Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Okul Psikoloğunun Anıları
Okul Psikoloğunun Anıları
Okul Psikoloğunun Anıları
Ebook247 pages3 hours

Okul Psikoloğunun Anıları

Rating: 5 out of 5 stars

5/5

()

Read preview

About this ebook

Emekli olacağım son güne kadar, yani otuz yıl boyunca yeterli fiziki mekânı, mesela toplantı salonu, kütüphanesi, laboratuvarları, yeterli sayıda tuvaleti olan, derli toplu, geniş, ferah bir okulda görev yapmadım. Genellikle derslik sayısı az, spor alanları yetersiz, hatta hiç olmayan, az sayıdaki geçici taşeron işçilerin çay demleyip kalorifer kazanı yaktığı, klozetleri, lavaboları temiz olmadığından koridorlarına idrar kokusu yayılan, harita koymak için bile fazladan bir odası bulunmayan, betona boğulmuş, çocukların beton üzerinde oynadığı, çevresi gecekondularla ya da gecekondudan apartmana dönüşmüş evlerle dolu, senelerdir boya badana ihtiyacı içindeki okullarda rehber öğretmenlik yaptım.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateFeb 14, 2021
ISBN9781005259709
Okul Psikoloğunun Anıları
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Okul Psikoloğunun Anıları

Related ebooks

Reviews for Okul Psikoloğunun Anıları

Rating: 5 out of 5 stars
5/5

1 rating0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Okul Psikoloğunun Anıları - Yusuf Solmaz

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve ortaöğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    Yusuf Solmaz

    ©

    Okul

    Psikoloğunun

    Anıları

    Ben de Beğenilmek İstiyordum

    1. Basım

    Ocak 2021/ İzmir

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle ilgisi yoktur.

    Anlatılanlar, tamamen hayal ürünü olup

    hikâye olsun diye okurların ilgisine sunulmuştur.

    Y.S

    1

    Selam kardeş... Size kendimden ve neden beğenilmek istediğimden söz edeceğim. Derecesi neydi, ne kadar taktir istiyordum, bilmiyorum. Belki de hiç beğenilmemişlerin beğenilme isteğinden söz ediyorumdur. Sosyal medyada beğenilmek için ben de az çaba sarf etmedim. Önce şunu söyleyeyim ki, beğenilmeyi istemek kötü bir şey değil. Beğenilenlerle beğenilmeyenler arasındaki farkı bilirsiniz. İnsanın yürüyüşü bile değişir. Parası olanla olmayanların yürüyüşü gibi farklılaşır. Beğenilmeyenler silik, ezik, işe yaramaz görünür. Bu nedenle söylemeli ki, beğenilmeyi istemek kadar doğal bir şey yok. Beğenilmek insana enerji verir, başarma isteğinizi kamçılar. Beğenilmeyenlerin bir ayağı çukurda gibidir.

    Sosyal yaşam ortaya çıktığından beri beğenilmenin peşinde olsak gerek. Her konuda beğenilmek… Karşı cins tarafından beğenilmek başlı başına önemli bir konu. Bu mesele hayvanlar arasında da geçerli. Hayvanlar da kendilerini karşı cinse beğendirmeye çalışıyor. Onlar da birbiriyle yarışmakta. Bir de bir işi iyi yaptığını düşündüğü için beğenilmek isteyenler var. İyi doktor, iyi avukat, öğretmen, hemşire olmak gibi…

