Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Muktedirler Zamanı
Muktedirler Zamanı
Muktedirler Zamanı
Ebook785 pages8 hours

Muktedirler Zamanı

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Mesela benden inançlı insanlara olan güvenimi çaldılar. Bildiğim en huzurlu mekanlar camilerdi, camilerin huzurunu çaldılar. İbadet, Allahla kul arasındaydı... tek bir anlayışı dayatıp ibadetin içtenliğini, bendeki, sendeki, herkeste farklı olan mutluluğunu çaldılar. Pek çok şeyi alıp götürdüler bizden. Ezanlar okununca, kimin okuduğu aklıma gelmezdi. Camiler bizimdi... imamlar sadece Allaha kulluk ederdi. Firavuna kulluk edenler bizden değildi. Din başta olmak üzere pek çok şeyi bozup dağıttılar. Şehirlerimizin hafızası vardı, anılarımızı çaldılar bizden... hiçbir şeyi korunmayıp yıktılar... Paraya, betona kıymet verip yeşil alanları, bitki türlerini yok ettiler.
Sevinçlerimiz vardı... bayram gelince, büyükler ziyaret edilip el öpülünce, iftarlar açılıp çaylar içilince, sahur olunca, çocuklar bayramlıklarını giyince... baklava, börek... çocuklar yesin diye fırına verilince... bayram sabahı namaza, camiye gidilince... dualar okununca... gül kolonyaları dökülüp şekerler dağıtılınca... Kuran okuyan biri olunca... bayram alışverişi için çarşıya çıkılınca... yemekler pişince, misafirler gelince... İçimi sarıp sarmalayan hatıralarım, manevi hislerim vardı... hatıralarımı kirletip duygularımı çaldılar benden..... İnsanlara, komşularıma, iş arkadaşlarıma, esnafa, askere, polise, devlete olan güvenimi, saygımı çaldılar... En çok da gençlerimizin hayallerini çaldılar. Sınav sorularını çaldılar. En güvenilir öğrenci, memur, öğretmen sınavlarını... devlet kurumlarını... orduyu, adaleti güvenilmez kıldılar...

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateNov 9, 2019
ISBN9780463097663
Muktedirler Zamanı
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Muktedirler Zamanı

Related ebooks

Reviews for Muktedirler Zamanı

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Muktedirler Zamanı - Yusuf Solmaz

    Şoktayım

    Burada duralım; başka söyleyeceklerim vardı, hepsini unuttum. Dün, Ramazan'ın birinci günüydü. Kul hakkı yendi. Hikayemize; deminden beri anlattığım her şeye biraz ara vermemiz gerekecek. Bu olayı görmezden gelemiyorum. Şu ana kadar anlatmaya çalıştığım her şeyden daha büyük, daha önemli bir sorunla karşı karşıya kaldık. Yalnız İstanbulluların değil, demokrasiye inanan herkesin hakkı yendi. Sözleşmeli öğretmen Songül'ün sözlerine devam edeceğim; kendisine evlenme teklifinde bulunan Mustafa öğretmene yazdığı mektupla ilgili söyleyeceklerim henüz bitmemişti ancak, bugün bu konuyu yazacak durumda değilim… Nicedir adalete, hukuk insanlarımıza güven kalmamıştı; hayatlarımızı çekilmez hale getiren siyasi deprem uzun zamandır devam ediyordu ancak, dün akşam saatlerinde başlayan yeni sarsıntı, yaşamlarımızdaki çatlakların iyice derinleşmesine neden oldu. Olaylar devam ederken Songül öğretmenin aile sorunları üzerine söz söylemeyi şimdilik gereksiz görüyorum. Anlatacağım çok şey var fakat, seçmen iradesine yapılan bu büyük haksızlık, sözlerimin tümünü önemsiz hale getirdi.

    Hâlâ şoktayım. Olasılık dahilindeydi ama haksızlığın bu kadarına ihtimal vermiyor, vermek de istemiyordum. Bunu da yaptılar. Göz göre milyonlarca insanın hakkına el uzatamazlar, yıktıkları hukuk düzenini, demokrasiyi bir de götürüp uçurumdan aşağıya atmazlar sanıyordum. Attılar. Bu ortamda, öğretmenlerin sorunlarını ne kadar önemsiyor olsam da hepsi, benim için ikinci plana düştü.

    Ev yanarken pencereleri açıp odaları havalandırmak ne kadar saçmaysa, hukuk düzeninin kalmadığı böylesi bir ortamda eğitimin, öğretmenlerin sorunlarını anlatmak da o kadar saçma. Yanarken, insanın aklına sudan başka bir şey gelmez ya, benim ki de aynı hesap... Bugün aklıma sadede hukuksuzluk denizinde boğulduğumuz geliyor. Zira ateş, cumhuriyet ormanını baştan aşağı sarıp sarmaladı. Bu hal içinde nefes almaya çalışırken eğitimci hayatlarını anlatmak masal anlatıyormuşum gibi bir duyguya kapılmama neden olacak... Uzun zamandır normal koşullarda olamadığımızdan önemli bulduğum bazı şeyleri şimdilik unutma yoluna gideceğim. Yeni seçimlere kadar hep birlikte Ekrem İmamoğlu’nun başarısı için el ele verip bir şeyler yapmamız gerekecek...

    İptal edilen seçimlerin 23 Haziran'da yapılacağını söylediler ya… Bir ay daha yeni bitmişti... 47 gün sonra tekrar sandığa gidilecek. Bir kentte, yani İstanbul'da değil de tüm Türkiye'de seçim olacakmış gibi bir heyecan, daha doğrusu sıkıntı, gerilim, aman bir şey olmasın, kimsenin canı yanmasın, sulh olsun, sükûnet olsun kaygısı başladı. Bir kez daha görülüyor ki İstanbul demek Türkiye demek. Van'da bir köy düşünün ya da Edirne'de, oralar dahi gergin... Halbuki muhtarlık seçimlerini yaptılar, herkes görev kağıdını aldı ama İstanbul seçimleri yenileneceğinden gerçekten seçilmiş gibi değiller. Bu topraklarda yaşıyorsanız İstanbul tamam olmadan, kim olursanız olun, seçim havasından çıkamazsınız, burası net. Nitekim ben de çıkamıyorum. Herkesin gözü, kulağı dün akşamdan beri İstanbul'da. İstanbul seçimleri ne olacak? Saray'da oturanlar birinci yenilgiyi kabul etmediler; yargı heyetini etkileyip seçimi iptal ettirdiler, ikinci kez yenilmemek için ne yapacaklar? Ülkenin birçok kentinde akrabalarım var, onlar da benim gibi şaşkın.

    Bir ay önceki 31 Mart seçimlerinin sonuçları, mızıkçılar yüzünde tartışılamadı bile. Haftalarca, İstanbul'da bir şeyler oldu. Ama ne oldu? Şeytan bilir! Seçim heyeti araştırıp bulmalı. Nasıl oldu da bize; devletin bütün olanaklarına rağmen rakibimiz kazandı? Nasıl oldu da halk bize oy vermedi?! deyip durdular. Sonunda dedikleri oldu; siyasi güçle sopa gösterip, oylamanın adilce yapılmasından sorumlu heyeti dize getirmeyi başardılar. Şunu da demeli: Komik ama güzel.

    Tatil yerlerinin belediye başkanları şimdiden açıklama yapıp şöyle diyorlar: 23 Haziran’da kar yağacak, fırtına kopacak, aşırı soğuk, yağmur olacak, binaları sel götürecek, aman yola çıkmayın, tatilinizi erteleyin, kum var, güneş var diyerek buralara, deniz kıyılarına koşmayın, evinizde oturun, demokrasi için sandığa gidin, İstanbul'dan ayrılmayın, oy verin, ülkenin, çocuklarımızın geleceği için Ekrem İmamoğlu'nu yalnız bırakmayın... Bugün 7 Mayıs. Ramazan'ın ikinci günü. İftara az kaldı. Birileri orucunu haramla açtı, dedim ya, yalan yok. Çok net. Dünyanın neresine giderseniz gidin iki kere iki dört eder ya, o kadar net.

    Vicdanı olan herkesin de bildiği gibi sabah akşam İslam üzerinden siyaset yapıp ülke yönetenler, kul hakkı yediler. Dinin emrettiği gibi gerçekten oruçsalar iftarlarını tuzla, zeytinle açarlardı, haramla değil. Utanıp sıkılmadan İmamoğlu'nun, ana sütüm gibi helal dediği belediye başkanlığını elinden aldılar; halkın seçimine, hükümet kaybederse bir şey olmaz. Bu kez de bizi bu yönetsin kararına saygı duymadılar. Bu koşullarda ben de başka şey yazamaz oldum. Zihnim, vicdanım bu olaya kilitlendi. Hani, orantısız güç diyorlar ya, bir de bunun Allahsız, kitapsız, vicdansız olanı var. Sanki gözlerimin önünde en büyük haksızlığı yaptılar. Bu yüzden durdum; vicdanımın sesine uyup yaşananlara yöneldim.

