Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

İki Film Bir Yönetmen
İki Film Bir Yönetmen
İki Film Bir Yönetmen
Ebook390 pages4 hours

İki Film Bir Yönetmen

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

KİTAP HAKKINDA
Atmış yaşlarındaki teyzeyle aramda şöyle bir diyalog geçti. Hatırlayabildiğim kadarıyla aktarmaya çalışayım:
--Kısaca kitabınızı özetleyebilir misiniz? Ne Anlatıyor İki Film Bir Yönetmen adını verdiğiniz bu kitap?
--Kendiniz okuyup karar verin isterim.
--Tamam da önce sizden dinleyelim. Elbet de biz de okuyup ona göre karar vereceğiz. Roman mı yazdınız?
--Edebiyatçı değilim. Roman yazmayı bilmem. Aslında ben eğitimin sorunlarını anlatmak için bir şeyler yazmaya çalıştım. Bilinen ama çözülmeyen sorunlardan söz ettim.
--Eğitim konulu roman yazdınız o zaman?
--Hayır.
--Ne yazdınız peki? Roman değilse öykü yazdınız?
--Bilmiyorum, sanırım öykü de değil.
--Ne peki?
--Şöyle bir bakarsanız anlarsınız belki.
--Senaryo mu yoksa? Film, yani senaryo olarak mı eğitimin sorunlarını dile getirdiniz?
--Bir nevi senaryo denemesi de diyebiliriz.
--Edebiyatçı değilsiniz, roman yazmayı da bilmiyorsunuz... Senaryo yazmayı nasıl öğrendiniz?
--Öğrenmedim efendim.
--İlk kez mi senaryo yazdınız?
--İlk kez...
--Bilmeden, araştırmadan, okumadan senaryo mu yazdınız?
--Denedim, yazıp yazamadığıma siz karar vereceksiniz?
--Karar merci mi burası?
--Değil mi? Kitap basmıyor musunuz?
--Basıyoruz da, roman basıyoruz, dağıtım yapıyoruz. İşimiz senaryo basıp dağıtmak değil. Çok ünlü olacaksınız ki yazdıklarınızın, hele de senaryolarınızın alıcısı olsun. Yanlış anlamadım değil mi? Tekniğini bilmeden, bir deneme olarak ilk kez senaryo yazmaya kalkıştınız. Doğru anlamış mıyım?
--Çok doğru. Teknik bilmeden yazmaya başladım.
--Bir kağıt bir kalem yeter dediniz yani?
--Evet. Bugüne kadar, çok senaryo gördüm ama, baştan sona hiç birini okumadım. Yılmaz Güney'in bazı senaryolarını buldum mesela, ama okumadım. Bir senaryo nasıl yazılır, hangi teknikler kullanılır, bilmeden yazmaya koyuldum.
--Cahil cesareti diyorsunuz? Öyle ya, adamın diploması yok, ama ülke yönetiyor. Güreşçiden tiyatro müdürü oluyor... Mümpenlik bu, başka bir şey değil.
--Bir şey mi dedin evladım? Duyamadım.
--Sana demiyorum teyze, kendi kendime söyleniyorum.
--Hızlı söyle de ben de duyayım.
--Diyorum ki ne güzel, okumadan, araştırmadan senaryo yazmışsınız. Yazın, kırın dökün, bütün bilinenleri yerle bir edin... Ne gerek var okumaya, kafa yormaya... Yazanların, birincilik alanların da iki eli var, sizin de... Yetmez mi, yeter de artar bile... Yaz gitsin... Onlar yazdı da siz niye yazamayasınız?
--Tamam da evladım, önce dinle... Niye kızıyorsun ki?
--Dinliyorum teyze, söyle hadi ne söyleyeceksen.
--Bak evladım, iyi dinle beni... Bu çalışmaya başlarken aslında bilerek senaryo bilgisi edinme çabasına girmedim. Bilmeyen birinin film metni yazma sürecini, bir nevi deney gibi düşündüm. Senaryo bilgisi olmayan bir heveslinin, senaryo yazmak isterken, nasıl bir yol izleyeceğini görmek istedim. Yani bir acemi film çekmek isterse ne gibi saçmalıklar içinde yer alır? Ya da bilmeden iyi bir şey mi yapar? Kendi üzerimde bunları denemeye çalıştım. Bu yaşımda senarist mi olacağım, film mi çekeceğim? Tanığı olduğum sorunlara ilişkin bir şeyler yapmak istedim, hepsi bu.
--Valllahi ne güzel... Bravo teyze... Böylece büyük bir keşif yaptın öyle mi? Şimdi de bunu bastırmak istiyorsun. Büyük cesaret. Ameliyat bilmeyen doktor hastayı tedavi edeceğim diye öldürsün, sonra da hastayı öldürme sürecini, "Doktorluğu Hiç Bilmeyen Birinin Başına Gelenler" adıyla kitaba dönüştürsün. Şahane buluş. Bravo teyze, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi... Bak ne diyeceğim, madem senaryo bilmiyordunuz, neden öykü yazmadınız, ya da roman?
--Dedim ya çocuğum... Edebiyatçı değilim ben.
--Olsun teyze... Herkes edebiyatçı olduğu için mi yazıyor? Sen de roman yazmayı deneseydin. Teknik bir konu; senaryo yazmak nereden aklına geldi, anlamıyorum ki... Öykü yazsaydın... Bu yaşta Nuri Bilge Ceylan mı olacaksın? Zor teyze zor... Amacın kendini oyalamaksa roman yaz. En iyisi roman... Bol bol vaki

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateJan 1, 2023
ISBN9798215964835
İki Film Bir Yönetmen
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to İki Film Bir Yönetmen

Related ebooks

Reviews for İki Film Bir Yönetmen

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    İki Film Bir Yönetmen - Yusuf Solmaz

    İKİ FİLM

    BİR YÖNETMEN

    Yusuf Solmaz

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    *

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgulanmış karakterlere aittir.