    Beğenilmeden yaşamak mümkün mü? Mümkün fakat çok zor. Sorunları artıran bir yaşama biçimi... Sosyal varlıklar olduğumuzdan beğenilmek su gibi gerekli... Suyu bulamayan kurur, gelişemez, ölürüz. Meslekleri daha iyiye götüren şey de beğenilmek... Yeni bir şey yaptığınızda beğeni kendiliğinden gelir. Herkes işini iyi yaparsa o ülke gerilemez, kalkınır. Birbirini beğenenlerle dolu ülkelerin yaşam kalitesi de diğerlerinden farklı olacaktır. Geri kalmış memleketlerde, mesleğini iyi yapamayanların varlığı tesadüf değildir. Öğretmenleri tarafından beğenilen öğrenci daha iyi şeyler yapmak ister. O öğrencinin neden beğenildiğini görenler de onun gibi olmaya çalışır. Mesela çalışkan, düzenli, iyi huylu olmayı isteyebilirler. Bu noktada kimin sizi beğendiği de önem kazanıyor. Mesela, ünlü biri tarafından taktir görmek gibi… Diyelim şarkıcı olmak istiyorsunuz, ünlü bir şarkıcı sesinizi çok beğendiğini söylüyor. Bundan daha güzel taktir olur mu? Şarkıcı olmadan şarkıcı gibi hissetmez misiniz? Bundan sonra emin olun kimse sizi tutamaz, mutlaka amacınıza ulaşırsınız.

    Beğeninin etkili olması için doğru olması gerekir. Yalakalık içeren beğeni zarar verir. Konumuz yalansız beğenmek... Diyelim çocuksunuz, nasıl bir resim yaparsanız yapın beğeniliyor. Bu, başlangıçta önemli, olması gereken bir şey. Çocuğun küçük de olsa adımları desteklenmeli, alkışla, güler yüzle ödüllendirilmeli. Öğretmenleriniz, aileniz değersiz çizimlerinizi bile alkış tutmalı ama bir yere kadar. Alkışlanmak başlangıçta önemli, daha sonra bir nedene, değere bağlı olmalı. Yürümeye yeni başlayan çocuğun alkışlanması mesela, doğru bir beğenidir. Çocuk her adım attığında çevresindekilerinin sevincini görüp mutlu olur. Konuşmada da görürüz bunu; desteklenen çocuklar daha çok kelimeyi, daha kısa zamanda öğrenir, daha çok konuşma hevesi duyarlar. Yanlış yapmaları sorun olmaz, yanlış yapa yapa, yanlış yapmaktan korkmadan kelimeyi en doğru şekliyle telaffuz etmeye başlarlar.

    Sorun yanlış beğenmeyle ya da eleştiriyle başlar... Yanlış eleştiri, yanlış zamanda yapıldığında soruna yol açacaktır. Aslında eleştiri de beğenme gibi geliştirir ama ikisi için de doğru zamanda ve doğru sözle müdahale şarttı vardır. Örneğin, konuşmaya yeni başlayan çocuklar bazı kelimeleri doğru söyleyemez. Doğru telaffuz gecikip uzayabilir. Çocuğun yanlışını düzeltmekten yorulan anne ya da baba kızmaya başladı mı hiç kuşkunuz olmasın ki sorun büyüyecektir. Kimi çocuklarda kekemelik böyle başlıyor. Önce çocuğun psikolojisi bozuluyor. Bozulan psikoloji, sözcüklerin ya da bazı harflerin çıkarılmasını sorun haline getiriyor.

    Söz uzamasın... Beğenilmek her yaşta önemli. Stefan Zweig’ın Bir Çöküşün Öyküsü adındaki öyküsü de beğenilme üzerine… Kitapta, bir karakter üzerinden, beğenilme umudunu yitirenlerin ne duruma düştüğü anlatılmakta. Umudu kapandı mı, insan da kapanıp yok oluşa doğru sürükleniyor. Sözünü ettiğim öyküde, kralın gölgesindeki güçlü kadın Mademe de Prie’nin çöküşü anlatılır. Prie, yaşamının ilerleyen yıllarında uzak bir şatoya sürgüne gönderiliyor. Süslü bayanların, beylerin, baloların olmadığı, kimseye hükmedemeyeceği, tayin, terfi işleriyle gücünü gösteremeyeceği bir yere… Gittiği bu yerde nasıl yalnızlık çekip mum gibi eridiğini, yeniden beğenilmeyi, çevresinde hükmedeceği insanlara ihtiyaç duyduğunu, olumsuz bir karakter olmasına rağmen okuyup üzülüyoruz. Beğeni duygusunun tatmin edilmemesi Madamı intihara kadar sürüklüyor. Bu noktada şunu da belirtmeli. Sağlıklı kişilik yoksa sürekli beğenilirken birden beğenilmemek, sudan çıkan balık gibi insanı öldürebilir. Ansızın oksijensiz kalmak gibi bir şey bu.