    Dün akşam İmamoğlu dedi ki: (üzülmemek elde değil) Hukuk ülkesinde yaşasaydık mahkemeye gider hakkımı; milyonlarca insanın hakkını yasalar önünde arardım ama gidemem; her yeri siyasallaştırıp kendilerine bağladılar. Bu nedenledir ki yasalar önünde çaresiz kaldım ancak, hesap soracağım ama milletimle soracağım... O gün gelinceye kadar hepsini Allah'a havale ediyorum. Bu sözleri, benim gibi milyonlarca insan ağlayarak dinledi. Emin olun bundan sevgili gençler… Emin olun ki adalet diye bir şey bırakmadılar. Karımdan, çocuklarımdan, anamdan, babamdan, akrabalarımdan, dostlarımdan helallik alarak yola çıktım, dedi İmamoğlu bide...

    Üzülmemek mümkün mü? Belediye başkanı olup millete hizmet edecekti… Seçilmiş birinin yaşadığı kente hizmet görevini gururla üstlenip çalışmaya başlaması bu kadar zor olmamalıydı. İmamoğlu'nu savaşmak zorunda bıraktılar. Bu hem üzücü hem de ülkemiz adına utanç verici bir durum. Hukuk ülkesinde olsaydık adil olmayanları, kendi çıkarlarından başka çıkar tanımayanları, halktan aldıkları görevleri kötüye kullananları cezalandırma işini mahkemeler yapacaktı. Ama şimdi? Etrafımız hukuk tanımazlar tarafından çepeçevre sarılmışken, hukuk insanları tek dişi kalmış canavara dönüşmüşken yolumuzu sadece Allaha sığınarak yürümek zorundayız. Bu yolda İmamoğlu yalnız olmayacaktır, bundan eminim. Bu yol Allahın yolu çünkü, hak arayanların, adalete susamışların, ailelerinden, çocuklarından helallik isteyenlerin yolu.

    08.05.2019

    Seçimlere 46 gün var

    Bugün Ramazan'ın üçüncü günü. Seçimlere 46 gün kaldı… Şunu da yeri gelmişken söylemek istiyorum. Geçen bu son on yıl içerisinde en çok, tutuklanıp hapse atılanların haberlerini okuduk. Polisin evleri nasıl bastığını izledik. Korkunç, ürkütücü şeyler gördük. Hükümet büyüklerimize sosyal medya üzerinden hakaret eden çocuğun biri karakolda ifade verirken altına işemişti. Bunu da hiç unutamayacağım. Öyle olaylar yaşandı ki... Bilim, kültür, sanat konuşmadık... Hep ölümlerden, mahkemelerden söz ettik... Neyse.

    Diyeceğim şu; İmamoğlu'nun çıktığı yoldan kimse geri adım atmayacaktır. Milyonlarca insan, halkın karşına çıkıp kollarını sıvayarak konuşmasını yaptığı ilk günden beri İmamoğlu'yla kol kola... Hukuk düzenine değil, herkes birbirine güveniyor. Dünya ailem biliyor ki, adalet yolunda Allahtan başka sığınacak yerimiz, tutunacak dalımız da kalmadı. Uzunca bir zamandan beri sevgili gençler, mahkemelerimiz var, çok şükür hukuk ülkesinde yaşıyoruz diyemiyoruz.

    Geçenlerde, CHP lideri Kılıçdaroğlu'na şehit cenazesinde yumruk atıldı ya, o sırada İmamoğlu, nazla verilen mazbatasını almış halka sesleniyordu. İstanbul halkının tümüne birden hepinizin belediye başkanı olacağım. Bir zümrenin, bir cemaatin, bir partinin hizmetkârı olmayacağım. Size hizmet edeceğim ben, çocuklarımıza, gençlerimize hizmet edeceğim göreceksiniz, bu kadar net! diyordu. İddia o ki, devletin huzurunda, muhalefet partisi liderine atılan bu yumruğun amacı, İmamoğlu'nun teşekkür konuşmasını durdurmak, ortalığı birbirine katmaktı. Neyse...

    Bu iddia şükür gerçek olmadı. Üstelik olaylar, Ankara'nın Çubuk ilçesinde meydana gelmişti. Şu an o yumruğu atan, atılmasına neden olanlardan hiçbiri tutuklu değil. Bırakın cezalandırılmalarını, adamları kahraman ilan edip elini öpenler oldu. Daha üzücü olanı devletin güvenliğinden sorumlu herkesin tören alanında hazır bunmasıydı. Silahlı kuvvetleri yönetenlerden başlayarak herkes orada hazırken ortalık birbirine girdi. Düşünebiliyor musunuz, devletin zirvesi önünde mahalle kavgası gibi bir kavga yaşandı. Bu sizce neye işaret?  Güçlü devlet görüntüsüne mi? Osmanlı Devleti'nin de sarayı vardı ama yıkılıyordu.

    Hakkın ne olduğunu hepimiz biliyoruz... Adaleti olmayan devlet düzenlerinin akıbetini de… Yoksulluk gibi, hak bilmezlik de ahlaken çürümeye yol açar, bunu da bilip öğretmenler olarak hep anlatıyoruz. Osmanlı'yı yok eden şey de buydu. Mesela ben bunca yıllık hayatımda cenaze töreninde kavga edildiğini, devletin (güya) çaresiz kaldığını hiç görmemiştim. Farklı olaylar olmuştu da böylesi görülmüş şey değildi.

    Eskiden ölen kim olursa olsun camilerde, mezarlıklarda yalnızca dua sesleri duyulurdu. Derler ki, ölen öldüğü andan itibaren Allaha aittir. Değerlendirmeyi Allah yapacağından bizlere düşen tek şey susmaktır. Bu yüzden de kimse kimseye küfür edip yumruk atmazdı. Birbirini öldüren mafyada bile cenazeye saygı var, inanın var.

    Bu günlerde İslâm adına tanığı olduğunuz birçok şey adalet duygusundan, insanlıktan çok uzak... O gün, İmamoğlu, İstanbul'da halka seslenirken şehidimize, ortak acılarımıza saygısızlık edenlere kahramanımızsın! deyip kucak açanlar insanlıktan uzak kimseler değil miydi? Çocukluğumun cenaze törenlerinde dayanışma içinde olunur, teselli sözleri dile getirilirdi. Bu kez öyle olmadı, çok rütbeli, çok yetkili, hatta en yetkili kimselerin huzurunda kavga çıktı. Kendini bilmez bir avuç kişi ortalığı birbirine kattı. Yumruğun kime atıldığını bir an için unutun gitsin. O cenaze töreninde devletimizin hali de gözler önüne serildi. Bir avuç bozguncuyu durduramayan bir devlet görüntüsü ortaya çıktı. Şehidini güven içinde kaldıramayan güçsüz bir devlet manzarasıydı bu...

    Daha düne kadar bunları hiç dile getirme niyetinde değildim. Kendime söz vermiştim sadece eğitimle, öğretmenlerle ilgili konuları yazacaktım. Dedim ya çaresizim diye, ben de kedimi birdenbire bu tartışmaların içinde buldum. İmamoğlu'na yani bize yapılanlar, yazmak istediğim her türlü konunun önüne geçti. Yine de şurası kesin ki, yazmayı düşündüğüm şeyler günümüze dairdi. Zira eğitim sorunlarımızın altında yatan şey de adaletsizlik... Adaletli bir ülkede eşit işe eşit ücret olması gerekmez mi? Her köye cami yapıp imam veren devlet, öğretmen de verebilirdi. Üç beş kişi için imam atanabiliyorsa, beş on öğrenci için de aynısı yapılmalıydı.

    09.05.2019

    Gülün hallerine

    45 gün kaldı, vicdanları sızlatan, sandığa tüküren, haksız, güçlülerin zoruyla tekrarlanacak olan seçimlere. Ramazan'ın dördüncü günü bugün. Hayır mübarek ayının ilk günü Ekran İmamoğlu, misafir gittiği bizim; hepimizin evi gibi bir evde, küçük bir odada iftarını açarken öğretmişti mazbatasının elinden alındığını, görevine son verildiğini, olmaz, olamaz dediği şeylerin olduğunu, artık İstanbul belediye başkanı olmadığını... Ama biz biliyorduk ki o hâlâ başkandı. Kullandığı dille, kimseyi ötekileştirmeyen sözleriyle, ses tonuyla, insanlara yaklaşımıyla, mahcup, tepeden bakmayan, kibirden uzak halleriyle, yerine göre sesini yükseltip alçaltmasıyla, bilmeden kızanlara bile merhaba deyip sarılmasıyla, iyi sarılırım, sarılmada, öpmede kimse benimle yarışamaz demesiyle, yuh! çekenleri susturup yuh yok, bizim meydanlarımızda sevgi var. Gülün hallerine. Ben çok gülüyorum. Siz de gülün. Gülün vallahi!" deyip elini havaya kaldırmasıyla, oturup kalmasıyla yalnız İstanbul'un değil tüm Türkiye'nin gönlünü kazanmıştı.

