Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Derin Rejim
Derin Rejim
Derin Rejim
Ebook532 pages10 hours

Derin Rejim

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bu kitabın ana malzemesini, 2016-2020 yılları arasında TR724’te yazdığım gazete makaleleri oluşturuyor. Fakat bu gazete makalelerinin elden geçirilmiş ve anlam bütünlüğü içerisinde yeniden ele alınmış hali.

LanguageTürkçe
Publisher7/24 Kitap
Release dateSep 4, 2020
ISBN9781005747350
Derin Rejim

Related to Derin Rejim

Related ebooks

Reviews for Derin Rejim

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Derin Rejim - Mehmet Efe Çaman

    Kısaltmalar

    AB: Avrupa Birliği

    ABD: Amerika Birleşik Devletleri

    AKP: Adalet ve Kalkınma Partisi

    CBK: Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi

    CHP: Cumhuriyet Halk Partisi

    DK: Deniz Kuvvetleri

    FETÖ: (Sözde) Fethullahçı Terör Örgütü

    GC: Gülen Cemaati

    HDP: Halkların Demokrasi Partisi

    HH: Hizmet Hareketi

    HK: Hava Kuvvetleri

    İYİP: İyi Parti

    KK: Kara Kuvvetleri

    KHK: Kanun Hükmünde Kararname

    MİT: Milli İstihbarat Teşkilatı

    MHP: Milliyetçi Hareket Partisi

    NATO: Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü

    OHAL: Olağanüstü Hal

    ÖSO: Özgür Suriye Ordusu

    PKK: Kürdistan İşçi Partisi

    PYD: (Sözde) Paralel Devlet Yapılanması

    TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi

    TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri

    Bu kitap ülkelerini benimle beraber kaybeden biricik kızım ve oğlum ile bu kahrı benimle birlikte çekmek zorunda kalan sevgili dert ortağım ve en iyi arkadaşım eşime adanmıştır

    "Küçücüktü Agop daha, yedi yaşında yoktu henüz. 1992 yılında akciğer kanserine yakalanana dek başından geçenleri kimseye anlatmadı, anlatamadı. Artık anlatması lazımdı. Bunca susma yeterdi gayrı!

    Acıyı anlatmak nedir, bilir misin sen oğlum? Bilme, emi? Zordur çünkü acıyı konuşmak! Acıyı konuşmak da acı verir insana çünkü. Konuşmak için 1915’ten 1993’e tam 78 yıl bekleyecekti. O kadar uzun mu sürer acının dinmesi? Yüzlerce Ermeni evlerinden alınıyordu Arapkir’de. Mahalleler adeta yangın yerine dönüşmüştü. Her tarafta kadınların ve çocukların yürek parçalayan çığlıkları, askerlerin bağrışmaları, zaman zamansa tüfek seslerinin yaş duvarlardan gelen yankıları, kulakları sağır edercesine, yürekleri deler geçercesine! Babayı erkek çocuklarla beraber aldılar. Kızlarına ve eşine belli etmemeye çalışarak, zoraki bir gülümsemeyle ts tesudyun (hoşçakalın) dedi, eşine sarıldı, kızlarının gözlerini öptü. Burnunun direği sızlayarak kafasını öte yana çevirdi. Uzatma, çabuk ol len! diye bağırdı çavuş Agop’un babasına, aynı anda onu ve oğlanları kapıya doğru itekleyerek. Baba ve küçük oğulları tozlu avludaydılar artık. Eşinin yalvarmaları ve kızların gözyaşlarıyla beraber, manga oradan uzaklaşırken, bir başka grup asker de Agop’un annesini ve kız kardeşlerini kadınları topladıkları yere götürüldü. Onlara ne olacaktı? Nereye götürülüyorlardı? Akşama evlerine geri dönecek, tandırın başında pişen sıcak ekmeklerini çorbalarına banarken, o gün yaşadıklarını unutturmak için baba yine her zamanki şakalarından yapacak mıydı? O sessiz akşamların odun sobası kokulu hoş sokakları, şimdi çok başka görünüyordu.

    Annesini ve kız kardeşlerini bir daha hiç görmedi Agop. Erkekleri Fırat’ın bir başka yerine götürmüşlerdi. Buralar eskiden kaysı toplamaya amcasının çiftlik evine gittikleri yer miydi? Çok benziyordu. Nehrin üzerindeki köprüde çocukları yetişkinlerden ayırdılar. Babasına öyle bir sarıldı ki Agop, nefes alamıyordu. Bir süre öyle kaldı. Bu anı hiç unutmadı. Babasının sıcak bedenini yüzünde hissettiği o an! Babasını hep o başını karnına gömdüğü anki sıcaklık ve kokuyla hatırlayacaktı. Kolundan sertçe çeken asker, onunla beraber birkaç sıska çocuğu daha yerde sürükleyerek, diğer çocukların toplandığı yere götürdü. Artık serde erkeklik falan kalmamış, farklı yaşlarda bu çocuklar ağlıyor, bazıları birbirine sarılmış, gözlerini kapıyor, belki de bu yaşadıklarının bir kâbus olması için içlerinden Tanrı’ya yalvarıyordu. Onlardan yüz metre kadar ötede, nehrin hemen oradaki taş köprüde erkekleri üçerli olarak dizdiler. Sonra her bir sıraya bir el ateş ettiler. Sonra onları ölü veya can çekişen bakmadan köprüden nehre attılar. Kocaman kara gözleri dehşet içinde, ağzını iki eliyle kapayan Agop, nefes alamadığını hissetti. Kafasını öne-arkaya istemsizce sallayarak, askerler gelip diğerleriyle birlikte onu da kolundan çektikleri ana dek ağlayamadı. Ellerini ağzından kurtarıp bileğinden yakalamak isteyen askerin, direnen Agop’un yüzüne attığı tokattan sonra ağlayabildi. Hıçkırıyor, ama kendi hıçkırıklarını diğer çocukların feryat ve ağlama seslerinden duyamıyordu.

    Onları ikişerli sıra yaptılar. Atın üzerindeki askerler, görevlerini tamamlamış, çocuklara nizam vermiş, kafile yola çıkmıştı. Batıya değil, güneye doğru yola çıktıklarını anladığında, Agop artık evine, Arapkir’e değil, başka bir yere gittiğini biliyordu.