    Hayatları beğenilmekle geçen şarkıcılar, oyuncular, tanınmış sanat insanları, bazen siyasetçiler, politikayla uğraşanlar, tatlı günahlar işleyip alkışlar arasında mutlu mesut yaşayanlar, başkalarına yaptıkları haksızlığa rağmen ünlü olanlar, can alarak siyaset yaptıkları halde el üstünde tutulanlar bana sorarsanız daha pek çok kişi saatli bomba üzerinde yaşamakta. Ve bu bomba genellikle patlıyor. Muhatabını mutlaka yaşayan ölülerin arasına sokuyor, sonra da cehennem ateşlerinde sessiz çığlıklar içinde yakıp yok ediyor. Pek çok ünlü, yaşamının bir döneminde paramparça duygular içinde ne yapacağını bilemez hale geliyor. İş hayatından sonra alkışlar kesilip ışıklar sönünce, geçmişin hatıralarıyla avunamama, acı çekme dönemi başlıyor. Gönül, alkış, taktir eskidendi dese de kiminde, beğenilme isteği hiç azalmıyor. Azalması için kişinin Madame de Prie gibi olmaması, kendini geliştirmesi, hiçlikle barışık olması gerekmekte. Hiçliği bilmeden hayatlarının sürdürenler bir gün mutlaka uçurumdan yuvarlanıp tapa taklak olmakta.

    Bu bağlamda şanslı saymalıyım kendimi. Emekli okul psikolojik danışmanı olarak öğrencilerimi özlüyorum, yeni tanıştığım, daha önce nasıl bir şey olduğunu başkalarından dinleyip kitaplardan okuduğum, yaşlanıp işe gitmeyenlerin bildiği yalnızlığımla baş etmeye çalışıyorum. Emekli olunca, öğrenci, öğretmen çevrem dağıldı elbet. Hatırlıyorum da tatil kasabasındaki öğretmenliğim sırasında caddeden geçerken pek çok kişiden selam alırdım. Dışarıdan gelenler, özellikle yabancı turistler, aldığım selamlara, gördüğüm ilgiye bakıp belki de ünlü biri olduğumu, oyuncu, türkücü olup tatile geldiğimi düşünürdü. Şimdilerde eskiden psikolojik danışman olduğumu, bir okulda görev yaptığımı bilmeyen küçük bir kasabada yaşıyorum.

    Her şey geride kaldı. Öğrencilerim büyüdü... Kaçı evlendi, kaçı iş buldu, kaçı diplomalı işsiz bilmem... Hayat hızla akarak değişmekte... Benden iki yaş büyük ablam çoktan torun sahibi oldu. Ülkemizde iyi kötü demokrasi vardı yıkıldı, yerine tek adam devleti de denen yeni bir rejim geldi. Bilim çağı ilerlerken, yapay zekâ teknolojileri üzerine fuarlar açılırken insanın mağara kültürüne doğru nasıl gerilediğini hayretle izlemekteyim. Genellikle evde kalıp emekli İngilizce öğretmeni olan karımla korona virüs belasına yakalanmamaya çalışıyoruz. Bir taraftan da, her yere maskeyle girip çıktığımızdan olsa gerek, yaşamın tadı tuzu kalmadı diye düşünmekteyim. Bu satırları da kime, neden yazdığımı bilmeden kaleme alıyorum.

