Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Doktor Moreau'nun Adası
Doktor Moreau'nun Adası
Doktor Moreau'nun Adası
Ebook177 pages1 hour

Doktor Moreau'nun Adası

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bir yandan korkun bir yandan umudun varsa iki kanatlı olursun, tek kanatla uçulmaz zaten.

Mevlânâ

Bilimkurgunun en büyük ustası kabul edilen, farklı türdeki eserleri bugüne dek, pek çok sanatçıya ve yazara ilham kaynağı olan H. G. Wells, belki de gelecekten bizi ilk korkutan yazardır.



Edward Prendick, yaşadığı bir gemi kazası sonucu, tuhaf bir adada mahsur kalır.

Bir süre sonra insan mı hayvan mı olduğunu anlayamadığı yaratıklara dair dehşet verici gerçeği fark eder...



Dr. Moreau'nun Adası, viviseksiyondan ilhamını alan tüyler ürpertici hikâyesiyle doğa, bilim, evrim, ahlak ve insan üzerine derinlikli sorular sormayı başarabilmiş "sarsıcı" bir başyapıt.

"Görünürde bu yabanilerdeki illet bana da bulaşmıştı ama içimin derinliklerinden gülme isteğiyle tiksinti yükseliyordu. Uzun bir yasaklar listesini tekrarladıktan sonra bu garip ilahi yeni bir forma bürünüverdi.

'Acının Evi onun evidir.

Yapan El onun elidir.

Yaralayan El onun elidir.

İyileştiren El onun elidir...

Çakan şimşek onundur...

Derin, tuzlu sular onundur.'

Aklıma Moreau'nun bu insanları hayvana çevirdikten sonra güdük beyinlerine kendisinin Tanrı olduğu fikrini aşılamış olabileceği gibi korkunç bir düşünce geldi."
LanguageTürkçe
Release dateDec 15, 2023
ISBN9786050984347
Doktor Moreau'nun Adası
Author

H. G. Wells

H.G. Wells (1866–1946) was an English novelist who helped to define modern science fiction. Wells came from humble beginnings with a working-class family. As a teen, he was a draper’s assistant before earning a scholarship to the Normal School of Science. It was there that he expanded his horizons learning different subjects like physics and biology. Wells spent his free time writing stories, which eventually led to his groundbreaking debut, The Time Machine. It was quickly followed by other successful works like The Island of Doctor Moreau and The War of the Worlds.

Related to Doktor Moreau'nun Adası

Related ebooks

Reviews for Doktor Moreau'nun Adası

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Doktor Moreau'nun Adası - H. G. Wells

    DOKTOR MOREAU’NUN ADASI

    Özgün adı: The Island of Doctor Moreau

    Yazan: H.G. Wells

    Çeviren: Seyhan Dönmez

    Yayına hazırlayan: Senem Kale

    Kapak tasarımı: Serkan Yolcu

    Grafik uygulama: Havva Alp

    Türkiye Yayın Hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın hiçbir bölümü yayıncının izni olmadan kullanılamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2021 / ISBN 978-605-09-8434-7

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 İSTANBUL

    Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66

    www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr / satis@de.com.tr

    Çeviren: Seyhan Dönmez

    Takip etmekte zorlandığımız bilimsel gelişmeler, son çeyrek asırda her yıl daha ürkütücü distopyalar hayal etmemize neden oluyor. Müthiş bir hızla ilerleyen yapay zekâ teknolojisi, hayatın her alanında görmeye başladığımız irili ufaklı robotlar, mahremiyeti imkânsız hale getiren sosyal medya ve diğer dijital uygulamalar, daha nicesiyle birlikte kendimizi teknolojinin karşısında günbegün daha güçsüz, daha savunmasız ve daha ürkek hissetmemize yol açıyor.

    Kontrolden çıkan bilimsel buluşların yaratabileceği terör, romanlardan kısa hikâyelere, filmlerden televizyon dizilerine, öykülemenin her türünde en popüler temalardan biri haline geldi.

    Boston Dynamics firmasının tasarladığı, insanların yaptığı çoğu şeyi insanlardan daha iyi yapan robotları seyrederken, Çin televizyonlarında yapay zekâlı haber spikerlerinin boy göstermesine şahit olurken, ister istemez Wachowski kardeşlerin Matrix’ini, Asimov’un Ben Robot öykülerini ya da Philip K. Dick’in meşhur Blade Runner filmine konu olan karanlık hikâyelerini düşünüp ürperiyoruz.