    Agop’un yalın ayakları, batan taşlardan su topladı, sonra cılk yara oldu. Öyle ki, yürümek işkenceydi. Fakat asıl acı, biri yavaşladığında kafana-güzüne inen asker dipçiğiydi. Yoksa bunlardan da büyüğü, anneni özlediğinde içinde bir yerlerde, karnınla kalbin arasında hissettiğin o burkulma mıydı? Agop bunu bilmiyordu. Gece kamp yaptıkları yerde yediği iki lokma ekmek ve hep içini kavuran, dilini damağına yapıştıran yapış-yapış bir susama hissi, sadece bir su kenarından geçerken koşup dereye kafasını daldırıp, kana-kana su içtiğinde gidiyordu. O an mutluluktan gülümsemesi, hatta kahkaha atması, o su içmenin hazzı geçtikten sonra büyük bir vicdan azabına dönüşüyor, aklında babacığı ve çok ama çok özlediği anneciği, yine ağlamaya başlıyordu. Bu his, uzun yıllar hiç geçmeyecek, Suriye’ye vardıktan sonra da her an ona eşlik eden, çok tanıdık bir duygu olacaktı. Bir de eline her kürek aldığında, yolda hastalanan ve ölen arkadaşlarını gömmek için alelade her yerde kazdığı mezarlar gelecekti. Küçük konvoyları büyük konvoya eklendiğinde, oradaki her yetişkin kadının annesi olması için belli etmeden, gizlice içinden İsa’ya yalvardı. Fakat bu duaları hiç yerine gelmedi. Oradaki kadınlardan birinin annesi olmaması talihsizlik miydi, bilemiyordu. Çünkü orada kadın ve kızların hayatı, belki de en zoruydu. Çoğu zaman geceleri kamp yaptıkları yerde kollarından tutulup izbe bir karanlığa sürüklenen kadınların çığlıklarını duymamak için, minik ve kirli elleriyle kulaklarını kapatıyordu. O kadınlar geri dönerse eğer, adeta taş kesilmiş, gözleri yerde sadece adımlarına bakan, değişmiş varlıklar oluveriyorlardı. Yolda bazen bir köylü acıyıp, askerler mola verdiğinde onlara bir parça ekmek ve su ikram ediyordu. O yaşlı teyzelerden biri, bir gün Agop’un başını okşayıp kınalı kuzum, ne ettiler size böyle! dediğinde, iyi ile kötünün aslında ne kadar birbirlerine karışmış, birbirleriyle iç içe olduğunu öğrenecekti. Yedi yaşına varmamış bir çocuk için bu ne erken bir hayat dersiydi!

    Lübnan’a geldiğinde her şey geride kalmıştı artık. Arapkir’i özlüyor muydu? Evet, rüyalarına giriyordu memleketi sıklıkla. Ama anne-babasından, kız kardeşlerinden koparıldığı gün, o eski Arapkir gitmiş, yerine soğuk, tanımadığı, hatırlamak istemediği bir yer gelmişti. Bu nasıl bir histi böyle? Sonra Lübnan artık onun yeni memleketiydi – öyle demişti ona bir gün yaşlı amcalardan biri. Yaşadıklarından sonra her yer yaşadığı cehennemden daha iyiydi zaten. Böylece birkaç yıl geçti. Uzunca bir süre Lübnan’da kaldıktan sonra, orada şans eseri onu bulan bir akrabasının onu evlat edinip Amerika’ya götürmesinin ardından, güzel günler gördü. Yeni bir ülke, yeni bir dil, kültür, küçük bir çocuk için, hele de Agop için neydi ki? Okula gitmek, mahallede arkadaşlarıyla oynamak, sıradanlaşan bir hayat, başından geçenleri unutturamasa da, en azından onları düşünmemeyi olanaklı kılıyordu. Uzun süre yalnız kalmak istemedi. Hem zaten maddi imkânsızlıkları, yeni kardeşleriyle aynı odada dört çocuk kalmalarını yalnız kalmasına izin vermedi. İyi ki de! Ve o ailede, kendisini asla bir yabancı gibi görmedi. Yine de kendisini evlat edinen o güzel karı-kocaya anne-baba diyemedi! Kardeşleri – ailenin kendi çocukları – her anne veya baba dediğinde yüreğinin Fırat’ın kenarında bir yerlerde kaldığını hissetti Agop.

    Bunları torunlarına anlatan dede, hayatının tümünde bu duyguları bastırmak, onları kontrol etmek için hiç, ama hiç anlatmadı yaşadıklarını. Ta ki 1992 yılında kansere yakalanana dek. Artık anneciğine ve babacığına, kız kardeşlerine kavuşacağı günler yakındı. Evlatları ve onların evlatları, hatta bir iki de büyük torun, evde onun acısına ortak oldular, dede Agop’un yeniden yedi yaşına dönüşünü beraber yaşadılar. Onun gözündeki yaşlarla ıslandılar, ona sarıldılar, onu sımsıkı sardılar. Yedi yaşındaki Agop, o günleri onlarla paylaştı. Gördüklerini, yaşadıklarını, hissettiklerini onlara anlattı. Başkalarının ona anlattıkları hikâyeleri, onların yaşadıklarını ve yitirdiklerini de, kendisinin başını okşayan Müslüman teyzenin şefkatini de… Ama en çok o babasının karnına gömdüğü, onun kokusunu içine çektiği anı anlattı. Anlatırken kep beraber ağladılar. 1993’te Agop yitirdiklerine kavuştu. Ben onun cennette şimdi anne-babasıyla beraber olduğuna inanıyorum.

    Acıyı anlatmak nedir, bilir misin sen oğlum? Bilme, emi? Zordur çünkü acıyı konuşmak! Acıyı konuşmak da acı verir insana çünkü. 1915’te yaşanmış, o günlerin soğuk satır aralarından bize cımbızlanarak anlatılmış, rasyonelleştirilerek bir savaşa eklemlenmiş bir tarihi, biz İnkılâp Tarihi kitabının satır aralarında okumamız gerektiği kadar okurken, karşımıza neden hiçbir zaman Agop çıkmadı? Neden biz tehcir oldu, onlar gitti dendiğinde, nereye gittiler demedik, diyemedik? Arkadan vurdular bizi! dediklerinde, neden ama onu yapan çetelerdi, 1915’te yaşananı ise devlet yaptı diye düşünemedik? Niçin çetelere katılan binde bir için milyonlarca insan sürüldü yurdundan diye soramadı bir tek tarihçi, sosyal bilimci, yazar, aydın, siyasetçi?

    Neden Agop’un başını okşayan o yaşlı teyze gibi kınalı kuzum, ne ettiler size böyle! diyemedik? Belki başlamazdı lanet o zaman. Belki o lanetten derin devlet çıkmazdı."(*)

    (* Kınalı kuzum ne ettiler size böyle? – Arapkir’li Agop’un hikayesi, TR724, Mehmet Efe Çaman )

    Önsöz

    Elinizdeki bu kitap, bir gazetecinin makalelerinin derlenip toparlanarak belli konu başlıkları altında bir bütünlüğe kavuşturulması denemesinden daha çok, bir gazetede yazan ve daha geniş kitlelere ulaşmayı amaçlayan bir akademisyenin, ülkesinin ve kendisinin başına gelenlere dair tuttuğu kişisel notların makale haline getirilip, sonra da birleştirilmesiyle oluştu. Her bir başlık ayrı bir konuyu anlatıyor. Anlatılan konular, Türkiye’de olan bitenlere vakıf okur tarafından kolaylıkla ve anlam bütünlüğü içerisinde anlaşılacaktır.

