Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Buhran
Buhran
Buhran
Ebook262 pages3 hours

Buhran

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bir topluluğun mahiyetinde değişim başlamışsa içinde olanların arzu ve ihtiyaçları her zaman onların istediği şekilde karşılık bulamayabilir. Eğer grubun üyeleri artık orada kendi ihtiyaçlarının giderilmediği zannına kapılmaya başlamışlarsa, farkında olmadan bir yol ayrımına gelinmiş demektir. Böyle bir çıkmazda ise zorunlu ayrılıklar ve geri durmalar başlar. Buhran ise tam da böyle bir sürecin adıdır.
Bu evrede “korku” ve “direnç” şeklinde bir iç mücadele başlar hem topluluğun genelinde hem de fert planında. Şartların dayatması ile eşiğinde beklediğiniz medeniyetle olan ilişki biçiminiz ve eskiyi bırakmamaya yönelik gayretiniz. İşte bu ikilem kişiyi buhrandan buhrana doğru sürükler.
Tanpınar eserlerinde buna “zihniyet ikiliği” der. Bu ikiliği herkes göremese bile bu sürece maruz kalmış herkes derinden derine yaşar. İşte burada da karşımıza entelektüel ile normal arasındaki fark çıkar. Zira böyle süreçlerde o topluluğun aydınları derin acılar yaşar. Burada tartışılansa her şeye rağmen “devam ve bütünlük” mü yoksa “yeni başlangıç” mıdır? Ve gözlerinin önünde bu değişime bağlı buhranı ve sonrasındaki gelişmeleri izleyen duyarlı herkes bunu kendisine dert edinir. Bu buhran neredeyse her şeyi etkiler. Zira bu değişimin dayattığı buhran, kontrollü yapılamazsa kimlik bunalımlarına, çatışmalara, aile ilişkilerine, aidiyet sorgulamalarına ve kişisel ya da kitlesel kopuşlara doğru gider. Çünkü zihniyet kaymaları, zihniyet bölünmeleri sahibini mantıklı ve tutarlı davranış yapmaktan men eder.
Kişi bu süreçte adeta kendi olamaz. “kendi olamamak ya da kendi hayatını yaşayamamak” da zaten bir buhranın merkez üstüdür. O topluluk bir yandan savrulduğu yerlerdeki yeniliklere adapte olmaya çalışırken bir yandan da kendi “içi” ile amansız bir mücadeleye tutuşur. O mücadelede doğrular ve yanlışlar, fayda ve zararlarla kıyasıya bir mücadeleye girer. Bu aşamada kişinin neredeyse bir sürü şeyi yarım kalır, her şey için bir bahane kapısı aralanır. Bahane üretmek demek bir sorunun varlığını kabul etmektir ama o sorunun kaynağını kendinde değil başkalarında arama manasına gelir. Ayrıca bahane üreten kişi için söylenebilecek bir başka önemli şey ise artık onun gelişim gösteremeyeceği gerçeğidir. Zira bahane üretme, gelişime tek başına engeldir ve “üretkenlik” için tam bir zehirdir.
'Kendisi olmayı' başaramayanlar için buhran daha da belirgindir ve o süreci Ortega Gasset “birey zorunlu bir toplumsallığı yaşar” şeklinde tanımlar. Bu mecburiyet hali ise çoğu zaman bireyin kendine dönmesini, kendini tanımasını engeller. Bu gelgitlerle savrulan birey için artık kaçınılmaz sorgulamalar başlar. Kişinin “şahsı” ve “toplum” ile yaşadığı bu çatışma, onun “ikili yaşam sürdürmesini” zorunlu kılar. Burada devam eden bir hayat vardır, ama nasıl ve neye göre? Kişi, diğer insan ve yapılarla ‘uzlaşarak’ mı, yoksa onlara ‘mutlak itaat’ ederek mi devam edecektir hayatına? İşte bu temel soruların cevapları çoğu kez sahibini “yalnızlığa” sürükler. O yalnızlık evresindeyse hayatın gerçekliği ile yüzleşilir. Bu yüzleşme evresinde ise “ikili yaşam” zorunlu olarak ortaya çıkar. Eskiyi devam ettirme çabası ile yeniye adapte olma çıkmazının sürüklediği birey, derin hesaplaşmalar yaşar. Bu dönemde birey, bazen hem kendi topluluğu hem de içinde kendisini bulduğu yenidünya açısından bir “öteki” duygusuna kapılır. Öteki duygusu ise zamanla sahibini “iradesizleşme” kıyısına doğru sürükler. Bundan yegâne çıkış yoluysa kişinin kendi kimliğiyle barışmasıdır. Kendisini bulan, tanıyan ve kendisi gibi davranabilen fert ya da topluluklar bu evreyi kısa sürede atlatabilirler.

