Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Büyükler İçin 17 Masal: Elif Savaş Felsen’in, kabuslar, mucizeler, aşklar, tanrılar ve tanrıları yokedenlerin hikayeleriyle dolu, büyükler için 17 masalı.
Büyükler İçin 17 Masal: Elif Savaş Felsen’in, kabuslar, mucizeler, aşklar, tanrılar ve tanrıları yokedenlerin hikayeleriyle dolu, büyükler için 17 masalı.
Büyükler İçin 17 Masal: Elif Savaş Felsen’in, kabuslar, mucizeler, aşklar, tanrılar ve tanrıları yokedenlerin hikayeleriyle dolu, büyükler için 17 masalı.
Ebook173 pages1 hour

Büyükler İçin 17 Masal: Elif Savaş Felsen’in, kabuslar, mucizeler, aşklar, tanrılar ve tanrıları yokedenlerin hikayeleriyle dolu, büyükler için 17 masalı.

Rating: 1 out of 5 stars

1/5

()

Read preview

About this ebook

Elif Savas Felsen’in ilk hikaye kitabi Buyukler Icin 17 Masal kitapcilarda!
LanguageTürkçe
PublisherBookBaby
Release dateMar 1, 2010
ISBN9781609844851
Büyükler İçin 17 Masal: Elif Savaş Felsen’in, kabuslar, mucizeler, aşklar, tanrılar ve tanrıları yokedenlerin hikayeleriyle dolu, büyükler için 17 masalı.

Related to Büyükler İçin 17 Masal

Related ebooks

Reviews for Büyükler İçin 17 Masal

Rating: 1 out of 5 stars
1/5

2 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Büyükler İçin 17 Masal - Elif Savas Felsen

    HİKÂYESİ

    EVLİYA

    Şu gördüğün türbe, oğlum, senin babanın, dedenin, amcalarının alın teriyle, her bir taşı  tek tek  özene bezene, ilahiler, dualar eşliğinde döşenerek inşaa  edildi. Ben işe konulduğumda, henüz on beşinde, bıyığı terlememiş bir oğlandım. Senin kadardım. Kardeşlerimle omuz omuza, yaz kış demeden bu binanın harcını kardık. Anamın yanıma verdiği azıktan çıkanları, Allah ne verdiyse, hemen şuracıkta, şu ağacın altında, şu türbeye emeği geçen herkesle paylaştım.

    Bu türbedeki göz nuru el işini İsfahan’dan Bağdat’a, Afganistan’dan Etiyopya çöllerine kadar başka hiçbir yerde göremezsin. Eşi benzeri yoktur. Zamanında deden, duvarları kaplayan mozaikleri Kütahya’da bir ustaya tek tek tarif ederek yaptırtmış idi.  Dikkatini çektiyse, kapı alınlıklarındaki mermerler dantel gibi işlenmiştir. Şu yeşimtaşı, şu gök zümrüt, şu akik... Bu cevherler başka birinde olsa, en sağlam kasalarda, kilit altında tutar. Ama bizler neyimiz var, neyimiz yok şerefimizle ortaya dökmüşüz; türbenin duvarlarını süslemişiz.  Allah’a şükür, şimdiye kadar ata yadigârına sataşan da olmamıştır.

    Aziz deden, büyük giriş kapısını abanozdan yaptırdı. Abanoz dünyanın en sert, en ağır odunudur evladım. Öyle ki, suya atsan ağırlığından batar. Deden, dünyanın bilumum bilgisini sular seller gibi bilen bir baba efendiydi. Abanozun da en değerli ağaç olduğunu bildi. Ta Hindistan’lardan buralara getirtti. Hatta buraların ustaları nasıl işleneceğini bilmez diye, ustasıyla birlikte getirtti. Usta, hem kapı, hem de türbenin bütün diğer ağaç işlerini yapmıştır. Allah razı olsun. Toprağı da bol olsun. Sonradan öğrendiğimize göre, Hindistan’a dönüş yolunda haramiler adamın yolunu kesmiş; dedenin çalışmaları karşılığı ödediği altınları çalmak istemişler. O da vermek istememiş. Vuruşmuşlar. Pek sıska, Hint fakiri adamcağızın tekiydi. Çarpışma kısa sürmüş. Dedenin sonradan ustanın ardından adam yollayıp altınlarını geri almaya çalıştığı, adamın o zaman hacamat edildiği masalı doğru değildir. Sakın inanma. Adamı şişleyenler çapulcu takımı haramiler idi. Bizimle katiyen alakası yoktur.

    Deden o zamanın parasıyla epey yüklü bir miktar ödemişti adama. Hepsi haramilere gitti. Allah cezalarını versin. Amin de yavrum.

    İçeriye girelim.

