Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları
Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları
Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları
Ebook514 pages5 hours

Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Helinciğim,
Kusura bakma, kaç gündür yazamadım sana. Öyle şeyler oldu ki, nereden başlasam anlatmaya bilemiyorum. Konu tahmin edeceğin gibi yine Öteki. Adını dahi söylerken kapıldığım öfke öyle büyük ki, bir an önce içimi boşaltmazsam bomba gibi patlayabilirim... Ben bu haldeyken ne oldu biliyor musun? Hani yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış derler ya, Öteki de bunca olaydan sonra beni bastırmaya kalktı. Odamda oturmuş bilgisayardan gazete haberlerini okuyordum. Öteki sinirle kapıyı açıp içeri girdi. Önce hiç konuşmadı. Odada ben yokmuşum, adam değilmişim, onu izlemiyormuşum gibi davrandı. Sinirden dişlerini yiyor, iki duvarın arasında gidip geliyordu. Arada bir de, ayağının birini yere vurarak,
—Olamaz, böyle bir şey mümkün değil, dediğini duyuyordum. Daha fazla dayanamadım.
—Ne oldu sayın N? diye sordum. Lütfedip yüzüme baktı. Hatırlaya bildiğim kadarıyla aramızda şöyle bir diyalog başladı. Yüzüme kinle bakarken dedi ki:
—Ne yapmak istiyorsun? Açık olalım. Lütfen sen de derdin neyse, neyin hıncını almak istiyorsan söyle? Her şeyi anlat bana. Gerçekten bıktım usandım. Yoruldum anlıyor musun? Geldiğim günden beri huzurum yok. Ne yapmaya çalışıyorsun? Beni delirtince başın göğe mi erecek? Söyle hadi! Sonuç olarak ne sen ne ben, babamızın işini yapmıyoruz. Devlet memuru olup aynı maaşı alıyoruz. Her konuda, her işte eşit haklara sahip değil miyiz?
—Aksini mi söyledim?
—Bakın sayın N, bana bir şey dediğiniz yok. Sorun da burada. Bir şey demiyorsunuz ama sürekli kin duyuyorsunuz. Nedir içinizdeki bu öfkenin kaynağı? Kendinizi yalnız mı hissediyorsunuz? Boşa kürek çektiğinizi mi düşünüyorsunuz? Sevmediğiniz mesleğe kölelik yapmaktan mı hoşlanmıyorsunuz, anlamıyorum ki. Benim de sorunlarım var. Size bir şey diyor muyum? Şu ana kadar sizin yüzünüzden mutsuz olduğumu dile getirdim mi hiç?
—Sizin sorununuz ne biliyor musunuz?
—Neymiş? Hadi söyleyin lütfen.
—Yalan söylemek. Benim yüzümden mutsuz olduğunuzu söylemek için odama gelmediniz mi?

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateMar 11, 2023
ISBN9798215433287
Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları

Related ebooks

Reviews for Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Bir Rehber Öğretmenin Sanrıları - Yusuf Solmaz

    Bir Rehber Öğretmenin

    Sanrıları

    Yusuf Solmaz

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    *

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgulanmış karakterlere aittir.

    *

    Birinci Yayın yılı: Mart 2023/ İzmir

    1

    3 Ocak 10:00

    Bugün yapay zekaya: Roman yazmak istiyorum. Önerilerinize ihtiyacım var. Ne yapmalı, nereden başlamalıyım? diye sordum. O da bana şunu söyledi: Roman yazmak için, öncelikle iyi bir hikâye fikri ve bunun üzerine inşa edeceğiniz plana ihtiyacınız olacak. Daha sonra, karakterlerinizi geliştirin ve onların hikayenizdeki rolünü belirleyin. Bunu yaptıktan sonra, hikayenizi anlatmak için bir öykü anlatımı yaratın ve dilinizi doğru bir şekilde kullanarak, okuyucularınızın dikkatini çeken bir tarz oluşturun. Ayrıca, hikâyenin akışını düşünün ve olası zorluklar ve çatışmaları nasıl ele alacağınızı planlayın. Eğer bu adımları takip ederseniz, iyi bir roman yazma şansınız olacaktır.

    Bunun üzerine ben de ona: Ne demek istediğinizi anladım, dedim, romanımın konusunu okumanızı istiyorum. Böyle bir romana başlasam nasıl olur sizce? Yazdıklarım hakkındaki görüşlerinizi bildirirseniz memnun olurum. Romanın konusunu, ele alacağım karakterlerden biri şöyle dile getirir: Her zamanki günlerden biriydi. Son ders zili çalmıştı. Birden hava karardı. Sanki güneş tutuldu. Her yeri aydınlatan ışık gidince lamba sönmüş gibi oldu. Çok sürmedi başlayan aydınlık hızla yükseldi. Lambanın sürekli aydınlanmasına, voltajın yükselmesine benzer bir durum söz konusuydu. Bu defa bakılamayan parlaklık nedeniyle bir şey görülemedi. Bu da bir dakikadan az bir sürede olup bitti. Işık normale döndüğünde çevremizdeki bütün binaların yok olduğunu gördüm. Sadece okul kalmıştı. Koca bir çölün içinde bizden başka kimse görünmüyordu. Okulun şeklinde, öğrencilerin sayısında değişiklik yoktu. Okulda 600 öğrenciyle, benle birlikte 21 öğretmen vardı. Göz gözü görmeye başlayınca sanıyorum herkesin aklına rüya gördüğümüz geldi. Öyle ki, gerçek olduğumuzu anlamak için birbirimize dokunmamız gerekti. Yalnızca din dersi öğretmenleri değil, bütün öğretmenler, okul rehber öğretmeni olarak ben ve öğrenciler, dua etmeye başladık. Bir dakika, iki dakika, üç dakika, beş dakika, bir saat, iki saat hiçbir şey değişmedi. Büyük bir şaşkınlık içinde dualarımız devam ederken, güneş batmakta, çölün ortasında akşam olmaktaydı."

    Yapay zekâ bir süre düşündükten sonra şu cevabı verdi: "Bu roman konusu çok ilgi çekici ve mistik bir hava yaratıyor. Hikâye, çöl içinde kalan okul binasında bulunan öğrencilerin ve öğretmenlerin yaşadığı olağandışı olayları konu alıyor. Bu olayların nedenleri ve nasıl gerçekleştiği hakkında bilgi vermiyor. Okul binasının dışında olup bitenleri, olanlar karşısında şaşkına dönen öğrencilerin ve öğretmenlerin bu yeni durumla nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını anlatabilirsiniz. Örneğin, çölde yalnız kalan bu insanların nasıl yiyecek ve su bulmaya çalıştıklarını, nasıl birbirlerine yardımcı olduklarını, çölde yaşama mücadelesini anlatabilirsiniz. Bu konu, okuyucularınızın merakını uyandıracak ve onları heyecanlandıracak bir roman olabilir.