LanguageTürkçe
Release dateSep 4, 2022
ISBN9781005478452
Buhran
Author

Birol Topuz

1978 yılında, Çorum'un Osmancık ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu ilçede tamamladı. Lise eğitimini ise Kastamonu'daki Göl Anadolu Öğretmen Lisesi'nde tamamladı. 2001 yılında Uludağ Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Dünyanın değişik ülkelerinde öğretmenlik yapma imkânı buldu. 2005-2008 yılları arasında kaldığı İngiltere’de İşletme alanında yüksek lisansını tamamladı. 2021’de Almanya’daki Potsdam Üniversitesi’nde din sosyolojisi alanında doktorasını tamamladı. Değişik zamanlarda haber7.com, haberx.com ve rotahaber.com gibi sitelerde köşe yazıları yazdı. Başta eğitim ve diyalog olmak üzere değişik alanlarda faaliyet gösteren pek çok sivil toplum kuruluşunda görevler yaptı. 2009 yılında gezip vazife yaptığı ülkelerde bizzat yaşadığı veya gözlemlediği olayları içeren denemelerden oluşan "İlk Cemre" isimli kitabı yayınlandı. 2021’de ise ikinci kitabı “Hicretten Hikmete” yayınlandı. Yazarımız evli ve iki kız çocuğu babasıdır.Crab Publishing’de yayınlanan kitapları:1. Hicretten Hikmete2. Değişim3. Buhran4. Aidiyet

Read more from Birol Topuz

Related to Buhran

Related ebooks

Reviews for Buhran

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Buhran - Birol Topuz

    TAKDİM

    Her dönemde gündemde olan temas ettiği yapıları, kurum ve kuruluşları hatta farkında olsak da olmasak da biz bireyleri dahi farklılaştıran, şekilden şekle sokan sihirli bir kelimedir değişim. Tahavvül etmek, farklı durum ve şekle girmek anlamlarına gelen ‘değişim’ Türkçemize yeni dönemde bir değişim sürecinde kazandırılan kelimelerdendir. Değişim sözcüğünün bir tahavvülün, farklılaşmanın, değişimin sonucunda hayatımıza girdiğine şahit olmaktayız. Bu bakımdan sözcüğün derununda da bir değişim söz konusudur desek yeridir. Bu zaviyeden bakıldığında, ‘değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’ deyişi de lengüistik bakımdan nakıstır.

    Âşık Paşa, Garibname eserinde Her gün bir güneş doğar, güneş aynıdır ama her gün farklıdır derken bizim için yepyeni, güzelliklerle doldurulması gereken, değişimlere müheyya olan güne vurgu yapar, aynı zamanda değişenin yanında değişime sebep olan, vazife yönüyle değişmeyen unsura, güneşe de dikkat çeker. Etrafımızdaki her unsurda değişim rengini görmek mümkündür. Mevsimlerle birlikte tabiatın rengârenk olması, dünyaya yeni gelen bir sabinin her geçen gözümüz önünde serpilip şekilden şekle girerek değişime uğraması tabii bir süreçtir. Aslında bir bakıma değişimin bünyesinde tekâmül, olgunlaşma ve güzele doğru evrilme de vardır.

    Elbette her değişim müspet manada olmayabilir. Bazen bizi biz yapan değerlere bigâne kalma, öz değerleri bazı mülahazalarla hor görüp sırt çevirme neticesinde değişim karşımıza inhiraflar, kaymalar olarak çıkabilir. Bundan dolayı değişimin sınırları çizilmediğinde ya da öz değerlerin göz ardı edilmesi sonucunda bazen değişim; başkalaşma, özden uzaklaşma da olabilir.