    O sırada 15-16 yaşlarında iki kız çocuğu, biri yanında ayakta, diğeri sandalye oturuyordu. İmamoğlu, ikisinin arasında, vicdanını siyasetin emrine verdiği uzun zamandır bilinen Seçim Kurulu'nun kararıyla ilgili düşüncelerini açıklıyordu. Masasına konuk olduğu aile sessizdi. Anne babadan, başka bir de oğlan çocuğu, kameraların önünde misafirin konuşmalarını dinliyordu. İmamoğlu, hepsine birden teşekkür ediyor, tüm Türkiye'ye hayırlı ramazanlar dileyerek konuşmaya çalışıyordu. Görevinin elinden alınması konusunda belli ki diyecek söz bulamıyordu.

    Yüzü nasıldı o sırada? Değişmemiş gibiydi, ses tonu yine aynıydı. Bu da geldi başa der gibi konuşuyordu.

    Daha önce gazeteciler, başkanlığınız iptal edilirse ne yaparsınız? diye sorduğunda, Yok böyle bir şey, kesinlikle ihtimal dahilinde görmüyorum. Her şey net! Seçimi biz kazandık. Bütün oyları tekrar saydılar. Aşağıdan yukarı saydılar, İmamoğlu... Yukarıdan aşağı saygılar, İmamoğlu... Olmadı bir daha sayalım dediler, İmamoğlu... Sağdan saydılar, İmamoğlu, soldan saydılar, İmamoğlu. Gece saydılar, İmamoğlu... Gündüz saydılar, İmamoğlu… Yeter artık! Vallahi gülüyorum hallerine. Gülünecek haldeler… İnsanda biraz vicdan olmalı. Bizim elimizde devlet gücü yok. Neyi değiştirebiliriz? Güç onlarda... Listelere, memurlara, kurullara onlar etki edebilir. Her şey ellerinde. Bizler garibanız. Ama onlar istediklerini istedikleri kurumlara atar, istemediklerini gönderirler. Yukarıda Allah var. Her şey dünyanın gözleri önünde oluyor. Hile nedir bilmem ben. İnanın kaleci olsam, hakem de gol yediğimi görmese, gider kendim söylerim goldü diye. Böyle biriyim. Hak yemem. Utanırım. Kuldan utanır, Allahtan korkarım. Hakkımı da yedirmem! Beni tanıyanlar bilirler; hakkımı alırım! Kimseye haksızlık yapmam ama hakkımı da yerde bırakmam! Daha iki gün önce dünyanın en güvenli seçimini yaptıklarını, Seçim Kurulu'nun bugüne kadar ne kadar güvenilir seçimleri organize ettiğini söylüyorlardı. Biz itiraz ediyorduk, onlar dinlemeden reddediyordu. 1 oyla da olsa seçim kazanılır diyorlardı. Şimdi? 15 bin farkla seçim mi kazanılır? diyorlar. Gülüyorum hallerine. Gerçekten gülünecek haldeler. Yazık! Memleketimize yazık ediyorlar. O akşam daha resmî sonuçlar açıklanmadan 3 bin oyla biz kazandık diye açıklama yaptılar. Yetmedi, bunu, günlerce İstanbul'un her yerine afiş edip astılar. Yapmayın dedik. Teşekkür pankartları açıp coştular. 1 oyla da kazansalar çok mutlu olacaklardı ve asla hiçbir itirazımızı; delilleriyle kanıtlamış olsak bile kabul etmeyeceklerdi. Şimdi? Mızıkçılık yapıyorlar. Sandıkta kazamadıklarını masada kazanacaklarını sanıyorlar. Yok öyle! Bu kez atı alıp Üsküdar'ı geçemediler. Geçemeyecekler!" diyordu ama şimdi imkânsız görünen şey gerçek olmuştu; devlet gücünü elinde bulunduranlar seçimleri iptal ettirmişti.

    Kendilerinden başka kimseyi beğenmeyenler ellerine geçirdikleri yargı gücünü kullanarak bu kez de halkın kararını hiçe saymışlardı. Yaptıkları bu şey yeni değildi; birçok ilde terörü bahane ederek belediyelere kayyum atamışlardı; böylece seçilmişleri görevden alma konuda deneyim kazanmışlardı. Nasıl olsa halk itiraz edemiyordu. İtiraz edenler terörist olmakla suçlanıp hapse yollanabiliyordu.

    Sevgili gençler, bunları yazma nedenimi de açıklamalıyım size. Bazen, tanıdık, kimi de akrabam olan kimselerle karşılaşıyorum. Sohbet sırasında konu siyasete geliyor. Görüyorum ki, pek çok kişi olayları, içinde muhalif kanallara yer verilmeyen medya paketlerinden izlediğinden duymuyorlar; devletin kasası mı soyulmuş, haksız, hukuksuz atama mı yapılmış, sınav soruları mı çalınmış. Hiçbir şeyden haberleri olmuyor. Haliyle pek çok şeyi memleketin ekonomisini, siyasal ortamı doğru anlayıp değerlendiremiyorlar. Neredeyse Osmanlı'nın yükselme dönemdeki kadar güçlü bir devlet olduğumuzu, ekonomisi en gelişmiş milletlerin en başında geldiğimizi sanıyorlar. Savaş uçakları ürettiğimizi, dünyaya savaş teknolojileri sattığımızı, çok şükür eski Türkiye'nin yıkıldığını; torpilin, rüşvetin kalktığını, asker vesayeti başta olmak üzere her türlü vesayete son verildiğini, dünyanın en demokratik, en adil, özgür ülkesinde yaşadığınızı söylüyorlar.

    İnanır mısınız, Muharrem İnce'nin Cumhurbaşlığına adayı olduğu yıl, (ki, yer yerinden oynamıştı; Türkiye Türkiye olalı bu denli kalabalık mitinglerle karşılaşmamıştı.) tanıdıklarımdan biriyle sohbet ediyordum, bana, Muharrem İnce kim? diye sormuştu. Milyonlarca insanın katıldığı mitinglerden, yapılan konuşmalarından, çıkan olaylardan haberi bile olmamıştı. Akşam olunca birlikte eve gitmiştik. Sevdiğim akrabalarımdan biriydi. Yemekten sonra televizyonu açmıştı. O zaman anladım ki bütün gün futbol kanallarına bakıyordu. Yapılan yorumları dinliyor, tekrar tekrar atılan golleri izliyordu. Bazen de Kemal Sunal filmlerine takılıyordu.

    Bu arada söylemiş olayım; Kemal Sunal'ı severim. Sanat tarihimizin, komedi dalında en siyasal sinema oyuncusu olduğuna önceden hiç inanmazdım, artık inanıyorum. Yıllar önce milleti ucuz esprilerle güldürüp uyuttuğunu düşünürdüm. Geçen son yirmi yılda öyle şeyler oldu ki, eskiden kötü dediğim birçok şeye, şimdi yere düşmüş ekmek gibi bakıp saygı gösteriyorum; öpüp alnıma götürüyorum. Mesela Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, hatta Bülent Ecevit'i bile çok eleştirirdim. Memleketi sattıklarını, demokrasiyi yok ettiklerini söylerdim. Meğer, bazı konularda haksızmışım.

    Aşırı eleştiri yaparmışım. Onların zamanında hakkını arayabilen işçiler, memurlar, sanatçılar vardı. Kendimden, sendika yasası çıksın diye uğradığımız günlerden, yıllardan biliyorum. Kitleler halinde greve gidenler, sokağa çıkıp iş bırakıp haklarını arayabilenler, örgütlü toplum olmaya inananlar, sınırsız, kuralsız emek sömürüsüne izin vermeyenler vardı. Polislerin bile sendika kurup hak arayabileceğini dile getirenler, bunu için örgütlenip mücadele edebilenler vardı. Haksız kazanç peşinde koşanlar, birden zengin olanlar, küçük maaşlarıyla pahalı hediye alıp verenler, kazancından fazla harcayanlar, çocuklarına, akrabalarına torpil geçenler, bu yüzden mahkemelerde hesap verenler vardı. Savcılar, hakimler bu günkü kadar korkup baskı altında suçluları bırakıp haklı olanları suçlayamazlardı. Gazeteciler korkardı fakat, şimdiki kadar düşüncelerinden dolayı suçlanıp terörist muamelesi görüp işlerinden atılmazlardı; yargı sopasıyla korkutulup, usulsüz yol ve yöntemlerle tutuklanıp yargılanmadan suçlu sayılmazlardı.

    Siyasetçileri eleştirmek gazetecilerin, yazıp çizenlerin, sanatçıların, kısacası herkesin en doğal hakkıydı. Çocuklara, gençlere, şehit yakınlarına, gazilere, kimi kimsesi olmayanlara hükümete hakaret etti, devletin manevi şahsiyetini ayaklar altına aldı! Tutun! Kaçıyor, yakalayın! diyerekten dava açılmazdı. Son yıllarda adil yapıldığına asla inanmadığımız üniversite sınavlarının bir gün bu kadar güvenilmez olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Üniversiteyi kazanmak demek, işsiz kalınamayacağına işaretti. Hak etmeden, sınav sorularını çalarak, başkalarının hakkını gasbederek ordu mensubu olmanın hayali bile kurtulamazdı.

    Siyasetin de iyi kötü namusu vardı. Bakanlar, politikayla uğraşanlar, tüccar, iş adamı olamazdı. Okul müdürü olmak için bile liyakata ihtiyaç vardı. Önemli olan bir masa etrafında, milletin huzurunda, ekranlarda, kavga etmeden tartışabilmekti. Siyaset demek sürekli kızıp bağırıp küfretmek değildi. Kimse bütün kanunların üstünde tek adam olarak görev yapamazdı. Yaparım diyenlere hattini bildirmek vardı. Levent Kırca vardı mesela, Kenan Evren’in taklidini yapardı... Hem de pek güzel yapardı.