    Yaşananlar, yaşadıklarınız ve yaşadıklarım, kanımca salt akılla değil, biraz da yaşanılan – çoğu zaman acı – deneyimlerle anlaşılabilir ve kavranabilir. Yani benim talihsizler olarak nitelediğim bir neslin tüm çocukları, notlarımda kendilerinden bir şeyler bulabilir. Her bir not (makale) bir fotoğraf karesiyse eğer, Türkiye denen ülke ve onun toplumunun yansıdığı, tüm makaleler bir araya geldiğinde belki de bir tür kısa metrajlı bir film gibi bir forma bürünür zihnimizde. Metrajı gerçi kısa da olsa, acılarla dolu dört yılı aşkın bir zamanı dile kolay! Objektif olmak gibi bir derdi yok bu kitabın. Objektif analizler yapılsa da, bu analizlerin olanı veya olmuş olma olasılığı bulunanı ele alması kadar, olmayanı ve olması gerekeni de ele alması gerekiyor. Belki de bir akademisyen olarak benim için en büyük meydan okuma buydu yazarken. Ortaya bu ürün çıktı. Sürgüne uğrayan bir siyaset bilimcinin düşüncelerinde ve analizlerinde bu çok garipsenecek bir durum mudur, bilemem. Çok da umurumda değil aslında!

    Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı, politik sistemin fiili ve hukuki olarak değiştirildiği karanlık bir dönemde tutulan bu notları okurla bir kitap formatında da paylaşmak gerekiyordu. Bu sadece benim kendime akademisyen olmamdan dolayı biçtiğim bir rol değil, aynı zamanda bir tür öz terapiydi. Gözlemlerimi ve duygularımı birbirine karıştırdığım bir tür katarsis de denebilir buna hatta. Otoriterleşen bir ülke, salt kuru veriler ve kuramlarla açıklanamıyor. Hele o ülkede doğup büyüdüyseniz ve o ülkeye dair hayalleriniz vardıysa.

    Bu kitabın ana malzemesini, 2016-2020 yılları arasında TR724’te yazdığım gazete makaleleri oluşturuyor. Fakat bu gazete makalelerinin elden geçirilmiş ve anlam bütünlüğü içerisinde yeniden ele alınmış hali. Reis’in Rejimi her ne kadar olaylara akademik bakışı sürekli göz önünde tutmaya da çalışmış olsa, pür akademik bir kitap olma iddiasını taşımıyor. Fakat bu yıllar arasında meydana gelen demokrasi erozyonu ve sonrasında yarı otoriter bir rejimin inşa edilmesi, ben de dâhil Türkiye çalışan akademisyenlerin anlamaya ve izah etmeye çalıştığı önemli bir süreç. Meydana gelenlerin kuramsallaştırılmasından önce, ne olduğunun anlaşılması ve bunun herkesin anlayacağı şekilde betimlenmesi (tasvir edilmesi) gerekiyor. Tüm deskriptif (betimleyici) çalışmalar, ileride yapılacak teorik katkılara zemin hazırlar. Her ne kadar kuramsal olmasa da bu kitabın en azından ileride bu dönemi analiz edecek akademik çalışmalar için yararlı olacağını umuyorum.

    Bu kitabın ortaya çıkmasında endirekt biçimde katkı veren çok kişi oldu. Herkesten daha fazla, toleransları ve duygusal destekleri için sevgili eşim Marina Çaman’a, kızıma ve oğluma teşekkür etmem gerekiyor. Günlerce masa başında bu kitabın ana metnini yazdığım dört yılı aşkın zaman süresince benden hoşgörülerini ve manevi desteklerini esirgemediler. Benim yaşamakta olduğum politik baskılar yüzünden kendilerini de mağdur etmiş olmamdan dolayı bana kızmadılar; beni bilakis anladılar, en çok gereksinim duyduğum direnme gücünü bana kendi pozitif enerjileriyle ilettiler. Kızım ve oğlum, kitapta da vurguladığım gibi benim vicdanım oldular. Fiziksel olarak yanımda oldukları kadar, manevi olarak da bu kitabın ortaya çıkışında her satırda bana eşlik ve refakat ettiler. Onları utandırmamak ve onların günün birinde okumaları için tarihe not düşmek onuruna sahip olduğum için mutluyum. Tarihin doğru yerinde duran bir babaları olduğunu görmeleri, en büyük isteğim. Bu nedenle bu kitabı da sevgili eşime ve çocuklarıma armağan ediyorum.

    Ailemden sonra bana Newfoundland’de en fazla destek olan, sadık dostluğu ve büyük kalbiyle benim göçmenlik müracaatımda Newfoundland ve Labrador Hükümeti tarafından Eyalet Göçmen Adayı olarak gösterilmeme giden yolu açan, bakan eski yardımcısı, hukukçu, Siyaset Bilimi Bölümü profesörlerinden Ronald Penney oldu. Sevgili ailesiyle birlikte bize kapılarını açtılar, dostumuz oldular. Uzun yürüyüşlerde bana bulunduğumuz bölgenin tüm ormanlık yürüyüş patikalarını tanıtan, bana Newfoundland’i sevdiren ve yaşadığım zorluklarda yalnız olmadığımızı hissettiren dostum: Ron, seni tanımak ve dostun olmak çok güzel! Teşekkür ederim.