    03 Ocak, 19: 54

    Konuya nasıl giriş yapmalıyım? Öneriniz var mı? sorusunu bu kez kendime sordum. Gerçek olan değil de hayalimdeki yapay zekâ şu cevabı verdi:

    "Diyaloglarla girebilirsiniz konuya. Kendini çölde bulanlardan biri kurtulup, mesela, okulun N adındaki rehber öğretmeni, polise gitsin. İlgili polisin, olanları dinledikten sonra rehber öğretmene ilk sorusu şöyle olsun:

    —Amma deli saçması bir şey. Buna inanmamı mı bekliyorsunuz?

    Çölden değil de banyodan yeni çıkmış gibi temiz görünen rehber öğretmen,

    —İnanın diye anlatmadım, desin ve diyalog şöyle sürsün:

    —Ne için anlattınız?

    —Neler olduğunu sordunuz ben de anlattım.

    —Diyorsunuz ki, ders sırasında bir anda hava kararması ve sonrasında aşırı parlak bir ışık patlaması yaşanmış, bu sırada okulun çevresindeki bütün binalar, okulun bulunduğu kent, coğrafya, iklim ortadan kaybolmuş. Durumu fark eden öğrenci ve öğretmenler, çölün ortasındaki okulun içinde camlardan dışarıya bakarak dua etmeye başlamışlar. Bir süre sonra, çevre değişse de okul binasında değişiklik olmadığı görülüp, kızgın çöl güneşinin batmakta olduğu fark edilmiş. Bunun haricinde bilgi vermiyorsunuz. 600 öğrenciyle 20 öğretmen vardı, hepsi öldü diyorsunuz. Bu nasıl bir olay? Neden medya, 600 öğrencinin, 20 öğretmenin öldüğü bu kadar önemli bir olaydan söz etmedi, söyler misiniz? Herkes öldü siz kurtuldunuz, öyle mi?

    —Evet.

    —Adınız neydi?

    *

    Sevgili okur, yukarıdaki yarım kalan diyalogdan öteye yol var mı? Ne demeli şimdi? N adını söylesin, diyalog sürüp gitsin mi? Polis memuru da haklı: bu kadar önemli bir olay olacak ve kimsenin haberi olmayacak. İsim soran polis şimdi şunu düşünmez mi? Acaba kendini öğretmen (okul psikolojik danışmanı) olarak tanıtan kişinin sağlık durumu nasıl? Aklı başında birimi yoksa tedavi gördüğü hastaneden kaçıp karakola masal anlatmaya mı geldi?

    O zaman şöyle yapalım: polis şimdilik rehber öğretmenin ruh sağlığını sorgulamaya çalışmasın. Diyalog şöyle devam etsin:

    Polis alaycı bir ses tonuyla desin ki:

    —Demek okulunuzda 600 öğrenci vardı?

    —Evet.

    —Demek birdenbire hava karardı, ışık patlaması oldu ve okulun çevresi değişti? Kendinizi uçsuz bucaksız bir çölün ortasında buldunuz, öyle mi?

    —Evet, inanmıyor musunuz?

    —Elbette inanıyorum... Kaç yaşındayım demiştiniz?

    —Atmış.

    —Atmış yaşındaki psikolojik danışmana inanmayacağım da kime inanacağım. Pardon, neden emekli olmadığınızı sorabilir miyim?

    —Emekli olmadığımı nereden çıkardınız?

    —Emekliyseniz okulda ne işiniz vardı?

    —Eski okulumu ziyarete gitmiştim.

    —Sonra bu olay oldu öyle mi?

    —Öyle.

    —Nasıl kurtuldunuz ve niye buraya geldiniz?

    —Nereye gitmeliydim sizce?

    —Nasıl kurtuldunuz önce onu söyleyin?

    —Az önce çöldeydim, şimdi neden değilim bilmiyorum. Bunun da araştırılmasını istiyorum; nasıl kurtuldum, neden böyle bir olay oldu, her şeyi araştırmanız gerekiyor.

    —Bak amca, kimse bize, bir okul içindeki 600 öğrencisi 20 öğretmeniyle kayboldu diye şikâyette bulunmadı. Bulunan olsaydı emin olun arar, o okulu bulurduk. Demek ki böyle bir olay yok. Hayal görmüş olmalısınız. İsterseniz psikiyatriste gidin.

    —Ruh sağlığımın yerinde olmadığını mı söylemek istiyorsunuz?

    —Orasını bilemem... Durumunuzu anlamak için psikoloğa gitmeniz gerekir.

    —Okul psikoloğu olduğumu söyledim ya...

    —Olsun. Terzi söküğünü dikemezmiş... Psikologların da psikolojik sorunları olur. Kalp doktorunun kalp rahatsızlığı geçirmesi gibi.

    —Meslektaşım olan birinden ruh sağlığım hakkında bilgi mi alacağım?

    —Elbette. Olamaz mı böyle bir şey? Niye şaşırdınız ki? Terzi söküğünü dikemez diye boşuna denmemiştir. Psikologlar da sağlıksız hale gelip olmayan şeyleri olmuş gibi görebilirler. Göremezler mi amca?

    —Görürlerde evladım, demek istediğim şu...

    —Yorma bizi amca... Görüyorsun kalabalığı. Üstelik virüs zamanı. Hasta olursun. Maske de takmamışsın zaten... Hasta sayısındaki artıştan haberin yok anlaşılan. Git evine uyu. Sana ne kaybolan okuldan? Hangi okul kaybolmadı, hangi okulun kıymeti kaldı ki... İşe yarar okul mu kaldı amca? Bırak kaybolan kaybolsun. Bir şey olmaz, boş ver. Rahatına bak sen.

    —Dinlemiyorsun ki...

    —Hadi söyle dinliyorum, söyle ne diyeceksen.

    —600 öğrenci öldü evladım.

    Polis acı bir tebessümle,

    —Niye öldüler, nasıl öldüler onu da söyle de git hadi.

    —Bazı öğrenciler paniğe kapılık çöle doğru koşmaya başladı. Kayboldular herhalde. Yollarını kaybedince geri gelememiş olmalılar.

    —Neden durdurmadınız onları? Neden okuldan uzaklaşmalarına izin verdiniz?

    —Durduramadık evladım. Genç çocuklar. Gitmeyin, dedim. Dinlemediler beni... Çevreyi kontrol etmek, cehennemden kurtulmak, yardım getirmek için gittiler.

    —Kim izin verdi gitmelerine?

    —Hiç kimse. Kendileri gitti. Lise öğrencilerinden söz ediyoruz. Söz dinlemediler.

    —Kaç kişi birden gitti?

    —Önce küçük bir grup gitti.

    —Küçük derken?

    —Sanırım beş kişiydiler.

    Acıyarak rehber öğretmene bakan polis,

    —Sonra Amca?

    —Gidenlerin sayısı arttı.

    —Hiç dönen olmadı mı?