    Karikatüristler vardı, mizahla uğraşanlar... Onlar da bugünkü kadar mağdur olmamıştı. Onlarca parti avukatının, yargıcın karşında adalete susamamışlardı... Tiyatro yapanlar, şarkı söyleyenler, film çekenler, bilimle, sanatla uğraşanlar, ders anlatanlar hiç bu kadar parti yöneticilerinden, milletvekillerinden, bakanlardan azar işitmemişti, tehditle korkutulup hedef gösterilmemişlerdi...

    Mesela öğretmen arkadaşlarımdan bazıları, derse girmeyip iş bırakma eylemi yaptıkları, sendika kurdukları gerekçesiyle işten atılacaktı. İlgili mahkeme, öğretmenler sendika kurup mesleki hakları için mücadele ederken suç işlememişlerdir, yasal zeminde haklarını elde etmeye çalışmışlardır. Demokrasinin gereği olan taleplerini dile getirmişlerdir, deyip bağlı bulunduğumuz uluslararası kanunlar gereğince öğretmenlere uygulanan idari cezaların, açığa almaların iptaline karar vermişti.

    Buna benzer örnekleri yazmakla bitiremem. Sanmayın ki, geçmişten, dönemin siyasal ortamından, işkenceci, millet düşmanı kadrolardan, derin devlet yasalarından, güvenlik güçlerinden çok memnundum. Denize düşen yılana sarılır derler ya… Bizimkisi o hesap… Övgülerimi biraz daha artırırsam, hayatlarımızı cehenneme çeviren darbeci komutan Kenan Evren'in mezarına ziyarete bile gidebilirim. Bu da içinde bulunduğumuz saçma durumu açıklar mı, açılarsa ne kadarını açıklar bilmiyorum. Yağmurdan kaçarken doluya yakalamak da diyebilirsiniz buna.

    Geçen on yılda öyle olaylar oldu ki, ölümü gösterip hastalığa razı ettiler bizi; geçmişin kötülerine bile rahmet okuttular… Neyse... Bunu da geçelim... Dün akşam kanalın birinde, jet gibi giden, hepsi birden kapkara, çok lüks arabalar gördüm. Yollar boşaltılmıştı, ben deyim 200, siz söyleyin 300 araç ralliye katılmışlar gibi, (adını bile söylemeye korktuğum) devlet bakanımızın peşi sıra hızla yol alıyorlardı. Başkan nereye gidecekse onlar da arkasından, olanca güçleriyle gaza basmışlardı. Hepsi birden mafya arabası gibi korkunç, hepsi birden hızlıydı. Bir kısmının korumalara, bir kısmının danışmanlara ait olduğunu haber spikeri söyledi. Diğer ayrıntılara hiç girmedi.

    10.05.2019

    44 Gün Kaldı

    Bugün büyük haksızlığın, hukuk tanımazlığın dördüncü günü. Seçimlere 44 gün kaldı… Yarım kalmasın, demin devlet büyüklerimizin kullandığı araçlardan söz ediyordum ya, makam araçlarından, gösterişten, lüksten, şatafattan, vergilerimizin nasıl harcandığından... spiker, bu araçların diğer özellikleri hakkında bilgi vermedi. Mesela kaça alındıklarını, günlük masraflarını, şoför maaşlarını söylemedi.

    Böylesi olayları, her kanalda haber olarak izlemeniz mümkün değil. Bunu da not olarak belirtmiş olalım. İktidar yalakası yüzlerce kanal arasında, nispeten özgür diyebileceğim (onlar da kendilerini otosansüre tabi tutuyor, zira her an para cezasına çarptırılabilirler, yetmez, yayın durdurma, kapatma davasıyla karşı karşıya gelebilirler.) diyeceğim üç kanal ismi verebilirim: Halk TV, Tele 1, Fox... Adı fazla bilinmeyen bir iki kanal daha varmış ama ben genelde bu üçünü izliyorum…

    Akrabam olan kişiyle konuşurken işte! demişti bana, seni de bu kanallar zehirliyor, gerçeği göremiyorsun. Görmediğim şeylerden biri de bekâ meselesiydi; öyle ya, memleket bir uçtan diğer uca terörist yuvası haline gelmişti.

    İktidarı bırakmak istemeyenler, bekâ diyor başka şey demiyorlardı. Topraklarımızın, geleceğimizin iç ve dış düşmanlar tarafından kuşatıldığını, Allah göstermesin her an büyük bir saldırının başlayabileceğini, daha önce yaptıkları gibi darbeci imamların devleti ele geçirmek istediğini, güçlü devlet, ordu için yeni silahlara ihtiyaç olduğunu, (hatta haşmetli Efendimiz bir miting sırasında patates, soğan fiyatlarından yakınan vatandaşlara hitaben şöyle demişti: "bir merminin kaç lira olduğunu biliyor musun sen! Patlıcan, biber, domates değil bu: Vatan savunması!) İktidardan yana olmayanların kim olurlarsa olsunlar, hangi partiye oy verirlerse versinler, teröre bulaştığını, terörist unsurlarla düşüp kalktıklarını, bundan sonra da aynı şeyleri yapmaya devam edeceklerini, gazeteci, yazar, sanatçı, öğrenci, esnaf, bilim insanı görünümünde çok sayıda terörist olduğunu, güçlü devletin her şeyi bildiğini, düşmanlara göz açtırmadığını, vatanı, milleti düşünen tek bir parti kaldığını, onun da kendileri olduğunu söyleyip duruyorlardı.

    Belki siz de sözünü ettiğim bu araç konvoyuyla bir yerde karşılaştınız. Özellikle İstanbul'da ve Ankara’da oturanlar iyi bilir. Bir sabah ya da günün herhangi bir saatinde, eğer arabadaysanız birden trafiğin durduğunu görürsünüz. Konvoy daha kapıdan çıkmadan bütün yollar trafiğe kapatıldığından, araç kalabalığından öne ilerleyip, bu çok önemli devlet araçlarını göremezsiniz bile. Bu görüntüyü her gazeteci kolaylıkla çekemez. Bırakın videosunu çekmeyi, fotoğrafını bile alamazsınız. O kadar haşmetlidir ki maaşlarını ödediğimiz bu kişiler yanlarına yaklaşamazsınız. Bizim gibi fanileri konvoyun bir kilometre yakınına bile sokmazlar. Tesadüfen yol kenarında kalırsanız, uzaylılar yolu boşaltı, uzaydan gelen arabalar rüzgâr gibi geçti sanabilirsiniz.

    Özellikle İstanbul'da oturanlar için söylüyorum; trafik nedeniyle saatlerce gidemediğiniz, çocuğunuzu almaya okula, eve, kreşe yetişemediğiniz, saatlerce araç kuyruğu olup beklediğiniz o yollar var ya, onlar için iki dakika, bilemediniz beş dakikalık yoldur. Bizler fani olduğumuzdan trafikte fazla vakit geçirmemiz şikâyete konu olsa da önemli değildir. Böyle durumlarda işinize geç kalmamaya çabalarsınız.

    Herhangi bir uyarı da yapılmadığından, belki kaza olduğunu, yolun bu yüzden kapalı olduğunu düşünürsünüz. Bunu da kendimden biliyorum. Böyle günlerde araçla, şehrin ara sokaklarında deli dana gibi dolaşıp yol aradığım çok olmuştur. Kimse demez ki, haşmetli devlet insanlarımız konvoy halinde bir yerden bir yere gidiyor, bu yüzden hızlı ve güvenli seyahatleri için yolları kapattık, sabredin, birazdan her şey normale dönecek. Ana yolun kullanılma süresi belki beş dakikadır ama saatler önce trafiğe kapatırlar... Diyebilirsiniz ki, nasıl olsun istiyorsun? Yollar kapatılmasın mı? Yönetenlerimiz trafik ışıklarında mı beklesinler? Bu soruyu bana akrabam dediğim kişi sordu. Ben de ona özel aracı olmayan, kendi arabasıyla, hatta bisikletle işe gidip gelen devlet yöneticileri olduğunu, üstelik bunların Müslüman dahi olmadığını söyledim. Ne dediğini tahmin edin?

    Onlar büyük devlet değil dedi. Artık İsrail'e, katil Avrupa'ya, yamyam Amerika'ya, dinsiz Birleşmiş Milletler'e bile kafa tutabildiğimizi söyledi. Duysan aklını oynatırsın... Her sözünü dinleyip çalışma ofisine kendi vosvagen’iyle giden, inek, saman gibi şeyler de satın aldığımız Uruguay'ın eski devlet başkanından söz ettim. Ne dediysem kabul ettiremedim. O da bana padişahlardan örnek verdi. Osmanlı yıkılmasaydı Sultanlarımız, onların eşleri ve çocukları trafik ışığında mı bekleyecekti? diye sordu. Böyleleriyle tartışmanın güçlüklerini anlatamam size. Mesela ne gerek var, bizim paramızla uzaya yol yapıyorlar. Yapmasınlar. İhale açarken bize mi sordular. İstemiyorum ben. Karayolu yeter bize diyecek olsanız, yapmayalım mı? derler. Herkes uzaya yol yapıyor, hatta tren yolu yapmaya başladılar. Biz yapınca mı sorun oluyor? diye sorarlar.