    Şunu bilin ki, emekli olup kenara çekildiğinizde bir gün siz de ne demek istediğimi anlayacaksınız. Beğenilme duygusu hiç bitmiyor. Hiçliğin ne olduğunu bilseniz de, beğenilmeyip öylesine yaşamanın üstesinden kolayca gelemiyorsunuz. İçimde hâlâ beğenilme arzusu var. Yaptığım bir şeyle anılıp beğenilmeyi çok istiyorum. Bunun için bir ara internete girip bir şeyler paylaştım. Başkalarının çektiği görüntülerden, yazılardan yararlanıyordum. Bu şekilde yüzümü, adımı göstermeden de güzel bir şeyler yaparak beğeni kazanabilirim sandım. Denedim fakat, olmadı. Küçük bir de araştırma yaptım, nasıl fenomen olunduğunu anlamak için.

    Uzaktan psikolojik danışmanlık yapabilirdim. Bunun için parayla kaydolunan siteler olduğunu öğrendim. Para verip önce bir siteye üye olmam gerekiyordu. Güvenilir kuruluşlar mıydı bilinmez. Ya dolandırıcılarla muhatapsam... Ya her ay kira ödeyip boş yere müşteri beklersem... Ya paramı alıp dalga geçer gibi uyduruktan, film icabı bir danışan çıkarırlarsa karşıma. Sonra da filmimi yapıp oynatırlarsa... Anlayacağınız hep endişeliydim. Sözünü ettiğim sitenin ücretini ödeyip onayını aldıktan sonra danışmanlık işine başlayabileceğim söyleniyordu. Hangi okuldan mezun olup kaç yıl danışmanlık yaptığımı mı kanıtlayacaktım... Ya diploman yetmez, hadi başka kapıya derlerse...

    Ayrıca ekrandan psikolojik danışmanlık yapmak alışkın olmadığım bir şeydi. Kime hizmet vereceğim de belirsiz. Toplumu tümden hasta mı sanıyorsunuz yoksa? Sakat olsanız ne yazar? Rahatsızım deyip kim danışmaya ihtiyaç duyuyor? Zaten pahalı bir hizmet... Okullarda psikolojik danışma yok değil, oldukça yaygın fakat ona da giden yok. Çünkü para alınmıyor. Maaş alıyorsunuz ya, üste para istemediğinizden hak ettiğiniz değeri görmüyorsunuz. İmamlar, para alıp yazdıkları muskalarla sizden daha önemli sayılabiliyor. Maalesef bizde parasız yapılan işe değer verilmez. Değerli mi olmak istiyorsun? İlla para, hem de çok para isteyeceksin. Ancak o zaman yaptıkların kıymetli hale gelir. Şu da var ki, psikolojik tedaviye genellikle mecbur kalındığı için gidiliyor. Bunu da not olarak belirtmiş olayım. Milletçe sağlıklıyız çok şükür...

    Kadın cinayetleriyle dolu ülkemizde ruh sağlığı bozuk birey aranmasına da gülesim geliyor. Şaka bir tarafa, psikolojik danışma resmi olup kayıt tutulduğundan psikoloğa gitmek imama gitmekten daha zor. Hacıya, hocaya gittiğin unutulur ancak deli doktoruna gittiğin kayıt altına alınır. Halk arasındaki isimlerimizden biri de deli doktoru olduğundan başınız derde girer, en azından adınız çıkar. Mesela askerler, polisler, güvenlik işiyle uğraşanlar, ruh hastası denmesinden korkup mümkün olduğunca psikologlardan uzak dururlar. Psikolojik destek almak, ruh sağlığının bozuk olduğu anlamına gelir, bu yüzden de faturası ağır olabilir. Aldıkları psikolojik destekler yüzünden mahkemelerde zor duruma düşenler var. Söz konusu kişi, kavgaya karıştıysa zaten hasta olup danışma hizmeti aldığından, ilaç kullanıp deli olduğundan söz edilebilir. Partizanlık yüzünden sayıları giderek artan hakimler, sözde savcılar da bu belgelere bakarak ya da bunları fırsat bilerek ceza vermek istediklerini suçlu, korumaya çalıştıklarını suçsuz gösterebilirler.