    Kitabın yazım süresince, Memorial Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’ndeki sevgili meslektaşlarım ve dostlarımın sürekli hissettiğim destekleri bana büyük güç verdi. Akademiden hukuksuz bir KHK ile kopartılıp atıldığımda Kanada’da, Memorial Üniversitesi’nde Sabbatical denen araştırma yılımı geçirmekteydim. Uğradığım büyük hukuksuzluk, o dönem yürütmekte olduğum araştırmanın akamete uğramasına neden oldu. Barış Akademisyeni olarak geçirdiğim korkunç büyük baskılar ve Türk-Alman Üniversitesi rektörü ve benden sonra dekan olarak atanan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı tarafından fabrikasyon gerekçelerle açılan soruşturmalar sonucu maaşım kesildi, ülkemden binlerce kilometre uzakta açlıkla terbiye edilmek istendim. Dahası, hakkım olan bir yıllık uzatmayı gerekçe göstermeden reddettiler. Amaçları sadece bana daha fazla zulmetmekti. Hatta maaşım kesilmesine rağmen sanki 12 ay boyunca maaş almışım gibi hukuksuzca 12 aylık maaşımın üç katı tazminat cezasına çarptırdılar. Sonrasında 15 Temmuz’dan hemen sonra adımı kendi hazırladıkları listeye koyup, beni fişlediler. Bu nedenle KHK’lık oldum ve adım devletin Resmi Gazete’sinde yayınlanarak vatan haini ve terörist ilan edildim. İşte bu süreçte Memorial Üniversitesi’ndeki profesör meslektaşlarım bana sahip çıktı. Özellikle Bölüm Başkanı Dr. Lucian Ashworth, benim bölümde ders vermemi ve dönemlik profesör kadrosuna alınmamı sağladı. Bu sayede Kanada’da göçmenlik başvurusunda bulunmamın da önü açılmış oldu. Çünkü kendi ülkem benim, eşimin ve o zamanlar 11 ve 7 yaşında olan iki çocuğumun da pasaportlarını iptal etmiş, hepimizi ailece ülkeden binlerce kilometre uzakta vatansız ve devletsiz bırakmıştı. Bu nedenle, buradan sana teşekkür ediyorum, sevgili Luke. Bizim hayatımıza çok büyük bir etkide bulundun. Bunu hiçbir zaman unutmayacağım. Aynı şekilde, Dr. Lucian Ashworth’tan sonra bölüm başkanı olan sevgili meslektaşım Dr. Russell Williams da benim gerek göçmenlik sürecimde, gerekse de bölümdeki kadromun uzatılmasında inanılmaz destek oldu. Russ: sen müthiş bir insansın. Teşekkür ediyorum. Yine bu süreçte bana destek olan Memorial Üniversitesi Uluslararası Ofis Müdürü Dr. Sonja Knutson da bahsettiğim süreçlerde çok büyük katkılarda bulundu. Özellikle Scholar Rescue Fund bursu kazandıktan sonra bu bursun kullanılabilmesi için ağdalı bir bürokrasinin hakkından ancak Sonya gelebilirdi. Minnettarım Sonya. Bölümümüzün sevgili idari personeli Audrey O’Neill ve Juanita Lawrence başta olmak üzere, tüm Siyaset Bilimi Bölümü’ne teşekkür ediyorum. Özellikle de bizi sevgili eşi Rosemery ile defalarca evlerine davet edip ağırlayarak müthiş İtalyan yemekleri yapan, beraber futbol maçları izlediğimiz Dr. Osvaldo Croci’ye. Oz, sen harika bir insan ve inanılmaz bir aşçısın. Her şey için sonsuz teşekkürler dostlarım.

    Bana 2016 yılında sağladıkları bir yıllık burs ile Memorial University’deki görevime devam etmemi sağlayan Institute of International Education Scholar Rescue Fund organizasyonuna da bu büyük ve âlicenap katkılarından dolayı şükranlarımı sunmak istiyorum. Akademik çalışmalarımın sekteye uğramaması için sağlanan bu imkân, şüphesiz ki bu kitabın oluşmasına katkı verdi.

    Son olarak, sevgili gazetem TR724’e en içten şükranlarımı sunmak istiyorum. Bana bu sancılı dönemde, gazetem Yarına Bakış kapandıktan sonra kapılarını açtıkları, bir platform sundukları ve özellikle de bu kitabın kapak, sayfa düzeni ve diğer teknik işlerini hallettikleri için. Ama hepsinden çok değerli editör arkadaşlara teşekkür ediyorum. Her şey için çok ama çok sağ olun. Sizler olmasaydınız bu kitap ortaya çıkmazdı.

    Giriş

    Derin rejim, Erdoğan’ın rejiminden daha fazla bir şey. MHP’si ile, muhalefetimsi CHP ve İYİ Partisi ile, rejimin ötekilerinden Kürt siyaseti ile daha kompakt, daha bütünsel ve geniş, daha etkili bir rejimi kast ediyor, derin rejim kavramı. Derin rejim, Türkiye’de meydana gelen demokratik çürüme ve otoriterleşmeyi başa gelen kötü niyetli bir otoriter karakterin ve partisinin Türkiye’yi altüst etmesi gibi basit bir tezle açıklamayı reddediyor. Bu rejimin arka planındaki güç odaklarını, partileri, ortaklıkları ve düşmanımın düşmanı dostumdur pragmatizmini ele alıyor. Rejimde muhalefet nerede? Neleri hedefliyor? İktidar-muhalefet ikilemi rejim içi bir konsensüse mi yaslanıyor?

    Reis’in Rejimi adlı çalışmamda, rejim dinamiklerini Erdoğan ve AKP merkezli olarak incelemiştim. Derin Rejim, daha derine inerek, bu rejimin başka ortaklarını ve paydaşlarını büyüteç altına alıyor. Erdoğan gittiğinde her şeyin normale döneceğini, Türkiye’de hukuk devletinin yeniden tesis edileceğini, ağır insan hakları ihlallerinin son bulacağını düşünen akademisyenler var. Bu kitap, onların tezlerine karşı bir başka hipotez çıkartıyor. Türkiye’nin rejiminin salt tek bir lidere veya onun partisi olan AKP’ye bağlı olmadığını öne sürüyor. Dahası, Erdoğan’ın eski Türkiye’nin anayasal düzenini nasıl bypass ettiğini, onu nasıl işlevsiz kıldığını, sonrasında ise onun yerine bugünkü rejimi getirdiğini açıklıyor. Bu süreçte sorulması gereken en önemli soru, eski Türkiye’nin güç odaklarının neden bu durumu kabullenmiş olduğudur. MHP neden bir anda Erdoğan’ı desteklemeye karar verdi? Nasıl oldu da 17 Aralık 2013 sonrası meclis kürsüsünden Erdoğan’ın tapelerini okuyup onları kayda aldıran Kemal Kılıçdaroğlu, Yenikapı Ruhu’nu benimseyiverdi? Niçin her iki parti de rejim diskurunu kullanıyor? Dahası, sonradan kurulan İYİP de aynı CHP gibi yapmayı seçti? Hatta Davutoğlu ve Babacan’ın politik hareketleri ve ortaya koydukları muhalefet konsepti de rejim paradigmasını asla eleştirmiyor? Tüm bunların nedeni nedir?