    Gelecekten korkmamıza neden olan bu gidişata dikkat çeken ilk eserlerden biri olan Dr. Moreau’nun Adası’nı, sanki yazıldığı 19. yüzyıla değil de bugünlere ait hissetmemiz muhtemelen bu sebepten.

    Bir adada yaşamak, özellikle de ıssız adada mahsur kalmak, edebiyatta insanın sıkışmışlığına gönderme yapmak için sıkça kullanılan, güçlü bir metafordur. Dört tarafı denizlerle çevrili, istediğiniz zaman çekip gidemediğiniz, sizi kendi doğasıyla ve sınırlarıyla uyumlanmaya zorlayan ada yaşamı, bir türlü sona erdirilemeyen mutsuz bir evlilikle, terk edilemeyen bir aile ya da mahalle baskısıyla, despot bir siyasi düzende yaşama zorunluluğuyla fazlasıyla benzeşir. Geçirdiği gemi kazasından sonra Dr. Moreau’nun adasında mahsur kalan kahramanımız Edward Prendick de, kendisini dayanılması zor bir çıkmazın içinde bulur. Öykü ilerledikçe onun yaşadığı bu ruhsal ve fiziksel sıkışmayı biz de yüreğimizin derinliklerinde gitgide daha fazla hissederiz. Hem bu ürpertici öyküye uyum sağlamaya çalışırız hem de kahramanımızın bir an evvel kurtulmasını ve onunla birlikte kendimizi güvende hissettiğimiz medeniyete dönmeyi isteriz.

    Edward Prendick’in başından geçenler pek çok açıdan William Golding’in çarpıcı eseri Sineklerin Tanrısı’nın kahramanı Ralph’ın yaşadıklarına benzer. Dr. Moreau’nun hayvan-insanlarının üzerlerindeki otorite baskısı zayıfladıkça doğalarındaki vahşiliğe dönmeleri, Ralph’ın genç arkadaşlarının mahsur kaldıkları adada günden güne hayvanlaşmalarından farklı mıdır? Farklı asırlarda yazılmış bu iki ünlü eser arasındaki benzerlikleri, Golding’in Wells’ten ilham almasından daha çok, insanın zaaflarının ve içindeki hayvanın her asırda edebiyatçıların dikkatini çekmesine yormak daha doğru olur. Toplumsal olaylarda yaşanan linç girişimlerini seyrederken, günümüzde bile insanın içindeki hayvansal dürtüleri dizginleyemediğinde nasıl bir canavara dönüştüğünü görmüyor muyuz? Belki de kendi tasarladığımız robotlardan, genetik mühendislik ürünü canlılardan ya da yapay zekâlardan korkmamızın asıl sebebi de budur. Toplumsal öğretilerle ve irademizle kontrol altında tutabildiğimiz vahşi yönümüz yarattığımız bu teknoloji ürünü varlıklara da sirayet ederse, bize yapabileceklerinden ürküyoruzdur.

    Herbert George Wells’in bu başyapıtında bilim kurgu, öyküye bir inandırıcılık sağlamaktan çok felsefi bir altyapı yaratmakta kullanılır. Dr. Moreau’nun tanrıcılık oynadığı adasında yaptığı deneyler ve can verdiği yaratıklar, tıpkı bir başka başyapıt olan Marry Shelley’nin Frankenstein’ı gibi fantastik anlatıya kaymaktadır. Bu yaratıkların var oluşlarının anlamını sorgulayacak kadar insani bir bilince ve farkındalığa nasıl eriştikleri detaylandırılmaz. Gene de çıkış noktası olan vahşi deneyler, teknolojideki gelişmelerin ve bu konudaki kontrolsüz tutkuların yaratabileceği tehlikeler hakkında bizi derin düşüncelere sevk etmeye yeter de artar.

    Bu kitabın yazıldığı dönemde canlı hayvanlar üzerinde deneyler yapılmasının pek çok platformda tartışmaya açılmasına, bu konuda çeşitli düzenlemeler ve yasaklar getirilmesine yol açtığı düşünülürse, okurda ve toplumda bıraktığı iz daha iyi anlaşılabilir. Kitabın zihnimize ektiği sorgulamalar bununla sınırlı kalmaz. Dr. Moreau’nun yarattığı hayvan-insanları kontrol altında tutmak için kendisine ilahi bir kimlik yaratması ve koyduğu yasalar, alt metinleri okumayı seven okurlar için dünya ve dinler tarihine sayısız göndermeyle doludur.