    Buna benzer tartışmaları televizyonda, sosyal medya sayfalarında çokça görüyoruz zaten. Çalışan nüfusumuzun yüzde 60’i asgarî ücretle geçiniyor ya… Saraylarımızda daha az lüks harcama yapılsın, deyin mesela… Daha az uçak, daha az makam otomobili alınsın. Yönetiyoruz diye, vergilerimizi babalarını çiftliği gibi kullanmasınlar. Kullananlardan hesap sorulsun, deyin. Ne cevap alacağımızı biliyorsunuz artık değil mi? Hiçbir şey diyemeseler, dindar hükümet istemediğinizi söylerler...

    Sevgili insanlar, gençler... Bütün bunları düzeltecek olan sizlersiniz. İmamoğlu'nun dediği gibi hukuk ülkesinde yaşasaydık yargı yoluyla birçok şeyi düzeltme imkânımız vardı. Bu yolu kapattılar. Önce devletin, baştan yeniden kurulması gerekecek. Öğretmen olarak bulunduğum okullarda gördüm ki hiçbiriniz adil olmayan bir düzende yaşamak istemiyorsunuz. Gençliğinizi yaşayıp okuduğunuz mesleklerde çalışmanın hayalini kuruyorsunuz. Olanı biteni görmez, dünyayı tanımaz değilsiniz. Başka ülkeleri görüp okuyorsunuz; hepinizin cep telefonu var. Japonya'ya kadar izliyor, birçok şeyin bizde de olmasını istiyorsunuz. Sosyal medyada, insan olmanın önemi üzerine öyle güzel sözler bulup yazıp paylaşıyorsunuz ki, bu kadar iyi insan, nasıl olur da böylesi bir düzeni değiştiremez, daha adil bir sistemi inşa edemezler diye düşünüp üzülüyorum.

    Partileri bir tarafa bırakalım; adalete olan ihtiyacımızdan söz ediyorum. Politikacıları ele alırsak, biri değil, hepsi yüzünden bu hale geldik; adaleti mumla arar olduk. Yirmi yıl, kırık, elli yıl önce de hukuk düzeninin çarkları bozuktu; ancak bugünkü kadar paslanıp çürümemişti dedim ya… Gördüğüm gerçekleri dile getirmeye çalışıyorum. Yirmi yıl önce, ben de safça Avrupa Birliği'nin üye ülkelerinden biri olacağımızı düşünür gerçekten inanarak sevinirdim. Bu bir hedefti ve mutlaka ulaşılacaktı.

    Artık Avrupa Birliği’nin adını bile duymuyoruz. Bir şey söyleyeyim mi? Aslında benim dileğim, şu ya da bu birliğe üye olmamız değil, dünya standartlarının üstünde ileri bir demokrasiye sahip olmamızdı. Gördüğüm şu ki, başka bir ülkenin dayatmasıyla hiçbir ülkede demokrasi gelişmiyor, aksine geriliyor. Osmanlı'yı da zorla geliştirmek istemişlerdi ve sürekli kazanan onlar olmuştu. Senelerce kendi ayakları üstünde duramayan imparatorluğu kemirip durmuşlardı.

    Geçmişe oranla bugün ilerlemiş gibi görünüyoruz ancak üretim araçlarımızın çoğu (tamamı) yabancı şirketlerin eline geçti. Yeni sömürünün adı şirketler düzeni, bunu da görmezden gelmeyelim. Savaşarak elde ettiğimiz topraklar bizim mi diye düşünüp üzüldüğüm çok olur.

    Son yıllarda iyice görüldü ki, biz başarmadıkça kimse bizi kendi uygarlığı içinde geliştirmeye çalışmayacaktır. Çünkü bizler, mazlum ülkelerin tümüne birden önderlik edebilen Mustafa Kemal gibi bir lidere sahibiz. Cumhuriyetimizi kuranların fikirleri hâlâ canlı. Birazcık gelişirse tepesine vurup susturuyorlar. Anadolu toprakları tamamen bilim dışı kalıp, demokrasiden koparılıp ekonomik açıdan tamamen yıkılmadan Mustafa Kemal'den kurtulamayacaklarını, Müslümanlığı tamamen kabile dinine dönüştüremeyeceklerini biliyorlar çünkü. Bu yüzden Atatürk düşmanları hep Avrupa'da canlanıp filizlenir, hep oralarda boy gösterirler. Yıllar önce birini besleyip İran'a gönderdiler. İran gibi dünyanın önemli bir ülkesi o günden beri belini doğrultamıyor, buna rağmen İran güçlü bir ülke, tıpkı ülkemiz gibi sömürüye direnen tarihsel bir arka planı var... O da bizim gibi yobaz dindarlık yüzünden ilerleyemiyor.

    İran'a ne yaptılarsa bize de yaptılar. Günah keçisi buldum da sorunları başkasının üstüne yıktım sanmayın. Suçun âlâsı bizde. Her ülke kendi yararına başkalarını yenmek, sömürüp bozuk para gibi harcamak ister. Maalesef dünya kanunu bu; sen eşek olursan herkes sırtına biner diye boşuna denilmemiştir. Doğrusu adil olmaktır ama ülke çıkarları söz konusu olduğunda adalet değil güç konuşur. Biz kedimizi koruyamayınca onlar; tuttuğunu sömüren ülkeler de sırtımıza çıktı. Aramızdan seçtikleri birini (vakti zamanında camilerimizde imamlık yapmış birini ve dostlarını) papaza çevirip imam cübbesi giydirdiler. Sonradan İktidar ortağı yapıp cumhuriyetimizi ele geçirdiler.

    15 Temmuz darbesi önlendi diye demokrasimizi kurtardık diyebiliyor muyuz? Hayır. İktidarın dediği de bu. Ne diyorlar? Çete hâlâ görev başında. Cumhuriyetimiz tehdit altında. Çok büyük bekâ sorunu yaşıyoruz! dedikten başka, biz gidersek memleket yıkılır, ülke bölünür, bayrak iner, ezanlar susar, diyorlar. Kimlerin eline kaldıysak en sonunda adaletsiz bir ülke olduk işte. Biraz olsun hukuk var sanıyorduk; Ekrem İmamoğlu'na yapılan haksızlıktan sonra o da kalmadı. Dinlediğim yargıçlardan biri, bu ülkede yargıcım deveye utanıyorum demişti.

    Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’ndan söz ediyorum. Şunu da unutmayın: adaleti olmayan ülkeler korkak olur... Korkak, ürkek, pısırık olursunuz. Haliyle özgüveni düşük ülkeler kendilerini savunamazlar. Gelişemeyecekleri için bilim de üretemezler. Böyle devam edersem eğitim başta olmak üzere her alanda geri kalacağımız kesindir. Bizim gibi ülkelerde önce beyin göçü başlar. İran'da oldu, bizde oldu. Olmaya devam ediyor. Sanatçılarımızın, iş insanlarımızın çoğu yabancı ülkelere gitti. Para da kültür gibi adaletli ülkeleri sever.

    Bunları anlatmam lüzumsuz görünebilir. Bence de lüzumsuz ancak medeniyet merdiveninin en ait basamaklarına doğru hızla yuvarlandığımızdan anlatacak başka şey göremiyorum. Demokrasinin d'sinden habersiz yöneticilerimizin, hukuk insanlarımızın varlığından da anlaşılacağı gibi demokrasi okulunun birinci sınıfından üst sınıfa geçemiyoruz.

    11.05.2019

    Olmaz Demeyin

    43 gün kaldı. Neden sayaç tutmaya başladığımı bir kez daha söylemek istiyorum; bu seçim, halkın iradesine uygun şekilde sonuçlanmadığında baskıcı düzen yani açık faşizm kurumsallaşacağından bir daha kolayca değiştirilemeyecektir. Olmaz demeyin. İran'da oldu. Ortadoğu ülkelerinin hepsinde olan şeyler bizde de olacaktır. Oralar nasıl değişmiyorsa bundan sonra bizde de bir şey değişmeyecek. Cumhuriyeti bırakıp aşiret düzeniyle yönetilen devletler topluluğunun arasına katılmış olacağız. Bu yüzden sayaç tutuyorum, bu yüzden başka bir şey yazacak halde değilim. Üzülerek, korkarak, ülkem ve bütün mazlum milletler adına bezgin, biraz da umutlu hissediyorum. Evet, yenilmeyeceğiz. Şu an anlatmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Hiç olmazsa bunu yapıyorum. Devam edelim...

