Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

V Hakkındaki Tutanaklar
V Hakkındaki Tutanaklar
V Hakkındaki Tutanaklar
Ebook764 pages9 hours

V Hakkındaki Tutanaklar

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Sabah ezanından, gece on ikiye kadar olan süredeki olayları aktarması planlanan Taksi Ankara filminin ilk sahnesi, ezan sesinin eşlik ettiği jenerikten sonra şöyle başlar: Hayli soğuk olan hava henüz aydınlanmamıştır. Beş katlı eski bir apartmanda kapıcı dairesine benzeyen bir dairenin kapısı açılır. Dışarıya elli yaşlarında biri çıkar. Şahıs, sıralı çok katlı binalarla dolu dar sokaktaki apartmanın önündeki taksinin şoförüdür.
Şimdi bir taksinin içindeyiz... Araç usul usul yol alırken, kapı önlerinde, aileleriyle üşüyerek, okul servisini bekleyen, her yaştan öğrencilerle karşılaşırız. Şato rejimi seneler önce batıyla uyumlu olmasını istemediği saatleri değiştirmediğinden öğrenciler okula erken gitmek zorundadır. Film bu konuyu, üç beş görüntüyle ele alıp geçer. O sırada dikkat çeken konulardan biri de öğrencisiyle servis bekleyen kadınların çoğunun başının kapalı olmasıdır. Şato rejimi kurulduğundan beri türban takan kadın velilerin sayısında büyük artış olmuştur. Sokak lambaları yanarken ilk dersler, bütün okullarda, ışık altında yapılır. Giderek aydınlanan sokakların hareketlendiği, öksürerek belediye otobüslerine, metrolara koşanların sayısında büyük artış olduğu gözlenecektir. Elli yaşına yakın görünen, adının Ali olduğunu öğreneceğimiz, beş günlük sakallarına ak düşmüş, karısından seneler önce ayrılmış iki çocuk babası şoför, yolda gördüğü birini almak için aracı kenara çeker. Kapı açılır. İçeriye giren kırklı yaşlarda, şoförün de arkadaşı olan, ilerleyen konuşmalarda lisede görev yaparken işten atıldığını öğreneceğimiz, tıraş olmamış, saçı başı dağınık haldeki Mehmet adındaki öğretmendir. İki arkadaşın apar topar evden çıkmışa benzeyen dış görünüşü, zor yaşadıklarını, mutlu olmadıklarını kanıtlar gibidir. Diyalog devam ederken şoförün daha önce rehber öğretmen (okul psikolojik danışmanı) olup, aylık kazancındaki en çok giderin çocuklarının eğitimiyle kira bedeli olduğunu anlarız. Konuşmaların akışından devletin tepesindeki şato ortağı cemaatçilerin birbirine girdiğini, ortaklığı bozan tarafın karşı tarafın destekçilerini devlet kadrosundan attığını, ama arada solcu öğretmenlerin ezildiğini, özellikle Atatürkçüleri yok etmeye amaçlayan yumrukların, tekmelerin en çok onlara vurulduğunu öğreniriz. Anlaşılan şu ki sol görüşlü iki arkadaş, yüz binlerce kamu çalışanını, terörle ilişkilendiren, yargısız işten atmalara neden olan yasadan hemen sonra işten çıkarılmışlardır. İkisi de isteksiz, umutsuz görünür.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateNov 11, 2022
ISBN9781005266134
V Hakkındaki Tutanaklar
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to V Hakkındaki Tutanaklar

Related ebooks

Reviews for V Hakkındaki Tutanaklar

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    V Hakkındaki Tutanaklar - Yusuf Solmaz

    V Hakkındaki Tutanaklar

    Okul Psikoloğunun Anıları

    X

    Yusuf Solmaz

    10. Kitap

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    *

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgulanmış karakterlere aittir.

    *

    Birinci Yayın yılı: Kasım 2022/ İzmir

    S. Geminin adı neydi?

    Y. The Elisabeth Ann, efendim. İki seren direkli bir brik’ti, kaptanı Mr. Templeman ya da Templeton diye birisiydi, pek iyi hatırlayamıyorum.

    S. Kızın, gemiden, geminin denize açılmasından önce inmediğinden emin misin?

    Y. Evet, efendim. Rıhtımda bekledim, gemi demir alırken kız küpeşteye dayanmış ayakta duruyordu, beni selamlamak için elini salladı.

    S. Ayrılırken sana özel bir şey söylemedi mi?

    Y. Kendisine güvenmem gerektiğini söyledi, efendim. Ve şayet bir daha birbirimizi göremezsek, daha iyi bir hayat yaşamaya çalışmamı söyledi.

    (Johm Fowles, Yaratık adlı kitabından)

    Şatoya yönelik eleştirileri hakaret sayıldığı için, sonraki günlerde içinde askerlerin de olduğu gizli toplantılara katıldığı iddiasıyla birkaç kez hâkim karşısına çıkarılan avukat, (İslamcı siyasetçilerin elindeki şato tarafından, laik Cumhuriyeti savunan komutanlara yönelik başlatılan kumpas davalarının ünlü avukatı) aynı zamanda kadın hakları savunucusu, güçlendikçe gölgesinden dahi korkmaya başlayan şatoya karşı olası darbe planlarını sakladığı iddia edilen 65 yaşındaki Vahide Uzunaslan'ın, 40 yaşındaki oğlu Turan'la ortadan kaybolması gazetelerde pek çok habere, yoruma, tartışmaya, soruşturmaya neden olur. Elinizde tuttuğunuz bu kitap, yüzlerce soruşturma arasından seçilmiş beş soruşturma dosyasını kapsar. Birdenbire ortadan kaybolan avukat hakkındaki iddialardan en ilginç olanı, alkol tedavisi gören, ilk eşinden ayrıldıktan sonra bir daha evlenmeyen, Hatice adında bir kız çocuğu babası Turan'ın, annesiyle birlikte intihar ettiğidir. Cesetler ortada olmadığına, arama çalışmalarından sonuç alınamadığına göre, güç çevrelerine yakınlığıyla bilinen bazı gazeteciler, alay edercesine şu tartışmayı yapar: söz konusu intihar, belki de suikast, nasıl ve nerede, deniz de mi, terk edilmiş bir evde mi, ormanlık bir alanda mı gerçekleşmiştir. Yoksa söz konusu şahsı uzaylılar mı kaçırmıştır? Dalga geçercesine özellikle intihar olasılığını gündeme getirenlere göre, psikolojik ilaçlar kullanan, işsiz, ekonomik özgürlüğü bulunmayan, annesinin evinde bekar yaşayan Turan Uzunaslan, tamamen yetersiz kişiliğinin sonucu olarak, şato güvenliğini tehlikeye düşüren annesini ölüme sürüklemiştir. Kimi tanıklara göreyse, lise mezunu olduğu halde imam okulu mezunu olduğunu sanan Turan, çok mutsuz olup, yaşamaya dayanamadığını, evladından koparıldığını, ayrıldığı karısının evlendiği ilk günden beri kendisini, cin çıkarma etkinlikleri düzenleyen bir tarikat lideriyle aldattığını, çocuğunun babasından emin olamadığını, annesinin geliriyle, kazanç elde edemeden yaşamak zorunda kaldığı için çok acı çektiğini söylemiştir. Bir baltaya sap olamayıp eğitim fakültesini yarım bıraktığından, mutsuz evliliği nedeniyle; yeteneklerini geliştiremediğinden belki, akıl sağlığını yitirmiştir. Birkaç kez intihara kalkıştığı da bilinenler arasındadır.

    İstihbarat elemanlarının takibindeki Vahide Uzunaslan, gerçekten de, bunca sorunun arasında, alkol tedavisi gören, dini duygularla kafası karışık, intihar eğilimli,

    —Koca eşek oldu, kendine bakamıyor, dediği oğlunun sorunlarıyla baş edemez olmuştu.

    Acaba VU, kanser hastası olduğunu öğrenince, evladının sorunlarından başka, huzur içinde yaşaması önünde büyük engel oluşturan, ne kadar Cumhuriyetçi yazar, aydın, sanatçı, bilim insanı varsa hepsini perişan eden, kendisini darbe planlarını saklamakla suçlayan şatonun zulmünden, avukat olup hukuksuz yaşamaktan, adalet arayanların çığlığına dayanamadığından, ağır psikolojik ilaçlar kullanan oğluyla intihara karar vermiş olabilir miydi? Olası mekanlarda yapılan aramalarda, intihar mektubu ya da intiharı çağrıştıran bir bulguya rastlanmamıştı.

    Birinci baskısı dışında baskısı yapılmayan, edebiyat çevrelerinin haberdar dahi olmadığı Kasaba adında bir roman denemesi de bulunan, istihbaratçıların kısaca V olarak bildiği Vahide Uzunaslan'a ait olduğu anlaşılan anı defterine benzer bir defterde şunlar yazıyordu:

    Kasaba adlı romanımı, doğrusunu söylemek gerekirse tam olarak bitiremedim. Saçma bir roman oldu. Kendimi, hayatımı anlatmak isterken çok başka olaylardan söz ettim. Bu defa hayatımı konu alan bir roman ya da film senaryosu yazmayı düşünüyorum ancak, o kadar mutsuz, o kadar umutsuzum ki... Nasıl olsa, Sabahattin Ali'nin de bir romanında dile getirdiği gibi, her şey yok olup gitmeyecek mi? Değer mi bu hayat için, kendi pisliğinde boğulan insanlık için çaba sarf etmeye? Ne yaşadım ki başkalarına faydam olsun? En ünlü romanları yazanların, hatta bilim insanlarının, daha insancıl bir dünyanın kurulmasına ne faydası oldu ki, benim gibi yeteneksiz birinin yapmak istedikleri, yapay zekâ teknolojilerinin konuşulduğu günümüzde bir işe yarasın? Roman yazıp film çekmekle terör, sömürü, şato düzenlerinin zulmü sona erecek gibi değil. Vaktim, isteğim, enerjim olur da yazabilirsem, ‘Gözyaşının Evinden’ adını vereceğim bir romanda şöyle bir konuyu ele almak isterim: Önce Cemile adında bir karakterden söz edeceğim. Cemile Kara bazı yönleriyle bana benzeyecek, ama ona, rahmetli eşimin mesleğini uygun görüyorum. O da eşim gibi, ama ondan farklı olarak saygınlığına leke düşürmemiş, doğru bildiğini ne pahasına olursa olsun yapan, şatonun emrinde değil, adaletin yolunda başarılı bir adli tıp doktoru olacak.