    Değerli kardeşim Birol Topuz Bey’in kaleme aldığı çalışmada gündemimizi meşgul eden birçok mesele farklı perspektiften ele alınmış. Bir eğitimci gözüyle ahlaki değerlerden, yeni hicret mekânlarına uyum; Hizmet’i dünya markası haline getiren değerlerden, bizi tefessühe, yozlaşmaya sürükleyebilecek unsurlara kadar farkı temaları ele almış. Yeni hicret yurtlarında takip edilecek yollara ve yöntemlere vurgu yapılmış, değişim başlığı altında cemedilmiş. Mevlana’nın;

    Her gün bir yerden göçmek ne iyi.

    Her gün bir yere konmak ne güzel.

    Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

    Dünle beraber gitti, cancağızım,

    Ne kadar söz varsa düne ait,

    Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

    Mısralarında buyurduğu gibi bulunduğumuz yerde ve konumda, öz kaynaklarımızın ışığında yeni projelere, yeni çıkışlara ve kapıları aralamaya dikkat çekilmiş.

    Eserinde son dönemde vuku bulan hadiselerin konumlandırılması da oldukça isabetlidir. Hz. Yakup ve Hz. Yusuf’un başından geçenlerin günümüzdeki mağdurlar ile özdeşleştirmesi, çekilen çileleri ilahi kaynaklı davalara özgü imtihan olarak nitelendirilmesi de mağdurları teselli bakımından güzel bir misaldir.

    Hocaefendi’nin İnsanların kendilerini iyi ve yeterli görmesi kadar öldürücü bir virüs yoktur. sözüne atıfta bulunan yazar, sürekli yenilenmeye ve öğrenmeye vurgu yaparken Yüce Nebi’nin İki günü eşit olan aldanmıştır. düsturundaki hakikatlerin her dem ter ü taze olduğunu çağrıştırmaktadır.

    Eser, belli bir süreçte cereyan eden hadiselerin müşahedesi ile kaleme alındığından güncel ve taze, okuyucuların satırlar arasında kendisine ait bir şeyler bulması açısından da ilgi çekicidir. Okuru bol olması temennisiyle…

    Prof. Dr. Erkan Karacan

    16 Temmuz 2022

    ÖNSÖZ

    Kendi değerlerine sahip çıkmak ya da onu yeniden inşa etmek, varlık iddiasının menşeidir. Çünkü bütün sorunlar sahip olduğun değerlerle olan bağından neşet eder. Eğer değer veya ilkelerde değişim başlamışsa kişi buhrana sürüklenir. Zira o, artık yabancısı olduğu bir dünyada varlık mücadelesi vermeye başlamıştır. Ne ki, bütün değişimler devamında bir krize ya da Tanpınar’ın ifadesiyle buhrana kapı aralar. Bu bütün değişim yaşayan topluluklar için kaçınılmazdır. Zira ‘Değişim’ herkes için aynı manayı içermez. Kimisine göre değişim eskiyi muhafaza ederek yürümekken, kimine göre de o çağa uyum sağlamaktır. İşte burada bizleri Toplumsal zihniyet bölünmesi karşılar. Zira toplumsal zihniyet bölünmesi beraberinde de zihniyet çatışmasını getirir, o ise buhranın kapı eşiğidir.

    Değişim bir geçiş sürecidir de aynı zamanda. ‘Buhran’a götüren yol, değişimin bir zorunluluğudur. Fakat bu yolda geleneğin direnişi ile karşılaşmak da zaruridir. Ortaya çıkan sebeplerle değişim zorunludur ama bunun nasıl olacağı buhranı doğurur. Zira zorunlu olan değişim, her zaman sorunludur. Sorunludur zira değişen şartlar karşısında genel çözümler bulup, o çözümlerle mevcut problemleri hemen çözmek bu süreçte her zaman mümkün değildir. Bir topluluğun mahiyetinde değişim başlamışsa içinde olanların arzu ve ihtiyaçları her zaman onların istediği şekilde karşılık bulamayabilir. Eğer grubun üyeleri artık orada kendi ihtiyaçlarının giderilmediği zannına kapılmaya başlamışlarsa, farkında olmadan bir yol ayrımına gelinmiş demektir. Ne ki, orada kendi değerlerinin zaaflarıyla yüzleşme dönemi başlamıştır. Böyle bir çıkmazda ise zorunlu ayrılıklar ve geri durmalar başlar. Buhran ise tam da böyle bir sürecin adıdır.