    Şu gördüğün, büyük Evliya Ali Baba’nın sandukası. Üzerindeki, Hazret’in bizzat kendisinin başına taktığı takkesidir. Bu takke, Ali Baba hayattayken başından hiç çıkmamıştır desem yeridir. Hatta Hazret’in cenazesi yıkanırken, İmam Efendi takkeyi etten sıyırmakta büyük zorluk çekmiştir.  Değdiği yerlerde saç kalmamış; bunun da ötesinde, takke baş derisinin içine gömülmüş idi. Ben gözlerimle gördüm. Şahidiyim. Böyle, kafa derisine takkesi işleyecek kadar sofu bir adamdı rahmetli.

    Aman evladım, benzini biraz soluk görüyorum. Şuraya otur bakayım. Ali Baba Hazretleri’nin önüne ilk kez çıkan her kulda bir soluk kesilmesi olur. Bunda utanılacak bir şey yok. Her gün böyle yüce insanların mezarlarını ziyaret etmek şerefine erişemiyoruz. Hele sen ki, ecdadın Ali Baba’yı Ali Baba yapmıştır, önünde heyecana kapılman gayet normaldir.

    Oğlum, bugün yaşın kemale erdi. On beşine bastın. Şimdi sana Evliya Ali Babamız’ın sırrını ifşa edeceğim. Bu sır sıradan insanın omuzlarında yüktür. Ama sen sıradan bir insan değilsin. Dedenin torunusun.  Evliyamızın gizemini onurla taşıyacağına ve sıran gelince kendi oğluna devredeceğine söz ver. Yemin et bakayım. Aferin.

    Şimdi kulağını aç, beni dinle. Sadece bir kere anlatacağım. Tekrarı yoktur. Dayına çekmişsin, sağ olsun. Gözlerinden zekâ cevheri fışkırdığını iddia etsem yalan olur. Hatta beş karış açık ağzınla, karşımda aynen dayın oturuyor desem yeridir. Ama ne yapalım ki, 12 çocuğumun içinde tek oğlan sensin. Bu sırrı da babadan oğula vermek gerektir. Ona göre, bütün dikkatini elinden geldiğince topla ve beni dinle.

    Allah’ın izniyle, evliyamızın hikâyesini anlatmaya, yeni nesile geçirmeye başlıyorum. Cümlemize hayırlı olsun.

    Zekâ cevheri dedim de... Belki de Allah’ın indinde özel bir yeri olmak için biraz, nasıl desem, saf olmak lazımdır. Belki safların yürekleri Şeytan’dan uzaktır. Gönül gözleri açıktır. Öyle olmalı ki, pek saf olan Ali Baba da, ham dolsun, evliya mertebesine ulaşmıştır. Senin safiyetin, kendisinin safiyetiyle boy ölçüşemez. Sen biraz ağırsın diyelim. Hazreti Ali Baba düpedüz geri zekâlıydı.

    Biliyorsun, köyümüz ne ticaret yolu üzerindedir, ne de verimli topraklarla çevrilidir. Buralarda iki öküz, iki düvesi olana zengin derler. Tarlada kırk yıl canını çıkarsan, tohum ekip taş biçersin. Bizim ailemizin varlığı senin büyük büyük dedenden geliyor. Benim bildiğim, kendisi Bağdat Halifesi’nin sağ kolu imiş. Bazı bizi çekemeyenler, memleket memleket dolaşır da, güzel kızları, güzel oğlanları kaçırıp, Halife’nin haremine satarmış derler. Güya hepimiz bu yüzden lanetlenmişiz. Köy lanetliymiş falan.  Sen inanma. Biz asil bir soydan gelen, asil kan taşıyan, kökleri derin ve büyük bir aileyiz. İçimizden pezevenk çıkmaz.

    Ali Baba Hazretleri de aslen bizim uzaktan akrabamızdır. Bizim köy dışarıdan kız alıp vermez. Bizler, kökü ta İbrahim Peygamber’e dayanan bir eski aileyiz yavrucuğum. Soyumuzu dışarlıklılarla sulandıramayız. Ali Baba’nın da annesi, senin anne tarafından bize kuzendir. Bu senin anne tarafına has saflık diyeyim, Ali Baba Hazretleri’nde de ortaya çıkmıştır. Anne tarafındaki görüntüye aldanmamalı. Kimisinin gözü şaşıdır, kimisinin kellesi vücuduna üç numara büyüktür. Ama hepsi Allah’ın sevgili kullarıdır. Ben ve benim tarafım bu şerefe nail olamadık. Hepimiz, maşallah, katana gibi güçlü kuvvetliyiz. Aramızda kafası çok ileri derecede çalışanlar da vardır. Allah korusun, şeytani etkiler altında kalmak ihtimali olan, tehlike arzeden bir durum. Neyse ki Allah bana acıdı da, 12 çocuğumdan hiçbiri beni utandırmadılar. Evet, kabul;  görüntü pek hoş değil. İnsan akşam evine gidip sofraya çökünce salyası akan, manasız şeyler homurdanan bir düzine hilkat garibiyle yemek yemekten sıkıntı duyabilir. Ama her biri, canım evlatlarım, kalpleri temiz. Cennet yolunda birer melek, Allah’a şükür.