    *

    Vahide Uzunaslan hayalini kurduğu romanı anlatırken, anı defterine kaydettiği, bazı bölümleri tam olarak anlaşılmayan sözlerine şöyle devam eder:

    Benim gibi üç kez evlenip ayrılan, hayalini kurduğum romanın karakteri Cemile Kara'ya göre, bizim gibi dinle kuşatılmış toplumlarda demokrasinin yaşayamamasının birinci nedeni, toplumsal örgütlenme yeteneğimizin olmayışıdır. Gerçekten de 90'lı yıllara kadar panolarında sosyalist liderlerin fotoğrafları asılı olan sendikalar, 2022 yılında, işlevini yitirmiş, şato yanlısı olup göstermelik hale gelmişlerdir. Sendika başkanları patronların emrinde işçi ya da memur kâhyası gibi çalışır. Kimi yerlerde gericilik o kadar güçlüdür, bağımsız kalması gerekenler o kadar şato taraftarı olmuştur ki, mesela sendika başkanları, pahalılık arttığında, yönetenler sorumluluklarını yerine getirmediğinde üyelerinin hakkını arayacağına,

    —Yapmayın arkadaşlar, deyip, şöyle devam ederler:

    —Olacak şey var, olmayacak şey var. Ne diyorsunuz siz? Ne dediğinizi kulağınız duyuyor mu? Hiç haberlerde duyuyor musunuz? Mesela, 'Almanya'da grev var,' diye bir habere rastladınız mı? Sadece Türkiye'de değil, dünya ülkelerinde de grev diye bir şey kalmadı. Evet, yasalar grev yapabileceğimizi söylüyor... Her şey yasa değil ki... Şato hayır dedi mi, yasa masa kalmaz. Gerçekçi olmalı... İşsizliğin tavan yaptığı, liranın değer kaybettiği, bir doların yirmi liraya tırmandığı bu zor günlerde greve gitmek, yönetenlerden (bu yönetenler ki, demokrasi çatısı altında yer alıp sıkı yönetim komutanlarından beterler) hesap sormak kolay mı? Başımıza iş almayalım. Şatoya, milletin iradesine karşı grev yapmamız, amirlerimizin yakasına yapışıp hesap sormamız doğru olmaz. Rahat yaşamak için iktidara düşman değil, yandaş olunmalı. Yakında her şey yapay zekalarla yapılacak. Biz hala en büyük değerin kol gücü olduğunu düşünüyoruz. Eski çamlar bardak oldu arkadaşlar. Ailelerimizi aç bırakmayıp evimizin kirasını ödeyebildiğimize şükretmeliyiz. Farkındaysanız, şatodan taraf olmayan memurlar, işçiler terörle suçlanıp işten atılıyorlar. Çok şükür bugüne kadar sendika olarak kimsenin işsiz kalmasına izin vermedik. Zaman eski zamanlar gibi değil. Demokrasi bittiyse herkes için bitti. Dünyanın her yerinde demokrasi, adalet, insan hakları var da yalnızca biz mi şato düzeninde yaşıyoruz? Şeytana uyup iş bırakırsak, yemek yediğimiz sofraya bıçak saplarsak ailelerimizin geleceğini riske atarız.

    *

    Birkaç sayfası yırtılmış olan anı defterinin sonraki sayfalarında şu satırlar yer alır:

    Yazmayı düşündüğüm romanın söyleyeceklerine göre, şatoya rağmen mahkemeler bir şey yapamadığından kâğıt üzerindeki, çalışanları ilgilendiren haklar kullanılamaz hale gelmiştir. İşsizlik başta olmak üzere, erişilmesi çok zor adalet yüzünden kimse sesini çıkaramamaktadır. Ülkenin her yerinde; tarlalarında, fabrikalarında, okullarında emek sömürüsü inanılmaz boyutlardadır.

    İşsizler ordusuna bir de Afganistan, Ortadoğu savaşlarından kaçan göçmenler katılır. Kaçak yollarla ülkeye giriş yapanların askerlik yaşındaki delikanlılar olması dikkat çeker. Acaba iktidarını, ani bir halk ayaklanmasıyla kaybedeceğinden korkan şato, bunları, laik Cumhuriyeti savunanların karşısına milis gücü olarak mı dikecektir? Şatonun izniyle yurda doluşan bu göçmenler, bir dilim ekmeğe sabahtan akşama kadar, iş güvenliği önlemi dahi talep etmeden çalışmaya razı olurlar. (Bu konu elbette ki, roman kişileri arasında konuşulacak, okur bunları karşılıklı diyaloglardan öğrenecektir.)

    Yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalanların sayıca artmasında, Ortadoğu savaşlarının çıkmasında emperyalizmin hizmetindeki şatonun da sorumluluğu vardır. Öyle bir savaş, düzenli ordulara karşı öyle bir terör başlamıştır ki, Arap şehirleri baştan aşağı yıkılmıştır. Hala yıkılmakta olan bölgeler yangın yerine dönmüş, camı, penceresi, kapısı kalmayan, tepesine bombalar atılan binalar çökmüş, yıkılmayanlar yangından sonra ayakta kalan, üzerinde dalı, yaprağı kalmamış kapkara ağaçlar gibi korkutucu hale gelmişlerdir. İç savaştan kaçanların pek çoğu, botlarla Akdeniz’i geçerken boğularak hayatlarını kaybederler. Ölümcül saldırılardan, terörden kaçarak Türkiye'ye gelenlerin bir amacı da yaşadıkları ülkelerde mecbur kaldıkları, nispeten daha az şato düzeniyle yönetilen Avrupa ülkelerine sığınmaktır. Son yıllarda, İslam coğrafyasının tek demokratik ülkesi Türkiye'de de aile devletine benzer bir yapı oluşmuş, yıkılmaz sanılan laik demokrasi can çekişmeye başlamıştır. Bu yüzden binlerce göçmen teknelere dolarak başka ülkelere gitmek isterler. Tekne bulamayanlar botlarla denize açılır. Vatanlarından kurtulmak isteyenleri yurt dışına götürme vaadiyle kandıran pek çok insan kaçakçısı türemiştir. Çok sayıda göçmen, varını yoğunu insan tacirlerine kaptırır, kadınlar tecavüze uğrar, çocuklar organ mafyasının eline düşer. Ağzına kadar doldurulan botlar fırtınalı denizde alabora olacak, cesetler kıyılara vuracaktır. Evini, yurdunu kaybedenler paraları ellerinden alındıktan sonra, balık istifi halinde botlara bindirilerek, bile isteye ölüme gönderileceklerdir. Hemen hepsi Müslüman, milyonlarca göçmen, bir yıl değil, iki yıl değil, senelerce çoluk çocuk, genç yaşlı çıktıkları umut yolculuğunda boğularak, boğulmayanlar zor koşullar altında hastalanarak, iliklerine, iç organlarına kadar sömürülerek yaşamlarını kaybedeceklerdir.

    *

    Kafamdaki planını tam olarak oturtamadığım romanımın bir diğer karakteri Cemil Kaya'dır. Cemil'in liseden okul arkadaşı, R kasabası doğumlu, Güven Otel'in sahibi Recep Bulut da, şato karşıtı görüşleri benimseyenler arasındadır. Ona göre de şato, Amerika’nın isteği doğrultusunda hareket edip Suriye devlet başkanının koltuğunu sarsmak istemiş, bunun için ne dendiyse yapmış ama, ilerleme potansiyeli taşıyan Müslüman devletleri çökertme, iç savaş çıkarma faaliyetlerine destek olma görevini, emperyalizmin istediği gibi, hakkıyla yerine getirememiştir. Suriye’nin arkasındaki güç; Rusya ve Çin, şatonun amaçlarını bildiğinden, Amerika'nın hayalleri suya düşer. Batı kaybedince, Amerika’nın taşeronu olan şato da kaybetmiş olur. Ne yazık ki faşist şatonun hatalarının bedelini, sadece göçmenler değil, özelleştirme politikalarıyla vatanlarında kiracı durumuna düşürülen Türkiye halkları ödemektedir. Suriye sınırında uydu bir devlet kurmaya çalışan Amerika’nın başlattığı, şatonun desteklediği iç savaş yüzünden Suriye toprakları yolgeçen hanına döner. Bununla kalmaz, göçmenlerin toprakları terör örgütleri arasında pay edilir.

    Artan dış göçle birlikte Anadolu'da yeni bir dönem başlamıştır. Bundan sonra Türkiye; Atatürk Cumhuriyeti nasıl bir ülke olacaktır? Belki de düşünce olarak yüzyıl geriden gelen göçmen nüfusu aracılığıyla, ülkeyi yağmalayan şirketlere karşı, aydınlık günlere inanan Türk ulusunun direnme, Cumhuriyete sahip çıkma gücü tamamen yıkılacak, ülke, uluslararası terörizmin cirit attığı bir yer haline gelecektir. Ortadoğu’yu kasıp kavuran terör örgütleri hükümetle iş birliği yapacak, halkta ki tedirginlik, iç savaş endişesi artacaktır. Batılı devletlerin istediği de budur. Bencilliğin zirvesinden hiç inmeyen Avrupa, çıkarları doğrultusunda Müslüman halkları birbirine düşman hale getirmiştir. Bunun için, sözde medeniyetin merkezi olan hain batı, şatoyu desteklemeye devam eder. 'Tavşana kaç, tazıya tut' yöntemiyle binlerce ölüme neden olurlar. Çatışan taraflara para ve silah yardımı yapılır.