    Bu evrede korku ve direnç şeklinde bir iç mücadele başlar hem topluluğun genelinde hem de fert planında. Şartların dayatması ile eşiğinde beklediğiniz medeniyetle olan ilişki biçiminiz ve eskiyi bırakmamaya yönelik gayretiniz. İşte bu ikilem kişiyi buhrandan buhrana doğru sürükler. İçinde bulunduğunuz şartlar ile olan ilişki biçiminiz nasıl olmalı? Bu eşiğin öte tarafındaki iyi ne ahlak ne? Neyi alıp neyi geride bırakmalı? Bu değişimi hangi kriterlere göre sağlıklı bir şekilde yapmalı? Daryush Shayegan, bu buhran sürecini batı dışındaki bütün toplulukların kaçınılmaz bir kaderi olarak tasvir eder. Ve bu süreci yaşayanların da mutlak düşeceği yanılsama çukurlarına dikkatleri çeker.

    Zira orada bir ikilik karşımıza çıkar. Tanpınar eserlerinde buna zihniyet ikiliği der. Bu ikiliği herkes göremese bile bu sürece maruz kalmış herkes derinden derine yaşar. İşte burada da karşımıza entelektüel ile normal arasındaki fark çıkar. Zira böyle süreçlerde o topluluğun aydınları derin acılar yaşar. Hatta Meriç’e göre bunlar o entelektüel kitleyi yaralar. Ve şöyle devam eder Meriç sözlerine: Artık o, kutsiyetine inandığı bir davanın alemdarı değil, mustarip bir vicdandır, mustarip bir vicdan ve hasta bir şuur. Karşısında iki yol var: kurulu düzenin yalanlarını ilmileştirmek yani bir hakikat çarpıtıcısı olmak veya ezilenlerin yanında yer almak, her haksızlığa isyan etmek, her yalanı susturmak, her samimiyetsizliği ifşa etmek. Burada tartışılansa her şeye rağmen devam ve bütünlük mü yoksa yeni başlangıç mıdır? Ve gözlerinin önünde bu değişime bağlı buhranı ve sonrasındaki gelişmeleri izleyen duyarlı herkes bunu kendisine dert edinir. Bu buhran neredeyse her şeyi etkiler. Zira bu değişimin dayattığı buhran, kontrollü yapılamazsa kimlik bunalımlarına, çatışmalara, aile ilişkilerine, aidiyet sorgulamalarına ve kişisel ya da kitlesel kopuşlara doğru gider. Çünkü zihniyet kaymaları, zihniyet bölünmeleri sahibini mantıklı ve tutarlı davranış yapmaktan men eder.

    Kişi bu süreçte adeta kendi olamaz. kendi olamamak ya da kendi hayatını yaşayamamak da zaten bir buhranın merkez üstüdür. O topluluk bir yandan savrulduğu yerlerdeki yeniliklere adapte olmaya çalışırken bir yandan da kendi içi ile amansız bir mücadeleye tutuşur. O mücadelede doğrular ve yanlışlar, fayda ve zararlarla kıyasıya bir mücadeleye girer. Bu aşamada kişinin neredeyse bir sürü şeyi yarım kalır, her şey için bir bahane kapısı aralanır. Yarım kalmak ya da yarım bırakmak üzerinde durmadan öyle geçiştirilebilecek şeyler değildir. Zira o artık devamlılık düşüncesinin yok olduğuna bir delil olarak vardır. Aynen öyle de bahane üretmek de üzerinde düşünülmesi gereken başka bir şeydir. Zira bahane üretmek demek bir sorunun varlığını kabul etmektir ama o sorunun kaynağını kendinde değil başkalarında arama manasına gelir. Ayrıca bahane üreten kişi için söylenebilecek bir başka önemli şey ise artık onun gelişim gösteremeyeceği gerçeğidir. Zira bahane üretme, gelişime tek başına engeldir ve üretkenlik için tam bir zehirdir.