    Son on yıla bakıyorum da ülkemizde demokrasi, bilim, adalet adına korkunç şeyler olmakta. Otuz yıl önce bu günleri düşündüğümde Avrupa Birliğine üye ülkelerden biri olacağımızı sanıyordum. Olduğumuz yerde bile kalamayıp bu kadar geriye gideceğimiz hiç aklıma gelmiyordu. Çağdaş dünyada ne varsa evet, ülkemizde de var gibi görünüyor. Psikoloji var mı, var, psikologlar görev yapıyor mu, yapıyor. Hukukçu ne kadar hukuk uygulayabiliyorsa, öğretmen ne kadar öğretebiliyorsa, psikologlar da o kadar danışma yapabiliyor. Örneğin piyasada psikolog gibi çalışan çok sayıda aile danışmanı, yaşam koçu, manevi psikolog olduğunu biliyorum. Kendilerini sosyal medyadan, televizyonlardan izlediğim oluyor. Bazıları o kadar ünlü ki, paraya para demiyorlar, kitapları yok satıyor. İmza günlerine on binlerce okur katılıyor. Aklımı dumura uğratan manzaralara tanık oluyorum. Zenginlere, nasıl yaşanacağını, ünlülere nasıl mutlu olunacağını ne yenilip ne yenilmeyeceğini, günde ne kadar spor yapılması gerektiğini öğretenler olduğunu da düşünürseniz, piyasanın ne kadar geniş olduğunu görebilirsiniz. Herkes, birbirini soymanın yolunu bulmuş devam ettiriyor. Nedenini bildiğinizden adım gibi eminim. Evet, neden denetimsizlik. Diplomasız olup doktor olan mı ararsın, öğretmen mi, mühendis mi, milletvekili mi, başbakan mı, cumhurbaşkanı mı, ne ararsan var? Böyle bir ortamda elbette belgesini çıkaran psikolog olduğunu kanıtlayacaktır. Hele de bu, Amerika'dan alınmış bir belgeyse.

    Bu psikologların kim olduğu, nasıl bu işlerin başına geçtikleri bilinmez. Bilinir de bunlara nasıl izin verildiğini anlamak güç. Mühendis olduğu halde mesela, yurt dışından psikoloji eğitimi aldığını gösteren sertifika ya da diploma alanlar, uzman gibi televizyonlara çıkıp bilmedikleri konularda saatlerce konuşabiliyorlar. Yaptığım araştırmaya göre Avrupa da ya da Amerika’da dünyaya diploma satan çok sayıda özel üniversite ya da sözde bilim yuvaları varmış. Amerika’dan diplomalı olunca parmakla gösterilenler olduğunu, çok önemli eğitimlerden geçerek bu günlere geldiğini sandığımız kişiler oluyor. Ortalık kendi reklamını yapanlarla dolu. Bazı diplomalar, ülkemiz üniversiteleriyle denklik anlaşması yapmamış mesela. Buna rağmen bu diplomalarla caka satanlar var. Yani gelişmiş ülkelerin kimi uyanıkları, bizim gibi geri kalmış ülkelere diploma ya da sertifika satıp haksız kazanç elde ediyor. Hem düşünsenize, üniversiteyi farklı bir alanda okuyup sonradan sertifikayla nasıl psikolog olunur. Benim bildiğim psikoloji eğitimi dört yılda bitmiyor. Dört yılda ancak psikolojiye giriş dersleri almış gibi olursunuz. Gerisi emeğinize bağlı. Sürekli öğrenmeniz gereken, öğrendiklerinizden çözümlemeler yapmanız gereken bir alandan söz ediyorum.

    Diyeceğim şu ki, iyi yaptığımız iş kalmadı, her işi kötü yapıyoruz. Psikologlar derneği var mesela, onların da gücü psikoloji alanını korumaya, şarlatanları alandan uzaklaştırmaya yetmedi, yetmiyor. Fakülteden tanıdığım değerli hocalarımız da bu konu üzerine çok şey söylediler, onları da duyan, dinleyen olmadı. Kim ne dediyse sonuç, liyakatsızların arzu ettiği gibi olmaya devam ediyor.