    *

    Birinci Yayın yılı: Ocak 2023/ İzmir

    İÇİNDEKİLER

    Ücretli Öğretmen- 9. sayfa

    Ayna- 94. sayfa

    KİTAP HAKKINDA

    Atmış yaşlarındaki teyzeyle aramda şöyle bir diyalog geçti. Hatırlayabildiğim haliyle aktarmaya çalışayım:

    —Kısaca kitabınızı özetleyebilir misiniz? Ne Anlatıyor İki Film Bir Yönetmen adını verdiğiniz bu kitap?

    —Kendiniz okuyup karar verin isterim.

    —Tamam da önce sizden dinleyelim. Elbet de biz de okuyup ona göre karar vereceğiz. Roman mı yazdınız?

    —Edebiyatçı değilim. Roman yazmayı bilmem. Aslında ben eğitimin sorunlarını anlatmak için bir şeyler yazmaya çalıştım. Bilinen ama çözülmeyen sorunlardan söz ettim.

    —Eğitim konulu roman yazdınız o zaman?

    —Hayır.

    —Ne yazdınız peki? Roman değilse öykü yazdınız?

    —Bilmiyorum, sanırım öykü de değil.

    —Ne peki?

    —Şöyle bir bakarsanız anlarsınız belki.

    —Senaryo mu yoksa? Film, yani senaryo olarak mı eğitimin sorunlarını dile getirdiniz?

    —Bir nevi senaryo denemesi de diyebiliriz.

    —Edebiyatçı değilsiniz, roman yazmayı da bilmiyorsunuz... Senaryo yazmayı nasıl öğrendiniz?

    —Öğrenmedim efendim.

    —İlk kez mi senaryo yazdınız?

    —İlk kez...

    —Bilmeden, araştırmadan, okumadan senaryo mu yazdınız?

    —Denedim, yazıp yazamadığıma siz karar vereceksiniz?

    —Karar merci mi burası?

    —Değil mi? Kitap basmıyor musunuz?

    —Basıyoruz da, roman basıyoruz, dağıtım yapıyoruz. İşimiz senaryo basıp dağıtmak değil. Çok ünlü olacaksınız ki yazdıklarınızın, hele de senaryolarınızın alıcısı olsun. Yanlış anlamadım değil mi? Tekniğini bilmeden, bir deneme olarak ilk kez senaryo yazmaya kalkıştınız. Doğru anlamış mıyım?

    —Çok doğru. Teknik bilmeden yazmaya başladım.

    —Bir kâğıt bir kalem yeter dediniz yani?

    —Evet. Bugüne kadar, çok senaryo gördüm ama, baştan sona hiçbirini okumadım. Yılmaz Güney'in bazı senaryolarını buldum mesela, ama okumadım. Bir senaryo nasıl yazılır, hangi teknikler kullanılır, bilmeden yazmaya koyuldum.

    —Cahil cesareti diyorsunuz? Öyle ya, adamın diploması yok, ama ülke yönetiyor. Güreşçiden tiyatro müdürü oluyor... Lümpenlik bu, başka bir şey değil.

    —Bir şey mi dedin evladım? Duyamadım.

    —Sana demiyorum teyze, kendi kendime söyleniyorum.

    —Hızlı söyle de ben de duyayım.

    —Diyorum ki ne güzel, okumadan, araştırmadan senaryo yazmışsınız. Yazın, kırın dökün, bütün bilinenleri yerle bir edin... Ne gerek var okumaya, kafa yormaya... Yazanların, birincilik alanların da iki eli var, sizin de... Yetmez mi, yeter de artar bile... Yaz gitsin... Onlar yazdı da siz niye yazamayasınız?

    —Tamam da evladım, önce dinle... Niye kızıyorsun ki?

    —Dinliyorum teyze, söyle hadi ne söyleyeceksen.

    —Bak evladım, iyi dinle beni... Bu çalışmaya başlarken aslında bilerek senaryo bilgisi edinme çabasına girmedim. Bilmeyen birinin film metni yazma sürecini, bir nevi deney gibi düşündüm. Senaryo bilgisi olmayan bir heveslinin, senaryo yazmak isterken, nasıl bir yol izleyeceğini görmek istedim. Yani bir acemi film çekmek isterse ne gibi saçmalıklar içinde yer alır? Ya da bilmeden iyi bir şey mi yapar? Kendi üzerimde bunları denemeye çalıştım. Bu yaşımda senarist mi olacağım, film mi çekeceğim? Tanığı olduğum sorunlara ilişkin bir şeyler yapmak istedim, hepsi bu.

    —Vallahi ne güzel... Bravo teyze... Böylece büyük bir keşif yaptın öyle mi? Şimdi de bunu bastırmak istiyorsun. Büyük cesaret. Ameliyat bilmeyen doktor hastayı tedavi edeceğim diye öldürsün, sonra da hastayı öldürme sürecini, Doktorluğu Hiç Bilmeyen Birinin Başına Gelenler adıyla kitaba dönüştürsün. Şahane buluş. Bravo teyze, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi... Bak ne diyeceğim, madem senaryo bilmiyordunuz, neden öykü yazmadınız, ya da roman?