    Yaşanılan bu zihniyet ikiliği buhranın bir yönden nedeni iken diğer yönden de sebebidir. Alışkanlıklarını değiştirmek zorunluluğuna maruz kalan topluluk, içinde yaşadığı yeni durumun baskın cazibesi karşısında bir yandan eskiyi kaybetmeme, diğer yandan da yeniye adapte olma ikilemi yaşar. Hem eskinin devam ettirilmesi hem de yeniye eskinin tam olarak uymaması yüzünden derin kırılmalar ve inanç düzeyinde ise tereddütler yaşar. Bu durum ise sahibinin derin bir vicdan azabı yaşanmasına yani buhrana itilmesine zemin hazırlar.

    Bu geçiş evresinde kendisi olmayı başaramayanlar için buhran daha da belirgindir ve o süreci Ortega Gasset birey zorunlu bir toplumsallığı yaşar şeklinde tanımlar. Bu mecburiyet hali ise çoğu zaman bireyin kendine dönmesini, kendini tanımasını engeller. Bu gelgitlerle savrulan birey için artık kaçınılmaz sorgulamalar başlar. Kişinin şahsı ve toplum ile yaşadığı bu çatışma, onun ikili yaşam sürdürmesini zorunlu kılar. Burada devam eden bir hayat vardır, ama nasıl ve neye göre? Kişi, diğer insan ve yapılarla ‘uzlaşarak’ mı, yoksa onlara ‘mutlak itaat’ ederek mi devam edecektir hayatına? İşte bu temel soruların cevapları çoğu kez sahibini yalnızlığa sürükler. O yalnızlık evresindeyse hayatın gerçekliği ile yüzleşilir. Bu yüzleşme evresinde ise ikili yaşam zorunlu olarak ortaya çıkar. Eskiyi devam ettirme çabası ile yeniye adapte olma çıkmazının sürüklediği birey, derin hesaplaşmalar yaşar. Bu dönemde birey, bazen hem kendi topluluğu hem de içinde kendisini bulduğu yenidünya açısından bir öteki duygusuna kapılır. Öteki duygusu ise zamanla sahibini iradesizleşme kıyısına doğru sürükler. Bundan yegâne çıkış yoluysa kişinin kendi kimliğiyle barışmasıdır. Kendisini bulan, tanıyan ve kendisi gibi davranabilen fert ya da topluluklar bu evreyi kısa sürede atlatabilirler. Bu da tamamen iradeye bağlıdır.

    Burada kişinin hakikati görebilmesi ise onun gerçekle yüzleşebilmesi ve bu dar boğazdan çıkmasına bağlıdır. Bir yandan kendisi olmaya çalışan, diğer yandan da sahip olduklarıyla içindeki topluma uyum sağlamaya çalışan birey geçici özgürlükle kalıcı değerleri arasında sıkışır kalır. Bu süreç uzarsa kişi kaçınılmaz olarak rol yapmaya, değişik maskeler takmaya başlar. Bu dualite hali ile de ilk önce kendisine yabancılaşır ve derin hesaplaşmalarla boğuşur. Onu o yapan değerleri kaybeden ferdin ya da toplumun kurtulması veya yeniden inşası pratikte oldukça zordur. O yüzden de belki insanı yeni baştan, yeni esaslarla kurmak gerekir. Ancak bu sanıldığından da zahmetlidir. Kitabi olan değerlerle, değerlerin hayat bulduğu gerçek yaşam. İşte bu ikisi arasındaki makas açılırsa, o zaman yozlaşma başlar.

    Değişim ise bireyde ve bireyle başlar. Sonradan bireyin içinde bulunduğu cemiyeti sarar. Eğer insan bozulursa, her şey bozulur. İnsan yıkılırsa bütün kazanımlar yok olur. Tanpınar’ın bir eserinde Behçet üzerinden bizlere söylediği gibi Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur. O yüzden de buhran denilen şeyin çözümü, insanı ayakta tutabilme başarısına endekslidir. Yaşanılan süreçte şüphelere maruz kalmış olan fert muhafaza edilebilirse, her şey muhafaza edilir. Ama fert ihmal edilirse, bu buhran süreci her şeyi silip götürür! Buradan çıkabilmemiz ise tamamen bizim ellerimizdedir…

    Birol Topuz

    1 Eylül 2022

    BUHRAN

    İnsanlık bazı dönemler ekonomik ya da manevi çıkmazlara girer. Bu dönemler ise ehli tarafından genellikle buhran kavramıyla izah edilmiştir. Tarihte bütün bir insanlık böyle süreçler yaşayabileceği gibi münferiden insanlar hatta insanların oluşturduğu küçük topluluklar da bu tür buhranlara maruz kalabilirler. Buhranın esas gerekçesi kişi ya da toplulukların iki şey arasında kalması, inandıkları hedef, gaye ve değerlerle yıllar içinde onca mücadele ve emeğe rağmen ulaşamamaları olabilir.