    Ali Baba Hazretleri de, benzetmek gibi olmasın, senin şu Hamdullah Dayın gibi oldukça meczup bir adamdı. Gününü genellikle köyün meydanında, tavuk peşinde koşturarak, oraya buraya işeyerek, ayıptır söylemesi köpeklerle çiftleşmeye çalışarak geçirirdi. Ham dolsun, Hamdullah’ı evlendirdik de, sonu böyle olmadı. Biraz hale yola geldi çocuk. Karısı da akrabamız olduğu için, birbirleriyle anlaşırlar. Gözüm arkada gitmeyeceğim.

    Neyse efendim, meseleyi uzatmayalım. Görüyorum ki, konu seni pek açmıyor. Ancak her şeyi detayıyla bellemen lazım. Uyan oğlum. Hah şöyle. Ağzının kenarındaki şu köpükleri de sil bakayım. Aferin.

    Ali Baba zaten kıtça aklından bir de zoru olan, böyle bir adamcağızdı. Bizim köyde bunlardan bol olduğundan pek dikkat çekmemiştir. Elinde imkânı olan ara sıra bir kap sıcak yemek ve ekmek verirdi; fukara da geçinip giderdi. Ne olacak? Biz o zamanlar kendisinde evliya özellikleri göremedik. Gösterdiler.

    Bir gün, pek sıcak bir yaz, öğlen vakti, toprak iyice kavrulmuş, köpeklerin dili bir karış dışarıda, Ali Baba’dan bile kaçacak halleri yok. O da geleni geçeni şeyediyor. Böyle sıcak, sinekli bir gün idi, Zeynel Abidin köyün meydanına vardı. Yanında urganından çekiştirdiği bir uyuz katır, katırın çekiştirdiği dingili kırık bir araba. Bildiğin gezgin satıcı da, bizim köyde ne arıyor? Dediğim gibi, bizim köyden kuş uçmaz, kervan geçmez.  Tabii ben o zamanlar adamın adını filan bilmiyorum. Hepimiz şaşkın, kahvehaneden yanına seyirtip selam sabah ettik. Ta Buhara’dan geliyormuş da, İskenderiye’ye gidiyormuş da… Maksadı taşıdığı malları satıp, parasıyla  yeni mal alıp, memleketindeki dükkânında satmakmış. Allah Allah! O kadarını anladık da, bizim bokluca köyünde ne işin var? Yolumu kaybettim deyip geçiştirdi. Ben bugünkü aklımla düşünüyorum da, mutlaka semavi bir yaratıktı kendisi. Allah’ın yolladığı bir melek mi, yoksa iyi huylu bir cin mi, bilemem. Kendisini bizim amcalardan birinin evine yerleştirdik. Eh, Tanrı misafiri sayılır. En azından bir hafta kalsın. O bir hafta boyunca hem bizim hayatında pamuklu pazen bile ellememiş karılara yeşil ipek fistan, altın sırma ip filan sattı, hem de dünya yüzünde gördüğü memleketlerden haberler verip hepimizi aydınlattı. Köyümüzde öyle bir heyecan yarattı ki, amcamın karısı her gece evine toplanan kalabalığı kaldıramadı da, adamı dört gün sonra başka bir amcamın yanına koymak zorunda kaldık.

    İşte yine böyle, dünyadan olaylar anlattığı bir toplantının sonunda, misafir odasında bir babam kalmış, bir ben, bir de Zeynel Abidin; ben uyukluyorum, onlar da nargileyle afyon  tüttürüp, kısık sesle sohbet ediyorlar. Zeynel Abidin babama dedi ki, Sizin bu köy neyin nesidir? Üzerine ölü toprağı serpmişler gibi, sokaklarında ucubelerden başka görünen yok. Uğursuzluk filan mı var üstünde?

    Deden ne desin? Köylünün gelenek göreneği, taşlı tarlalar, memeleri kuru inekler, falan falan. Pekiyi, Zeynel Efendi, sen görmüş geçirmiş adamsın. Varsa aklın, bize de ver birazından bakalım. Ne yapsak da şu köyü biraz canlandırsak? diye soruverdi Zeynel’e.