    Recep Bulut suçu, batıdan çok, batının çıkarları doğrultusunda hareket eden Müslüman liderlerde görür. Kendisi Cumhuriyetçi, Atatürk'ün ortaya koyduğu ideallere bağlı biridir. Gerçek şu ki, Müslümanlar çıkarlarını batıya karşı koruyamamıştır. (Recep Bulut'un psikolojik sorunları olduğu konusunu şimdilik geçiyorum. İleride bu konuya da değinirsem fena olmayacak.)

    *

    Gelecekte gerçek olacak olan bu romanın başka bir bölümünde batı, onlarca Müslüman devleti parmağında oynatmaya, köle gibi kullanmaya, kaynaklarını sömürmeye devam eder. Bu zor süreçte Anadolu'da yaşayanlar su kaynaklarını, en güzel sahillerini, ormanlarını korumaya çalışırken, diğer ülkelerin halkları da çölün ortasındaki petrol kuyularını emperyalistlerin elinden almak isterler, ne var ki, hem Anadolu, hem Ortadoğu tümden kaybetmiş görünmektedir. (Bu konuyu da roman karakterlerine tartıştırmayı düşünüyorum.)

    *

    Cumhuriyetçi gazetelere, hukuk devletinin önemini anlatan makaleler de yazan Vahide Uzunaslan'ın anı defterine yazdıkları burada biter. Diğer sayfalar boştur. Belki de Uzunaslan, kendisinin de ifade ettiği gibi roman taslağına benzer bir şeyler kaleme almış, yazmak istediklerini, bilinmeyen bir nedenden dolayı yarım bırakmıştır. Konuyu araştıran gazetecilerden biri, anı defterindeki notların Kasaba adındaki romanda ele alındığını belirtir. Gazeteci ayrıca, V'nin hikayesinin intihar değil, siyasi cinayet olabileceğini, haddini aşarak kesin bir dille ifade eder. Zira Atatürkçü ordu mensuplarının darbe planlarını saklamakla suçlanan, V olarak da ünlenen, Vahide Uzunaslan kitaplarıyla, perdenin gerisinde siyasal İslamcı olup halkın karşısına geçince demokrasi gömleği giyen şatoyu, gizli amaçlarıyla birlikte topluma tanıtarak, milliyetçilik, din, iman kisvesi altında görev yapan, uluslararası mafyanın adamları da diyebileceğimiz iş birlikçi yöneticilerin öfkesini üzerine çekmiştir.

    *

    Darbe planlarıyla birlikte nasıl kaybolduğu soruşturmalara konu olan Vahide Uzunaslan'ın özel hayatına ilişkin, araştırmacıların önemle üzerinde durduğu bir diğer konuda, 1994 yılında basımı yapılmış ‘Kasaba’ isimli, beş yüz sayfa uzunluğundaki romandır. Bu romanda V, ne zaman yazıldığı bilinmeyen anı defterinde sözünü ettiklerini andırır şekilde R kasabasını anlatır. Bu defa roman kahramanları arasında Cemile ismi yoktur. Onun yerine başka karakter geçer.

    Romanın özetine geçmeden önce şunu belirtmeli: ünlü davaların avukatı, sakladığı darbe planlarıyla şatoya korku salan V, henüz ünlenmediği otuzlu yaşlarındayken, baskı giderlerini kendisinin üstlendiği, kitapçı raflarına giremeyen, bir kez basıldıktan sonra ikinci baskısı yapılmayan, baskı ve dizgi yanlışlarıyla dolu Kasaba adındaki bu romanında, Zahide adında bir karakterden söz eder.

    Hayli karışık görünen romanın özetini verecek olursak, olaylar şöyle gelişir: Gerçekte karşılığı olmayan; coğrafyadaki yeri belirsiz R kasabasında dünyaya gelen Zahide, lise eğitiminden sonra başkente hukuk okumaya gider. Eğitimini tamamlayıp R’ye döner. R'de liseyi okurken sevgilisi olan, imam lisesi çıkışlı Baran’la karşılaşır. (Bu arada şunu da söylemeli: Kasaba kökenli olup okula gidebilenlerin yüzde atmışı imam diplomasına sahiptir. Şato hükümetleri senelerce bilimsel eğitim son bulsun, laik Cumhuriyet değerleri çürüsün diye din eğitimlerine yatırım yapmış, bu şekilde dinci partiye militan yetiştirmek için büyük çaba sarfetmişlerdir.) Aralarında duygusal yakınlaşma başlar. Bir süre nişanlı kaldıktan sonra evlenmeye karar verirler. Adli tıp doktoru olan, sonradan görevini kötüye kullandığı, para karşılığında ölüm raporlarında değişiklik yaptığı, şatoya hizmet ettiği iddia edilen, paraya düşkün, zayıf karakterli Baran, başı kapalı olmayan, kasabada sayıları giderek azalan Zahide gibi bir kadınla evleneceği için mutludur.

    Nikah yapıldıktan bir yıl sonra, karanlık işler içinde olduğu öne sürülen adli tıp doktoru, arabasından inmek üzereyken silahlı saldırıya uğrar. Ağır yaralı halde hastaneye kaldırılır. Baran’ın ölümünden sonra Zahide kasabayı terk eder. Yirmi yıl sonra geri dönüp babasından miras kalan tek katlı eve yerleşir.

    Bir yıl sonra, tam da sokaklar şato karşıtı göstericilerle doluyken, R kasabası merkezli büyük bir deprem yaşanır. Depremden bir saat kadar önce başlayan, binlerce kişinin katıldığı bu gösteride yaşandığı söylenen, fakat hayal ürününe benzeyen olaylar, pek çok filme konu olacak kadar ilginçtir. Söz konusu kişiler, (depremde cinnet geçirmedilerse elbet...) can kayıplarının olduğu, binaların çatırdayarak yıkıldığı, ırmakların yarılıp uçurumların açıldığı, kıyameti andıran o gün, göstericilerin arasında beyaz bir atın üzerinde, elindeki uzun bastonuyla aksakallı birini, belki de Dedemkorkut'u (Dede Korkut yerine bu tabiri kullanmışlar) görmüşlerdir. Kimileri de, bulutları yararak at sırtından süzülerek yere inen beyaz giysili, beyaz sakallı ihtiyarın Dedemkorkut değil, Atatürk olduğundan söz ederler.

    Bana sorarsanız, romanın en saçma yeri de burası. Devam edelim... Saniyeler içinde evlerin yüzde seksenini oturulmaz hale getiren, kasabayı yerle bir eden, kimi çevrelerde aşırı günah yüzünden, iktidara yakın kimi gruplar arasındaysa gerçek değil, yapay olduğu; dış güçler tarafından meydana getirildiği ileri sürülen yedi şiddetindeki depremde, bazı gazetelere göre iki binden fazla can kaybı meydana gelmiştir.

    Ağlayanların, korkuyla ne yana kaçacağını bilemeyenlerin feryatları, yıkıntılar arasında yakınlarını arayanların çığlıkları gökleri kuşatmışken, Dedemkorkut ya da Atatürk olduğu söylenen uzun sakallı, beyaz elbiseli ihtiyar, polis copu altında kalp krizi geçirerek yaşamını kaybeden 80 yaşındaki profesör Hüseyin Çınardibi'nin ölüsü başına gelerek, birkaç tanığın ifadesine göre, şunları demiştir:

    —Dünya kölelerinin, sömürülenlerin lideri konumundaki Türkiye halkları, şatonun neden olduğu bu Ergenekon'dan da çıkıp dünya milletleri arasındaki layık olduğu yeri almasını, kendi vatandaşına düşman hukuku uygulayan şato düzenine son verip, kimseye din, dil, ırk ayrımcılığı yapmadan adalet içinde yaşamasını, tam bağımsız Türkiye'yi kurmasını, dünya milletleri arasındaki layık olduğu yeri almasını bilecektir.

    Sözünü bitirdikten hemen sonra, kutsal görünümlü ak sakallı dede, yerdeki ölüyle birlikte kayıplara karışmıştır. Bu şekilde konuşan iki kişinin, depremin şokuyla kendilerine gelemedikleri, hayal gördükleri dile getirilir.

    Amerika'dan gelen ünlü profesör Hüseyin Çınardibi, önceki eşinden olan çocukları tarafından sevilmeyen yalnız biri olsa da dünya çevrecileri için önemli bir isimdir. Böyle bir ismin, medeniyetlerin beşiği olarak tarif edilen Anadolu'dan çıkmış olması da romanın ele aldığı önemli konular arasındadır. Çevreci profesör Çınardibi’nin neden önemli olduğu, aile devletleri tarafından yönetilen, orta çağ değerlerini aşamayan Müslümanların yaşadığı coğrafyada bilinmemektedir. Çınardibi, Türk asıllı Amerikalı olarak, yeni çağın batılı sosyalistleri arasında tanınır. Filtresiz çalıştırılan termik santrallere, doğayı yok eden enerji politikalarına karşı yazılar yazdığından Çınardibi’nin, şatoyu rahatsız ettiği bilinir ancak, deprem sırasında kalp krizi geçirerek öldüğü konusu şaibelidir.

    Kimilerinin söz ettiği Dedemkorkut olayıyla profesörün ölümü gerçek değildir. Başka bir iddiaya göre ünlü profesör ölmemiş, karakola sorgulanmaya götürülmüştür. Öldüyse belki de karakolda sorgu sırasında, işkencede ölmüş, cesedi kim bilir nereye atılmıştır. İşkence merkezi olarak bilinen nezarethaneye nasıl götürüldüğünü, kimler tarafından sorgulandığını gören, duyan olmuş mudur? Bu konuda da söylenti eksik değildir. Polis aracı, elleri kelepçeli haldeki profesörü karakolun bahçesine kadar getirmiş, genç görünümlü yaşlı profesör, dimdik haliyle binadan içeriye sokulmuş, çok geçmeden deprem olmuştur. Bu bilgi de doğrulanamamıştır. Zira ilerleyen günlerde yıkılan karakol binasının altından on kadar görevli memurun cesedi çıkarılmış, profesörün cesedi bulunamamıştır. Acaba bir konuşmasında, şatonun uluslararası mafyayla, uyuşturucu çeteleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu dile getiren, dinci ve milliyetçi çevrelerin, 'satılmış, ajan, emperyalizmin Türkiye maşası' dediği profesör, işkence altında öldükten sonra, depreme saniyeler kala, fosseptik çukuruna: müsilaj içindeki denizin dibine mi atılmıştır?