    Bu dönemlerle karşılaşan insanlık sonuçta şu üç neticeden biriyle bitirir bu evreyi: Ya içine girdiği o buhrandan çıkamaz ve o ana dek inandığı, uğruna savaştığı bütün kazanımları terk eder ve geri çekilir. Ya bu buhranlar yokmuş gibi davranır ve gözünü kulağını bununla alakalı gelecek bütün haberlere kapatır ve yaşamına sanki onlar hiç olmamış gibi devam eder. Ki bunun bedelini ileride daha şiddetli bir şekilde öder. Ya da onlarla yüzleşip, ilmi ve imani mücadele vererek ortaya çıkan hakikatle yüzleşir ve kendi hakikatine erer. Böyle yaparak aslında düne kadar inandığını sandığı ve hep birilerinden miras aldığı değerleri bizzat kendi mücadelesi ve idraki ile işte o gün sahiplenir. Taklitten tahkike doğru yol alır.

    Bu süreç oldukça sancılı ve sıkıntılıdır. Bu esnada o zamana dek izlediği yolu sorgular, peşine düştüğü kişilerle yaka-paça olur, sahip olduğunu sandığı değerleri ve inancını irdeler ve nihayetinde bu mücadeledeki samimiyetine göre de daha sağlam bir kapıya çıkar.

    Bu zaviyeden bakıldığında şu günlerde cemaatimizin yaşadığı da aslında pek farklı değildir. Düne kadar en doğru, en iyi, en mükemmel sistem diye baktığı şeyin zamanın şartları gereği onu savurmasının şokunu yaşıyor insanlar geçen beş altı senede. Abiler en doğrusunu bilir diyorken bazı hatalarını duydu, gördü, yaşadı. Her şey istişare ile en isabetli şekilde yapılır zannederken münferit kararların acı faturasıyla karşılaştı. Ne olursa olsun bir çıkış yolu bulunur diye düşünürken, bazıları itibariyle aranıp-sorulmadığını fark edip inkisar-ı hayal yaşadı. Oysa abilerin de insan olduğunu, onların da hata yapabileceğini, sürecin çok şiddetli geçtiğini ve herkesin öncelikle kendisinin ayakta kalmaya çalıştığını göremedi. Denizin ortasında vücuduna kramp girmiş birisi ne kadar iyi yüzücü olursa olsun, bir başkasının imdadına nasıl koşabilirdi ki? O yüzden, bu gerçekleri es geçen büyük bir kesim bir buhran, bir bunalım, bir sarsılma geçirdi ve hala geçirmekte.

    Bir zaviyeden bakıldığında kötüymüş gibi görülen tablo aslında çok kıymetli ve değerli cemaatimiz adına. Bu süreçte karşılaştığımız kapı belki çok dar ama geçebilen herkes için kazanımları çok değerli olacak bir sonraki aşamada. Tarihte benzer süreçleri yaşayan kişi ve topluluklar insanlığa çok kıymetli şeyler bırakmış, geriden gelenlere rehberlik etmişlerdir.

    Bazıları için şaşırtıcı gelecek belki ama mesela Üstad Hazretleri de böyle bir süreç yaşamıştır kendi dünyasında. Eski Said ile Yeni Said diye bilinen sürecin nasıl olduğunu hiç düşündük mü? Bir gün Üstad kalktı ve kendi kendisine Artık Yeni Said dönemi başlıyor mu dedi acaba? İlk olarak Volga Nehri’nin kenarında başlayan ve kendi ifadesiyle yaşadığı buhran-ı ruhiyenin nedeni acaba neydi? Sonrasında İstanbul’a gelip hayatının en rahat dönemlerini geçirirken bir gün yine Eyüp Sultan Mezarlığı’nda başlayan, Sarıyer sırtlarındaki halvethaneye onu kapattıran, 1921 Ramazan’ında adeta bir kozadan kelebeğe dönüşür gibi sancılı bir süreç yaşayan Üstad kolay mı elde etmiştir bu dönüşümü?