    —Dedim ya çocuğum... Edebiyatçı değilim ben.

    —Olsun teyze... Herkes edebiyatçı olduğu için mi yazıyor? Sen de roman yazmayı deneseydin. Teknik bir konu; senaryo yazmak nereden aklına geldi, anlamıyorum ki... Öykü yazsaydın... Bu yaşta Nuri Bilge Ceylan mı olacaksın? Zor teyze zor... Amacın kendini oyalamaksa roman yaz. En iyisi roman... Bol bol vakit öldürürsün...

    —Romanları bilirim, hepsi birbirine benziyor.

    —Beğenmiyorsun bir de... Hepsi birbirine benziyor öyle mi? Senin yazdıkların neye benziyor acaba...

    —Oku görürsün. Senaryoya yönelmem biçim arayışından kaynaklandı.

    —Ne dedin? Her biçimi denedin de biçimsiz mi kaldın? Yeni biçim arayışına girdin öyle mi?

    —Alay etme de, evladım dinle... Tam olarak bilemiyorum ama şu da var: İyi bir sinema seyircisi olduğumu düşünürüm. Bugüne kadar Bergman'dan Tarkovski’ye, Nuri Bilgi Ceylan'dan Yeşim Ustaoğlu'na yerli ve yabancı sinemanın önemli yönetmenleri hakkında bilgi sahibi oldum, filmlerini izledim. Az şey mi?

    —İyi... Yeter diyorsun yani... Okumaya, araştırmaya ne gerek var. Oturduğun yerden öğrenir sonra da senaryo yazmaya başlarsın. Sonra da gelsin paralar... Bu işler sandığın gibi değil teyze... Boyundan büyük işe kalkışmışsın.

    —Gençsin evladım, ne dediğimi anlamadın. Dinle önce... Otuz yıllık öğretmenlik hayatım boyunca hep şu soruyu sormuşumdur: Neden eğitimin sorunları sinemaya aktarılmıyor? Hiç aktarılmadı diyemeyiz elbette ama benim gördüğüm, tanığı olduğum siyasal İslamcıların elindeki eğitimin sorunlarını anlatan kimse olmadı.

    —Ne dedin? Vay be... Siyasal İslamcıları eleştiren senaryo mu yazdın yoksa?

    —Orasını bilemem, ben sadece gördüklerimi yazmaya çalıştım.

    —Eğitimin bilinmeyen sorunları var demek.

    —Evet... Bilinmeyen dediysem, elbette bu benle alakalı; benim tespit ettiğim sorunlar. Kimileri de gördüklerimi eğitimin çözüm bekleyen önemli sorunları arasında saymayabilir.

    —Siz eğitimin hangi sorunlarını anlattınız?

    —Bilimsel, laik eğitimden nasıl kopulduğunu anlattım çocuğum. Saray düzenin neden olduğu yeni eğitim anlayışından, öğretmenlerden, öğrencilerden, velilerden söz ettim. Cumhuriyetin, bilimsel laik eğitimin yıkılıp yerine nasıl bir eğitim anlayışının konduğunu, bu süreçteki öğrencilerin, öğretmenlerin durumuna değinmeye çalıştım. Söylemeye çalıştıklarımı güçlendirmek için bazı sembollere baş vurdum.

    —Nasıl semboller bunlar?

    —Olayların kasvetli bir havada geçmesi, sağlıksız tutkular, fare ve hamamböceği imgesi gibi şeyler.

    —Daha neler... İmge de kullandınız demek?

    —Neden kullanmayım evladım. Kafka mı olmak lazım bunları kullanmak için?

    —Kafka'yı da biliyorsunuz, ne güzel...

    —İletişim fakültesi, senaryo bilgisi okumadıysam hiç kitap okumadım demedim ki evladım. Ömrüm okumakla geçti benim.

    —İyi bari, boşa yaşamamışsınız. Madem bu kadar emek verdiniz, amacınıza ulaştınız mı? Hayalinizdeki senaryoları yazdığınızı düşünüyor musunuz?

    —Hayır. Böyle durumlarda ulaşılabilir bir amaç olmasa gerekir. Bir şeyler anlattım, ama hala anlatılması gereken çok şey var.

    —Ne gibi şeyler mesela?

    —Neden bilim, sanat üretemediğimize de cevap aradım sanıyorum?

    —Sanıyorsunuz? Emin değilsiniz yani?

    —Alaycı konuşmasanız da keşke dinleseniz dediklerimi?

    —Pardon, sizi dinliyorum, buyurun.

    —Önemli sorulara cevap aradım evladım. Mesela neden 21. yüzyılın çeyreğinde, ülke olarak bu denli geride kaldık? Nasıl oldu da siyasal İslamcılara teslim olundu? Buna da cevap bulmaya çalıştım.

    —Bilmeyen mi var bunların nedenini teyzeciğim? Keşke bu kadar yormasaydın kendini.

    —Bilinse bu durumda olunur muydu çocuğum?

    —Bilgisizlikten değil ki, böyle olması isteniyor.

    —Her neyse işte... Kendime şunu sordum ve cevabını yazmaya çalıştım: Nasıl oldu da elimizdeki en önemli değer; Cumhuriyet askıya alınırken toplum olarak topyekûn, sağcı solcu, Alevi Sünni, Kürt Türk demeden tepki gösteremedik? Nasıl oldu da bu kadar kolay bölündük, kamplara ayrılıp baskıcı eğitim, sanat, kültür istemeyen bu iktidara teslim olduk? Nasıl oldu da İslam, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri cübbesiyle dolaşan hainlerin, emperyalizmin emrindeki bölücüler olduğunu, iktidara gelinceye kadar kullandıkları demokrasiyi ortadan kaldırmak için siyaset yaptıklarını, Türkiye'yi yeniden Abdulhamit dönemine iade etmek için çalıştıklarını göremedik?