    Kimilerine göre bu iddia da tamamen uydurmadır. Belki de profesörün ölümü, polisin çevreci eylemcilere müdahalesi sırasında meydana gelmiştir. Bu ölüm nedeniyle, şatonun 'vatan haini, emperyalizmin işbirlikçileri' dediği bir avuç gösterici, şato yanlısı medyanın ifadesiyle söylemek gerekirse: eylemi memleketin tümüne yaymaya çalışmışlardır. O sırada depremin gelmekte olduğunu bilen olmadığından, hiç ölünmeyecekmiş, servet, ün, mevki, makam, sağlık sonlu değilmiş gibi yaşama alışkanlıkları devam etmekte, anayasadaki izinsiz gösteri yapıp eleştiri hakkını kullanan şato karşıtlarına kesinlikle taviz verilmemektedir. Senelerdir öğrencilere, farklı düşünüp inananlara göz açtırmayanlar, düşünce özgürlüğünün önüne barikat kuranlar, geri kalmışlığı gizlemek için milletin cebinden, kendileri keşfedip kendileri organize etmiş gibi, Amerika’daki uluslararası uzay otobüsüne yolcu seçerler, bunun için internet üzerinden başvuru alırlar. Buna benzer olayları, şatonun başarısı gibi göstermeyenler baskı altındadır.

    Gerçekleri değil, sistemden beslenen zengin zümrenin işine gelen yalanları anlatmaya çalışan şato medyasına rağmen, R'de başlayan eylemin, büyük şehirler başta olmak üzere ülkenin geneline sıçramasına mâni olunamaz. R'de meydana gelen deprem daha sonra dinci çevrelerde, kasabanın, şato karşıtlarının, dinsiz imansızların Allah tarafından cezalandırıldığı, kurunun yanında yaşın da yandığı yorumlarına neden olacaktır.

    Olayları doğru değerlendirmeyen; kavganın emperyalizmle, tam bağımsız Türkiye'den yana olanlar arasında değil de, milliyetçilerle, komünistler ya da Müslümanlarla dinsizler arasında olduğunu düşünen, solcu gazetecilerden Soner Uygun'un kardeşi, Cafer Uygun adındaki imam, depremden sonraki günlerin birinde şu yorumu yapar:

    —Müslüman şatoyu karşısına alanlar; ramazan günü rakı içip sarhoş olanlar, mini etekle, daracık pantolonlarla başı açık dolaşanlar yüzünden R kasabası helak edilmiştir. Allah bir kez daha şatodan yana olduğunu göstererek, Müslümanlara hangi partiye oy verilmesi gerektiğini işaret etmiş, aksi taktirde neler olacağının uyarısını yapmıştır. Ey cemaat, bu durumu çevrenize; eş ve akrabalarınıza iyi anlatın, iyi anlatın ki, demokrasi yalanına inananlar şatoyu bırakıp düşmanla iş birliği yapmasınlar. Yağmurlar yağmıyorsa, mevsimler eskisi gibi değilse, kar düşmeden bahar geliyorsa, bahardan önce yaza giriliyorsa, denizler, içme sularımız kirleniyorsa, bereket diye bir şey kalmadıysa bilin ki sebebi var. En büyük sebep Allahı inkardır, ibadetten, Kuran'ın emirlerinden kaçıp inançsız yaşamaktır. Şatoya oy vermeyenler yüzünden şehitlerimizin kemikleri sızlamakta, iklimler bereket yerine yoksulluk, açlık, kıtlık taşımaktadır. Dolar yükseliyor, paramızın değeri düşüyorsa nedeni emperyalizmin uşaklarıdır. Bunlar dinsiz olup milletin şatosunu yıkmak, faşist iktidarlarını milletin başına bela etmek istiyorlar.

    *

    Bu şekilde konuşan çok sayıda imam kılıklı yobaz olsa da bay şato, devrim olmasından, tutuklanıp, eski komünist liderlerden Nikolay Çavuşesku gibi kurşuna dizilmekten korkar. Bir konuşmasında şöyle diyecektir:

    —Beni, milletin iradesini yani, demokrasiyi, basın özgürlüğünü, laik eğitimi yok etmekle suçlayıp, dış güçlerden aldıkları destekle devirmek istediler. Korkmadan, bıkmadan, yorulmadan şatonun etrafına tüneller kazıp devleti ele geçirmeyi denediler. Dedikleri kadar faşist olsam sarayımın çevresine köstebek gibi delik kazılmasına izin verir miydim? Bu tünelleri zamanında fark etmeseydik, güçlenmemizi istemeyen düşmanlar bayram edecekti. Allahın izniyle düşmanı iş başında yakaladık. İstihbaratımız da ekonomimiz gibi güçlü olmasaydı bugün bağımsız Cumhuriyetimiz Amerika'nın uydusu olacaktı. Kalkınmasıyla; yenilenen yollarıyla, hastaneleriyle parmakla gösterilen ülkemiz yerle bir edilecekti.

    *

    Halbuki şatonun etrafına tünel kazıldığı doğru değildir. ‘Zatımuhterem’ olarak da bilinen bay şato, zalimliğinden başka yalanlarıyla da ünlü bir liderdir.

    *

    Vahide Uzunaslan’ın yazdığı romana göre söylemek gerekirse, 21. yüzyılın sayılı faşistlerinden bay şatonun yukarıdaki yalanlarını bir tarafa bırakırsak, ülke çoktan (bu iddianın ucu yetmiş yıl geriye gider) Amerika'nın uydusu olmuş, durumu bilen ülkeler de buna göre hareket etmeye başlamıştır.

    Depremden bir ay kadar sonra İstanbul'da, ölümü şaibeli, ünlü profesör H. Çınardibi’nin sembolik cenazesi kaldırılırken şu sloganlar atılacaktır:

    —Katil şato!

    —Hükümet istifa!

    —Kan, zulüm, işkence, adalet nerede!

    —Susma, sustukça sıra sana gelecek!

    —Mafya devlet istemiyoruz!

    Cumhuriyete bağlı kimi akademisyenlerin de belirttiği gibi, aile devletlerine benzeyen şato, liyakatsiz yöneticileri, mafya anlayışı yüzünden ülkeyi yönetememektedir. Yaklaşık on yıldır, adalete erişememe nedeniyle gösteriler yapılmakta, yöneticilerin, patronların, müdürlerin, varsılların ihmali yüzünden yüzlerce ölüm yaşanmakta, işsizlik artmakta, paranın değeri düşmekte, yoksulluk derinleşmekte ancak, İslamcı siyasetçilerin yönetim merkezi olan şato, istifa taleplerine kulak tıkamaktadır.

    Çok partili sistem yıkılmamış görünse de, istediğini milletvekili yapan ‘tek adam’, tek otorite çatısı altındaki bütün partilerin aslında bağımsız değil, şato partisi olduğu yönündeki görüşler de zamanla daha çok taraftar toplayacaktır. Gerçekten de milletvekillerinin yüzde doksan dokuzu iş adamı ya da iş adamlarının, patronların çocukları arasından seçilmektedir. Hangi parti iktidara gelirse gelsin, demokrasiyi mümkün kılacak, tek adam etrafında örgütlenmeyi ortadan kaldıracak, milletin vekillerini sadece millete hesap verecek duruma getirecek olan siyasi partiler yasası çıkarılmamakta, mevcut yasalarla bütün milletvekillerinin, milletvekili adaylarının parti başkanına biat etmesi sağlanmaktadır. Durumu bilenler, bay şatonun yalnız olmadığını, kendine benzeyen şato anlayışındaki diğer partilerin liderleri sayesinde bu günlere geldiğini, iktidarını güçlendirdiğini söylerler.

    Roman karakteri Zahide’nin eşi, adli tıp doktoru Baran da ölümünden önce milletvekili olmayı istemiş, kendisine defalarca söz verildiği halde bu talebi,

    —Hele dur, bakılacak, denilerek beklemeye alınmıştır.

    Sözü edilen depremden önce, şatonun emrindeki polislerle, uzun zamandır adaletsizlik nedeniyle cinnet geçirmekte olan halk arasındaki çatışmalar giderek artmaktadır. Kasaba meydanı, ormanlık alan, polisin kullandığı biber gazı bulutları altında kalmış, pek çok böcek, başta göçmen kuşlar olmak üzere pek çok hayvan yaşamını kaybetmiştir. Polis zoru altındaki göstericiler, yakıcı dumandan göz gözü görmediğinden, gökten yağan ölü kuşlar altında ne yana kaçacaklarını bilemezler. Deprem anına kadar, güvenlik güçlerinin, savunmasız halka yönelik saldırıları, bu şekilde hız kesmeden devam edecektir.

    Romanın cevap aradığı bir soru da şudur: Akıbeti bilinmeyen Hüseyin Çınardibi adındaki akademisyenin ölümü sırasında gaz maskeli güvenlik güçleri, onlarca göstericiyi, çocuk yaştakileri dahi, copla döverek, kafa göz yararak, tutuklu aracına zorla bindirip on yedi yaşındaki bir öğrencinin ölümüne neden olmuşlar mıdır?

    Gözaltına alınanlardan biri de, ilerleyen günlerde şehit haberi gelecek olan Tarkan Uzunkaplan adındaki asker adayı bir gençtir. Uzunkaplan, depremden bir hafta önce başlayan eylem sırasında iki gün tutuklu kalmıştır. Serbest kaldığında vücudunun değişik yerlerinde darp izleri olduğu, bunun için hastaneye gidildiği, ama doktorlar üzerindeki polis korkusunun darp raporu alınmasına mâni olduğu söylenmektedir.