    Bizler çoğumuz itibariyle Üstad’ın Risale-i Nur eserlerini bizler için yazdığını ve ne büyük bir hizmet ettiğini düşünürüz. Bir yanı itibariyle yaptığı hizmetler doğru ve bizim tartışmamıza bile ihtiyaç bırakmayacak derecede. Ama bana kalırsa Üstad o eserleri bizler için değil, öncelikle bizzat kendisi için yazmıştır. Ve kendisi için yazdığını, kendi nefsine hitap ettiğini de yine bizzat birçok yerde ifade de ediyor zaten. Çoğumuz o ifadeleri birer mütevazılık alameti olarak okuruz oysa. Ama öyle değil. Kendi ifadesi ile Beyazıd Camiinde kendisine sokulan ve imanla, ahiretle, haşirle, meleklerle ilgili sorular soran şeytana bizzat cevaplar vermiştir. İman, ahiret, mahşer, meleklerin varlığı ve diğer şeyler için yüzer tane delili peş peşe sıralamıştır. Eğer Üstad bir başkası için bunları yazmış olsaydı bu kadar delillendirme ihtiyacı hissetmez, üç-beş örnekle meseleyi izah edip geçerdi. Bir insan hele bir de çok itimat ettiği makamlardan bir vazife almışsa, vazifeli olduğuna inanmışsa, onun hakkını verebilmek, tabiri caizse eğer, mahcup olmamak ve mahcup etmemek için öncelikle kendi hazırlığını sapa sağlam yapar. Kur’an’ın tabiriyle Nerdeyse kendini intihar edeceksin. noktasına gelir. Asrın vazifelisi birisinin, iman noktasında hiçbir açık kapısı olmamalı ki, o makamın temsilini hakkıyla yapabilsin. İşte Üstad Hazretleri, aslında şeytan ile giriştiği mücadele neticesinde verdiği delillerle önce kendi imanını sağlamlaştırmış ve orada hiçbir açık da bırakmamış ve neticede de ortaya bizlerin de imanımızı muhafaza etme adına istifade ettiği bu külliyat çıkmıştır. Üstad’ın yaşadığı bu süreci gelin beraber analiz edelim. Belki birkaç seriyi bulacak bu konu ama sonunda bizler adına çok kıymetli bir kazanım ortaya çıkacak. Buhran yaşamak, ilk başlarda sorunlu gibi görünse de neticede bu anafordan çıkabilmeyi başaranlar adına çok şey kazandıracak.

    Üstad hazretleri daha çocuk denilebilecek yaşlarda bir ideal ve gaye sahibiydi: İttihad-ı İslam İlginçtir, bu fikri medresedeki bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Namık Kemal’in ‘Rüya’ isimli eserini okuduktan sonra şekillendirmişti. Namık Kemal’in, Rüya’sı modern bir devlet için olsa da Üstad’ın rüyası İslam’ın birliği ve beraberliği içindi. Üstad’ın eğitimi için daha 8-9 yaşlarında neredeyse örümcek gibi Anadolu’yu ördüğünü görürüz. Kayıtlardaki bilgilere göre 1886 Nurs, 1887 Pirmis, Nurşin, Şeyban Yaylası (Tağ Medresesi), 1888 Hizan-Arvas, 1889 Mir Hasan Veli Medresesi ve Vastan kasabası, 1890-91 Doğubeyazıt. 1892’de medrese derslerini bitirip, icazetnamesini üç ayda aldı ve Siirt’e gitti. Bu tarihten sonra artık rüştünü ispat dönemiydi. 1893’te Siirt uleması ile yaptığı münazaralar sonrasında Said’ül Meşhur lakabını aldı. Oradan Bitlis’e sonra da Şirvan’a geçti. 1894’te Tillo’ya geçti ve Kamus-i Okyanus’u ezberlemeye başladı. Miran Aşireti Mustafa Paşayı gördüğü bir rüya üzerine uyardı. Cizre âlimleriyle münazara etti. Mardin’e geçti ve Sünisiye tarikatını araştırdı. İlginçtir, 1895’te ilk sürgününü yedi ve Bitlis’e geçti. Vali Ömer Paşa’nın konağında kaldı. 1897’de davet üzerine Van’a geçti ve yine Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldı. O dönemde pozitif ilimlerle tanıştı o ilimleri ezberledi. 1898’de kendi medresesini kurdu. Medresenin müfredatını yazdı, dersleri de kendisi verdi. Medresede sadece dini ilimler değil, fen ilimlerini de okuttu. Valinin organizasyonuyla Van Uleması ile münazaraları düzenli devam etti.