    —Bir saat sonra üç kişi döndüler. Geldiklerinde her tarafın çöl olduğunu, yakında şehir, kasaba, köy gibi yerleşim alanı bulunmadığını söylediler. Daha fazla uzağa gitmeyi göze alamayıp dönmüşler.

    —Sonra?

    —Ne sonra?

    —Çölde diyorum ne kadar kaldınız ne kadar süre yardım beklediniz?

    —Bir yıl, tam üç yüz atmış beş gün...

    —Saydınız demek?

    —Saydım tabi...

    —Bir yıl boyunca çölde nasıl yaşadınız, hadi onu da anlat bari?

    —On ay boyunca rahattık. Ne olduysa son iki ayda oldu.

    —Olur tabi, çölde kalınır mı? Yine iyi dayanmışsınız. On ayı nasıl geçirdiniz? Su bulabildiniz mi?

    —Su, elektrik kesilmemişti.

    —Nasıl olur? Nedenini anlayabildiniz mi? Elektriklerin de kesilmediğini söylüyorsunuz. Çöldesiniz ya... Merak etmediniz mi? Bu su, elektrik nereden geliyor diye düşünmek gerekmez mi?

    —Işık patlamasından sonra, birkaç gün, su ve elektrik kesintisi oldu. Pislik içinde kaldık.

    —Deme yahu?

    —Önce elektrikler geldi. Sonra sular aktı.

    —Nasıl oldu peki?

    —Oldu işte... Işık patlamasından hemen sonra elektrikler kesildi dedim ya... Depodaki yedek su da bitince susuzluk başladı. Ardından açlık baş gösterdi. İki gün boyunca öğrenciler, kantindeki ürünleri saymazsak bir şey yiyemediler. Üçüncü gün sabah tekrar ışık patlaması oldu. Görme alanımız normale dönünce okulun yüz metre kadar ilerisinde büyük bir yapı olduğu dikkatimizi çekti. Uzaktan yemek kokuları geliyordu. Bir grup öğretmen binanın bulunduğu yere gitti. Döndüklerinde şaşkındılar ama, yüzleri gülüyordu. Binanın yemekhane olduğunu söylediler.

    —Daha neler?

    —Doğruyu söylüyorum inanın.

    —Peki... Kim vardı binada?

    —Çalışanlar, yemek pişirenler, bizi elleriyle içeriye çağıranlar, ama bunlar insan gibi değillerdi.

    —Nasıl yani?

    —Bakıyorlar, gülümsüyorlar ama konuşmuyorlardı.

    —Soru sorunca tepki vermiyorlar mıydı?

    —Her şeyi anlıyorlar, tepki de veriyorlardı ama konuşmuyorlardı.

    —Robota mı benziyorlardı?

    —Evet, robota benziyorlardı ama insansı yanları çok iyi tasarlanmıştı. Bilemiyorum. Belki de insandılar ama konuşmuyorlardı. Sadece söyleneni anlıyor ve yapıyorlardı. Mutfak işlerinden, yemek yapmaktan, yemekhaneyi yönetmekten, masaları temizlemekten anlayan, başka bir şey bilmeyen robotlara benziyorlardı.

    —Yemekleri nasıldı? Bildiğimiz yemeklerden miydi?

    —Evet, kuru fasulye ve pilav yapmışlardı. Yanında da ayva kompostosu verdiler.

    —Başka ne vardı binada?

    —Lavabo, tuvalet gibi bölümler vardı.

    —Susuz da kalmadınız?

    —Kalmadık.

    —Oh ne güzel... Çölde kaldınız ama bolca suyunuz vardı, öyle mi?

    —Öyle evladım... Elektrikler yanıyordu, sular da akıyordu.

    —Sonra amca?

    —Yemekhanenin lavaboları metaldi ama temizdi. Çeşmeler akıyordu.

    —Su boldu yani?

    —Boldu.

    —Suyun nereden geldiğini merak etmemiş olmanıza inanamıyorum doğrusu. Madem çöldesiniz, bu merak edilmez mi amca?

    —Merak etmedim işte.

    —Neden?

    —Sohbet edecek ortam olmuyordu. Zaten sorulara karşılık vermemek üzere programlanmış gibiydiler.

    *

    03 Ocak 21:54

    Böyle olmayacak. Romanın giriş bölümünü değiştirerek aşağıdaki gibi yaptım. İlerleyen sayfalarda ışık patlaması sonucu çölde kalma olayını anlatmaya devam edeceğim, ama romanın girişinde başka diyalog olsun istiyorum. Bu kez diyalog, N adındaki rehber öğretmenle, polisin sözünü ettiği psikolog arasında geçer.

    Durumu anlamaya çalışan psikoloğun ilk sorusu şöyledir:

    —Sayın N, galiba ağır bir dönem geçiriyorsunuz. Böylesi dönemlerde halüsinasyona benzer şeyler görülebilir. Hayaller gerçek gibi gelebilir. Düşle gerçek iç içe geçerek yanıltıcı olabilirler. Size de böyle bir şey olmuş olmalı. Zorlanmalı durumlarda görme, işitme ve hissetme gibi duygular bozulabilir. Bu tür deneyimler, genellikle stres, yorgunluk, aşırı alkol veya madde kullanımı gibi fiziksel veya ruhsal faktörler nedeniyle ortaya çıkar. Ayrıca, bazı ruh sağlığı sorunları, özellikle şizofreni ve bipolar bozukluğa bağlı halüsinasyonların görülmesi de mümkündür. Halüsinasyonların psikolojik açıklaması, insan beyninin duyusal algılarını yanıltmasına dayanır. Beyin, duyularımızdan gelen korkuya, kaygıya, endişeye, strese dayalı bilgileri işler ve bu bilgilere göre düşünce ve davranışlarımıza şekil verir. Beyin bazen yanlış bilgi de edinip bunları da işleyebilir. Bunun sonucunda halüsinasyonların oluşması kaçınılmaz olur. Örneğin, zihin yorgunluk nedeniyle duyulardan gelen bilgileri yanlış yorumlayabilir ve bu da gerçek dışı algıların görülmesine neden olur. Durumu anlamak için buradasınız... Alkolle aranız nasıl, fazla içer misiniz?

    —Kesinlikle hayır.

    —Hiç mi içmezsiniz?

    —Önceki yıllarda, on yıl önce demek istiyorum, içerdim. İçerdim dedimse sızıncaya kadar değil. Bir şişe bira içerdim. Biraya yarım çay bardağı kadar votka kattığım da olurdu.

    —On yıl önce dediniz değil mi?

    —Evet, on yıl önce...

    —Sonradan tamamen bıraktınız mı?

    —Ayda bir kere, hatta üç ayda bir kereye indirdim diyebilirim. Ardı arkası kesilmeyen zamları düşünürseniz, rakı almak da zorlaştı. Siyasal İslamcı kadro içkiye durmadan zam yapıyor. Gerekçe ne? Milletin sağlığını korumak, öyle mi? Yalan. İçki içenlerden oy alamadıklarını biliyorlar ya, basıyorlar fiyat artırmaya… Sonra da alkolle mücadele ettiklerini söylüyorlar. Ülkeyi uyuşturucu ticaretinin merkezi yapanlar, milletin sağlığını düşünecek, öyle mi?