    İşkence mağdurlarından biri de Nadide Karadere'nin oğlu, Muhammet Karadere'dir. Muhammet askerliğini Güneydoğu'da yapmış, terörle girdiği pek çok çatışmadan sağ çıkmıştır. Bir konuşmasında, şatoya bağlı olmakla birlikte adaletsiz bir ülkede yaşamanın ne kadar insanlık dışı olduğunu, ekmek kadar, su kadar adalete ihtiyaç duyduğunu belirtir. Televizyonlara çıkıp gündüz programlarında, ağlayarak, devlet yokmuş gibi adalet arayanları gördükçe kahrolduğunu söyler.

    —Böyle bir ülkede yaşamak için mi teröre karşı mücadele verip şehit oluyoruz? diye sorduktan sonra şöyle devam eder: Bu toplum böyle gelmiş, böyle gider. Ne yaparsan yap düzeltemezsin. Dincilik, tarikat liderlerine bağlı yaşamak belki de genlerimizde var. Demokrasi yıkıldı, şato düzeni kuruldu mu? Kuruldu. Bazıları şatonun, seçmen oylarıyla geldiği gibi gideceğini sanıyor. Yirmi yıl oldu, her sandıktan zatışaheneleri başarıyla çıktı. Nasıl oldu bu? Bunca adaletsizlik arasında genelkurmay başkanı bile terörist suçlamasıyla hapse atıldı da milletin gıkı çıkmadı. Adam teröristse, kim orduyu böyle bir teröriste emanet etti, atamasını kim yaptı? Terörist olmak vatana ihanet de, teröriste ülkenin silahlarını, askerlerini teslim etmek ihanet değil mi? Bu bile zatımuhteremi iktidardan indirmeye yetmedi. Neden biliyor musun? Suç toplumuyuz da ondan. Herkes suça bulaştı. Devlet kurumları tepeden aşağıya partinin eline geçti. Parti devleti öyle bir hal aldı ki, partili olmayana, parti için bir şey yapmayana ekmek yok. Toplumun bir kesimi liyakatsiz şekilde kurumlara yerleştirilerek maaşa bağlandı. Hani işe ya da üniversiteye giriş sınavlarının soruları çalınıyor, hak etmeyenler öğrenci ya da memur, ya da işçi kadrosuna alınıyor ya... Herkes şunun farkında: iktidar değişirse sayıları milyonları bulan torpilli memurlar, işçiler, kısaca emekçiler işlerini, çalınmış sorularla üniversitelere yerleşen öğrenciler belki de eğitim haklarını kaybedecekler. Bu yüzden ekonomi, adalet, gelir dağılımı ne kadar bozulursa bozulsun her seçimin galibi şato olmakta. Çünkü toplam seçmen sayısının, seçimleri kazanmaya yeten yarısından fazlası, şatonun suç ortakları arasında. Suç toplumunda yaşıyoruz demem bundan... Bir kişi yok ki, şatonun lütfu olmadan nefes alabilsin. Hiç suçu olmayan borcunu ödemiyor, af çıksın diye bekliyor. Zamanında vergisini verenlere, borçlarını ödeyenlere keriz muamelesi yapılmakta. Hal böyle olunca suçlular, hak etmeden maaşa konanlar, liyakatsiz görev yapanlar, olanaklarını yitirmemek için sevmeseler dahi şatoya biat eder durumdalar. Hal böyleyken devlet yardımıyla görev yapan siyasi partiler, seçim tiyatrosu çevirmekte. Halkı iktidarın kötülüklerine inandırarak seçimleri kazanacaklarını sanıyorlar ya da böyle davranarak olmayan demokrasiyi var gibi göstermek istiyorlar. Seçimlerin sağlıklı yapılması, demokrasinin işlemesi için önce özgür bireylere ihtiyaç var. Atatürk'ün de dediği gibi, Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür nesiller istemekte. Böyle bir nesil bu topraklarda hiçbir zaman olmadı. Ülkenin gerçek demokratları, solcuları, sözde Cumhuriyetin askerleri, emniyet güçleri tarafından darmaduman edilince, pek çoğu işkencede ölünce, yaşama olanakları ellerinden alınınca, olanağı olanların yurt dışına kaçmaları sağlanınca ortalık Amerika'nın emrindeki dinci yobazlara kaldı... Yoruldum bunları düşünmekten... Ülke böyle yönetilsin, aslan payını aslan olmayanlar alsın, üniversite sınavlarından başlayarak bütün sınavlarda yolsuzluk yapılsın; sınav soruları çalınsın, yandaş olanlar bu soruların cevaplarıyla sınava girsin, bilimsel, laik eğitimin yerini din eğitimi alsın, şatonun zirvesi iktidar hırsı içindeki tarikatlara merkez olsun, hainler vatansever sanılsın, genç kızlar, çocuklar kaçırılsın; kapalı kapılar ardında günlerce tecavüze uğrasınlar, güçlü olanın yargılaması yapılmasın, kanunlar yoksullar için olsun, seçmenin iradesi sandığa yansımasın, oylar çalınsın, olmayan demokrasi var gibi gösterilsin, millet açken şatoda yaşayanlar lüks içinde yaşayıp milletin üzerinde tepinsinler, acıdan ne dediğini bilemeyen şehit yakınları şatoya hakaretten mahkemeye çıkarılsın, vatanseverler hapse tıkılsın; öldürülsünler, senelerce maddi manevi işkenceden geçirilsinler diye mi yaşamlarımızdan vazgeçiyoruz? diye sorar.

    Tarkan Uzunkaplan da siyasi konularda onun gibi düşünmektedir. Deprem olmadan altı ay önce Muhammet Karadere, kahvehanede yaptığı bir konuşma sırasında kaymakama hakaret etmekten tutuklanıp hapse atılacaktır. Nuri Nardan adındaki kaymakama bağlı adamlar, tıpkı bay şatonun görevlileri gibi, zalimlere, sırtını köşke dayayanlara, eş dost sohbeti sırasında dahi olsa hakarete cesaret edenleri ihbar etmekte, savcılar da, ilgili şahısların tutuklanmasını istemektedir. Böylece tek adam rejimi güçlenirken onlar da siyasi geleceklerine yatırım yapmış olurlar.

    Muhammet Karadere yaklaşık yüz kişinin bu nedenle mahkemeye çıkarıldığı yerel gazetelerin birine haber olur. Kaç kez vatan için ölümden döndüğü halde vatanseverliği masaya yatırılan Karadere, kaymakam Nuri Nardan'a hakaretten tutuklanıp hapse atılmıştır ancak, ilgili savcılık şu soruyu sorar: Muhammet'in arkasında şatoyu istemeyen, çete benzeri bir yapılanma mı vardır? Tarkan Uzunkaplan'la birlikte şatoya karşı örgütlendikleri, yurt dışından destek aldıkları doğru mudur?

    *

    Romanın başka bir bölümünde de şu soruya cevap aranır:

    Kasabanın, Atatürk rejiminden yana olan kesimiyle sorunları olan Nuri Nardan'ı, depremden bir gün önce, yatağında uyurken tek kurşunla kim öldürmüştür? Aynı gece işlenmiş beş ayrı cinayet daha vardır. Öldürülenlerin ikisi polis, biri polise şahsi menfaati için adam dövdüren B adındaki patronun oğlu, bir diğeri kadın ticareti yapan, göçmen kızları eskort olarak pazarlayan A, sonuncusu da hastanedeki görevini kötüye kullanarak ek kazanç elde eden, güvenilmez tanı ve raporlarıyla ünlü psikiyatrist Ş'dir.

    Bu cinayetler de, Ortadoğu savaşlarından kaçan pek çok göçmene, şato oluruyla kucak açan kasabanın esrarengiz, suçlusu bulunamayan olayları arasında yer alır.

    Bu tür olaylar R kasabasında yeni değildir. R, ülke geneline bakıldığında, en çok işsizin yaşadığı bölgelerin başında gelmektedir. Termik santrallerin neden olduğu hava kirliliği, temiz suya, gıdaya erişememe gibi pek çok sorun yüzünden kasaba halkı perişandır. Geçmiş yıllarda başka şehirlerden de göç almış olan R kasabası, sosyal dokusu itibariyle İstanbul'a benzer. İstanbul gibi Türkiye genelini yansıtan, yüz bin nüfuslu küçük bir kasaba olduğunu söylemek mümkündür. İlerleyen günlerde deprem nedeniyle yerle bir olacak olan kasaba sakinlerinin yarıya yakını şato yanlısıyken, diğer yarısı demokrasi istemektedir.

    Siyasal gündemi oldukça hareketli kasaba hakkında ulusal gazetelerin biri bir sabah şu başlıkla çıkar:

    —R'de neler oluyor?

    Alt başlıktaysa şu ifade kullanılır:

    —İmam eğitimlerine zorlanan öğrencileri, mutlu olma yollarını dinde arayan kadınları, parklarda oturmaktan başka etkinliği olmayan emeklileriyle, çok sayıdaki işsiziyle mutsuz kasaba halkı cinnet mi geçiriyor?

    Buna benzer haberlere, cin çıkaran imamlarıyla da ünlü olan R, pek çok kez konu olmuştur.

    Depremle hükümet karşıtı gösterinin aynı anda meydana gelmesi, o sırada silah seslerinin duyulması, göçük altından kurşunlanarak öldürülmüş yüze yakın göstericinin çıkarılması, "R de ne oldu? sorusunu ülke gündemine taşımıştır.

    Bu soruya o kadar ilginç karşılıklar verilir ki, duyanlar, hayretle ne diyeceklerini bilemezler. Aralarında işsiz öğretmen, işsiz mühendis, işsiz veteriner gibi diploma sahiplerinin de olduğu, çoğu imam lisesi çıkışlı tanıklar, Çanakkale ya da devrim şehitlerinin, Köroğlu'nun, Pir Sultan Abdal'ın ya da yeşil berelilerin ve yahut Hz. Ali'nin, kimileri de Hz. Ömer'in canlandığını, binalar yıkılırken silah sesleri duyulduğunu, bir ara Ali'yle Ömer'in aynı safta olup kalaşnikofla göründüğünü, uzaydan gelen araçlardan ince kollu, uzun bacaklı yaratıklar indiğini, belki de cinayetlerin onlar tarafından işlendiğini iddia ederler.