    Yalnız ormanlarımız, su kaynaklarımız, madenlerimiz, yaşam alanlarımız mı yok oluyor sanıyorsunuz yoksa siz? Mesleklerimiz de liyakatli olmaktan uzaklaşıyor. Her mesleğin şarlatanı çıktı, çıkıyor. Gazetecilikten başlayarak pek çok alan çürüdü, çürüyor. Satın aldıkları diplomalarla meslek icra edenler var. Atatürk cumhuriyetine yönelen saldırı bir yerden değil, her yerden devam etmekte.

    Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de manevi danışmanlık diye rehberlik ve psikolojik danışma benzeri yeni bir konu ortaya attılar ki, önceden sözcük bulunamazken internet, bu alan üzerine açıklamalarla, önemine işaret eden akademik çalışmalarla dolup taştı. Sanki, hastalara din desteği yoktu, isteyen imam bulamıyordu, hastanelere imam giremez yasağı vardı. Sanki bütün ihtiyaçlar, doktor, hemşire, sağlık çalışanı, tıbbi araçlar mesela, giderilmiş, alınmadık malzeme kalmamış, sadece imam ihtiyacı çözülememiş, onu da nihayet halletmişlerdi... Böylece, kel başı şimşir tarakla taramaya başladılar. Bu şartlar altında nasıl olsa iyileşemezsiniz, en iyisi ölüme hazır olmanız der gibi bir anda binlerce kadrolu imam görevlendirdiler. Güç biz de deyip bir kararla her yere, öğrenci yurtlarına kadar manevi danışmanlar atadılar. Böylece imam hatip kökenli yandaşlarını destekleyip aylıkla ödüllendirdiler. İmam demeyi bilimsel bulmamış olacaklar ki, psikolojinin kavramlarını kullanarak, bu kavramlardan yararlanıp buldukları isimlerle atama yapıyorlar. Yetmedi, manevi danışmanlık kürsülerini açtılar. Yetmedi, psikologların ruh sağlığına yaklaşımıyla manevi danışmanların yaklaşımlarını aynı kefeye koyup satışa çıkardılar. Hatta manevi danışmanlara daha büyük önem atfettiler. Sormak gerekmez mi? Allah’ın varlığından, cennetten, cehennemden söz edilip ruha teselli verilecekse buna mâni olan mı vardı? Olduysa ne zaman? Ömrü hayatımda böyle bir engel ne duydum ne gördüm.

    Sözü daha fazla uzatmayalım. Zor zamanlarda milletimiz hangi duaları okuyacağını, nasıl namaz kılıp oruç tutacağını çok iyi biliyor, bunun için maaşlı elemanlara ihtiyaç var mı? Yok, fakat, amaç din sömürüsü olunca hükmedenleri durdurmanın olanağı kalmadı. Biz böyle arzu ediyoruz dendi mi akan sular duruyor. Neyse… Bu meselede çokça siyaset var kardeş. Daha fazla konuşursak Dine karşı mısın? diyen çok olur…

    Nasıl yapsam da emekli halimle beğenilsem diye yeni bir arayışa girdiğimden söz ediyordum. Resim çektim paylaştım, video hazırlayıp yayınladım, olmadı. Bir süre daha başka ne yapabilirim diye düşünüp durdum. İnternette kendi sitemi kurup psikolojik danışmanlık yapabilir miydim? Mümkündü ama ticari bir iş olacaktı bu. Daha önemlisi tanıtım… Kendimi nasıl tanıtacaktım? Piyasa, danışman kaynarken, üstelik bunlar, şan şöhret içinde yüzerken danışanlar, neden beni seçecekti? Ayrıca şu da var ki, ruh sağlığına yatırım, sorun iyice ağırlaşmadan yapılmaz. Cin çarpmış gibi olmadıkça insanlar psikolojik destek almayı düşünmez, düşünseler de maliyetini karşılayamayacaklarından vazgeçerler. Tam da bu noktada manevi danışmanlara ihtiyaç duyulur. Hele de cin çarpmasından söz ediliyorsa…