    —Konuyu dağıtmayalım. Kendi kendinize konuşmaya başladınız, farkında mısınız?

    —Yok çocuğum, kendi kendime konuşmuyorum. Size söylüyordum ama telefonla ilgilendiğiniz için gereksiz konuştuğumu sandınız.

    —Neyse amca.

    —Sigara içmiyorsunuz yani, pardon, içki diyecektim.

    —İçki de içmiyorum, sigara da çocuğum. Zaten şeker rahatsızlığı başladı bende. İçersem yılbaşından yılbaşına... Yeni yıl kutlaması yapmayacaksınız diyenlere inat, hani şu alkolü yüksek biralardan var ya, bir tane ondan içerim, yeter bana.

    —Sigarayı da bıraktınız?

    —Üç yıl önce bıraktım.

    —Çok mu içerdiniz?

    —Yok çocuğum. Sosyal içiciydim... Yıllarca devam eden yalnızlıktan sonra, aşırı sigara içen bir kadın arkadaşım oldu. O da benim gibi yalnızdı. Yalnızlığın acısını azaltmak için birbirimize sevgi, saygı gösteriyor, hoş görüyle yaklaşıyorduk. Önceden çok az içiyordum, onunla birlikte ben de içmeye, sigara tiryakisi gibi olmaya başladım. Çok içtim. On yıl boyunca, tiryaki değildim ama tiryaki kadar içtim. Sonra ne yaptığımı, niye böyle davrandığımı, zaten az kazanırken kazancımın önemli bir kısmını sigaraya harcadığımı, sağlığımı hiçe saydığımı, kışın odanın içinde nasıl duman altı olduğumuzu düşündükçe moralim çok bozuldu. İçimden arkadaşıma kızıyordum. Ya arkadaşımı bırakacaktım ya sigarayı. Sigarayı bıraktım. Arkadaşımın benim gibi, kimsenin istemediği, sevmediği, arayıp sormadığı, zerrece değer vermediği birini bırakmak istememesinden çok etkilendim. Emeklilik yıllarımı yalnız geçirmek istemediğimden ayrılmayı göze alamadım. Bir kere denedim ama istendiğimi bildiğimden tekrar döndüm.

    —Arkadaşım derken evli olmadığınızı mı söylemek istiyorsunuz?

    —Önce beraber oturmaya başlamıştık. Sonradan evlendik.

    —İlk eşiniz miydi?

    —Yok evladım.

    —Kaç evlilik yaptınız?

    —Üç.

    —Son evliliğinizden söz ediyorsunuz herhalde?

    —Evet... Aslında evlenmek istemiyorduk. Siyasal İslamcılar, evli olmayanların beraber yaşamasını ahlaksızlık saydığından korktuk.

    —Ne yapabilirlerdi ki?

    —İkimiz de öğretmen olduğumuzdan, kanundaki 'genel ahlaka aykırı yaşama' suçlamasıyla suçlanıp meslekten atılabilirdik.

    —Daha neler amca? İmam nikahıyla yaşayan milyonlarca çift var.

    —Biliyorum da çocuğum, biz imam nikahı yaptırmak istemedik.

    —Neden?

    —İmam nikahına karşıyız evladım. Hangi çağda yaşıyoruz? Saray düzenine döndük diye kazanımlarımızı bırakacak değiliz.

    —Hangi kazanımlarınızı? Erkeklerin kaybettiği bir şey yok. İsterseniz dört kadına kadar evlenebilirsiniz.

    —Yanlış evladım, buna kazanım gözüyle bakılamaz. Kadına da dört erkekle evlenme izni veriliyor mu? Bu hak kullanılır kullanılmaz, ama kadına da tanınmalı. Kadın da erkek kadar özgür olacaksa bütün rejimlere evet diyebilirim. Kadının mutlu olmadığı yerde erkek de mutlu olamaz.

    —Kimse sizin gibi düşünmüyor amca... Demek kadınlar da dört erkekle evlenebilmeli öyle mi?

    —Öyle çocuğum, eşitlik olacaksa öyle.

    —Kimse bunları düşünmüyor bence, siz biraz değişiksiniz.

    —Değişik değilim kızım. Düşünülmez mi böyle şeyler? Çok düşünen var da kimse dinci çeteye güç yetiremiyor.

    —Neyse amca, siyasete fazla girmeyelim olur mu?

    —Olur çocuğum.

    —Eşiniz de mi dini nikaha karşıydı?

    —Karşıydı ama, kadın olduğundan resmi nikahla evlenmeye ihtiyacı vardı. Resmi evlilik, kadına değer vermeyen ülkelerde anne adaylarını az da olsa rahatlatır; bir nevi güvence altına alır. Arkadaşım hiç evlenmemişti. 'Evlenelim,' deyince onu kırıp ikimizin geleceğini de tehlikeye atmak istemedim. Zaten ileri yaşlarımıza gelmiştik.

    —Hala evli misiniz?

    —Evliyiz.

    —Mutlu değilsiniz ama?

    —Mutsuzluğum evliliğimden dolayı değil evladım. Genel bir mutsuzluk var bende. Evliliğe bağlı olmaksızın şunu rahatlıkla söyleyebilirim: benim gibiler, dünyanın en mükemmel kadınıyla da evlense mutlu olamaz...

    —Nedenmiş o? Mutsuz olmayı ayrıcalık gibi mi görüyorsunuz yoksa? Ne de olsa çileli bir milletiz? Yoksa acıda mutluluk mu buluyorsunuz?

    —Yok çocuğum. Acıda mutluluk bulmak değil bu.

    —Ne peki?

    —Varoluşsal acılar belki...

    —Hayatın anlamını, amacını mı kaybettiniz yoksa?

    —Siz buldunuz mu?

    —Derin konular bunlar amca... Neyse konumuza dönelim. Eşinizden söz ediyordunuz. O da bıraktı mı sigarayı?

    —Bırakamadı çocuğum, hala bırakmaya çalışır.

    —Kaç yaşında?

    —Elli beş. O da benim gibi emekli.

    —Emekli haliyle sigara mı içiyor?

    —Maalesef... Geçenlerde bir arkadaşımı gördüm, yetmiş yaşındaki annesinin sigara içtiğini söyledi.

    —İnandınız mı?

    —İnandım çocuğum. Ölmeyen ölmüyor. Bazen sigara içen değil, içmeyen kanser olur. Gel de çık işin içinden...

    —Allahın dediği olur amca.