    Gazeteci Nurullah Yener, bu ipe sapa gelmez konuyla ilgili şu yorumu yapar:

    —Birbiri ardına felaketlerin yaşandığı R kasabası, nüfus oranına göre düşünürsek, suç oranı, gelir dağılımı adaletsizliği en fazla olan ilçelerin başında gelir. Burayı, Arap kültürüne uygun din eğitimlerinin kısmen daha çok yapıldığı, şatonun siyasi rakiplerine karşı seçmen olarak kullanmayı planladığı kayıtsız göçmen nüfusunun en çok görüldüğü yerleşim yeri olarak da gösterebiliriz. Atmış bin nüfusu, göçmenlerle birlikte birden yüz bine çıkan, herkese yetecek kadar ekmek, zeytin, peynir yokken, imamı, camisi eksik olmayan, öğretmensiz köylerinde taşımalı eğitim yapılan R kasabasının merkezinde, kadrolu öğretmenlerden daha çok, düşük ücretle geçici çalıştırılan kadrosuz öğretmenlerle, seçmeli din dersleri için görevlendirilen imamlar görev yapmaktadır. Yaptığım araştırmaya göre R'de beş ilkokul, yirmi orta okul, on beş mesleki ve akademik lise, ikisi yatılı on beş kuran kursu yer almaktadır. Resmi okulların hepsinde zorunlu din eğitimi dışında 'seçmeli' adı altında 'zorunlu seçmeli, Anadolu İslam'ı ile ilgisi olmayan,' Emevi anlayışına uygun din dersleri yapıldığı söylenirse yanlış olmayacaktır. Aslına bakılırsa ülkenin genelinde de durum böyledir. Bilimsel eğitimin yerine din eğitimi getirileli çok oldu. Haliyle bilimin ışığında düşünemeyenlerin, Cumhuriyetin arzu ettiği gibi fikri hür, vicdanı hür olamayanların, şeyhlere, şıhlara, tarikat liderlerine biat edenlerin, emperyalizmin tuzaklarını İslam sananların, ölülerden medet umanların sayısında büyük artış var.

    Babamın görevi nedeniyle liseye kadar öğrencilik yaptığım, doğum yerim olan R kasabasının otuz yıl önceki halini çok iyi bilirim. Kasabanın orta yerinde, üç odalı on sekizinci yüz yıldan kalma taş bir bina vardı; burası halk kütüphanesiydi. Ne oldu biliyor musunuz? Dincilikten başka sosyal etkinlik, din kitabından başka kitap bilmeyen, şarap üretiliyor diye üzüm bağlarına yatırımı imkânsız hale getirenler, kasabanın orta yerindeki bu, vaha benzeri güzelim binanın kapısına; Cumhuriyetin sönmekte olan son ışıklarından biri olarak gördükleri bu kapıya kilit vurdular. Nasıl ki liseleri imam lisesine çevirdilerse şatonun amirleri, sanki yeteri kadar cami, namaz kılınacak mekân kalmamış gibi burayı da mescide dönüştürdüler. Gençlerine barınak, umut, gelecek olamayan, gidenin bir daha dönmek istemediği, birbirine bitişik beton binalarıyla yaşanmaz hale gelen, Ortadoğu'dan kaçan göçmenlerin tercih ettiği kasabada, gereğinden fazla cami bulunuyor. Eskiden üç beş kişiye hizmet veren bu camilerde şimdilerde, özellikle cuma günleri namaz kılmaya yer bulunmuyor. Çoluk çocuk, genç yaşlı, pek çoğu göçmen, işi, eğitimi bırakıp camilere koşuyorlar. Hal böyle olunca; yoksullukla, İslam gibi gösterilen sahte din eğitimleri arttıkça kurtuluş, kahramanlarda, şehitlerde, peygamberlerde, Hazreti Ali'ye, Ömer'e, Köroğlu'na, Dedemkorkut'a benzetilen beyaz sakallı ihtiyarlarda, hatta uzaydan gelme olasılığı bulunan yaratıklarda aranmakta.

    *

    Vahide Uzunaslan'ın romanına konu olan, sağcılıkla solculuğun, dincilikle laikliğin, siyasal İslam’la demokrasiyi savunanların kıyasıya mücadele verdiği ünlü R kasabasında, adı olaylara karışan, Muhammet Karadere'nin bir de ücretli öğretmenlik yapan kardeşi İsa Karadere vardır. Muhammet'in iki yaş küçüğü olan İsa, sınavı kazandığı halde ataması yapılmayan öğretmenlerdendir. Onun da poliste kaydı bulunur. Şatonun görevlileri tarafından, rakı içtiği, Cumhuriyetçi bir dernekte görev aldığı için, adı kara listeye alındığından öğretmenlik yapamamaktadır.

    Blog yazılarının birinde, 19. yüzyılda Amerika'nın az sayıdaki sosyalist yazarlarından biri olan Jack London'u örnek aldığını söyleyen İsa, depremden sonra ortalıktan kaybolacak olan, Hüseyin Çınardibi hakkında, otobiyografik bir roman yazmak ister. Bu amaçla, profesörün konaklama yeri olan Huzur Otel'e giderek, depremden önceki günlerde H.Ç ile konuşmaya başlar. Söyleşi sırasında elde ettiği bilgileri romanında kullanmayı planlamaktadır.

    Bir konuşmasında, yurda ölmek için geldiğini söyler. Mezarının vatanında olmasını istediğini anlatan Çınardibi, yıllarca Amerika'daki üniversitelerin birinde, emperyalizmin arka bahçesi olarak kullanılan, içinde Türkiye'nin de olduğu ülkeleri anlatmış, çevre sorunları üzerine ders vermiş, çevre kirliliğine bağlı olarak nesli tükenen canlı türlerini araştıran, bu türlerle ilgili neler yapılabileceğini dile getiren, dünyanın pek çok ülkesinde çevreci partilerin kurulmasına aracılık etmiştir. Silah tüccarlarının yönetimindeki kapitalizmin, elli yıl daha ayakta kalması halinde dünyanın yok olacağını ileri süren önemli bir bilim insanıdır. Hayatı, öğrenci yetiştirmekle, araştırma yapmakla, yaptığı araştırmaları kitaplaştırmakla geçmiştir. Amerikan vatandaşı olan İspanyol asıllı eşi ölünce emekliye ayrıldığını belirtir. Yıllar sonra ülkesini, doğduğu kasabayı ziyaret etmiştir çünkü, kabrini annesiyle babasının mezarı yanına yaptırmayı düşünmektedir. Yeni dünya düzeninin sorunlarını iyi bilen biri olarak, geleceğe dair kaygılarını anlatırken, bazı çevrelerce saçma bulunan bir yazısında şöyle der:

    —Şato düzenleri yıkılmadıkça yeni teknolojilerle dünyayı kurtaramayız. Ukrayna'yı işgal eden Putin, dünya yanmış, yıkılmış umurunda olmayan, kendi halkını bile düşünmeyen Çin lideri Şi Cinping, ne dediğini bilmeyen gayrimenkul zengini Trump, ayakta uyuyan, benimle aynı yaştaki ihtiyar Biden, dünya yansa da ülkesinin çıkarı uğruna her politikayı utanmazca uygulayan johnson, pandemiden önce şirketler düzenine isyan eden sarı yeleklileri polis gücüyle darmadağın eden Makron gibi devlet başkanları var olduğu sürece bilimin değil, şirketlerin dediği olacaktır. Dünyayı kasıp kavuran, denizleri kirleten, savaşları, iç çatışmaları körükleyen, terörle beslenen şato düzenleri, şurası kesin ki aynı zamanda şirketlerin düzenidir. Para uğruna her şeyi yapabilen bu şirketler sadece havayı, suyu, toprağı kirletmekle kalmıyor, bütün canlı türleriyle birlikte, virüs savaşları yaparak sonumuzu hazırlıyorlar.

    Elbet bir gün bu düzen değişecektir. Ne acıdır ki insanlık, 21. yüzyılda, geçmiş yüzyıllarda olmadığı kadar, gelişen iletişim teknolojileri aracılığıyla esir alınmış, devlet görünümündeki şato egemenlikleri hiç olmadığı kadar güç kazanmıştır. George Orwell'in 1984 romanı gerçekleşmekle kalmamış, romanın dile getirdiğinden daha ağır koşullar, nefes almak zorunda olanları bunaltmış, umutları yeşeremez hale getirmiştir. Böyle bir zamanda yapay zekaların konuşulması, bana sorarsanız hiç de iyi bir şey değil. Görünen o ki, yapay zekâ teknolojisi üreten güçler, en çok da muhalif kitleleri, şatoyu devirmeye çalışanları, baskıya boyun eğmeyenleri tutsak almayı planlamaktadır. Bunla da kalmayacak, paranın, bürokrasinin, 21. yüz yıl faşizminin egemenliğini güçlendirmeyi isteyeceklerdir. Korkarım bu egemenlik, varsıllar uzay aracıyla başka bir gezegene doğru yol alırken, dünyanın balon gibi patlayıp yok olması sonucunu doğurabilir.

    *

    Bu bakış açısıyla ülke genelinde, şatonun engellemelerine rağmen ünlü profesör, konferanslarına devam eder. Emekli olup Amerika'daki görevini, öğrencilerini geride bırakmış, yaşamının son yıllarını, özellikle sağcı siyasetçilerinin emperyalizme uşaklık ettiğini çok iyi bildiği vatan topraklarında geçirme kararı almıştır. Yorgundur. Bazen büyük bir umutsuzluğa kapılarak, bugüne kadar boşa kürek çektiğini düşünür. Dünyanın hor kullanıldığı, doğanın aşırı kirletildiği üzerine söylediği onca söz, onca çalışma boşa gitmiştir.