    Türkiye'nin, yalnızca Türkiye'den ibaret olmadığını en iyi Batı dünyası bilir. Biz kaybedersek bütün İslam coğrafyası kaybetmiş olacak. Müslüman ülkelerde bir daha kimse özgür yaşayamayacak. Dolayısıyla bilim, sanat gelişmeyecek; kalıcı faşizm, yeşeren her şeyi kurutacak. Böylece bütün Müslümanlar, bir türlü gelişemeyen, devlet olamayan, dolayısıyla başkaları tarafından yönetilmeye muhtaç, ancak hizmetler sektöründe çalışmaya layık kimseler olarak görülecekler. Amerikalılar için Zenciler, Meksikalılar neyse dünya için de bizler öyle olacağız… Neyse…

    Dün akşam okudum, Türkiye uzmanı Alman bir partner var, durumumuzu pek güzel analiz etmiş. Cumhuriyeti, hukuk düzenini yok eden saray ve çevresinin bu seçimleri kaybetmemek için her şeyi; akla gelebilecek her şeyi yapmaya hazır olduğunu söylüyor. Herkes biliyor ki uzun zamandır sandık yani seçimler güvenirliğini kaybetmişti. Bazı şeyler var zamanla unutulup konuşulmaz hale geliyor. Önemli bulduğum için unutulan şeylerin bir kısmını hatırlatmak istiyorum.

    Önce Saray’da oturan korkunç kimseye bir isim bulmam lazım, nedenini sonra söylerim. Bu isim Sarayda Oturan Muktedir olsun. Hatırlayın bir zamanlar Bay Muktedirin diploması var mı, yok mu diye tartışıyorduk. Diploma şunun için önemliydi; kuralları olan, hukukla yönetilen bir devlet miyiz, değil miyiz? Değilmişiz. Bunu da kanıtladılar. Düşünün ki, bir yere memur olacaksınız.

    Bu konu gerçekten önemli beyler! Kabul edilecek şey değildi ama kabul edildi… Tekrar tekrar altını çiziyorum; o günden sonra aslan payını aslan olmayanlar yedi. Belgesiz, yetkisiz Cumhurbaşkanlığı’na izin verilince felaketlerin de ardı arkası kesilmedi. Her şeyden önce kalite bozuldu. Siyaset adamlarının seviyesi düştü. Ne adamlar gördük değil mi? Aslında bu, kabile düzenine geçişimizin de başlangıcıydı. Zira kimse hesap soramadı. Çok konuşulup tartışıldı ama kimse sonuç alamadı. Ben gibi milyonlarca insan var; kuralsız ülke yönetilmesini kabul edemiyoruz. Düşünüp hatırladıkça hâlâ evlatlarımın hakkı yenmiş gibi, hukuk adamları da gelip yüzüme tükürmüşler gibi içim yanıyor.

    Demin dedim ya, bir yere girip memur olmak istiyorsunuz mesela... Önce lise diplomanızı istediler diyelim. Kuralı bu, ya da öğretmen olacaksınız. Şu üniversitelerden mezun oldunuz mu? diye soruyorlar. Diploman yoksa ille de eğitimci olacağım diye dayatamazsın. Hadi dayattın diyelim, sonuç alamayacaksın. Yargı düzeni kalmadığından ilk bu dayatmanın önüne geçilememişti. Böylece yetersiz biri Cumhurbaşkanı olup çıkmıştı. Hem de Atatürk'ün köşkünü beğenmeyip Saray'a taşınmıştı.

    Hangi birine üzüleceğimi ben de bilmiyorum. Milletin, Atatürk'e layık gördüğü köşkü, koltuğu beğenmemek ne demek? Önce kim olduğuna bakmalı insan... Kimsin? Bu millet için ne yaptın da Atatürk'e laf söyledin. Kürsülere çıkıp ayyaş diye bağırdın. Ya biz? Ya hukuk devleti? Yani hak etmeyenlere makam mevki veren bizler... Yazıklar olsun bize... Bunca ihanete, kural dışılığa nasıl izin verdik?

    Bu konuya da birçok açıdan bakılabilir. Diplomam var’ diye millete yalan söylemiş midir? Söylenmiştir. Kendilerine İslam diyenlerin milleti kandırıp güç kullanarak hak gaspı yapması da Müslümanlığa büyük zarar verdi. Saray ve çevresinin kanıtladığı şeylerden biri de şuydu: İslam'la demokrasi bir arada olamaz" Oysa, durum bunun tersiydi. İslâm, her şeyden önce hoşgörü, barış demekti.

    Sınıf tekrarına kalmış öğrenci gibi okumaya devam edeceksek ilk dersimiz demokrasiye giriş olmalı. Tekrar hukuk nedir, kanun nedir, doğuştan sahip olduğunuz haklar nelerdir... Bilim insanları, sanatçılar, kısaca düşünce neden özgür kalmalıdır? Bütün bu dersleri ve daha fazlasını yeniden okuyup öğrenmek zorundayız. Özellikle de laiklik nedir, ne değildir? dersini… Toplumsal seviye o kadar düştü ki, bütün partilere, kendilerine oy vermeyen herkese terörist diyen yöneticilerimiz var. Suçluları serbest bırakan, mağdurları hapse atan yargıçlarımız var. Zengini koruyan fakiri yerin dibine çeken yasalarımız var. Eğitimde, sağlıkta her alanda büyük eşitsizlik var. Bu yüzden her şeyi baştan bir daha anlatmak zorundayız. Demokrasinin, atı alıp Üsküdar'a kaçmak olduğunu sananlar var. Neyse…

    Şu an ben günlük tutar gibiyim. Sizlerle dertleştiğimi varsayıyorum. Sözlerimin hepsine katılmanız gerekmez... notlarımdan biri de şu: Ekrem İmamoğlu'nun seçim kampanyası için paraya ihtiyacı olacak; halkın desteğine yani... bunun için banka hesapları duyurusu yapıldı, ülkenin her yerinden insanlar, bu hesaplara para yatırmaya gidiyor. Yine biliyoruz ki, maddi yönden de seçime katılanlar arasında adalet diye bir şey yok. Dinlediğim kişilerden biri şöyle demişti: Sayın Muktedir, koşu pistine motosikletle geliyor. Diğerlerinin ayakkabısı yok. Dikenli yolda koşarak motosikleti geçmeye çalışıyorlar. Durumu iyi ifade eden bir benzetme bu. Gerçekten de Muktedir hiç kural tanımıyor. Yasa, Cumhurbaşkanlığına adaysan önce başbakanlıktan istifa edeceksin dediği halde etmemişti. Bunu yapmayanın başka neler yaptığını, yapabileceğini tahmin edin. Devletin bütün imkanlarını kullanarak seçime katılıyor, yine de mağdur olduğunu söylüyor. Siz ne derseniz deyin sadece bildiğini okuyor...

    Son seçimde de belediye otobüslerinden, trenlerden, vapurlardan, uçaklardan sınırsız yararlandı; hesabı sorulamayan ne paralar harcadı. Zaten nicedir hiçbir konu da hesap sormanın imkânı kalmadı. Milletvekilleri işe yaramaz hale geldi çünkü, sordukları sorulara cevap bile alamıyorlar artık. Soru önergeleri çöpe atılıyor, kim ne sorarsa sordun cevapsız bırakıyorlar.

    Oysa daha önce, soru önergelerinin süresi içinde cevaplandırması, parlamenter sistemin en önemli yasal zorunluluklarından biriydi. Soruya cevap vermemek olamazdı.  Kuralı çiğnemek, anayasayı, halkı, siyaseti, siyasetçi namusunu çiğnemek, tükürüp çöpe atmak anlamına gelirdi. Demokrasi adına bundan daha büyük ayıp, yanlış, suç yoktu, zira, bunu yapan artık hiçbir şeye uymayabilirdi. Hangi parti olursa olsun, soru önergesi, millet soruyor, vatandaş cevap bekliyor demekti. Bundan daha önemli şey düşünülemezdi. Bu yolu korumak, yasanın gereğini istemek vekillerin de varlık nedeniydi...

    Bizler de öğretmenken bu hakkı defalarca kullanabilmiştik; görevini kötüye kullandığı halde haklarında işlem yapılmayan kişileri (eğitim müdürlerini, vali ve kaymakamları, emniyet görevlilerini) vekiller aracılığıyla en büyük hakem olan millete şikâyet edebiliyorduk. O zaman, yani vekiller sorunlarımızı meclise götürüp tartıştıklarında demokrasiye olan inancımız tazeleniyordu. Bu sayede yasalara aykırı iş yapanlar, birden ülke gündemine girip haklarında soruşturma açılabiliyordu. Bu da onları, kabile devletinde değil, hukuk devletinde yaşadığımıza, suç işleyenlerin cezasız kalmayacağına bir kez daha inandırmış oluyordu. Her türlü sorun, bu yolla toplumunun, meclisin huzuruna geldiğinden tartışılarak çözülebiliyordu. Millet, meclis gücüyle, yanlış yapanları uyarma, gerektiği yerde cezalandırma hakkını, yargıçlar eliyle kullanabiliyordu. Soru önergesi, aynı zamanda olayların basına yansıyıp gerçeğin çabuk öğrenmesine yol açıyordu. Vekillerin de hangi sorunlarla ilgilendiğinin bilinmesini sağlıyordu... Maalesef bütün denetimler gibi bunu da ortadan kaldırdılar.