    İşte bu kitabın amacı, okura bu konularda derli toplu bir bilgi dağarcığı sunmak, bu soruların bir kısmına yanıtlar aramaktır. Elbette eldeki en büyük eksiklik, veri eksikliğidir. Bunun nedeni, bugün Türkiye’deki mevcut rejim ta kendisidir. Bu nedenle elinizdeki kitap, hipotezlere ve gözlemlere dayalı ham verilere dayanmaktadır. Bunun sonucu olarak, elbette bazı tanılar doğru, bazıları yanlış çıkabilir. Zaten sosyal alanda fazla matematiksel korelasyonlar beklememek gerekir. Özellikle de güncel tarihi inceleyen bu tür denemelerde, amaç farklı yaklaşımları ve perspektifleri öğrenmek olmalı.

    Bu kitabın ileride yapılacak akademik incelemelere katkıda bulunmasını diliyorum. Dahası, bu kitap, yaşanılan dört yıllık sürecin belli kesitlerine yönelik benim öznel algılarımı kayıt altına alıyor. Bunların tarihe düşülen notlar olması bakımından, yine ileride yapbozun bazı eksik parçalarını görme anlamında tarihçilere ve sosyal bilimcilere ipuçları vermesi, en büyük dileğimdir.

    I. Rejimin taşıyıcısı: Avrasyacı Derin Devlet

    Erdoğan tek başına iktidara gelebilirdi. Ama tek başına Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini değiştiremezdi. İlk iktidara geldiğinde rejimi değiştirmek gibi bir niyeti var mıydı, bilmemiz mümkün değil. Fakat bildiğimiz, rejimi değiştirmek zorunda olduğuydu. 17 Aralık 2013 sabahı yaşadığı telaşta hiçbir şeyi anlamadıysa, en azından bunu anlamış olmalıydı. Yolsuzluklar etrafa saçıldığında ve fısıldaşan Erdoğan’ın oğluyla ve başka şahıslarla yaptığı konuşmalar internete düştüğünde, meşru ve yasal siyaset şansını kaybettiğini artık biliyordu. Üzerinde uçan akbabaları görmemesine olanak yoktu. Artık bir paradigma değişikliğine ihtiyacı vardı. Bu, daha önce pozisyon aldığı odaklarla barışacak, onlarla ortak olacak bir kıvraklık ve siyasi manevra gücü gerektirmekteydi. Böylece daha önce AB reformları sürecinde tasfiye etmeyi birincil politik hedef yapmış olduğu derin devletle anlaştı. 17 Aralık 2013’ten hemen sonra milli orduya kumpas stratejisini başlattı. Günah keçisi Gülen Cemaati olacak, Erdoğan bir taşla birkaç kuş vuracaktı. Hem kendisine tehdit olarak gördüğü Cemaat’ten kurtulacak, hem de Cemaat’ten zaten nefret eden derin devletin ortaklığını hak edecekti. Bunu başarabilir miydi, bilmiyordu. Ama denemekten başka bir şansı yoktu.

    Raydan çıkan devlet

    Reis’in Rejimi’nde incelediğim politik sistem analizinin içeriğine bir katkıda bulunmak ve bugünkü rejimin kurumsal arka planını ortaya koymak istiyorum. Öncelikle hemen adını koyayım: diktatörlüğün iki taşıyıcısı var. Birincisi Erdoğan ve yakın ekibi. Reis’in Rejimi’nde bunu incelemiştim. Rejimin ikinci taşıyıcısı ise Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisindeki bir hizip ve onun bürokrasideki ve muhalefetteki muhipleri. Birincisinin geçici-güçlü ama edilgen, ikincisinin ise kalıcı-güçlü ve etken olduğu bir yapı var. Bugün ülkenin fiili rejimi bu iki ekip arasındaki etkileşimde şekilleniyor. Ülkenin demokratik hukuk devleti rayından çıkıp otoriterleşmesinden bu iki odak sorumludur. Özellikle derin yapının bu rejimin ortaya çıkışında, biçimlenmesinde ve konsolide olmasında kritik bir işlev gördüğü kesindir. Erdoğan ve AKP tek başlarına bu rejim değişikliğini gerçekleştiremezlerdi. Bu nedenle, derin rejimi – yani rejimin diplerini – araştırmakta ve buzdağının yüzeyinde olan bitenlerin yanında, buzdağının dibinde neler olduğunu analiz etmekte yarar var.

    Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri NATO değişti. Türkiye de öyle. Sovyetler Birliği (SSCB) NATO’nun ideolojik ve askeri düşmanıyken 1991 yılında dağıldı. SSCB’nin ardılı Rusya Yeltzin döneminde geçirdiği bunalımın Putin iktidarıyla birlikte yerini bir yeni güçlenme ve istikrar dönemine bırakmasıyla beraber giderek bölgesel ve küresel siyasette öne çıkmaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) aksine Putin ve ekibi Soğuk Savaş’ın bittiğini kabul etmediler ve tüm politikalarını bu anlayış üzerine inşa ettiler. Bu anlayışa göre SSCB’nin çöküşü Komünizmi bitirmişti, ama Soğuk Savaş’ın temel anlaşmazlık noktası jeopolitikti. İdeolojik fark sadece görünürdeki çatışma sebebiydi. ABD ve Batı Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana gerek Doğu Avrupa ülkelerinin (bunlara eski SSCB toprağı olan Estonya, Letonya ve Litvanya da dâhil) Avrupa Birliği’ne (AB) katılımı, gerekse de NATO genişlemesi nedeniyle Rusya’yı giderek rahatsız etmeye başladılar. Moskova bu çevrelemeden rahatsızdı. Özellikle yakın komşuluk bölgesi olarak addettiği Kafkaslar ve Orta Asya’nın da Batı etki alanına girerek daha fazla çevrelenmesi düşüncesi Rus karar alıcılarını endişelendiriyordu. Bu hamlelerin gerçekleşmesi durumunda sıranın dini-etnik temelli ayrılıkçı hareketlerin artmasına ve Rusya’nın parçalara ayrılmasına varmasından korkuyorlardı. Bu tehlikelerin bertaraf edilebilmesinde Rusya’ya yeni bir jeopolitik konsept gerekiyordu. Bu konsept Avrasyacılık ideolojisidir. Buna göre Rusya Batılı bir güç değil, Avrasyalı bir güçtür. Rusya’da Rus olmaktan daha önemli olan birleştirici Rusyalılık aidiyetidir. Bu aidiyet Rus olmayan halkların da üst kimlik olan Rusyalılık aidiyeti ile Rusya’ya sadakatini sağlar. Avrasyacılara göre Batı tipi liberal demokrasi evrensel olmayıp, bir ideolojidir. Dahası, bu ideolojinin Batı dışında yayılarak Batı egemenliğini ve yayılmacılığını mümkün kıldığını öne sürmekte ve bu nedenle de liberal demokrasiye karşı çıkmaktadırlar. Avrasyacılar Batı’nın liderliğinin bir deniz gücü olarak ABD tarafından yapıldığını, bir kara gücü olan Rusya’nın Atlantikçi kanadın kendisini çevrelemesine tepki göstermesi gerektiğini düşünmektedirler. Deniz hâkimiyeti ve kara hâkimiyeti kuramları yeni jeopolitik konseptler değildir. Biri denizlere hâkim olanın dünyaya hâkim olacağını, diğeri ise dünya hâkimiyetinin karaları denetimine alan bir kara gücü tarafından gerçekleştirileceğini söyler. Bu görüşe göre ABD ve Rusya jeopolitik nedenlerle birbirine rakiptir (hatta düşmandır). Rusya Atlantikçi kanadın ittifak zincirini kırmak ve deniz gücünün kendisini çevrelemesini sonlandırmak zorundadır. Bunun için Ruslar Ukrayna ve Gürcistan’ın AB ile ilişkilerini geliştirmelerini istemediler. Bunun için bu iki ülkenin NATO’ya katılımına askeri güç kullanımını da dışlamadan karşı çıktılar. Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesi ile Ukrayna toprağı olan Kırım’ı ilhak etmesinin ana nedeni budur. Rusya böylelikle kendi etki alanında gördüğü iki bölgesel ülkeyi Atlantikçi kanadın etki alanından kopartmıştır. Yine Suriye’ye olan Rus ilgisi bu çerçevede yorumlanmalıdır. Suriye’de Tartus askeri üssü, Rusya’nın Akdeniz’deki tek askeri varlığıdır. Rusya Ortadoğu’da daima ABD ve Batı karşıtı yönetimleri desteklemiştir. İran ve eski Baas tipi rejimler hem SSCB döneminde hem de yakın dönemde Rusya’nın askeri malzeme pazarı ve doğal müttefiki konumundaydılar. Bugün Rusya’nın Esad yönetimine destek vermesi, yine bu eksende okunmalıdır. İran’la yakın işbirliğinin devamı, İran’ın da Suriye’de Rusya’nın pozisyonunu desteklemesi, bu çerçevede önem arz eder.