    Dr. Moreau’nun Adası’nı yalnızca işlediği temalarla ve alt metinleriyle ele almak son derece akıcı ve gerilim dozu yüksek öyküsüne haksızlık olur. Daha ilk sayfadan okuru eline geçiren, gittikçe artan bir gizemin içine hapseden anlatım tarzı, H. G. Wells’in Zaman Makinesi ve Görünmez Adam gibi diğer ünlü eserlerinde de sergilediği ustalıkla kurgulanmıştır. Kahramanımız Edward Prendick’in kaleminden aşağıdaki satırları okuyup da meraklanmamak, sanki adada yaşanan benzersiz acılara bizzat tanıklık ediyormuşuz gibi hissetmemek mümkün mü?

    "Bağırtılar gittikçe içime işleyip öyle dayanılmaz bir eziyete dönüştü ki daha fazla odada kalamadım. Öğleden sonranın o insanı uyuşturan sıcağında dışarı çıktım, ana giriş kapısının yanından geçip –yine kilitli olduğunu fark etmiştim– duvarın köşesini döndüm.

    Çığlıklar dışarıda daha da fazla duyuluyordu. Dünyada ne kadar acı varsa bu seste dile gelmiş gibiydi. Yine de böyle bir acının yan odada ama sessizce çekildiğini bilseydim –bu o zamandan beri kafama takılmıştır– gayet güzel katlanabilirdim herhalde. Acı dile geldiğinde ve içimizi titrettiğinde merhamet duygumuz bize eziyet etmeye başlar. Ama parlak gün ışığına ve sakinleştirici meltemle sallanan ağaçların yeşil yelpazelerine rağmen, alacalı taştan yapılmış evden gelen sesleri duyamayacak kadar uzaklaşana dek, dünya siyah ve kırmızı renk tayfları arasında gidip gelen bulanık bir karmaşadan ibaretti."

    19. asırda yazılmış, lakin 21. yüzyıla ait korkularımızın güçlü bir yansıması olan bu kitabı okurken, geçmişten çok geleceğe dair bir öykü okuduğunuzu duyumsayacaksınız. Dr. Monreau’nun adası, etraflarında olup bitenleri sorgulamadan duramayanlar için, belki de kırmaya çalıştıkları gerçekliğin ta kendisidir.

    Barış Müstecaplıoğlu

    Lady Vain, 1887 şubatının ilk günü 1° güney enlemiyle 107° batı boylamı civarında terk edilmiş bir gemiye çarpıp kaybolmuştu.

    Lady Vain’e Callao’dan bindiği kesin olarak bilinen ve kazada boğulduğu sanılan, hali vakti yerinde bir beyefendi olan amcam Edward Prendick 1888 ocak ayının beşinde –kazadan on bir ay dört gün sonra– 5° 3’ güney enlemiyle 101° batı boylamı dolaylarında ismi okunamayan ama kayıp uskuna Ipecacuanha’ya ait olduğu düşünülen küçük bir filikada bulunmuştu. Başından geçenlerle ilgili öyle tuhaf şeyler anlatmıştı ki herkes amcamın aklını yitirmiş olduğunu sanmıştı. Ama sonradan da Lady Vain’den kaçtığı andan itibaren hiçbir şey hatırlamadığını ileri sürmüştü. Amcamın durumu zamanın ruhbilimcileri arasında fiziksel ve ruhsal gerilimin neden olduğu bellek yitiminin nadir görülen bir örneği olarak tartışılmıştı. Birazdan anlatılacak olanlar aşağıda imzası bulunan yeğeni ve mirasçısı tarafından amcamın kâğıtları arasında bulunmuş ama hikâyenin yayımlanmasına dair herhangi bir isteğe rastlanmamıştır.

    Amcamın kurtarıldığı bölgede varlığı bilinen tek ada, üzerinde kimsenin yaşamadığı, volkanik, küçük bir adacık olan Noble’s Isle’dır. H. M. S Scorpion 1891’de bu adaya uğramıştı. Bir grup denizci adaya çıkmışsa da garip beyaz güvelerden, birtakım domuz ve tavşanlardan ve son derece acayip farelerden başka bir şey bulamamıştı. Yani bu hikâyenin en önemli hususları doğrulanmadan kalmış oluyor. Bu yüzden, amcamın arzusunun da bu olduğuna inanarak bu tuhaf hikâyeyi kamuoyuna sunmakta bir sakınca görmüyorum. En azından şu kadarını söyleyebiliriz: 5° güney enlemiyle 105° batı boylamı civarında sırra kadem basan amcam on bir ay sonra okyanusun aynı yerinde tekrar ortaya çıktı. Bu zaman zarfında bir şekilde hayatını sürdürmüş olmalı. Görünen o ki John Davies adında sarhoş bir kaptan tarafından idare edilen Ipecacuanha adlı uskuna, bir puma ve başka bazı hayvanlarla 1887 yılının Ocak ayında Arica’dan yola çıkmıştı, Güney Pasifik’in birçok limanında oldukça iyi tanınan gemi sonunda (çok miktarda kurutulmuş hindistanceviziyle birlikte) bu sularda ortadan kaybolmuş, 1887 yılının Aralık ayında Bangka’dan bilinmeyen kaderine doğru yola çıkmıştı ki bu tarih amcamın hikâyesiyle tamamen örtüşmektedir.