    Bu şartlar altında son nefesini vermek için ülkesine dönmüş, gördükleri karşısında büyük üzüntü yaşamıştır. İçindeki ses yenildiğini, mücadeleyi kaybettiğini söylemektedir. Güzel ülkesi, medeniyetler beşiği, her mevsimi ayrı güzel Anadolu, bu güzel toprakların bütün kültürlerle harmanlanmış halkları köle olmamak için büyük uğraş vermiş ama başarılı olamamışlardır. Savaşlar çıkmış, özgürlük, tam bağımsızlık uğruna çok kan dökülmüş, buna rağmen emperyalizmin hem emir eri, hem de çöplüğü olunmuştur. Vatan toprakları, denizleri, kıyıları, kendi rahatı uğruna dünyayı ateşe atmaktan çekinmeyen bencil Avrupa'nın teknoloji atıklarıyla kirletilmiş, Rusya bile kendi topraklarını temiz tutmak için nükleer santralini Türkiye'ye kurma kararı almıştır. Gelişmiş ülkeler yeşil enerji peşinde koşarken Putin'in yönetimindeki Rus şatosu, doğanın fütursuzca sömürülmesi konusunda hem fikir olup Türk şatosuyla utanmazca el sıkışmıştır.

    Olup biten karşısında profesör, intiharı dahi düşünecek hale gelir. Bu rezil dünyada en iyi şey belki de ölmektir. Geçmiş seneleri düşündüğünde, bıraktığı gibi kalmayan, her geçen gün daha çok gericileşen, bilimden, sanattan, insan hak ve özgürlüklerinden uzaklaşan, kurumları güvenirliğini tamamen kaybetmiş, İslamcı siyasetçilerin elindeki Atatürk Cumhuriyetine baktıkça kahrolur. Gördüğü, kuralları olmayan, mahkemeleri talimatla karar veren, bu demokrasiden uzak manzara karşısında ne yapacağını bilemez. Bir sabah, aynanın karşısında tıraş olurken içinden, Cumhuriyet, demokrasi, şeriatçıların elinde boğazlanırken, hiçbir şey yapmadan beklemenin karakterine uygun olmadığını dile getirir. Amerika’ya uşaklık eden siyasal İslamcıların elindeki, 'suç toplumu' (Bu kavram: şato tarafından vatandaşların suça bulaştırılarak iktidar ortağı yapılması anlamına gelir) olarak gördüğü ülkesine kavuşmuştur ama, memleketi hakkında bildiklerinden daha ağır bir tabloyla karşı karşıya kalmıştır. Şato, toplumu o kadar kontrol altına almıştır ki, daha ilk günden attığı her adım izlemeye, dinlemeye takılır. Amerika'dayken de ülkesindeki olayların farkındadır ancak, yurda gelince tanık oldukları şimdi daha fazla canını yakar. Depremden önceki altı ay boyunca gösterilere katılan çevreci ev kadınlarının, köylülerin, öğrencilerin, işçilerin, köyüme, ormanıma, suyuma dokunma, havamı kirletme, şatoysan şatoluğunu bil! dedikçe nasıl dayak yediklerine tanık olur.

    Mahkemelerin adil karar vermediğini, şatonun hoşuna gitmeyen kararların valiler tarafından uygulanmadığını, ardı arkası kesilmeyen kadın cinayetlerini, emek sömürüsünü, sermayenin çıkarına hazırlanan yasaları, ormanlar yanarken bakanlığın elinde bir tane yangın söndürme uçağının olmamasını, buna karşın şatonun emrindeki, en lüksünden makam uçaklarını, başka ülkelere uçak filolarıyla yapılan seyahatleri gördükçe öfkesi kabarır, yerel televizyonların birinde konuşurken, pek çok gazetecinin hapse atılmasına neden olan sansür yasasını hiçe sayar. Şatoya dil uzatanlara ceza yazan, televizyonları denetleyen kurulu düşünerek, ağır ifadelerinin küfür değil, eleştiri kapsamında olduğunu belirtir.

    Bir tarafı deniz, bir tarafı çam ormanıyla çevrili R kasabasının son hali içler acısıdır. Profesör, bir öğleden sonra, bir bölümü altın arayan yabancı şirket tarafından, iş makinalarıyla sökülüp atılmış, bir kısmı yanmış, savaş alanına dönmüş ormanı; korkuluğu andıran ağaçları geçerek, büyük bir üzüntüyle aile mezarlığına doğru yürümeye başlar. Tarumar edilmiş ormanda kendini, savaş alanında, yenilmiş bir ordunun askeri gibi hisseder. Çevreyi korumaya çalışırken, hayatını kaybedenlerin mezar taşlarına bakar, duygulanır, nemli gözlerle uzaktaki yanık ormanı izler. Ağaçlar yanınca yağmur, kömür karası içinde kalan toprağı sürüklemiş, bir zamanlar üzerinde çam ağaçları olan taşları, kayaları açığa çıkarmıştır.

    Depremden sonraki günlerde cesedi bulunamayacak olan ünlü profesör, bu korkunç manzara karşısında,

    —Başından beri, galiba en iyisi ölmekti. Nihayet ölüm vakti geldi. Ölüm kurtuluş olacak mı bakalım? diye sorar.

    *

    Kasabaya gelince otelde kalmaya başlayan profesör, Zahide adındaki avukatla tanışır. Zahide Uzunkaplan, profesörün emekli olup, doğum yeri olan R'ye geldiğini, sağlığının bozulmaya başladığını, kanser tedavisi gördüğünü yerel gazete aracılığıyla öğrenir.

    Uzun zamandır doğası hor kullanılan kasaba için bunu ne anlama geldiğini, dünya çevrecilerinin ilgisinin R kasabasına yönelme olasılığını düşününce, profesöre hoş geldiniz demek için Huzur Otel'e gider. Otel sahibi ilkokuldan arkadaşı, kasabanın tanınan ailelerinden Mahmut Rüzgar'dır. İki eski dost ilk bakışta birbirlerini tanıyamazlar. Hoşbeş edip şaşkınlık içinde eski günleri konuşurlar. Bundan sonra arada buluşup sohbet edeceklerdir.

    Akademi kökenli eski siyasetçilerden Erdal İnönü'ye benzeyen; sivri burunlu, uzun boylu, hafif kambur görünümlü Mahmut Rüzgar, işletme fakültesi mezunudur. Yıllar önce üniversitede asistan olarak çalışmıştır. Sohbet sırasında, 80'li yıllardaki darbeci generalleri eleştiren bir yazısından dolayı üniversitedeki görevine son verildiğini, şatoyu sevmediğini, şato rejiminin taşlarını döşeyen eski Cumhuriyeti de benimseyemediğini, solcu olup bu ülkede yalnız kaldığını, solculara yapılan hukuksuzluklar, işkenceler, sürgünler, cinayetler nedeniyle bu günlere gelindiğini, zatımuhterem gibi düşünen dincilerin ülkenin bürokratları, askerleri tarafından desteklendiğini, ülkeyi bu hale getiren, Amerikan uşağı geçmiş yöneticilerin hiç birine saygı duymadığını, solcu geçinen, partiler dahil, pek çok sivil toplum örgütünün istihbarat elemanlarının denetiminde olduğunu anlatır. Solcu diye bilinen yüzlerce öğretim görevlisiyle aynı kaderi paylaşan Mahmut, kasabaya dönerek, babasının mesleği olan otelciliğe başladığından mutludur. Babadan kalma oteli elden geçirerek, odaların konaklama, dinlenme kalitesini artırır, daha temiz, daha bakımlı hale getirir. Bazen de akademideki günlerini özler:

    —Doğru mu bu yaptığım? Bunun için mi okudum? Basit bir otel yöneticisi olmak için mi? Dinci şato ülkeyi ele geçirmişken, devletin tepesinde tarikatçılar birbirine muhalefet ederken, siyasi partiler giderek şatoya benzeyip demokratik işleyişten uzaklaşırken, bu yaptığım doğru mu? Ne yapıp edip demokrasiye inanan öğrenciler yetiştirme mücadelesi vermem gerekmez miydi? diye sorar.

    Bir taraftan da,

    —Bu kervan düzelmez, böyle gelmiş böyle gider, diyerek boş verir.

    Seneler öncesinin olaylarını hatırlar. Üniversiteye dönmek için açtığı dava, otelcilik mesleğini sevmeye başladığı günlerde sonuçlanmıştır. Bir sabah postacının uzattığı zarfı açınca, davayı kazandığını, istediği zaman üniversitedeki görevine dönebileceğini öğrenir. Fakat şunu düşünür: şato kurulduğundan beri üniversiteler bilim yuvası olmaktan çıkmış, partinin emrince hareket eden, öğrenci yetiştirmekten çok, gençleri köreltmenin eğitimini yapan, böylece partiye hizmet eden, bilimsel eğitimden uzak kurumlara dönüşmüştür.