    —Öyle evladım... Şimdiki gençler daha akıllı. Gerçi onları da uyuşturucunun kucağına ittiler. Ne çok şeyimizi alıp götürdü sigara. Bizim kuşaktakiler çok fazla sigara içen baba, ağabey, sinema oyuncusu gördü. Rahmetli Atatürk'ün de sigara içtiğini unutmamalı... Sigara bizim için büyümekti, adam olmaktı, insan yerine konmaktı. Devlet de el altından sigara içilmesini çok teşvik ederdi. Bilir misin çocuğum, parası olmayan, köyden gelmiş, ağzına sigara koymamış askerlere ücretsiz sigara verirlerdi, hem de askerlik bitinceye kadar düzenli olarak... Şimdiki gençleri de esrara, eroine alıştırıyorlar...

    —Neyse amca, konuyu dağıtmayalım.

    —Evet evet, konuyu dağıtmayalım.

    —Eşinize de anlattınız mı gördüğünüz sanrıları?

    —Anlattım evladım.

    —Nasıl anlattınız?

    —Çalıştığım okulu çölde gördüğümü anlattım. Bir yıl çölde yaşadığımızı, sonra herkesin öldüğünü anlattım.

    —Bütün detaylarıyla anlattınız mı?

    —Detay yok ki çocuğum, sürekli değişen sanrılar görüyorum.

    —Uyku düzeniniz nasıl amca?

    —Çok iyi sayılmaz.

    —Doktora gittiniz mi?

    —Gitmedim.

    —Neden?

    —Benim yaşımda düzensiz uyuma doğal diye düşünüyorum. Bebek gibi uyuyacak değilim ya.

    —Sık mı uyanırsınız?

    —Evet. Sık uyanırım. Gecede en az iki kez tuvalete kalkarım. Galiba şeker rahatsızlığı yüzünden böyle oluyor. Bir de ağız kuruluğu yaşıyorum. Hamur işi yememem, şekerli gıdalardan uzak durmam gerekiyor.

    —Dikkat edebiliyor musunuz?

    —Her zaman değil. Mümkün olduğu kadar şekerli gıda satın almıyorum.

    *

    04 Ocak o6:31

    Sevgili okur, gerçeği söylemek gerekirse, romanımı sürdürebilmek için zamanı değiştirmem gerekiyor. Yukarıdaki yazılanları şimdilik unutalım. N adındaki rehber öğretmen emekli değil, genç olsun ve görevini yaparken çöldeki okul olayını dile getirsin. Bu bölümde çölde kaybolan öğrenci sayısını 3 bin, öğretmen sayısını da 100 olarak dile getireceğim. Kahramanımız N, halüsinasyon sorunu nedeniyle yine psikoloğa gelsin ve psikoloğun ilk sorusu şu olsun:

    —Sayın N, patlamadan önceki günlerinizi hatırlıyor musunuz? Nasıl bir olaydan sonra kendinizi okulla birlikte çölde buldunuz?

    —Hatırlamıyorum.

    —Düşünmeniz gerekiyor. Moralinizi bozan bir şeyler olmuş olmalı. Gün boyu neler yaptığınızı düşünün. Sabah okula geldiniz diyelim, güne nasıl başlarsınız?

    —Sabahçı değilim, öğleye doğru okula giderim. On ikide iş başı yapar, son ders ziline kadar okulda kalırım. O gün öğrenciler son derse girmişti. Ben de çıkmak için hazırlık yapıyordum. Bir ara öğretmenler odasına girdim. Tartışanlar vardı... Tartışanlar dedimse yüksek sesle bir şeyler konuşuluyordu. Dinleyici olarak aralarına katıldım. Hava değişince yağmur yağacağını sandım. Birden çok kuvvetli ışık patlaması oldu, göz gözü görmedi. Etrafta ne kadar bina, yol, araç, trafik varsa ışıkla birlikte kayboldu. Koca şehirde, daha doğrusu çölde bizden başka kimse kalmadı.

    —Sonra ne oldu?

    —Panik başladı. Öğretmenler, öğrencilerle birlikte dışarı çıktı.

    —Basbayağı çölde miydiniz?

    —Evet... bildiğiniz bir çöldeydim. Göz alabildiğine her yer çöldü. Uzaklarda sarı kum tepeleri görünüyordu. Ufka kadar her taraf çöl kumuyla doluydu.

    —Daha sonra kendinize geldiniz, öyle mi?

    —Evet.

    —Geldiğinizde neredeydiniz?

    —Odamda uyuya kalmıştım.

    —Kendiliğinizden mi uyandınız?

    —Hayır... okulun rehberlik servisi kazan dairesinin yanında yer alıyor. Hizmetli uyandırdı.

    —Anlamadım... Kazan dairesine mi verdiler sizi?

    —Okulda oda olmadığını belirterek beni, alt kattaki hizmetli odasına verdiler. Hizmetli odası psikolojik danışma ve rehberlik odasına dönüştürüldü.

    —Gerçekten okulda oda yok muydu?

    —İki müdür odası vardı. Spor malzemeleriyle, haritalar için de oda ayrılmıştı. Aslında oda çoktu, ama müdür okulun kurulu düzenini değiştirmek istemedi. Bir keresinde, 'istersen müdür yardımcılarıyla aynı odayı kullan, sana da masa verelim, biraz sıkışık olur ama olsun,' dendi. Kabul etmedim.

    —Kazan dairesindeki odayı mı kabul ettiniz?

    —Evet. Önce öğrenciler için daha iyi olur diye düşünmüştüm. İhtiyacı olanlara, kimsenin olmadığı boş bir odada psikolojik danışma yapmam gerekiyordu.

    —Gelen oldu mu peki?

    —Çok az gelen oldu. Daha doğrusu onları da ben çağırdım.

    —Kazan dairesinde rehberlik servisi olur mu hiç?

    —En iyi odaları okul yöneticileri kendilerine alıyor. Hatta psikolojiden haberi olmayan bazı dinci müdürler, rehber öğretmenlerin varlığından bile rahatsız olur.

    —Neden?

    —Psikolojiyi bilim olarak kabul etmiyorlar. Ruh sağlığıyla ilgili bilimsel yöntemleri kullanarak öğrenciye, eğitime yön verme diye bir gelenek yok ülkemizde.

    —Başka ülkelerde de yoktu ama sonradan öğrendiler.

    —Biz öğrenemedik. Cumhuriyetimizin yüz yıllık geçmişi var. Atatürk'ten sonra tekrar gerileme dönemine girdik. Kör topal ilerleyebilen demokrasimizin önüne engeller çıkarıldı. Dincilik hortlatıldı. Haliyle bütün bilimlerde tam ilerlenecekken, gerileme başladı. Yıl oldu 2023, hala, yetmiş yıllık geçmişi olan psikolojik danışma hizmetlerinin gerekli olup olmadığı tartışılmakta. Siyasal İslamcılarla birlikte rehber öğretmenlik tamamen rafa kaldırıldı diyebilirim.

    —Yani siz şimdi, öğrencilere kazan dairesinde mi psikolojik danışma yapıyordunuz?

    —Evet... Kazan dairesinin yanındaki odada.

    —Hizmetliyle birlikte mi oturuyordunuz?

    —Yok, öyle değil, hizmetli odasını bana vermişti.