    —Bütün bunları sinemaya mı aktardınız? Amma cesaret!

    —Aktarmaya çalıştım. Kendimce, şimdi ismini söylemek istemediğim yönetmenlere, Ücretli Öğretmen ve Ayna ismini verdiğim bu iki senaryoyla yol göstermek istedim. Belki bir gün yazdıklarımı sinema perdesinde izleme imkânı doğar.

    —Çok iyi diyorsun da teyze... Yanlış yerdesin. Film yapımcılarına, yönetmenlere göstermen lazım yazdıklarını. Burası sana göre değil. Kitap basıyoruz biz... Senaryo basan yayıncılar var mı bilmiyorum. Sen en iyisi internete danış. Arama motorlarına sor. Onlar seni doğru adrese yönlendirir.

    ÜCRETLİ ÖĞRETMEN

    Henüz çekilmeyen, sadece hayalini kurduğum 'Ücretli Öğretmen' adlı film, belediye otobüslerinin ilk seferlerini yapmaya başladığı sabahın erken bir saatinde başlar. Tansu Koç'un söylediği Tanrım bana ömür vermiş boşu boşuna, vücuduma bir can girmiş boşu boşuna, şarkısı devam ederken Jenerikten sonra beyaz perdeye yansıyan görüntüde, şarkının önüne geçmeyen kısık sesle, her camiden ayrı yükselen ezan sesinden başka, sisli bir Ankara sabahı vardır. Sokak lambaları henüz kararmadığı halde trafik canlanmış, şehrin sıkıcı, ruha darlık hissi veren genel görüntüsü içindeki yayalar, öğrenci servis araçları, otomobiller, dolmuşlar, ticari araçlar yollara dökülmüştür. Erken hareketliliğin nedeni, iktidardaki siyasal İslamcı bay zamokun, (Rusça zamok: şato anlamına, bay zamok ise bu kitapta, şatoyu yöneten anlamına gelmektedir) saatleri, Avrupa'da olduğu gibi kışın bir saat geriye alma uygulamasına son vermesidir. Bu karar, kimseye danışılmadan, veli derneklerinin, eğitim sendikalarının, öğrencilerin, öğretmenlerin itirazlarına aldırış edilmeden, 'ben yaptım oldu' anlayışıyla uygulamaya sokulmuştur. Yedi yıldır; tarih Kasım 2022'yi gösterirken, toplumun belki de yüzde seksenlik bölümü duruma itiraz ettiği halde, demokrasi, insan hakları, millet iradesi, eğitimi siyasal İslam’ın arka bahçesine dönüştüren bay zamokla birlikte çoktan rafa kaldırıldığından karardan vazgeçilmemekte, tek adamın uygulamalarına, her an devreye sokula bilen yargı sopası nedeniyle harfiyen uyulmaktadır. Bu yüzden anaokulu öğrencileri dahi sabahın erken saatinde servis araçlarıyla, bilimsel anlayıştan uzaklaştırılmış eğitim için yola koyulur. İlk ders karanlıkta yapıldıktan sonra, havanın aydınlandığı, egzoz dumanıyla kirli, gri renkli, görenleri karamsarlığa sevk eden kış havasının açığa çıktığı görülür.

    Trafik yoğunluğundan, sıkışık dolmuşlara, toplu taşım araçlarına, metro duraklarına, korna sesleri arasında koşanlardan başka kameraya, otobüs durağındaki, sayıları giderek artan yolcular yansır.

    Müzik kesildiğinde şehrin uğultusunu yansıtan kamera, yolcu kalabalığı arasında birine odaklanmaya başlar. Bu kişi hikayemizin kahramanı; öğretmenliğe giriş sınavını kazandığı halde ataması yapılmayan, iki ayrı okulda ücretli öğretmen olarak çalışan otuz beş yaşındaki N adındaki öğretmendir. N haftada iki gün imam orta okulunda, üç gün de imam lisesinde ders verir. Hala durakta olduğundan bir süre daha araçların geldiği uzaklara bakarak, kalabalığın arasında otobüs beklemeye devam eder. Kamera çevredeki inşaatları, çok katlı binaların arasındaki gecekonduları gösterdikten sonra, evli olup olmadığını henüz bilmediğimiz, kazancı geçimine yetmeyen, girdiği ders saati kadar ücret alan, uzun işsizlik dönemi boyunca özellikle babasıyla sorun yaşayan, ev kadını olan annesinin, evin ihtiyaçlarından artırarak verdiği harçlıkları reddeden N'nin, geciken belediye otobüsünü beklediğini, arada da, gideceği yere geç kalanların telaşıyla saatine baktığını izleriz. Bu bölümde kamera, ücretli öğretmenin bakışını, çevrede neler gördüğünü sinema ekranına yansıtır. İzleyiciler filmdeki olayları, N'nin gözlemlediği şekilde takip edecektir. Sinema perdesine yansıyan görüntülere bakılırsa erken kalkıp yola dökülenler, duraklarda otobüs beklemeye başlayanlar genellikle memurlar, işçiler ve öğrencilerdir. Okul servislerine para bulamayan, farklı yaş gruplarındaki kimi öğrenciler, belediye otobüsleriyle okullarına ulaşmaya çalışırlar. Mevsim kış, aylardan kasımdır. Filmin konusu, iki yıl boyunca kesintisiz devam eden, bu süre içinde eğitime ara verdiren, 'pandemi' olarak bildiğimiz virüs salgınının bittiği, daha doğrusu kesin bilgi verilmeyip, ölümcül hastalığın tekrar başlayabileceği söylentilerinin devam ettiği, sıkışık araçlarla yolcu taşınmasına izin verilirken yan yana oturmayı mümkün kılan park, meydan gibi yerlerdeki bankların söküldüğü, önlem adı altında emeklileri evde tutup çalışanları, hastaneden salgın tanısıyla ayrılanları sıkışık otobüslerle taşımak gibi, bir sürü saçmalığın yapıldığı günlerin geride kaldığı, konuyla ilgili sosyal medya paylaşımlarının sıkça yapıldığı günlerde geçmektedir. Devlet çarkını zaafa uğratan, uluslararası uyuşturucu baronlarının adamı olduğu ileri sürülen zamok yüzünden, başta şifa bakanlığı olmak üzere güvenilir siyasal kurum, üniversite, bilim insanı kalmamış, bunun sonucu olarak da pandemi olarak bilinen bulaşıcı hastalığın akıbeti hakkındaki söylentiler ayyuka çıkmıştır. Belediye otobüsünde bulunanların bir kısmı, hastalanmamak için maske takar. Kamera bir süre maskeli ve maskesiz yüzleri gösterir. Kimi yüzler kaygılıyken kimileri de böyle bir rahatsızlığı duymamışçasına rahattır.