    Gelelim bu konunun Türkiye ile alakalı boyutuna. Türkiye bir NATO üyesi ve AB ile (artık şeklen de olsa) müzakere süreci devam eden bir tam üye adayıdır. Türkiye, yakın döneme dek liberal demokratik değerleri giderek anayasa ve yasalarına eklemleyen, piyasa ekonomisine dayalı bir ekonomik sistemi olan, Batı askeri ve istihbarat topluluğu içerisinde yer alan bir ülkeydi. Soğuk Savaş’taki jeo-stratejik konumu nedeniyle SSCB’nin çevrelenmesinde ve kontrolünde Avrupa güvenliği için çok hayati bir rol oynamıştı. Bu rol, son dönemlerde Batılı analizlerde tartışılmaya başlanan yeni Soğuk Savaş senaryolarında yeniden önem kazanmaktaydı.

    Gel gelelim Türk Silahlı Kuvvetlerinde bir grup (daha doğrusu hizip) NATO’nun Soğuk Savaş sonrası edindiği yeni kimlikten memnun değildi. NATO’nun liberal demokrasi ve insan hakları temelinde bir tür moral-etik değerler üzerine inşa ettiği biz ve ötekiler denklemini tehlikeli bulmaktaydılar. Demokratikleşen Türkiye’de TSK’nın etkisini yitirmesi, azınlıkların kültürel ve siyasi haklarının verilmesi, AB perspektifiyle milliyetçilik/ulusalcılık ideolojisinin törpülenerek daha kozmopoliti bir açık toplumun ortaya çıkması bu subaylarda rahatsızlık uyandırmaktaydı. Giderek, NATO kanadının ve Batıcı dış siyasetin Türkiye’nin yararına olmadığı kanaatine vardılar. Bu gruba Avrasyacılar deniyor. Bunlara göre Türkiye daha proaktif bir bölgesel güç olmalı, kendi çıkarlarını belirlemeli, kendisini sınırlandıran Atlantikçi etki alanından çıkmalı.

    TSK’nın Avrasyacılarının birçoğu Ergenekon sürecinde yargılanan subaylar. Balyoz davasında 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Tümamiral Cem Gürdeniz’e göre Ergenekon süreci de 17/25 Aralık da TSK’daki Atlantikçi (NATO ve AB’ci) kanadın Batı ile eşgüdümlü olarak hazırladığı tertipler. 1 Mart tezkeresi krizi, 2003’teki çuval geçirme olayı gibi kırılma noktaları TSK’nın Atlantikçilerle yaşadığı bunalımlar, Gürdeniz’e göre. Burada esas önemli olan, Avrasyacılar ile Atlantikçiler arasındaki mücadele. Yani Avrasyacılar 2007’deki Ergenekon ve Balyoz gibi davaları bu eksende değerlendiriyorlar. 2013 yılına kadar bu devam ediyor. Gürdeniz bu tarihten itibaren iktidarın (bunu Erdoğan diye okuyalım) devlet çıkarlarına aykırı jeopolitik oyunların farkına varmasıyla pozisyon değiştirdiğini ve Atlantikçi kanada cephe aldığını söylüyor. Yani 17/25 Aralın 2013 yılı çok kritik önemde, çünkü Türkiye’nin dış politikası ve savunma politikasını taban tabana değişti bu tarih sonrasında. Erdoğan’ın Ergenekon ve Balyoz’un savcılığından, milli orduya kumpas kuruldu noktasına geldiği bir süreç. Aslında Erdoğan kendisini kurtarmak için bu adımı atmak zorundaydı. Çünkü yeni bir ittifaka, güçlü ve güvenilir bir desteğe ihtiyacı vardı artık. Tutuklu subayların serbest bırakılması, ardından yeniden aktif görevlere getirilmesi gerçekleşti. Avrasyacı ekip altın bir fırsat yakalamıştı. Artık istediklerini yapabilme gücüne kavuşmuşlardı. Erdoğan bu dönemde yolsuzlukların üzerine gidilmesini engellemek için yargıyı ve emniyet teşkilatını tümüyle yeniden yapılandırmaya başladı. Derin devletle kurulmuş olan koalisyon ise yarıyordu. Ortak düşmanlar belliydi. Cemaat, Kürt siyasi hareketi, liberal aydınlar, Aleviler, diğer azınlıklar. Dikkat edin, hemen akabinde Kürt sorunun çözümü konusunda bizzat Erdoğan’ın kendisi tarafından başlatılan Oslo sürecinin üzerine inşa edilmiş Çözüm Süreci rafa kaldırıldı. AB rotasından çıkıldı. Anayasa’nın belirlediği siyasal sistem gayet keyfi şekilde ihlal edilmeye başlandı. Artık ilahlar kurbana doymuyordu. Avuçlarına aldıkları bir siyasi, istedikleri her şeyi yapacak kıvama gelmişti. Önce Erdoğan’ın kültleştirilerek AKP’deki ağır topların sırayla elimine edilmesi, sonrasında Davutoğlu’nun görevden alınarak yerine denileni yapan düşük profilli Yıldırım’ın getirilmesi stratejik adımlardı. Bu arada Cizre ve Sur gibi yerlerde ağır insan hakları ihlalleri altında korkunç bir askeri harekât yapılmakta, Gülen Cemaati Paralel Devlet terimi altında mülkiyet hakkı da dâhil tüm anayasal haklardan mahrum bırakılarak takibata alınmaktaydı. Avrasyacı derin devlet artık istediği tüm stratejik hedeflere ulaşmıştı. Fakat hala kendilerinin içeri girmesine neden olduğuna inandıkları NATO’cu-Batıcı silah arkadaşlarını ekarte edememişlerdi.