    Denetimsiz iktidar olur mu diyeceksiniz. Oldu. İletişim ağlarının iyice geliştiği çağımızda halkla Saray arasına duvar ördüler. Yeni açılan mecliste sadece iktidarın borusu ötüyor. Hangi birini anlatmalı… Ben de sizler gibi olana bitene inanamıyorum. Gerçekten bütün bunlar olmakta mı diye düşündüğüm çok oluyor. Başka ülkelerden bakınca nasıl göründüğümüzü de çok merak ediyorum. Nasıl göründüğümüz belli de yönetenler durumdan hiç mi utanmıyorlar onu merak ediyorum.

    12.05.2019

    Bütün Seçimler İptal Edilebilir Tartışması

    Yeni bir tartışma daha başladı: Kimi hukukçulara göre seçimler iptal edilebilir. Gerekçe şöyle: Seçim Kurulu, Ekrem İmamoğlu'nu görevden alıp seçimleri iptal kararı verirken usul hatası yapmış. Kurulda 7 asıl, 4 de yedek üye var. Yedekler, oy kullanmış, kullanmaması gerekiyormuş. Ancak asıl üyeler olmadığında oy kullanabilecekleri iddia ediliyor. Bu durumda şöyle bir sonuç ortaya çıkmış oldu: Asıl üyelerin 4’ü seçimler iptal edilmesin, 3’ü edilsin yönünde oy vermiş. Dinlediğim hukukçular, Eğer Anayasa Mahkemesi’ne gidilirse Ekrem İmamoğlu tekrar mazbata alıp başkanlık görevine devam edebilir diyorlar.

    Şu da söylendi: İmamoğlu'nun çevresinde böylesi konuları iyi bilen hukukçular bulunmuyormuş. Buna inanmak zor. İmamoğlu gibi biri liyakatsız hukukçularla çalışmaz. Ama mesele başka: Tekrar seçim kararı alındığından beri, sanki kanun varmış da birileri kanuna aykırı iş yapmış gibi bir durum değerlendirmesi yapılıyor. Oysa olan şey sadece zorbalık. Zorbalık, görevde ve sürekli kurulların dışında çıkıyor. Adı üstünde zaten: Ben ne dersem o olacak rejiminde yaşıyoruz. Bu biliniyor ama kabul edilemiyor. Bugüne kadar gördüğümüz tek şey hukuk tanımazlık oldu. Mesela, Muktedir'i başkan yapan önceki seçimlerde mühürsüz oy pusulalarının sayılmaması gerekiyordu, buna ilişkin kanun maddesi vardı. Seçim Kurulu, kanun yokmuş gibi davranıp hem de diplomasız birini jet hızıyla başkan yaptı. İtiraza ne cevap verildiğini de hatırlatalım: Sayın Muktedir olayı şu veciz sözüyle özetlemişti:

    Atı alan Üsküdar’ı geçti.

    Allah söyletti herhalde. Zira bu tabir at hırsızlarını anlatıyor. Muktedir de kendini hırsız yerine koyup Üsküdar'ı geçtiğini söylemişti.

    Kesin olarak hukuk var mı yok mu? Bu da oldukça tartışmalı konu. Zira bozuk satın günde iki kere doğru göstermesi gibi hukuk da büsbütün yanış kararlar almıyor. Aksi taktirde kimse mahkemelere gitmeyecekti. Güçlüklerini hukuku ayrı konu. Özellikle de zorba siyasetçilerin hukuku... Doğru kararlar bilinse de bizim gibi rejimlerde daima muktedirlerin dediği olacaktır. Şu da var ki, hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Gün gelir, zorbalar da hesap verir.

    Benim başka bir kuşkum daha var. Acaba diyorum, bütün partiler vatandaşa tiyatro mu oynuyor. Aslında birçok parti değil, tek parti var da biz onları farkı görüşten partiler olarak mı algılamak istiyoruz. Bakmayın siz siyasetçilerin ekranlarda nasıl kavga ettiğine... Bir de siz onları aynı masada yemek yerken, sohbet ederken izleyin. O zaman daha iyi görürsünüz bunların aslında aynı yolun yolcusu olduğunu. İnanın bazen böyle olduğunu düşünüp kahroluyorum. Mesela CHP hep yanlış yaptı sanıyoruz. Ya değilse ya birlikte hareket ettilerse.

    Hatırlayın Deniz Baykal'ı... CHP'nin eski genel başkanıydı. Muktedir, bundan 17 yıl kadar önce siyaset yapamıyordu, cezası vardı, yasal zeminde siyasete girmesi engellenmişti. Baykal çıktı, kanun değişikliğine evet dedi. Böylece Muktedir başbakan oldu. Yıllar sonra, çok karanlık biri olduğunu düşündüğüm, topluma duayen siyasetçi olarak tanıtılan Sayın Baykal şöyle dedi:

    Bugün olsa yine aynı şeyi yaparım. Muktedir'in siyaset yasağı doğru değildi kardeşim. Demokrasiye ters bir durum ortaya çıkmıştı. Bu yüzden yasağın kalkmasını savundum. Muktedir, seçimleri kazanmış, başbakanlığı hak etmişti. Bu yüzden içim rahat. Doğru olanı yaptık çünkü. Demokrasi dürüstlük ister...

    Bu açıklamayı duyunca bir kez daha kızmıştım kendisine. Hâlâ kızarım. Siyaset yasaklarını doğru bulmadığını söylüyor, güzel sözlerle açıklıyordu. Bense düşünüyordum. Bu ülke de nice insanlar var ki, zerre kadar siyaset yapamadılar, yapanlar ağır işkence gördü, kimi öldürüldü, kimi asıldı, siyaseten sonsuza kadar susturulanlar oldu. Küçücük çocukları bile siyaset yaptıkları gerekçesiyle mahkemelere çıkarıp süründüler... yaşı büyütülüp asılanlar oldu.

    Deniz Gezmiş ve arkadaşları insan değil miydi, siyaset yapma hakları yok muydu mesela? Bunca insan, ki, önemli bir bölümü ölmüştü siyaset yapamadan... Varsın bunlardan biri de Sayın Muktedir olsundu, bir siyaset yasağı da ona konaydı. Konaydı da bugün memleket böyle bir bekâ sorunu yaşamayaydı. Sayın Muktedir'in siyaset özgürlüğü yüzünden öyle olaylar geldi ki başımıza. İlk defa Meclis bombalandı, daha ne olsun. Siyasi ortağıyla kavga edince silahlar konuştu, yüzlerce vatandaş hayatını kaybetti.

    Deniz Baykal gerçekten kimdi? Hastalandı, sağlığını birden kaybetti ya, son gördüğümde (ekranda) eski Baykal değildi, tekerlekli sandalyede oturuyordu, yüzü değişmişti, çarpılmış gibiydi, felç geçirip konuşamaz olmuştu. Belki de bundan sonra hep tekerlekli sandalyeye bağlı kalacaktı.

    Aylarca yabancı bir ülkede tedavi olduktan sonra yurda dönmüştü. Sanırım şu sıra 80 yaşına bastı. Ama neden evine çekilmedi, tekrar milletvekili seçildi? Hasta biri, (Allah şifa versin) ama neden hala siyasetle uğraşıyor, daha doğrusu uğraşamıyor bile… Buna rağmen neden politikadan kopamaz? Ayağa kalkıp konuşamadığından yemin törenine katılamamıştı. Aylar sonra, tekerlekli sandalyede güçlükle yemin edebilmişti.

    O kadar genç insan siyaset yapamazken, tedavisi devam eden yaşlı biri neden siyasete devam eder? Çok faydalı olduğundan mı? Nedir buradaki karanlık şey? Sadece bencillik, sadece hırs mı? Neyin hırsı? Şunu demek İstiyorum: Acaba Ekrem İmamoğlu'nun çevresi, kimlerle çevrili? Ya da İmamoğlu kim? O da büyük oyunun figüranlarından biri olmasın? Ekmeleddin İhsanoğlu vardı, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı, hatırlayın. Ona da inanıp güven duymuştum. Muktedir, daha ilk oylamada onu da yenip yoluna devam etmişti.

    Ekmeleddin'in kim olduğu daha sonra çok konuşuldu. Şu anda, MHP ortaklığını da düşünürseniz Muktedir'in milletvekillerinden biri sayılır. Düşündükçe kendimden bile nefret edesim geliyor: Benim Cumhurbaşkanı adayım şu an mecliste ve Muktedir'in ağzının içine bakıyor, o ne derse kabul ediyor. Biz de buna siyaset diyoruz...

    Kemal Kılıçdaroğlu nasıl biri, onu da bilmiyorum. 70 yaşında, Ankara'dan İstanbul'a kadar yürüdü, büyük adalet yürüyüşünün lideri oldu. Ben de yürüyüşün son günü İstanbul'a gidenler arasındaydım. Kılıçdaroğlu'nu uzaktan gördüm, kalabalıktan yanına yaklaşmanın imkânı yoktu. Ülkenin her yerinden İstanbul'a gidilmişti. Milyonlarca insanla çok görkemli bir miting yapılmıştı. Tek slogan vardı: Hak, hukuk, adalet! Haftalarca devam eden bu eylemin bile siyasal bir sonucu olamadı. Hukuk katliamları devam ediyordu oysa. Aylardan yine Ramazan’dı.

