki başlığa götürdü. Yüzünü açtı. Sunucunun ukalalığı ve cesareti duraksadı bir an. Adamın yüzü gotik dönem kiliselerinin duvarlarındaki iblis işlemelerine benziyordu. Kamera yakın çekime geçmek için tereddüt etmişti sanki. İnsan değilim diyen adamın gözleri çok ürkütücüydü. Gülümsedi dişlerinden daha keskin.

    Benim adım İştar, dedi. İnsan değilim ben.

    Cehennemden geliyorum.

    Bu ucuz televizyon şovundan bile beklenmeyecek bayağılıkta bir soytarılık sergileniyordu. Ne amaçladıklarını bile anlayamamıştı. Kafayı dağıtmak için daha anlamsız bir şey bulamayacağına da emindi. Bu saçma gösteriyi nereye bağlayacaklarını merak etti. Aslında amaçlanan gayet netti işte; ilgi çekmek... İlgi çekmeyi de gayet iyi başarmışlardı. Sunucu güldü kendini tutamayarak. Bu makyaja ne kadar harcıyorsunuz beyefendi dedi tüm sesinde belirgin bir alaycılıkla. Kamera İştar’ın yüzünü yakın çekim gösteriyordu. Gözlerinde ve dudaklarında öfke kıvılcımlanmıştı. Az önce keskin gülümseyen dişler şimdi öfke ile gıcırdıyordu. Kamera arkasındaki güvenlik ekibi hemen hazır ola geçtiler. Ne televizyon önündeki ne de stüdyodaki seyirciler bilmese de elektro şok cihazları ve coplar kullanılması için hazırdı o gün. Şizofreni bozukluğu olması muhtemel ve kendisine bu kadar kusursuz makyajı yaptıracak serveti olan gizemli bu adam tehlikeli olabilirdi programın gedikli uzman konuğuna göre. Emekli bir psikiyatrist ve realist olmaya çalışan bir deistti tombul ve kelleşmiş gözlüklü uzman. Yıllarca devlet hastanelerinde bu gibi sorunları olan insanlara tıbbi bilginin ulaştığı sınırlar çerçevesinde yardım etmişti. Şimdi ise, mesleki etiğine bir hayli aykırı bir biçimde programa konuk edilen hasta insanların -ya da şov ucubelerinin- sömürülmelerine göz yumarken, bir yandan da hastalıklı zihinlerin söylediklerine rasyonel açıklamalar getiriyordu. Her zaman ikinci konuk kendisi gibi rasyonalisti oynamayı seven ama uzmanlığı dogmalar olan bir teolog konuk da olurdu. Mantıklı olmayan her şey İslam’a sonradan eklenmiş hurafelerdi teoloğumuza göre. Cine tutulduğunu iddia eden adamın hasta olduğu konusunda psikiyatrla hemfikirken cinlerin varlığının kendi inandığı din içinde kesin olarak belirtilmesini geçiştirdiği de az değildi. Tam İştar’ın, öfkeli dış gıcırtısının arasına girip İslam’da cinlerinde dumansız ateşten yani elektro manyetik dalgalardan oluşan varlıklar olduğuna dair sözde bilimsel zırvalar geveleyecekken bir ağırlık çöküverdi ilahiyatçımızın üzerine. Dudakları kurumuştu. Sanki felç olmuş gibi hiçbir uzvuna komut veremiyordu. Büyük bir korku çöktü yüreğine. Ölmeye başladığını düşünüyordu ama bir karabasandaki gibi yardım isteyemiyordu. Dışardan bakıldığında ise hareketsizliğinin ve dalgınlığının dışında anormal görünen bir şey yoktu. İlahiyatçının kafasının içinde ise çığlık çığlığa öten bir siren ve dinmek bilmeyen fısıltılar belirmişti. Son anı olduğunu düşündüğü anda yüreğinde zayıflayan inancı ile birlikte fısıltılar yükselmeye başladı siren sesinin içinde. Ölüm korkusu inancını yeniyordu fısıltılar da mantıklı kalma direncini. Şiddetli bir öfke ile kavrulmaya başladı benliği. İştar gibi o da gıcırdattı dişlerini sunucuya öfke ile bakarak. Ateşi o kadar yükselmişti ki, ter akan alnını ve bedenini yakan ateşin sıcaklığı ile bir kutup soğuğunun ortasında kalmış gibi üşüdüğünü hissetti. Yükselen ateşinin yarattığı üşüme algısından ya da sinirden titrediği belirsiz bir biçimde fırladı ayağa, sunucu ile emekli psikiyatrın iyi misiniz deyişlerini duymaksızın. O sırada televizyonun karşısındaki Harun, kapıdan içeri giriveren kız kardeşine bakıyordu. Televizyonu sessiz konuma almamış olsa çığlıkları duyabilecekti. İlahiyatçının öfke ile sunucunun göğsünü deşen ellerini de görebilecekti kendi gözleriyle. Sunucunun hırıltılı çığlığının peşi sıra kendi kanıyla gargara yapar gibi boğuluşu ile birlikte çığlıklar iyice yükselmişti. İştar gülüyordu, Harun’un görüş açısı dışında. İlahiyatçı gidip İştar’a uzattı kalbi.

    Ne kadar karanlık bir kalp, dedi İştar.

    Güvenlik görevlileri hazırlıksız yakalanmıştı, acil durumlar için bekletilen sağlık görevlileri ise acil bir duruma en hazırlıksız yakalanmış biçimde öylece bakakalmışlardı olanlara. Yaklaşmaya korkuyorlardı kamera önündeki gerçekliğe.

    Teolog çıldırmıştı ve programın yegâne kadrolu bilim adamı da kalp krizi geçirme sınırındaydı. İştar centilmence reddetti ikramı. Nazik bir biçimde elini uzatarak şov programı psikiyatrını işaret etti. Teolog derin bir saygı ile Star’ı selamlayıp kalbi psikiyatra ikram etti bu sefer, ama psikiyatr çoktan bayılmıştı. Güvenlik elemanlarının eli ayağı titrer bir halde birbirine bakışmalarında içlerinden biri kaçırdığı idrarın fark edilmemesini umuyordu. Yayın kesilmemişti hala. Kardeşi içeri girdiğinde kumandanın sessiz tuşuna basan Harun,

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1