    1899’da ilk eseri olan Kızıl İcaz’ı Arapça olarak telif etti. 1900’de Türkçeyi iyi kullanmayı öğrendi ve ilk Türkçe mektubunu yaylada kalırken Vali Tahir Paşa’ya yazdı. 1903’te vali ile tartışması üzerine Hizan’a döndü. Oradayken Doğu’nun resmini çekmeye devam etti. Ve elde ettiği bilgilere göre de oradaki sorunun halledilmesi için İstanbul’a gidilmesi gerektiği fikrine sahip oldu ve 1907’de İstanbul’a gitti.

    Derdi tek idi, İttihad-ı İslam için birlik lazımdı ve bunun için de Doğu muhafaza edilmeliydi, bunun temini için de oraya esaslı bir medrese lazımdı. Yani Medresetüzzehra. Fakat II. Abdülhamit’in etrafındakiler buna müsaade etmediler. Üstad da bunun üzerine İstanbul’da da adını duyurdu. 1908’de Şekerci Hanı’na yerleşti ve Her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz. gibi çok iddialı bir tabelayla insanların dikkatini çekti. Bununla da yetinmedi, etrafında gördüğü olumsuzlukların hemen hepsine müdahale etti ya da konferanslar verdi. Ferah Tiyatrosu’ndaki konferansta çıkan kargaşayı yatıştırdı. İstanbul’da etkisi arttıkça birileri bundan rahatsız oldu ve Topbaşı Tımarhanesine gönderildi. El-Ezher müderrisi Şeyh Bahid Efendi ile görüştü. Tımarhane doktorunun verdiği raporla çıkarıldı ama bu kez de hapishaneye atıldı. Başlayan hamallar boykotunu, onlarla konuşarak bastırdı. Meşrutiyet ilan edilince "Hürriyet’e Hitap adında bir nutuk irad etti.

    Sonra da gazetelerde yazarak gelişen her olaya mutlaka müdahale etti. Bu dönemde yazdığı gazeteler Şura-i Ümmet, Şark ve Kürdistan, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Volkan, Serbesti ve Mizan. Ayasofya Mevlidi’nde yine heyecanlı bir kalabalığı yatıştırdı. 1909’da Beyazıd Talebe İçtimaında talebeleri yatıştırdı. 31 Mart Vakasında ise askerleri yatıştırdı. Ama 31 Mart Vakasına katıldı iftirasıyla Divan-ı Harbi Örfi’de idamla yargılandı. O yargılamada beraber olduğu 16 arkadaşı idam edildi ama Üstad beraat etti.

    1910’da Nutuk isimli eseri neşredildi ve Üstad da belki de İstanbul’da aradığını bulamamanın inkisarı ile oradan ayrıldı ve bu kez de Doğu ve Güneydoğu’da aşiretleri gezerek onlara meşrutiyeti anlattı. 1911’de Şam’a geçerek Şam Emevi Camiinde yüzlerce âlimin olduğu kalabalığa hitap etti. Aynı tarihte İstanbul’a gelerek Sultan Reşad’ın Balkan gezisine katıldı. 1912’de Münâzarat, Muhâkemat ve Hutbe-i Şamiye isimli eserleri basıldı. Sultan Reşad’ı ikna ederek Medresetüzzehra için ilk kez devletten bütçe aldı ve 1913’te Edremit’e gelerek medresesinin temelini attı. Şeyh Selim isyanını bastırmaya çalıştı ve Talikat isimli

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1