    —İtiraz etmediniz mi?

    —Ettim ama, 'oda yok, beğenmiyorsan odası olan başka bir okula gidebilirsin,' dediler, bunun dışında bir şey söylemediler.

    —Gördüklerinizi kanıtlasaydınız, 'oda var, ama vermiyorsunuz, hepinizi şikâyet edeceğim,' deseydiniz.

    —Dedim, ama işe yaramadı.

    —Ne cevap verdiler?

    —Hakkımda soruşturma açıldı. Müdüre itaatsizlikten, öğrenci ve öğretmenleri okul yönetimine karşı kışkırtmaktan ifademi aldılar. İl eğitim müdürüyle okul müdürü, iktidardaki partiye militanlık yapardı. Benim gibiler böyle müdürlerle anlaşamaz.

    —Kendi özel işinizi yapmıyorsunuz ya... Devlet rehber öğretmenlik yapmanız için size maaş veriyor.

    —Devlet başka, iktidar başka. Devlet halka hizmet edilmesini istiyor, iktidarsa buna mâni oluyor.

    —Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz? İktidar devlet değil mi?

    —Şimdilik değil ama az kaldı. Yakında, muhalefet partileri 2023 seçimlerini kazanamazsa sadece iktidarın dediği olacak.

    —Yaşadıklarınızı arkadaşlarınızla konuşur musunuz?

    —Meslektaşlarımla mı?

    —Evet. Sizin durumunuzda olan, yani odası olmayan rehber öğretmen diyorum, çok mu?

    —Çok değil. Eskiden daha çoktu.

    —Azaldı yani?

    —Azaldı denebilir ama, bu kez de mesleğimizin içi boşaltıldı.

    —Nasıl boşaltıldı?

    —Özgür, kendi kararlarını alabilen, kimseye kulluk etmeyecek, kişilik sahibi birey eğitimlerinden vazgeçilince, rehberlik hizmetleri de havada asılı kaldı. Her şeye boyun eğerek, psikolojik danışmanlık yapmayarak bu günlere gelindi. Aslında hiçbir şey yapılmıyor değil, yapılıyor, ama kulluk bilinci yetiştirmeye çalışan genel eğitim anlayışına itiraz edilemiyor. Haliyle yönetenlere boyun eğildi mi, iş yapılmasa da sorunsuz bir şekilde maaş alınabilmekte.

    —Bazı rehber öğretmenler, düzenle barışık mı demek istiyorsunuz?

    —Barışık olan da var olmayanda. Çoğunluk sessiz kalmak zorunda... Nede olsa ekmek bekleyen aileler var. Yönetenler zalimse, doğru konuşan dokuz köyden kovuluyorsa, birkaç kişi ne yapabilir? Sonuçta siyasi bir konu bu. Siyaset meydanında özgür birey yetiştirmeyi savunan parti de kalmadı. Bütün partiler lider egemenliğine dayanıyor. Parti içi demokrasilerin sadece kitaplarda yeri var. Particilik, cep doldurma aracına dönüştü. Atatürk'ün fikirleri de din eğitimleriyle kapatılınca, bir zamanlar mümkün değil denen çeteler düzeni gerçek oldu.

    —Çeteler düzeni derken abartmıyor musunuz?

    —Siz memnunsunuz anlaşılan?

    —Konu ben değilim. Halkın oyuyla işbaşına gelenleri çeteye benzetirken biraz ileri gitmiyor musunuz?

    —Halkın oyuyla mı?

    —Ya ne?

    —Doğru... halkın çalınan oylarıyla...

    —Seçimler adil yapılmıyor mu?

    —Elbette yapılmıyor. Ülkenin her yerinde bir ay boyunca devam eden son isyandan beri, seçimler bence adil yapılmıyor.

    —Halk da buna razı mı oluyor?

    —Evet. Sözde muhalefet partileriyle, iktidar kapalı kapılar ardında el ele olduğundan halk da ne yapacağını bilemez oldu. Böyle düşünmem sizce delilik mi?

    —Değil mi?

    —Yalnız ben mi böyle düşünüyorum. Mümkün olsa da halka sorulsa.

    —Halk da mı sizin gibi düşünüyor.

    —Farklı düşündüklerini sanmıyorum.

    —O zaman böyle bir iktidar nasıl oluyor.

    —Dedim ya, sözde seçimlerle iktidarı ellerinde tutuyorlar.

    —Neyse... Siyasete fazla girmeyelim olur mu?

    —Peki...

    —Kazan dairesinin yanındaki odanızda sizden başka kaç rehber öğretmen var? Yalnız mı çalışıyorsunuz?

    —Yalnız değilim... Dört meslektaşım var. Biri felsefe bölümü mezunu, diğeri sosyoloji okumuş... Psikolojik danışma ve rehberlik bölümünü bitiren benimle birlikte iki kişi...

    —Felsefeyle, sosyoloji bölümünü bitirenler de mi rehber öğretmenlik yapabiliyor.

    —Normal koşullarda yapmamaları gerekir ama, burası Türkiye, bizim gibi ülkelerde liyakat aranmaz. Yeter ki iş yapılıyor görünsün.

    —Aranız nasıl meslektaşlarınızla?

    —İyi değil.

    —Neden?

    —Sendikalı olduğum için sevilmediğimi, sakıncalı görüldüğümü düşünüyorum.

    —Biraz açar mısınız bu konuyu?

    —Meslektaşlarımın üçü birden iktidarın sendikasına üye oldu. Benim sendikam, hiç alakası olmadığı halde teröre destek olmakla suçlanır. Bay zamok ve adamları, kendilerine bağlayamadıkları ne kadar kurum varsa hepsini terörle ilişkilendiriyor ya, bizim sendikamızda bundan nasibini aldı. Anlayacağınız terörist sayıldığımdan, müdürün sevmediği öğretmenler arasında yer alıyorum. Benim gibi bir teröristle arkadaş olunmak istenmiyor.

    —Birlikte çay da mı içmezsiniz?

    —İçeriz... Konuşmayız dedimse, aramızda dostluk, güven, arkadaşlık yok diyelim. İş gereği ya da vakit geçsin diye konuşmamız gerekenler olur. Onun dışında susarız.

    —Sohbet etmez misiniz?

    —Onlar kendi aralarında ederler.

    —Ne konuşurlar?

    —Felsefe mezunu olan hiç konuşmaz. O da benim gibi susar, ama onun şizofren tanısı var. Gerçek diyorum. Kendisi söyledi, psikolojik ilaçlar kullanıyor.

    —Şaka mı yapıyorsunuz?

    —İnanın doğru söylüyorum.

    —Bir şizofrenin psikolojik danışmanlık yapabileceğine inanmıyorum.

    —Bir şey yaptığı yok zaten. Bütün gün oturur.

    —Siz ne yaparsınız?

    —Biz de oturuyoruz, ama onun oturması başka.

    —Nasıl başka?

    —O sadece bakar. Etrafında böcekler varmış gibi bizi izler.