    15 Temmuz sonrasında TSK’daki tüm general/amirallerin (toplam 325 general/amiral kadrosu) 149’unu ihraç ederek tutukladılar. Bu, ordudaki general ve amirallerin %46’sıdır. 2 orgeneral, 7 korgeneral, 27 tümgeneral ve tümamiral, 146 tuğgeneral ve tuğamiral tasfiye edildi. Bunların büyük çoğunluğunun NATO/AB yanlısı oldukları biliniyor. Bu, tüm Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde orduda yapılmış olan en büyük tasfiye operasyonudur. Son atamalarla Ergenekon ve Balyoz’da ceza alan ve sonradan aktive edilen 10 albay, generalliğe terfi ettirildi. Bu 10 kilit pozisyon ve öncesinde etkin olan kadrolar, TSK’yı yeniden şekillendiriyorlar. Binlerce orta ve alt rütbelerdeki subayın ihraç edilmesiyle boşalan yerlere Avrasyacı subaylar getiriliyor. Bu ekiple Erdoğan arasında düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesine dayalı bir pakt var. Buna göre öncelikli hedef NATO ve AB karşıtı bir TSK inşası. Erdoğan, Batı’nın yolsuzluklar ve hukuksuzluklara duyarsız kalamayacağını biliyor. Gayet pragmatik şekilde Rusya’ya yanaşmanın kendisi ve yakın çevresi için daha olumlu olduğunu açıkça görüyor. Ayrıca Kürtlerin, Cemaatin, liberallerin, AB’cilerin ve diğer küreselcilerin tasfiye edilmesinde de çıkar ortaklıkları var.

    Türkler birbirini tasfiye ederken ve yeni fetret devrinin kirli kavgasında yitip giderken, Rusya sadece bekliyor. Rusya’da katıldığım bir konferansta meslektaşım bilim adamlarından biri, Türklerle Avrasyacı bir işbirliğinden bahsedip, bunun faydalarını sıralarken, ben kendisine Türklerin mi yoksa Rusların mı Avrasyacılığının belirleyici olacağını sormuştum. Acı bir tebessümle, yanıt vermekten kaçınmıştı. Daha doğrusu ben öyle sanmıştım. Şimdi bu tebessümün bir cevap olduğunu düşünüyorum. Son gülenin kim olduğuyla ilgili bir mesajmış.

    Erdoğan’ın kişisel diktatörlüğünü nasıl konsolide ettiğini ve bu rejimde TSK içindeki Avrasyacı subayların rolünü, daha önceki birkaç yazımda ele almıştım. Analizin bu bölümünde, konu edilen ilişkiler bütününün mevcut rejimin ve bu rejimin siyasi aktörlerinin geleceği açısından oynayacağı rolün üzerinde duracağım.

    Sistematik yaklaşalım konuya: 17/25 Aralık sonrası Erdoğan ve yakın çevresi yargılanmamak için yargı ve emniyet yapılarına gayri-kanuni olarak müdahale ettiler. Bu müdahalenin derin devletin tepkisini çekmesinden ve gerek askeri kanattan gerekse diğer devlet bürokrasisinden ciddi bir tepki gelebileceğinden korkuyorlardı. Derin devletin önünde iki olasılık vardı. Ya Erdoğan ve iktidarının gitmesi yönünde çalışacaklar, ya da Erdoğan’ın yolsuzlukların ortaya saçılması sonrası içinde bulunduğu zafiyetten faydalanacaklar, böylece siyasi ajandalarını Erdoğan’a dayatacaklardı. Birinci ihtimal geçmişte denenmiş, birçok kez kısa dönemli etkilerde bulunsa da, sonunda her zaman iktidardan indirilen siyasi güç, daha da güçlenerek iktidara yeniden gelmişti. Bunu en somut bir biçimde 28 Şubat deneyimiyle öğrenmişlerdi. Bu nedenle klasik veto rejiminin (William Hale) gereğini yapmadılar. İkinci yolu seçtiler. Yani rasyonel hareket ederek Erdoğan’ın zafiyetinden yararlanarak siyasi ajandalarını gerçekleştirmeyi seçtiler.