    Dikkatle üzerinde durulan başka bir görüntüde, farklı yönlere giden belediye otobüslerinin camlarındaki imam okulu reklamlarıdır. Kimi otobüslerin cam panolarında üniversite reklamlarının yanında, neden imam okuluna gitmek gerektiğiyle ilgili valilik oluruyla asılmış reklam afişleri vardır.

    N, bir süre daha bineceği belediye otobüsünün durağa yanaşmasını beklerken karşıdaki okulun duvarındaki sinema perdesi büyüklüğündeki, geceleri sokak lambalarının ışığıyla aydınlanan pankartı görür. Pankartın üzerine iri, siyah puntolu harflerle şunlar yazılmıştır:

    Dördüncü sınıfı bitirmiş sevgili öğrencilerimiz, sizleri, geleceğinizi aydınlatacak olan imam orta okuluna, sekizinci sınıfı bitirmiş olanlarınızı da modern donanımlı, yüksek eğitim imkanına sahip imam lisemize bekliyoruz. Neden bizi seçmelisiniz?" sorusunun cevabı şudur: Elbette önce ülkemiz, sonra da kendiniz için din eğitimleri almanızda büyük yarar var. Okulumuz öğrencilerinin taşıma ve yemek giderleri, millet iradesi demek olan bay zamok tarafından karşılanacaktır. İmam okullarımızın amacı ve önemi unutulmamalı. Amacımız ahlaklı, dindar bir nesil yetiştirmektir. Önemle üzerinde durduğumuz konu kalkınmanın ahlakla mümkün olacağıdır. Bilindiği gibi ahlakın bozulduğu, manevi ve milli değerlerimizin aşındığı bu günlerde en büyük ihtiyacımız ahlaklı nesillerin yetiştirilmesidir. Vatan sevgisi, Allah korkusu olmayan öğrenciler ne yazık ki terörün ya da uyuşturucunun kucağına düşmekte. Din duyguları yüksek nesiller yetiştirmek için okulumuz, öğretmen kadromuzla birlikte, ülkenin ihtiyacı olan eğitime hazırdır.

    Bölünmez vatan fikrine gönülden bağlı, ezan susmaz, bayrak inmez diyen siz değerli halkımıza önemle duyurulur.

    Aşağıdaki telefonlarımız günün her saatinde hizmetinizde olacaktır."

    N yazıyı okurken geçmişe, imam orta okulunda öğrenci olduğu günlere gider. Şimdi karşımızda kırk kadar orta okul öğrencisinin eğitim gördüğü, ön sıralarda birkaçı dışında başı kapalı kız öğrencilerin olduğu siyah beyaza yakın eskitilmiş bir görüntü vardır. Orta okul seviyesindeki öğrenciler, dikkatle sıraların arasında gezen, bazen de göz teması kurarak ders veren öğretmenlerini dinlemektedir. Kırklı yaşlarındaki bıyıklı, takım elbiseli, dinciliği amaç edilmiş, eğitimciden çok parti militanı gibi konuşan öğretmen:

    —Demek ki neymiş çocuklar? Tarihimizi bize doğru anlatmadılar. Evet, tarihimizi, geçmişimizi yanlış biliyoruz. Bugüne kadar ne yaptıklarını, hangi yalanlarla beyin yıkadıklarını unutmamalısınız. Osmanlı paşası olmakla onurlandırılan Mustafa Kemal'e para verip, Sana ülkeyi kurtarma görevini veriyorum. Samsun’a çık ve vatanı kurtar! diyen Vahdettin gibi, işgal kuvvetlerine rağmen ülke yöneten padişahımızı karalayarak, yetişen nesilleri atalarına düşman hale getirdiler. Milletin parasıyla okuyan, bir grup sözde aydının, vatan haininin, Osmanlı'yı kötü göstererek, tarihimizi, geçmişimizi karalayarak, evlatlarımızı ecdadından nefret eder hale getirdiğini, tarihi gerçeklerin çarpıtıldığını, hainlerin vatan sever, vatan severlerin hain yapıldığını kesinlikle aklınızdan çıkarmamalısınız. Şunu da bilin ki, bu okulu seçtiğiniz için, başka okulların, mesela Anadolu lisesi öğrencileriyle kıyaslarsak, daha önemli yerde bulunuyorsunuz. Zira ülkenin idaresine Allahın izniyle el koyan, zamok olarak da bilinen başkanımız imam okullarına ve bu okullardan yetişen nesillere büyük önem veriyor. Zamokun beklentilerini boşa çıkarmamanız aynı zamanda millete duyduğunuz saygıya işaret eder. Bu saygıdır ki ilerde size, devletin en önemli makamlarında görev yapma hakkı tanıyacaktır, güvenlik işlerinden başlayarak, ülkedeki her iş sizden sorulacak, sizin izniniz olmadan kuş dahi uçamayacaktır.