    Ben bu arada kendim biraz canlandım da, usulca doğrulup konuşulanları dinlemeye başladım. Zeynel Efendi, soruyu hiç duymamış gibi, nargileden çektiği afyonla iyice kısılmış gözlerini karşısındaki duvara dikmiş. Sanırsın duvarın içinde bir surat var; surat Zeynel Efendi’ye bakıyor, Zeynel Efendi surata bakıyor. Öyle bakışıp duruyorlar. Ben diyeyim 10 dakika, sen de yarım saat! Tabii afyon dumanı odayı sarmış; ben de pek ayık sayılmam. O yüzden ben de duvara bakıyorum. Güya suratı göreceğim. Tabii olacak şey değil. Dedim ya, o zamanlar toyduk. Çocuktuk. Zeynel Abidin herhalde iyi saatte olsunlardan emirler alıyordu o anda. Ben de saf saf göreceğim diye... Tövbe estağfurullah.

    Ulan oğlum ne var ağzında? At onu bakayım hemen. Tükür şuraya. Heh. Ne bu böyle? Toprak mı çiğniyorsun? Dayın da çiğner, kör olasıca. Dinle oğlum. Dinle. En heyecanlı yerindeyim.

    Böylece bi saat duvara baktık. Sonra Zeynel Abidin gök gürültüsü gibi korkunç bir sesle gırtlağını temizleyip, balgamını güçlükle yutup konuşmaya başladı.

    Görüyorum ki, ben buraya şans eseri gelmemişim. Kader beni bu köye özellikle getirmiştir. Benim burada yapmam gereken bir şey vardır. Ancak bu şeyde başarılı olduktan sonradır ki, yoluma devam edebilirim.

    Babam da, ben de, ağızlarımız, gözlerimiz beş karış açık, herife bakıyoruz. Allah inandırsın, bu lafları sarf ederken Zeynel Abidin’in yüzü, kaynağı belirsiz bir yerlerden gelen nurla aydınlık! Boyu bir yetmiş idiyse, şimdi oturduğu yerden en az iki metre görünüyor! Palabıyığı, sakalı, her bir kılı gümüş simden yapılmış gibi parlıyor. Orada deden olmasa ben çoktan tabanları yağlamışım ama o var diye biraz güç alıyorum.  Zaten  kıpırdamak ne kelime? Kıçımı şilteye tutkallamışlar gibi. Hiçbir yerim oynamıyor. Ben ben değilim; kolum bacağım takatsiz. Kalbimin atışını çenelerimden hissediyorum.

    Size bir evliya türbesi  gerek.

    Ya Allah, bismillah! Tü tü tü!!! Adamın sesi kendinden değil, sanki evin temelinden geliyor. Size bir evliya türbesi gerek. Bu zelzele olamaz! Zelzele dediğin birkaç dakika, böyle insanın altı zıngır zıngır bir saat titrer mi? Öyle bir haldeyim ki, şimdi anam, amcamlar, bütün köy kapıyı kırıp içeriye dalacaklar, koşun millet, dünyanın sonu geldi, gökyüzü başımıza yıkılıyor, yer yarılıp içine düşüyoruz diye bağıracaklar. Ama tık yok. Sadece dışarıda Zeynel Abidin’in toprağı tepen katırı. Uluyan bir kancık. O kadar.

    Biz baba oğul böyle canlı mumyalar gibi donmuş otururken Zeynel Abidin büyük zorlukla, duvarlara tutuna tutuna ayağa kalktı, pencereyi açtı. İçeriye gecenin bıçak gibi havası girdi de, nerede ne zaman kim olduğumuzu hatırladık.  Kapıyı açtı, kapının önünde uyuklayan yengelerimin birinden hepimiz için çorba istedi.  Sonra, sanki kafasından aşağıya buz gibi kuyu suyu dökmüş de gelmiş gibi capcanlı, yerine oturdu.

    Zeynel Abidin’in planı basitti. Hiçbir özelliği olmayan bu hırpaniler diyarı zavallı köyün bir özelliğe ihtiyacı vardı. Etraftaki köylerin hiçbirinde türbe yok! En yakın türbe büyük beldede, katır sırtında dört saat. O da güya gelinlik kızlar koca bulsun diye ama koca bulmak ne kelime? Dört saat yolu katırcıyla tek başına giden, zaten karnı yüklü dönüyor! Yani bölgemiz türbeler bakımından oldukça fakir bir bölgeydi o zamanlar. Vatandaş dileğini tutacak güvenilir yer bulmakta zorluk çekiyordu.  Bu işe dedenin aklı yattı. Ne de olsa kendini halkına adamış bir adam. Hem dolaylara hizmet, hem köye. Bir taşla iki kuş.

    Aklı yattı yatmasına da, bu iş nasıl olacak? Türbe için önce bir evliya gerekmez mi? Evliyasız türbe olur mu? Bunu da bilse bilse yine Zeynel Abidin bilir.

    Ancak Zeynel Abidin, babamın sorularına o gece cevap vermedi. O hafta da cevap vermedi. Velhasıl, Abidin iki ay hiç konuşmadı. Arabasında satacak mal

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1