    CHARLES EDWARD PRENDICK

    (Hikâye Edward Prendick tarafından yazılmıştır.)

    LADY VAINİN PATALYASINDA

    Lady Vain’in kaybolması hakkında şimdiye dek yazılanlara bir şey eklemek niyetinde değilim. Herkesin bildiği gibi Lady Vain Callao’dan yola çıktıktan on gün sonra terk edilmiş bir gemiyle çarpışmıştı. Mürettebattan yedi kişiyi taşıyan büyük filika on sekiz gün sonra majestelerinin gambotu Myrtle tarafından bulunmuş, filikadakilerin çektiği sefaletin korkunç öyküsü çok daha dehşet verici olan Medusa vakası kadar ün salmıştı. Ama şimdi Lady Vain’in yayımlanmış olan öyküsüne muhtemelen onun kadar korkunç ve çok daha tuhaf bir hikâye daha eklemem gerekiyor. Şimdiye dek patalyadaki dört adamın öldüğü sanılıyordu ama bu doğru değil. Bu iddiada bulunmak için elimde çok güçlü bir delil var: O dört adamdan biri bendim.

    Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki patalyada zaten hiçbir zaman dört kişi olmadı, üç kişiydik. Kaptan tarafından filikaya atlarken görülen¹ Constans, bizim şansımıza ama kendi şanssızlığına filikaya ulaşamadı. Paramparça olmuş cıvadranın istralyaları altındaki karman çorman halat yığınının arasından denize düştü, tam düşerken küçük bir halat parçası ayağına takıldı, bir an havada baş aşağı asılı kaldı, sonra da düşüp suda yüzmekte olan bir makara ya da serene çarptı.

    Bize ulaşamaması şansımızaydı diyorum ama bunun kendisi için de şans olduğunu söyleyebilirim; çünkü yanımızda sadece küçük bir kap su ve sırılsıklam olmuş az sayıda peksimet vardı, öyle beklenmedik bir anda alarma geçilmişti ki gemi felakete hazırlıksız yakalanmıştı. Büyük filikadakilerin daha tedarikli olduğunu düşünerek (ama anlaşılan öyle değillermiş) sesimizi duyurmaya çalıştık. Bizi duymadılar, ertesi sabah ince ince yağan yağmur dindiğinde –gün ortasına kadar durmamıştı– onlardan en ufak bir iz yoktu. Sandal o kadar yalpalıyordu ki etrafımıza bakınmak için ayağa kalkamıyorduk. Benimle birlikte kurtulmayı başaran diğer iki adamdan biri Helmar adında benim gibi bir yolcu, diğeri de adını bilmediğim kısa boylu, sağlam yapılı, kekeme bir denizciydi.

    Açlıktan perişan olarak, suyumuz bittikten sonra da dayanılmaz bir susuzluğun pençesinde kıvranarak sekiz gün boyunca sürüklendik. İkinci günün sonunda deniz yavaş yavaş durulup sakinleşti. Sıradan bir okurun bu sekiz günü hayal etmesi mümkün değil. Ne mutlu ona ki bunu hayal etmesine imkân verecek bir tecrübe yaşamamıştır. İlk günden sonra birbirimizle fazla konuşmadık, ya olduğumuz yerde uzanıp günden güne irileşip bitkinleşen gözlerimizi ufka diktik ya da kader arkadaşlarımızın üzerine çöken sefaleti ve dermansızlığı izledik. Güneş aman vermez olmuştu. Suyumuz dördüncü gün bitmişti, şimdiden acayip şeyler düşünmeye, bu düşüncelerimizi gözlerimizle söylemeye başlamıştık bile; fakat Helmar hepimizin düşünüp durduğu şeyi dile getirdiğinde sanırım altıncı gündü. Kuru, cılız seslerimizi hatırlıyorum, birbirimize doğru eğilip mümkün olduğunca az konuşuyorduk. Helmar’ın söylediğine olanca gücümle karşı çıktım, sandalı batırıp hep birlikte peşimizdeki köpek balıklarının arasında ölmeyi tercih ederdim ama Helmar teklifini kabul

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1