    *

    Öğretmen konuşmasına devam ederken kamera arka sıraya yönelir. Şimdi ders dinlemeyen, militanca konuşma yapan öğretmeni duymayan, kendi aralarında kısık sesle gülerek bir şeyler konuşan iki öğrencinin yaramazlıklarını izleriz.

    Durumu fark eden, siyasal İslamcıların arzu ettiği şekilde ders yapan öğretmen, sinirli bir sesle,

    —Mavi gömlekli ayağa kalk! der.

    Mavi gömlekli dediği öğrenci, filmin kahramanı on dört yaşındaki N'dir.

    Öğretmen,

    —Söyle bakalım. Hangi padişah Mustafa Kemal'e ülkeyi kurtarma görevini vermiştir?

    Bu sırada öğrenci yüzleri merakla N'ye dönmüştür.

    Onlarca bakışın altında N cevap veremeyince, öğretmen soruyu değiştirip,

    —Vahdettin kimdir? diye sorar.

    Cevabını bildiği bir soruyla karşı karşıya olmanın sevinci içindeki N, bir çırpıda en kolay soruyu cevaplandırıyormuşçasına,

    —Vahdettin vatan hainidir, Atatürk'ün öldürülmesi emrini veren padişahtır. Cebini parayla doldurup İngiliz gemisiyle Avrupa'ya kaçmıştır, der.

    Der demez de, yüzüne şiddetli bir tokat iner. Neye uğradığını bilemeyen N, ayakta beklerken, gözlerinden öfke fışkıran öğretmen, anlattıklarının dinlenmediğinden, ders sırasında başka işlerle uğraşıldığından, teneffüste yapılması gereken konuşmaların ders sırasında yapıldığından yakınır. Dersini dinlemeyenleri bir kez daha, sınav notlarına aldırmaksızın, sınıfta bırakmakla, ileride önemli görevlere kabul sırasında, güya çok işe yarayacak olan disiplin notunu düşürmekte tehdit eder. Kurtuluş Savaşı'na engel olmaya çalışan Osmanlı paşalarının sanıldığı gibi hain olmadığını, emperyalistleri korkutan ilk ve en önemli adımın, tarihi önemi vatan hainleri tarafından reddedilen padişah tarafından atıldığını üstüne basa basa, bir kez daha anlatmaya başlar. Vahdettin'in yurt severliği, ülkenin düşman işgalinden nasıl kurtulduğu, gerçek vatan hainlerinin kimler olduğu hakkında tekrar, tarihi gerçeklerle ilgisi olmayan bilgiler aktarır.

    Ayakta bekleyen N yerine oturunca öğretmen,

    —Otur dendi mi sana? diye bağırır.

    Arkadaşlarının üzerine dikilen alaycı bakışlarından utanan, yanağında az önce yediği tokadın izi olan N tekrar ayağa kalkarak, başı önde beklemeye başlar. Öğretmen, Vahdettin'i parlatmaya, Mustafa Kemal'in iradesini padişahın iradesi olarak göstermeye, saltanat aleyhine gazete çıkarmak için güya İngilizler ‘den para alan Namık Kemal başta olmak üzere, pek çok aydının vatan severlik adı altında hainlik yaptığını anlatmaya devam eder.

    *

    Korna sesleri artarken N, kendine gelir. O sırada durağa, içinde sıkışık yolcular bulunan belediye otobüsü yanaşacaktır. Bu otobüsün camlarında da, yolcu alıp uzaklaşan diğer otobüslerdeki gibi, koca ülkede tanıtımı yapılacak başka okul bulunmuyormuşçasına, sadece imam okulu reklamı yapan afişler olduğu görülür. Ücretli öğretmen N, geçmiş deneyimlerinden kaynaklı olarak ürküntü veren afişlere bakarak, aracın içinde ayakta rahat durabileceği bir yer arar. Öldürücü virüsten korunma kaygısını unutmuş görünen bazı yolcular, maske takmayarak ortamı tehlikeli hale getirirler ancak, giderek artan maske fiyatlarını, buna rağmen alım gücü her geçen gün azalan maaşları düşünürsek, şunu da sormamız gerekir: maske takmayanlar acaba bilinçsiz olduğundan mı, yoksa fakirlikten mi kendi sağlıkları gibi toplumun sağlığını da önemsemezler?

    Ek bilgi verecek olursak, filme konu olan çevrede durum şudur: Bir süre bedava maske dağıtımı yapıldıysa da ilerleyen günlerde bu uygulama ortadan kaldırılmış, 'toplum sağlığını önemsiyoruz' şeklindeki reklam çalışmalarından sonra, herkes kaderiyle baş başa bırakılmıştır.