    Darbeci imamların bir kısmı hapse atılmış, bir kısmı kaçmıştı. Bazıları içinse (ki, en önemlileri bunlardı) herhangi bir işlem yapılmıyordu; onlar (ki, imamları devletin içine onlar sokmuştu, zaten kendileri de imamdı, içiçe geçmişlerdi.) devlet organlarındaki görevlerine devam ediyorlardı. Hapse atılıp darbecilikle suçlananlar garibanlar olmuştu. On binlerce insan bir gecede terörist sayılıp işten atılıp hiçbir yerde iş bulamayacak hale getirilmişlerdi. Hapishanelerin tıka basa dolu olduğu günlerden geçiliyordu. Öyle ki, koğuşlarda yer açmak için affa ihtiyaç olduğu söylenir olmuştu.

    O sıra bir şeyler oldu, kaç kişinin tahliye edildiğini, çıkanların daha sonra hangi suçları işlediğini bilemeyiz. Bilen varsa da böyle bilgilere ulaşmazsınız... Neyse, söz uzamasın. O günlerde de adaletsizlik diz boyuydu. Yine oruçlar tutuluyor, iftar sofraları kurulup hukuksuz işlere devam ediyorlardı... Evet, ben de kafası karışık seçmelerden biriydim. Ne iktidar partisine ne de muhalefet partilerine güvenim vardı. Hâlâ öyleyim. Geçen sene, Muharrem İnce’yi desteklemiştim.

    Öyle umutluydum ki, bu kez diyordum, çelik duvarlar yıkılacak, demir kapılar açılacak, güneş doğacak, karanlık son bulacak sanıyordum. Ah, anlatamam o günlerdeki umutlarımı. Mitinglerde çatıların tepesine bakardım ki, insan dolu, çok şükür derdim... Ne kalabalıklar gördüm…

    Muharrem İnce de güzel konuşuyordu. Beğenmedim, doğru değil diyebileceğim tek bir söz çıkmıyordu ağzından. Duygularımıza birebir tercüman oluyordu. Hep konuşsun ben de dinleyeyim istiyordum. Ali İsmail Korkmaz'a varıncaya kadar anlatıyordu… Çok kişiler hayatını kaybetti de Ali İsmail'e yapılanlar dayanma sınırlarımı aşıyor.

    Hatırlıyor musunuz; İsmail'i bir köşeye sıkıştırmış sopalarla öldürmeye uğraşıyorlardı. Oradan kalkıp üstü başı kan içinde hastaneye gitmesi, sıra beklemesi, beklerken ki görüntülerinin hastane kameralarına yansıması, doktorun lazım gelen tedaviyi yapmayıp ihmal etmesi, kanayan yerlerini sarıp evine göndermesi hâlâ gözlerimin önündedir. Hâlâ Ali İsmail denince o sahneler gelir aklıma. 6 yıl oldu, hâlâ üzülürüm.

    Muharrem İnce içimize su serpiyordu, inanın yanmıştık, adaletli yargıçlara susamıştık ki sözle anlatamam bunu. Mitinglerde, aşırı güç kullanımı sırasında hayatını kaybeden gençlerin, çocukların ailelerine sorun, yargısız işten atılan öğretmenlere, memurlara, öğrenci velilerine, asker annelerine, şehit yakınlarına sorun, onları dinleyin. Ne var ki ağlamaktan anlatamayacaklardır dertlerini. Bu vaziyet içinde, adalet istiyoruz! diyen herkes bence iyi insanlardı. Herhangi bir partinin temsilcileri değildiler. İnsanlığa ait ortak vicdan yoluna girmişlerdi. İnsan olan hiç kimsenin itiraz edemeyeceği talepleri vardı.

    Muharrem İnce de iyi kalple vicdanlıca konuşuyordu. Sarayın lüks harcamalarından, Muktedir'in pahalı uçaklarından, ucu bucağı bilinmeyen servetinden söz ediyordu. Biz halkız! Bizi yemeyeceksin sen! Devletin bütün imkanlarını kullansan da yemeyeceksin! diyordu. Öyle yerinde, öyle güzel sözler dile getiriyordu ki, her sözü sosyal medyada slogan oluyordu. Bin odalı Saray'ı, üniversiteye çevirip bilim yuvası haline getireceğini haykırıyordu mesela. Öküzü samana, insanı soğana muhtaç ettiniz! diyordu ki haklıydı. Bırakın samanı, inek kalmamıştı memlekette. Soğan bile dışarıdan geliyordu. Ama Muktedir, bütün suçu dış güçlere yükleyerek oy istemeye, başkan olur olmaz ekonomiyi uçuracağına dair sözler vermeye devam ediyordu... Neyse...

    Sonunda dediği gibi de oldu, ama ekonomiyi söz verdiği gibi uçuramadı. Uçup giden patates, soğan fiyatları oldu. Memlekette sağlıklı, güvenli gıda arayışı başladı. Yine de çark dönüyor ama siz onu bir de işsiz, kimsesiz vatandaşlara sorun. Bir de çok büyük, çok özel yazlık saray vardı; İnce, onu da Muktedir'e ve çevresindekilere yedirmeyip tatil yapmaları için engelli vatandaşlarımıza vereceğini söylüyordu.

    Ah, o sözleri bulsam da tek tek yazsam size. Muktedir, bana oy verirseniz, bedava kek, oralet dağıtacağım, dinlenmeniz için kahvehaneler açacağım! dedikçe, İnce'nin sözleri yüreklere su serpiyordu. Bu ses nereye ulaşa yer, gök hak, hukuk, adalet sloganlarıyla inim inim inliyordu. Gerçekten de Muktedir'in konuşmaları adalet çığlıkları karşısında çok zayıf kalıyordu.

    13.05.2019

    Yoksa Yine Hile mi Hazırlanmakta?

    Dün, İstanbul seçim kurulu başkanının istifa ettiği haberleri yapıldı. Normal koşullarda insanca, hukuk içinde yaşıyor olsaydık birazdan söyleyeceğim şeylerin hiçbiri söylemek zorunda kalmazdım. Şimdi ister istemez soruyorum: Ne oluyor? Allah aşkına yine ne oluyor? Belki de ilgili kadın hakkımı istifaya zorladılar, bilemeyiz.

    Hangi nedenle olduğu açıklanırsa açıklansın, benim gibi milyonlarca insan bunun sıradan bir istifa olduğuna inanmayacaktır. Güvenimiz; özellikle de siyasi konularda hiçbir şeye güvenimiz kalmadı. O kadar çok dalavereli işler gördük ki artık her şey; iki kere ikinin 5 etmesi bile mümkün diye düşünüyoruz. Yalnız biz mi, dünya âlem biliyor ki Muktedir, ne yapıp edip bu seçime müdahale edecektir. Mazbatası elinden alınmış, İstanbul'un seçilmiş belediye başkanı Erken İmamoğlu'na, dolayısıyla halka, demokrasiye bir darbe daha vuracak, zerre kadar da üzülmeyecektir. İstanbul'u kazanmayı ölüm kalım meselesi olarak görüyorlar çünkü.

    Okuduğum yazıların birinde yabancı siyaset uzmanlarından biri de bu konuya dikkat çekip şöyle demiş: Muktedir'in yapacakları, daha öncekiler gibi hukuk, demokrasi tanımazlığın uç örnekleri olacaktır. Ekrem İmamoğlu'nu da Selahattin Demirtaş gibi düşmanlaştırıp hapse artırır mı? Fırsatını bulursa attırır. İstanbul seçimlerinin iptal edilmesi, Türkiye'nin demokrasiyle yönetilmediği yönündeki iddiaları doğrulamıştır. Muktedir, Saddamlaşma yolunda hızla ilerleye başlamıştır. Birinci gerçek şudur; hukuk tamamen terk edilmiştir. Seçimler iptal edilmiştir fakat, gerekçe yazılmamış, inandırıcı hiçbir neden ortaya konulmamıştır.  Komik iddialarla halkın iradesi hiçe sayılıp seçimlerin yenileneceği kararı alınmıştır. Buna bezer çok fazla açıklama yapıldı.

    O gün ben de ekran karşına geçmiş merakla Yüksek Seçim Kurulu'nun kararını bekliyordum. Saat iki civarında toplamışlardı. İftara az bir zaman kaldığı halde sonuçları açıklayamadılar. Normalde (kurum geleneğidir) toplantı yapılır, karar, en yetkili kişi; yani kurul başkanı tarafından ilan edilir. Seçimin yenilenmesi olayı son derece önemli olduğundan milyonlarca insan bu habere kilitlenmişti fakat, kurul başkanı ortada görünmüyordu.

    Şunu da bildirelim ki, çok partili rejime geçildiği güden beri, birçok ilde, ilçede, köyde seçimler yenilenmiş olsa da İstanbul seçimleri ilk kez yenilenecekti; ayrıca da sandık güvenliği üstüne yapılan tartışmaların hiçbiri bu kadar uzamamıştı. Hiçbir belediye başkanının mazbatası, İmamoğlu'nun mazbatası kadar geciktirilmemişti. Hiçbir beldeye başkanı haftalarca bekletilip azarlanmamıştı. Yine de Ekrem Bey, kötü bir söz söylemiyor, rakiplerini önce Allah'a, sonra millete havale ediyordu. Bu yüzden

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1