    —Böcek mi?

    —Evet evet... Böcek, hem de hamam böceği görüyormuş gibi bakar bize. Niye baktığını sorarsanız, ayı görmüş tavşan gibi irkilir, derin uykudan uyanır gibi kendine gelir.

    —Hiç mi konuşmaz?

    —Yok... Kendine geldikten sonra soru sorulduğu için konuşur. Genellikle önündeki kitaba okuyormuş gibi bakar.

    —Diğer ikisi ne yapar?

    —Müdür yardımcılarının odalarını dolaşırlar. İdari işlerde çalışırlar. Psikolojik danışmanlıktan başka her şeyi yaparlar. Yalakaya iş mi yok?

    —Yalaka derken?

    —Aslında kimsenin rehber öğretmenlerden psikolojik danışmanlık yapmasını beklediği yok... Öğrenciler aç, sağlıklı beslenemiyorlar; çoğu yoksul anne babanın çocukları. Yoksulluğun olduğu yerde huzursuzluk olur. Şehirdeki yoksulluk köylerdeki gibi değil ki.

    —Köylerdeki yoksulluk nasıl?

    —Eskiden, kırk yıl önce yani, satın alacak fazla ürün yoktu. Zenginin yediğiyle fakirinki birbirine yakın şeylerdi. Köyler boşalıp, marketler çoğalıp, satılan ürünlerin sayısı artınca, tarımdan, hayvancılıktan geçinenlerin sayısı azaldıkça... biliyorsunuz işte... İşsizlik şu bu derken insanların ahlakı da bozuldu. Öğrencilerimizde yaşanan adaletsizliklerin farkında. Psikolojik danışmadan önce adalet gerekir. Boynunu bıçağın altına yatırdığınız kurbanlık koyuna psikolojik danışma ve rehberlik yapabilir misiniz?

    —Öğrencileri kurbanlık koyuna mı benzetiyorsunuz?

    —Siz benzetmiyor musunuz?

    —Sizin görüşünüzü öğrenmek istiyorum.

    —Ben de sizinkini öğrenmek istiyorum... Olamaz mı?

    —Peki, bence öğrenci öğrencidir. Bu ülkenin geleceğidir onlar. Kurbanlık koyuna benzetilmelerini doğru bulmuyorum. Cevap verecek misiniz şimdi?

    —Ne sormuştunuz?

    —Öğrencileri neden kurbanlık koyunlara benzetiyorsunuz?

    —Dedim ya, kurbanlık koyundan farkları kalmadı. Hangimiz kurbanlık koyun değiliz ki...

    —Hangi açıdan?

    —Her açıdan... Gözlerimle görüyorum, kulaklarımla duyuyorum ki liyakat diye bir şey kalmadı. Torpili olan amir oluyor, olmayan kul olup sürünüyor.

    —Kim kime amir oluyor?

    —Yönetenleri diyorum... Sadece iktidarın adamı oldukları için makam sahibi oluyorlar. Sonra da kendilerinden olmayanları ezmeye başlıyorlar. Beni neyle suçladıklarını bir bilseniz?

    —Anlatın lütfen...

    —Güya İstiklal marşından kaçıyormuşum. Marşta bulunmamak için okuldan erken çıkıyormuşum. Evet, böyle söylediler bana. Terörist bu, vatan haini, İstiklal Marşı'ndan, kaçıyor dediler. Oysa ki çalışma sürem kadar okulda kalıyorum. İstiklal Marşı cuma günleri son dersin bitiminde okunur. Vatan hainleri, sizi Marş düşmanı olarak göstermek isterse, soruşturmaya gelen müfettiş de, anlamadan, dinlemeden cezayı basıp giderse kendinizi nasıl hissedersiniz?

    —Maalesef oluyor böyle şeyler. Öğrencileri anlatıyordunuz?

    —Ne diyordum?

    —Kurbanlık koyun olduklarını söylemiştiniz? Neden böyle düşünüyorsunuz?

    — O kadar çok neden var ki.

    —Mesela?

    —Öncelikle istedikleri üniversiteye gidemeyecekler. Gittiler diyelim, iş bulamayacaklar. Diploma alsalar da sınavlara girip çıkmaktan kurtulamayacaklar. Sınav kazandıklarında mesela, atamaları yapılmayacak. Atanamayan öğretmen olup diploması bile olmayan bay zamoktan lütuf bekleyecekler. Meslekten atılsalar, mahkeme de bunun haksızlık olduğunu tespit etse, mahkemenin kararı tanınmayacağından, vali mesela, 'yemişim mahkemesini de kararını da' diyeceğinden, bu kez haklı olduklarını kanıtladıkları halde mağdur olacaklar... İstanbul belediye başkanı Ekrem Bey hakkında başlatılan soruşturmayı unutamıyorum. Üst mahkeme onaylarsa, sözde kanunlarla görev yapmasına izin verilmeyen Ekrem Bey sudan bir gerekçeyle görevden alınmış olacak. Bugüne kadar, elde edemedikleri yüzden fazla belediyeye kayyum atadılar. Şimdi de seçimle kazanamadıkları İstanbul belediyesini kayyumla ele geçirmenin planı içindeler. Bütün bu adaletsizlikler ruh sağlığımı olumsuz etkiliyor olamaz mı? Bir şey sorabilir miyim size?

    —Elbette...

    —Siz özel sektörde çalışıyorsunuz, ben okullarda... Meslektaşımsınız. Sizce bu koşullarda psikolojik danışma, sanrılarımdan kurtulmam konusunda işe yarar mı?

    —Neden yaramasın ki?

    —Adalet yok dedim ya, adaletin olmadığı yerde ruh sağlığından söz edebilir miyiz? Toplumun ruh sağlığı için önce adaleti tesis etmek gerekmez mi?

    —Haklısınız ama unuttuğunuz bir şey var.

    —Neyi unutuyorum? Lütfen söyleyin...

    —Adalet diyorsunuz da, tarihin hangi döneminde adalet vardı, söyler misiniz?

    —O da doğru.

    —İnsan olarak görevimiz sağlıklı kalmaya çalışmak. Adalet yok diye kendinize eziyet etmemelisiniz.

    —Nasıl yapacağım bunu?

    —Konuşarak. Nitekim konuşmaya başladınız bile. Şimdi şunu sormak istiyorum: Olaydan önceki güne; yani ilk halüsinasyonun göründüğü günden bir gün önceki güne gidebilir misiniz?

    —Elbette... Çok iyi hatırlıyorum o günü.

    —Ne olmuştu o gün söyler misiniz?

    —Öğretmenler odasında birkaç öğretmenle oturduğumuzu hatırlıyorum. Necati Bey, öğretmenler günü nedeniyle sendikanın düzenlediği basın açıklamasından söz etmişti.

    —Basın açıklamasının konusu neydi?

    —Hükümeti protesto...

    —Neden?