    Bu durumda ne yapsa, nasıl davransa iyi olacaktır? Düşünür taşınır; şu sonuca varır:

    —Özgür düşünce olmadıktan sonra üniversite hocalığının da değeri kalmıyor. İstediğimi konuşup, yazabiliyor muyum? Kendimi ifade edemedikten sonra nasıl olacak da düşünme, eleştirme kabiliyeti yüksek öğrenciler yetiştireceğim? Daha geçenlerde, ekmekteki fiyat artışına itiraz eden sendika başkanlarından birini, Her yıl, mesela Almanların dört katı ekmek tüketiyoruz. Ekmekle beslendiğimiz için beynimiz yeteri kadar iyi çalışmıyor. Bu yüzden şatoya itiraz edemiyoruz. Aşırı hamur tüketimi, insanı mankafaya dönüştürür. Beslenme özellikle ekmekle yapılsın istenmekte fakat, ekmeğe yapılan zamla bunu bile millete çok görüyorlar, dediği için mahkemeye çıkarmadılar mı? Ne konuşuyoruz? İfade özgürlüğü, Cumhuriyet ne hale geldi, laik eğitim yıkıldı, mahkemeler parti militanlarının eline geçti, basın özgürlüğü diye bir şey kalmadı, dört dörtlük işgal dönemine girildi. Buna rağmen üniversitelerden ses yok. Kimiz biz? Üniversite hocası olmuşuz, araştırma yapmış, kitap yazmışız da kime faydamız var? Bilim mi yapmışız? Ne keşfetmişiz de dünya kültürüne, bilimine, sanatına katkımız olmuş? Tek yaptığımız ezber. Ezberlerimizi anlatır, düşünme kabiliyeti olmayan nesiller yetiştiririz. Yalana gerek yok... Nasıl bir nesil yetiştirmişiz ki, şatonun kurulmasına, ülkenin yıkılmasına sessiz kalınmış. Bilim insanları, öğretmenler, ana babalar demokrat olsa, çocuk yaştakilere camilerde 'Kuran kursu' adı altında din aşısı değil de, demokrasi aşısı yapılsa, durumumuz böyle olur muydu? Herkesin kanında bencillik, şiddet, başkasının inancını beğenmeme, kendi kültürünü aşırı yüceltme, din, dil, ırk ayrımı yapmadan uygarlığımıza sahip çıkmayı reddetme var. Dünyanın her yerindeki, sözde demokrat görünümlü şatolar eliyle insanlık esir alınmış durumda. Eğitimciymişiz, din sömürüsüne, dinci eğitimlere karşıymışız, dünya faşist şatoların baskısı altında inim inim inlerken devrimciymişiz, insan hakları der, başka şey demezmişiz, kim inanır buna? Adı üniversite olan her kurumun bilim yuvası olduğunu söylemek mümkün mü? Rahmetli Atatürk bilim olsun, hakiki eğitim yapılsın diye elinden geleni yaptı; ondan sonra her şey tuz buz oldu. Halimiz ortada: ülke yıkılırken binlerce akademisyen, öğretim üyesi, eğitimci, tıpkı milletvekilleri gibi, tıpkı güvenlikten sorumlu yöneticiler, şatoya danışmanlık yapanlar gibi, maaşları dışında bir şey düşünmüyor; düşünüyorlarsa ben de adam değilim, bir şey bilmiyorum. Nasıl ki Osmanlı'da medreseler gericilik yuvasına dönüştü, benzer olayları bugün üniversiteler yaşamakta. Milletvekilleri de aynısını yapmıyor mu? İran'dan, Mısır'dan, Sudi Arabistan'dan ne farkımız kaldı? Oralarda da bilimsel makale yazamayan, üretimden kopuk, beş para etmez, çok eşli, kazancı yerinde, lüks evlerde oturup lüks arabalara binen profesör ünvanlı yobazlar var.

    Pek çok Ortadoğu ülkesi gibi, artık bizi de bir aile ve o ailenin etrafındaki, dindar geçinen hainler yönetmekte. Kendimizi kandırmayalım. 'Osmanlı imparatorluğu yıkıldı, Cumhuriyet kuruldu,' diyoruz ya, Cumhuriyetin ömrü Atatürk'ün ölümüne kadar sürdü. Çok parti dönemi başlar başlamaz işbirlikçiler iktidarı ele geçirdi. Tam bağımsız Türkiye yerine Amerika'nın uydusu, çöplüğü, jandarması, askeri, polisi olundu.

    *

    Yaşananları düşünüp, aklından bunları geçiren Mahmut Rüzgar, sonunda şöyle der:

    —En iyisi otel işletmek. Neden kalkınamıyoruz sorusuna cevap aramanın, ne olup bittiğini akademik çalışma adı altında tespit etmenin kimseye faydası yok. Her şey biliniyor. Kötü yönetim, kötü eğitim, vatandaşa kötü hizmet varsa, doğrusu bilinmediğinden değil... Pek çok şeyin doğrusu bilindiği halde, kazanç kapısına dönüşen yanlışta ısrar edilmekte. Böyle olmasaydı Cumhuriyet kurulduğundan beri siyasetin içinde bulunan seçilmişler, onların sülalesi, emperyalizmle iş birliği yapıp ceplerini dolduramazlardı.

    İmkânın varsa bu dönemde en iyisi, kendi işini kurmak. İşimin patronu olursam, istediğim hayatı yaşayamasam da, en azından kafam rahat olur. Şunu düşündün, şunu yazdın, iktidarı eleştirdin, gel bakalım mahkemeye, gir bakalım hapse, derdinden kurtulmuş olurum. Rahmetli Sabahattin Ali'nin başına gelenleri düşününce aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Ülkesinin gelişmesini istemekten başka suçu olmayan, sadece bunun için yazan, düşünce öne süren genç bir yazara neler etmediler? Anasından emdiği sütü fitil fitil burnundan getirdiler. Nihayet canını alıp,

    —Biz yapmadık, kimin yaptığını da bilmiyoruz, dediler.

    Sözde bir katil bulup afla salıverdiler. Rahmetli Sabahattin gibi niceleri var ki, bu ülkede sülale boyu suçlu sayılıp işsiz bırakıldılar. Pek çok aydın, ölümüne uğraş vermiş, yazmış, çizmiş, yerine göre kavgaya tutuşmuş da, kimin gücü yetmiş ki bu ülkeyi Amerika'nın elinden almaya? Mustafa Kemal'i saymıyorum çünkü o bizden biri değil, uzaydan gelmiş olmalı. Bir daha da onun gibisi gelmedi, gelmeyecek. En iyisi susmak, dünya vatandaşı olmaya çalışmak. Keşke evrensel vatandaşlık isteyenleri bir adada toplasalar da orada yaşasak. Ömrüm olsa da dünyanın tek bayrak altında, silahsız, askersiz olarak, her ülkenin temsilcileri aracılığıyla, aynı yasalarla yönetildiğini, din, dil, ırk ayrımının kalmadığını görebilsem. Ne kadar hayalciyim. İşte bu hayaller yüzünden beni rahat bırakmazlar. Akademik yaşamı bırakıp kasabada kalırsam, günümüz için değil, ileriki yıllar için kendimce bir şeyler yazıp oyalanırım. Yazdıklarımı bastırmasam da belki internete yüklerim. Benden sonrakilerin düşüncelerimi okuması, bu yılları bir de benden dinlemeleri hoşuma gider.

    *

    Bunları düşünen Mahmut Rüzgar, davayı kazandığı halde üniversiteye dönmeyecektir. Saray rejimiyle uğraşmaktansa kendi işinin patronu olmaya karar verir, evlenir, Metin ve Sibel adında iki çocuk babası olur.

    Babası gibi depremde hayatını kaybeden Metin Rüzgar, kasabanın başarılı avukatlarındandır. Sibel Rüzgar ise, İstanbul'daki, dışarıdan görünüşü cilalı, lüks binası olan, akademik araştırmalar bakımından ele alındığında beş para etmez, özel üniversitelerin birinde araştırma görevlisi olarak çalışır. Kasabayı yerle bir eden depremi, kardeşinin, babasının ölümünü, deprem sırasında şatoya karşı yapılan halk ayaklanmasını, kaç kişinin yıkılan binaların altında kaldığını televizyondan öğrenir. Çevre kirliliği ve nedenleri üzerine makaleler yazar. Araştırmalarıyla ve yazılarıyla akarsuları kirleten iş adamlarını ve onlara, ne pahasına olursa olsun iş yapma izni veren, fabrikalarını ahbap çavuş ilişkisi içinde denetleyen şatoya bağlı müfettişleri eleştirdiğinden, üniversite kurulu tarafından uyarılır. İlgili dekan, özel üniversitenin ortaklarından birinin, söz konusu araştırmaya konu edilip eleştirildiğini, 'şatonun koruması altında çevreyi kirleten şirketler' başlığı altında basına yansıyan haberin üniversite yönetiminde rahatsızlık yarattığını söyler; bir dolu açıklama yaptıktan sonra son söz olarak şunları dile getirir:

    —Bastığın dalı kesiyorsun, haberin olsun.

    O günden sonra Sibel geri adım atar ancak mutsuz olur. O da babası gibi,

    —Gerçekleri söyleyemedikten sonra bilim, araştırma ne işe yarar? der, ne yapıyoruz biz? Doğru bildiklerimizin, araştırıp tespit ettiklerimizin gereğini yapamadıktan sonra... maaş alıp gençleri düşünemez, hakkını arayamaz, şatonun buyrukları dışına çıkamaz hale getirmek için mi çalışıyoruz?

    Yaşamında, akademisyen babasının izleri olan Sibel, bir bayram günü ailesiyle birliktedir. Bir ziyaret sırasında HÇ ile tanışır. Çınardibi, sohbet sırasında göçmenlerden değil, sınırların yol geçen hanı gibi olmasından rahatsız olunması gerektiğini söyler.

    İleride pek çok soruşturmaya konu olacak olan, deprem öncesinin R kasabasında, Ortadoğu kökenli göçmenlerin yaşadığı büyük bir mahalle bulunmaktadır. Bu mahallede oturanlar tarlalarda, oto tamiri yapılan sanayide ucuz iş gücü olduğundan, kasabanın insanca yaşanabilecek ücretle çalışmak isteyen işsizleri tarafından sevilmezler. Sadece işsizler tarafından değil, vergi ödeyerek çalışmak zorunda olanlar tarafından da protesto edilirler. Aralarında pek çok kez, bazen iş yüzünden bazen de yerli halkın genç kadınlarına sarkıntılık nedeniyle tatsızlık çıkar. Hemen her gün kavga nedeniyle karakola götürülenler, ifadelerine baş vurulanlar olur.

    Sibel bir akşam üzeri kavga edenlerin arasından geçerek babasının oteline uğrar. Zaman zaman Cumhuriyetten yana kimi derneklerin yardımıyla, uçakla gidilen büyük şehirlerde konferanslar vermeye başlayan Çınardibi'yle karşılaşır. HÇ, doğa düşmanı, çok kazanmak için petrolü, kömürü tercih eden, doğal enerji üretimlerine yatırım yapmayan şato sistemleri hakkında yazdıklarını katıldığı söyleşilerde tekrar etmektedir. Sibel böyle önemli bir isimle tanıştığına, bu kişinin babasının otelinde kaldığına inanamaz. Profesör hakkındaki bazı detayları öğrenince çok mutlu

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1