    Duraktaki yolcuları alan belediye otobüsü yola devam ederken iki yanındakileri iteleyerek ilerleyen, orta yaşlı, başı bağlı maskeli kadınlardan biri homurdanır gibi, usul sesle,

    —Sen bizi koru Allahım, şu halimize bak, acı bize... Kimsenin maske taktığı yok, bu nasıl iş, bu nasıl duyarsızlık? Kim aşılı kim aşısız o da belli değil. Aşı karşıtı öğretmen, doktor olur mu? Bu ülke de o da oldu. Devlet devlet gibi olmayınca olacağı budur, der.

    Homurdanmayı duyan yolculardan biri yanındakine,

    —Kadına bak ya, sadece Türkiye de doktor, öğretmen aşı karşıtı var sanıyor.

    Konuşmaya niyetli olmayan yanındaki,

    —Burası Türkiye her şey olur, der.

    Korunmak için maske takmış başka bir kadın,

    —Kimseye de bir şey denmiyor ki bacım.

    Sahne değişince bu kez kameraya, pencere önündeki yolcuların diyalogu yansır:

    Birinci yolcu,

    —Devlet uyarmalı, aşı olmayana, maske takmayana ceza verilmeli ki bunlar olmasın.

    —Maskesiz sokağa çıktığı için ceza alanların borcuna af gelmedi mi?

    —Geldi.

    —Yine borcunu zamanında ödeyenler cezalandırıldı değil mi?

    —Orası da öyle.

    —Bu ülkede adalet diye bir şey yok, aramayacaksın kardeşim, hukuktan, siyasetten, milletin meclisinden medet ummayacaksın. İçin el veriyorsa zamoka yanaşacaksın. Dürüst de olmayacaksın. Dürüst oldun mu balık gibi oltaya takılırsın. Boş ver, konuşturma beni.

    Oturanların yanı başında ayakta bekleyen başka yolcu,

    —Bilinçsizlik de fazla, dedikten sonra ekler: salgının bitip bitmediği hakkında bilgi aktaracak güvenilir kurum da kalmadı, der.

    Bir diğer yolcu,

    —Salgın bitti, hastalık kalmadı, her şey normal, korkulacak bir şey yok, şeklinde açıklama yapılır sanıyorsanız, beklemeyin derim. Başka ülkelerdeki zamok rejimlerinin amacı da sürekli tedirginlik yaratmak. Endişe artmalı, bir araya gelinip tepki gösterilmemeli, örgütler dağılmalı, her türlü birlik parçalanmalı, can derdine düşülmeli ki sistem çalışabilsin.

    Diğer yolcu,

    —Ne siste mi kardeşim, sorun sistem sorunu mu? Hastalık var, inanmıyor musunuz? Hepiniz kafayı mı üşüttünüz? Nedir bu öküz altında buzağı aramalar? Dedeleriniz zamanında salgın hastalık yok muydu? İlk kez mi ortaya çıktı? Zamok mu hastalığı yaydı da sarayı suçluyorsunuz? Biraz terbiyeli olun kardeşim. Ülkeyi yönetenleri zan altında bırakınca elinize ne geçecek? Emperyalistlerin ağına düşüp yönetenlere fenalık yapıyorsunuz.

    *

    Sıkışık otobüsün içinde birbirine yakın olanlar arasındaki diyalog bu şekilde devam ederken, para alıp yolcu bileti kesen muavin,

    —Boşluklara ilerleyin, deyince karşılıklı diyaloglar son bulur. Yeni yolculara yer açılacağından sohbet edenler ayrılmak zorunda kalır.

    Bir kez daha, mahkeme kürsüsü gibi yüksekçe bir yerde oturan, tombul yanaklı, pazar çığırtkanlarına benzeyen muavinin sesi duyulur. Ses,

    —Bekleme yapmayın, yer çok, ilerle abla... ilerlemene bak sen, der.

    Duraktan durağa gidilirken, her gün daha çok kazanmak isteyen otobüs sahibinin baskısı altındaki muavin, en küçük boşlukları değerlendirerek, her duraktan mümkün olduğunca daha çok yolcu almanın çabası içindedir. Araca ne kadar fazla yolcu binerse kazançları o kadar çok artacak, ama yolcuların sağlığı, rahatı umurlarında olmayacaktır.

    Ses bir süre daha,

    —Hava soğuk, bekleme yapmayalım, binemeyen yolcuları da düşünmeli. İlerle abiciğim... diyerek devam eder.

    Kamera, nefes almanın bile güçleştiği sıkışık haldeki otobüsün içini göstermektedir. Açık durumdaki sürgülü küçük pencerelerden içeriye giren soğuk, egzoz dumanıyla dolu hava sayesinde nefes alınır.

    Salgından başka, kışla birlikte artış gösteren gribe karşı önlem alan maskeli müşterilerden birkaçının, salgından bir haber görünen maskesizlere belli belirsiz homurdanmayı sürdürdükleri görülür.

    Bir ara kadının biri, sarkıntılık yapıp yapmadığı belli olmayan arkasındaki gence dirsek atar. Tacize uğradığını söyleyen kadın,

    —İmdat! Sapık var şoför bey! Allahını seven polis çağırsın, diye bağırır.