    Bu yeni yaklaşım tarzının kendileri için birçok avantajı vardı. Neydi bunlar? Her şeyden önce, kendi tabanında karizması devam eden ve partisini çok etkin şekilde kontrol edebilme kabiliyetini haiz Erdoğan’ın, kendi siyasi ajandalarını kabullenmesi ve bunun gereğini yapması, toplumsal muhalefeti asgariye indirecekti. Dahası sıcak patatesleri kendileri tutmadıkları için, ayrıca bir avantajları olacaktı. En az bunun kadar önemli olan bir diğer nokta, Erdoğan’ın Gülen Cemaatini bitirme yönündeki ajandasıydı. Bu noktada, İslamcı Erdoğan’ın Gülen Cemaatini bitirme yönündeki ceberut siyasetinin muhafazakâr-dindar geniş tabanda daha az tepki çekeceğini hesaplamışlardı. Laik-Kemalist CHP tabanı yaşananları zaten dinciler birbirini yesin algısıyla ellerini ovuşturarak izleyecekti. Bu durumda Avrasyacı derin devlet 1990’lardan beri hedeflerinde olan bir düşmanı, yine hedeflerinde olan başka bir düşmana yedirecekti. Hem de bunu riskleri minimize ederek yapacaktı. Yine bu önemli çıkarın yanı sıra, Erdoğan’ı bu süreçte Kürt sorununa siyasi çözüm odaklı yaklaşımdan vazgeçirterek, 1990’ların askeri çözüm odaklı çizgisine getirdiler. Bunun MHP’nin hoşuna gideceğini ve böylece siyaset sahnesindeki bir diğer önemli aktörün de müttefikleri arasına gireceğini öngörmüşlerdi. Bu yolla Erdoğan’ın İslamcılığındaki milliyetçi sosun dozunu arttırarak yine kendi ajandalarındaki sosyal mühendislik alanında bir araç elde ettiler. AKP tabanının ümmetçi İslamcılığını daha yerli ve milli bir milliyetçilikle sulandırdılar. Öyle ki 1990’larda bile uygulamasından çekinilen Güneydoğu’da kentsel alanların ağır silahlarla bombalanması stratejisini bir sivil iktidara yaptırdılar. Yine bu bağlamda 1990’larda Leyla Zana’lı Kürt siyasetine yaptıklarından çok daha ağırını Selahattin Demirtaş’ı ve onlarca Kürt milletvekilini tutuklatarak, neredeyse Kürtlerin yoğunlukta olduğu tüm şehir ve beldelerde Kürt belediye başkanlarını görevden alarak kayyumları onların yerine arayarak gerçekleştirtmiş oldular. Bu avantajların yanı sıra, orta ve uzun dönemdeki etkisi yine en az yukarıda sıraladığım avantajlar kadar olmak üzere, TSK’yı yeniden dizayn etme imkânını elde ettiler. Öncelikle Ergenekon ve diğer darbe davalarında tutuklanan subayların çok önemli bir bölümü yeniden görevlerine döndü ve fonksiyonlara atandı. 15 Temmuz sonrasında ise Askeri Lise öğrencilerden orgenerallere/oramirallere kadar tüm TSK kadrolarını elden geçirdiler. Yüzlerce general ve amiral darbeci olma iddiasıyla TSK’dan ihraç edildi, işkence gördü ve tutuklandı. Binlerce kurmay subay (yani gelecekte TSK içerisinde yönetsel pozisyonlara gelebilecek personel) ayıklanarak ihraç edildi, birçoğu tutuklandı. Bu tasfiye edilen subayların çok önemli bir bölümü Türkiye’nin Batı yöneliminde bir ülke olarak kalmasını tercih eden NATO’cu subaylardı. Ortak özellikleri, Türkiye’nin siyasi geleceğini de demokratik bir hukuk devletinde görmeleriydi. Avrasyacılar ise daha önce vurguladığım gibi, NATO ve AB’yi Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası konumunda ayak bağı olarak görüyordu. Dahası, AB yolunda giderek demokratikleşen bir Türkiye’de asker-sivil ilişkilerinin diğer demokratik ülkelerdeki gibi olacak olmasından hazzetmiyorlar, eski vesayet rejiminin AB demokratikleşme reformları çerçevesinde son bulmasını ve TSK’nın (yani kendilerinin) siyasetteki etkisinin bitmesini istemiyorlardı.

    Erdoğan’ın doyumsuz siyasi ihtirası ve 17/25 Aralık sonrasında onun perspektifinden baktığımızda son derece anlaşılır olan iktidardan inme fobisi, onu denize düşen yılana sarılır misali, Avrasyacı derin devletle ittifak kurmaya zorlamıştı. Erdoğan muhtemelen kontrolünü devam ettirebileceğini, siyasi pozisyonunu koruyabileceğini düşünüyor. Planlarını, büyük olasılıkla mevcut rejimin 2019’da anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girmesiyle beraber BAAS tipi bir polis ve muhaberat devletinde kurumsallaşması ve kendi kontrolünde olağan akışına devam etmesi üzerine kuruyor.

    Avrasyacı derin yapının ise acelesi yok. Zaman kendi lehlerine işliyor çünkü. Orta ve uzun vadede TSK içerisinde kendi sadık kadrolarıyla kendi kemikleşmiş yapısını tesis etmeye, bu arada majör öncelikleri olan Kürt sorununda askeri çözüm, Batı’dan uzaklaşan dış politika çizgisi, Rusya, Çin ve İran gibi aktörlerle yeni silah envanterleri, askeri işbirlikleri, ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması gibi konulara odaklanacaklar. Kıbrıs ve Irak Kürdistan Yönetimi gibi konularda kendi hassasiyetleri doğrultusunda politikalar takip edilmesi konusunda bastıracaklar. Planlarının bir sonraki aşaması için fişlemelerine devam edecekler. Türkiye’nin dışa kapalı ve anti-demokratik bir rejim olmasının ileride kurmayı düşledikleri sistem için gerekli olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu bakımdan Erdoğan’ın kötü polisi oynaması ve tüm hukuksuzlukları zaten demokrasiden fersah fersah uzak olan tabanına kabul ettirmesinden hoşnutlar. Kurmay zekâları, güçler ayrılığının sona erdirilmesi ve yürütmeye bağlı yargı mekanizması kurulmasının ileride kendi düşmanlarını takibata alıp elimine etmede ne kadar hayati bir rol oynayacağını hesaplıyor. Zamanı geldiğinde, cılız da olsa bir itirazla karşılaşırlarsa eğer, takip ettikleri uygulamaların ve kuralların kendileri (askerler) tarafından getirilmediğini, bilakis sivil bir yönetim tarafından yüksek bir demokratik çoğunlukla kabul edildiğini söyleyecekler. Sanırım o zaman, bugün gerçekleri görmek istemeyen, şakşakçılık yapan ve Erdoğan önünde iki büklüm duran, yeri geldiğinde tetikçilik, yeri geldiğinde dalkavukluk yapan İslamcı yazar (kasa) tayfası havuz ve akademisyenler gerçekleri bizzat yaşayarak öğrenecekler. Fakat çok geç olacak.

    Kurmay zekâ için tüm ajanda bir satranç oyunudur. Önce etkili-etkisiz figürler stratejik noktalara konuşlandırılır. Karşı tarafa asla mevcut nihai plan sezdirilmez. Rakip, yapılan hamleler arasında bağı göremediğinden gidişatı okuyamaz. Her bir hamleyi kendi tekilliği içerisinde değerlendirir ve o hamlenin bütünsel plan içindeki rolü ve etkisini bilmediğinden, onu önemsemez. Oysa önemsiz görünen her hamle, oyunun sonuna bir adım daha yaklaştırır. Bugün öyle bir satranç oyunu söz konusu ki, oyunu kurgulayan ve yürütenler, karşı tarafa ortada bir satranç oyunu olduğunu dahi hissettirmiyor. Derin yapı, diktatörlüklerin kolluk gücünü denetimlerinde tutmakla doğru orantılı bir ömrü olacağını çok iyi biliyor. Peki, Erdoğan ve yakın çevresi bunu biliyor mu? Zaman, Erdoğan ve ekibi lehine ilerlemiyor.

    15 Temmuz günü Rus stratejist Aleksandr Dugin’in Ankara’da bulunmasının tesadüf olduğuna inananlardansanız, bu bölümü okumayı hemen bırakabilirsiniz. Türk ordusunda darbe girişiminin

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1