    Neyse… Şunu da dememe izin verin. İnternet konusunda kendimi ilerletmeye zamanım olmadı. Bunda beceriksizliğimin de etkisi oldu, oluyor. Öyle ünlü danışmanlar var ki, kimilerinin diploması bile yok dedim ya… kıskanmasam belki de umurumda olmayacaklardı. Ünlü olup el üstünde tutulmalarını değil, edindikleri hayran kitlesini kıskanıyorum. Onların ulaştığı seviyenin onda biri olamadım diye ne diyeceğimi, nasıl çamur atacağımı şaşırıyorum. Sahte diplomayla ya da diplomam var diyerek internette hizmet verenler, benim gibilerini misliyle geçtiler. Liyakatsiz olup aile danışmanı olanların nasıl bir hizmet verdiğini varın siz düşünün. Demek ki alan da veren de durumdan memnun. Onlar kadar olamadım diye kendime ben de kızıyorum.

    Belki de kamera karşısına geçip konuşmak zor geliyor. Zamanla alışırdım ama uğraşmadım. İzlediğim filmlerin birinde Yutubta fenomen olmuş gençler vardı. Bütün gün geyik muhabbeti, sulu şakalar yaparak yeni takipçi kazanıyorlar. Ne yaptıklarını oturup izlediğim oluyor. Takipçi sayıları gerçekten dudak uçuklatır. Şurası kesin ki daha çok beğenilmek için içeriğin iyi olması gerekmiyor. Pazarlama bilmeli. Kendini, söyleyeceklerini pazarlayacaksın… Fakat bunların neye faydası var? Takipçi edinenler bunu paraya dönüştürüyor belki ama sonuçta boş işle uğraşıyorlar.

    Güzel resimlerini, geliştirdikleri vücutlarını paylaşan genç kızlara ne demeli... Onlar da bin kişiye takipçi demiyor. On binlerce, milyonlarca takipçisi olan var. Kadın bedenine gösterilen ilgi de enteresan. İnsanlar güzele bakmayı seviyor. Hadi bunu da kıskan… Ünlü değilseniz, erkek olup istediğiniz kadar vücut geliştirin... Erkek bedeni kadınınki kadar ilgi görmüyor. Neden mi? Çünkü kadınlar, erkekler kadar rahat beğenip yorum yapamıyor. Belki onlarda beğeniyor, bir şey söylemek istiyor ama laf olur diye susuyorlar. Beğen de gör… Ne kadar erkek varsa üzerine gelir. Kadın aranıyor deyip atışa geçerler.

    Güzel vücutlu, ünlü, oyuncu, şarkıcı olmadığınızı var sayarak söylüyorum, makale yazsanız beğeni kazanır mısınız? Sanmam kardeş. Ünsüzken dikkatleri nasıl üzerinize çekeceksiniz? Ayrıca neden okusunlar ki, adı sanı olmayan sizin gibi birini? Çok mu ilginç, bugüne kadar hiç söylenmemiş fikirler öne süreceksiniz? Siyasi konularda yazsanız, sabahtan akşama kadar siyaset konuşuluyor. Geri kalmış ülkelerin ortak özelliği bu… Bezginlik geldi bu tür konulardan, ne deseniz boş. Sanat mı yazacaksınız? Hangi sanat? Televizyonlarda ki sanat mı? Dizi film sanatından başka ne var? Kaliteli filmler televizyonlarda da çok az izleyiciyle buluşuyor. Diyelim dizi eleştirisi yapacaksınız. Kötü bir dizi fakat, milyonlarca izlenen bir diziden söz edeceksiniz. Alan memnun satan memnun… Size ne oluyor? demezler mi? Milyonlarca takipçiden her gün alkış alanları eleştirmek boşa kürek çekerken kötü söz duymaya benzer. Gerek yok, zararı siz görürsünüz. Denedim bunu, birazdan anlatacağım. Beğenisine dil uzattığınız kalabalıklar üzerinize

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1