    Kamera şimdi sapık denen adamın yüzünü gösterir. Tamirci çırağına benzeyen, on yedisinde gösteren, yüzündeki çocuksuluk geçmemiş olan genç, utanarak, aceleyle çıkış kapısına doğru yanaşmak ister. O sırada kafasına, dizlerine tekmeyle vuranlar olur. Önünü kapatan kalabalığı yarmak isterken,

    —Nereye gidiyorsun, dur bakalım, önce polis gelsin, diyerek yakasına yapışan adamın biri sözlerine şöyle devam eder:

    —Seni namussuz seni! Kaçma ulan, kaçma şerefsiz, utanmıyor musun anan yaşındaki kadına sarkıntılık yapmaya diyerek dikkatleri gencin üzerine çeker.

    On yedi yaşındaki, kadının iddiasına göre sapık genç, yorgun görünümlü, okula gidemeyip çalışmak zorunda kalan, beslenmesi, öz bakımı iyi olmayan, milyonlarca yoksul gençten biridir. Yakasına yapışan adama yalvaran sesle, korku içinde,

    —Vallahi ben bir şey yapmadım abi, dediği duyulur. O kadar korkmuştur ki, sesi ağlamaklı çıkar.

    Olayın taciz olduğunu anlayan, çevresindeki olaylara dikkatli, yaşlı kadınlardan biri acıyarak,

    —Tamam evladım, bırakın gitsin, korkmuş işte, görmüyor musunuz herkes birbirinin sırtında gidiyor, rahatsız oluyorsan kalabalık otobüse binmeyeceksin, diyerek adeta tacize uğradığını söyleyen tesettürlü, kara kuru kadını suçlar.

    Bir yolcu,

    —Yakalanınca korkar bunlar. Acımayacaksın. Yakayı ele verdiler mi hemen ağlamaya başlarlar.

    Başka bir ses:

    —Polisi çağırın, polis gelsin. Hiç olmazsa ifadesini alsınlar ki, korksun. Korkmazsa yine yapar, der.

    O sırada inecek olanlar iniş düğmesine basıp kapıya yanaşmıştır. Sapık olmakla suçlanan genç de, köşeye sıkıştırılmış kedi gibi kapı önünde beklemektedir. Kapının açılmasıyla, gömleğinin yakasını toplayan adama aldırmadan kendini hızla dışarı atar. Kamera şimdi sadece onu göstermektedir... Arkasından,

    —Sapık kaçıyor, yakalayın! diyerek bağıranlar olur.

    Konuşulanları anlamayan kalabalık, sorun yaşamadan gidilecek yere varma mücadelesi verdiğinden ne olup bittiğini anlamaz.

    —Hırsız var, yakalayın, kaçmasın! diyenler olur.

    Durağı dolduran yolcular ön tarafa yönelerek araca binmeye çalışır. Hayatında kadın eli tutmamış olan on yedi yaşındaki sapık, (!) korku içinde, yakalanırsa bütün hayatı mahvolacakmış duygusuyla araçlara, önüne çıkan insanlara aldırmadan yol boyu koşarak ilerlemeye devam eder. Polise yakalanmak, karakola götürülüp ifade vermek, tacizci olarak damgalanmak istemediğinden çok korkmuş, trafik içindeki dikkati dağılmıştır. O sırada uçan kameranın çekim yaptığı, yoğun akan trafiği görürüz. Görüntüsü beyaz perdeye aktarılacak olan, şimdi arkasına bakarak koşan genç, yeteri kadar dikkatli olmadığından ani firen ve korna seslerinde artış olur. Uçan kamera şimdi genci kırk metre kadar uzak bir noktadan yandan çekmektedir. Ne yana kaçacağını, sokak kameralarına yakalanıp yakalanmayacağını bilemeyen, kaportacı yanında çalışan işçilere benzeyen genç, panik halindeyken hızla gelmekte olan bir aracın çarpmasıyla iki metre havaya savrulur. Yüksekten düşerken kafasını kaldırım taşlarına çarpar. Delikanlının panikle indiği otobüsün arka camından olayı gören birkaç yolcudan biri şaşkınlıkla,

    —İnanmıyorum ya, araba çocuğa çarptı, der.

    Başka biri,

    —Ne olmuş, diye sorar.

    —Çocuk arabanın altında kaldı.

    —Trafiğe aldırmadan koşulur mu?

    —Kim bilir kimden kaçıyordu?

    —Araba çarpınca iki metre havaya savruldu. İnanmıyorum. Gözlerimle gördüm.

    —Ne olmuş?

    —Az önceki sapık aracın altında kalmış.

    —Sapık mı?

    —Kadına sarkmış.

    —Kadına mı? Ne zaman?

    —Biri yakasını toplayınca kaçmış...

    —Sapıklığın cezası da bu olsa gerek.

    —Araba çarpmış öyle mi?

    —Daha yeni oldu olay.

    —Çocuk kamyonun altında kalmış, diyorlar.

    —İyi olmuş. Allah belasını verdi, şeklinde konuşanlar olsa da otobüs durmaz, yeni yolcularını aldıktan sonra yoluna devam eder.

    Şimdi uçan kamera, 'Tanrım bana ömür vermiş boşu boşuna" şarkısının sözsüz müziğini çalarken sapık denilen yoksul gencin kanlar içindeki, kolu, bacağı kırık, cansız duran bedenini göstermektedir. Trafik durmuştur. Kameraya ambülansa haber vermeye çalışanların görüntüsü yansır. Olayı görenlerden biri de hikayemizin kahramanı, daha önce 'cinsel açlığın Afrika'sı Türkiye' başlığıyla yazı yazmış olan N'dir.

    *

    Yolcuları taşıyan toplu taşım aracı hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ederken N, dalgındır. Felaket karşısında arkasına bakmadan ilerleyen hayat karşısında bir kez daha sarsıldığı anlaşılır.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1