    —Çalışanlara yeterli maaş artışı yapılmamıştı. Laik, bilimsel eğitim savunması yapılacaktı. Temel insan haklarına aykırı bulunan, ana okulundan itibaren başlatılan zorunlu Sünni, vahhabi din derslerine karşı çıkılacaktı. Bir de ücretli öğretmenlik uygulamasına son verilmesi, eşit işe eşit ücret talebi dile getirilecekti. Bütün sendikalı öğretmenler saat ikide Kızılay'daki postanenin önünde toplanacak, siyasilerin emek karşıtı boş vaatlerle dolu politikalarına karşı, bir balonda bizden diyerek balon uçuracaklardı.

    —Siz de bu protestoya katılacak mıydınız?

    —Hayır.

    —Neden, durumdan memnun muydunuz?

    —Ondan değil.

    —Neden peki?

    —Kurum olarak sendikaya değil de, sendika yöneticilerine olan inancımı yitirmeye başlamıştım.

    —Anlamadım, biraz açar mısınız?

    —Ben de anlamıyorum. Üyesi olduğum sendikanın Atatürk'e karşı fikirler öne sürmesi bana da anlaşılmaz gelir. İlerici olup da Atatürk'ü görmezden gelmek olacak şey değil. 12 Eylül darbesini yapanlar, yürüttükleri işkenceyi, zulmü Atatürk adı altında yaptıklarından, acı çekenlerin nefreti, Atatürk'ün manevi varlığına da leke gibi yapıştı. Amerika'nın politikalarına hizmet ederken halka zulmedenlerin suçu, devrimci görüşleri savunanları ikiye böldü. Bir kesim hala Atatürk'ten nefret eder. Atatürkçü, devrimci, laik Cumhuriyeti savunan askerlerin, sahte belgelerle terörist olmakla suçlanıp hapse atılmalarına karşı çıkıp, Cumhuriyet mitinglerinden yana tavır alıyordum. Sendika yöneticileriyse, askerlere yapılanları, 'nihayet darbeciler yargılanıyor, nihayet devletin bağırsakları temizleniyor,' diyerek onaylıyordu. Ben onlar gibi komutanların, gerçekten de siyasal İslamcıların iddia ettikleri gibi darbe hazırlığı içinde olduklarını düşünmüyordum. Ki, cemaat topluma öyle acılar yaşattı, devlete öyle büyük bir ihanette bulundu ki, bunu önlemek için darbe şartmış. İlk defa darbenin bu kadar gerekli olabileceği akıllara gelmiyordu. Sonra ne mi oldu? Askerin darbe yapma ihtimali ortadan kaldırılınca onun yerini cemaat yapılanması denen sivil darbe aldı. Hala bu darbenin acıları içinde kıvranıyoruz.

    —Askerleri seviyorsunuz anlaşılan?

    —Yok yok... kesinlikle sevmem... Keşke insanlık olarak askerlik mesleğini tümden ortadan kaldırabilsek... Demek istediğim şu: siyasal İslamcılık askerlerin himayesinde bu günlere geldi, sol siyaset askerler yüzünden ezildi. Sağcı siyasetleri büyüten askerler, solun yok olmasına neden oldu, ama bunun için ordunun tamamını suçlamak doğru olmaz.

    —Sendikanızın yöneticileri asker mağdurları anlaşılan?

    —Bazılarının böyle bir acısı olabilir.

    —Acı derken?

    —Askerlerin yaşattığı acı anlatmakla bitmez ki, hangi birini anlatmalı?

    —Bu konuyu geçelim. Mümkün olduğu kadar az siyaset konuşmalıyız.

    —Böyle mi talimat aldınız?

    —Hayır hayır... Talimat yok... İşimiz gereği diyorum.

    —İşinizin siyasetle hiç ilgisi olmadığını mı düşünüyorsunuz?

    —Bence yok. Yok derken, değiştiremeyeceğimiz şeyler üzerinde durmamamız gerekir.

    —Neden? Sorun tam da değiştiremediğimiz şeyler yüzünden yaşanıyorsa? Yine de görmezden mi gelmeliyiz?

    —Öyle demek istemedim.

    —Ne demek istediniz?

    —Lütfen ne konuşacağımızı bana bırakın. Ben size gelmedim, siz bana danışmaya geldiniz. Doğru mu?

    —Doğru.

    —O zaman beni dinlemelisiniz.

    —Peki. Dinliyorum, sorun soracaklarınızı.

    —Psikolojik danışmanları da iktidarla ilişkilendirir misiniz?

    —Elbette. Her şeyi siyasetle ilişkilendirmek gerekir. Hayat siyasetin dışında değil.

    —İlişkilendirip suçlarsınız, öyle mi?

    —Onu demek istemedim.

    —Açıklayın o zaman.

    —İktidara karşı öğretmen, polis, asker, psikolog, kısaca her meslekten vatandaş olabileceği gibi olmayanları da olabilir. Örneğin ben, devlet çarkının içindeyim ama hükümeti desteklemiyorum. Hükümetin öğrencilerine değil, milletin çocuklarına psikolojik danışmanlık yapıyorum, maaşımı da millet veriyor, rejim değil. Baskıcı yönetimlere hizmet ederken millete faydalı olduğunu sanan askerler de olur. İstemeden faşizmin dümenine su taşımış olabiliriz. Hatta taşıyoruz desem daha doğru olur. Hangimiz günahkâr değiliz ki?

    —Siyaset yapmayalım dedim ama, merak ediyorum, yani şunu mu demek istiyorsunuz: sendikanız kandırıldı, siz de onlar gibi kandırılıp Cumhuriyet düşmanı olmak istemediniz?

    —Yok yok, yanlış anladınız. Sendika evet, yanlış yaptı ama Cumhuriyete düşmanlık yapmadı. Onlar da demokrasi istiyordu. Siyasal İslamcılara karşı askerleri destekleselerdi milletin geleceği adına iyi bir şey yapmış olacaklardı.

    —Neyse... Bu konuyu geçiyorum.

    —Evet, geçelim ama son olarak şunu söylemek istiyorum.

    —Tabii buyurun.

    —Örgütlere de güvenim kalmadı. Acaba diyorum bu güvensizlikten dolayı mı halüsinasyon benzeri hayallere dalıyorum? Anlayamadığım nokta şu: neden güzel bir şeye doğru değil de var olandan daha kötü bir düşe sürükleniyorum? Çölde okul, içinde binlerce öğrenci, yüzden fazla öğretmen... Böyle hayal mi olur? Aç tavuk gibi kendimi arı ambarında görsem daha iyi değil mi? Daha kötü şeyler de geliyor aklıma ama, neyse... şimdi anlatmayayım.

    —Anlatın, vaktimiz var.

    —Acaba benim gibi halüsinasyon gören kaç kişi var? Ülke genelinde diyorum... vaka sayılarında artış olmuş mudur?

    —Halüsinasyon görülmesi yeni bir şey değil ki, hep olur böyle şeyler.

    —Bilmiyorum ki...

    —Neden vaka sayılarında artış

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1