Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Tutsaklar Sehri
Tutsaklar Sehri
Tutsaklar Sehri
Ebook355 pages4 hours

Tutsaklar Sehri

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Amerika Birleşik Devletleri'nde günden güne artan hükümlü mevcuduna çöken ekonomik sistemden dolayı inanılmaz boyutlara ulaşan suç oranları da eşlik edince, cezaevlerinin kapasitesi yetersiz hale gelmiştir. Tüm kurulu düzenin tepetaklak olduğu ve hükümetin çaresiz kaldığı bir sırada, William Walker adında bir düşünür, kadın erkek gözetmeksizin, tüm suçluların bir şehre kapatılması şeklinde bir öneri atmıştır ortaya. Kimsenin beklemediği bir biçimde halkta öyle bir karşılık bulmuş, öyle bir coşkuya yol açmıştır ki bu, kendisi bile şaşakalmıştır. Siyasilerse halktan gelen bu yoğun öneriyi görmezden gelemezler ve çaresiz Tutsaklar Şehri'ni kurmak için kolları sıvarlar.

Öykü, Tutsaklar Şehri'nin kurulmasından 3 sene sonra, yani Kaan adında bir Türk'ün malum şehre düşmesiyle başlar. Kaan bir akşam iş çıkışı eve geldiğinde, eşiyle patronunu aynı yatakta yakalar. Aslında hiç niyeti yokken birdenbire rakibine baskın çıkamayacağının korkusu düşer içine ve sadece korkutma amaçlı baba yadigârı tüfeğe sarılır. Ancak olaylar beklediği gibi gitmez ve rakibiyle bir arbede patlak verir aralarında. Bu sırada karısı kaçmak için kapıya doğru hamle eder ve tüfek birdenbire parlayıverir. Amanda'nın (karısının) boynuna isabet eden saçmalardan ötürü kafası bedeninden savrulur.

Bir anda eli kana bulanan ve kendini Tutsaklar Şehri'nde bulan Kaan, kendini tam bir ölüm dirim savaşının ortasında bulur ve bir medeniyetin kendine has kurallarıyla en başından kurulduğuna şahitlik eder.

LanguageTürkçe
PublisherYol Akademi
Release dateJan 25, 2024
ISBN9798224677573
Tutsaklar Sehri

Related to Tutsaklar Sehri

Related ebooks

Related categories

Reviews for Tutsaklar Sehri

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Tutsaklar Sehri - Ali Metehan Simsek

    TUTSAKLAR ŞEHRİ

    Ali Metehan ŞİMŞEK

    TUTSAKLAR ŞEHRİ

    Ali Metehan ŞİMŞEK

    MYTHOS KİTAP – 49785

    ISBN: 978-625-8208-92-4

    UYARI

    ELINIZDEKI KITAP TABLOLAR ve şekiller gibi görsel öğeler içerdiğinden dolayı, e-kitap versiyonuna çevrilirken kullandığınız elektronik okuyucuya bağlı olarak az da olsa bir takım şekil bozuklukları içerebilir. Kitabın basılı versiyonu bu tür hatalar içermezken, her okuyucunun kullandığı teknolojiye bağlı küçük hatalar içermesi ihtimalinden dolayı affınıza sığınırız.

    Y’ol Kurumsal Hizmetler San. Ve Tic. Ltd. Şti.  Hasan Mevsuf Sokak Aydın Apt. No:2 K:4 ÇANAKKALE

    0 850 244 17 02

    Bu eser,

    Kaderini değiştirmek isteyenlere,

    Değiştirmek için yanında kimse yokken bile harekete geçebilenlere,

    Bu uğurda yıllarını kaybetmeyi ve acı çekmeyi,

    Hor görüyü,

    Yanlış anlaşılmayı,

    Ve tüm bunlardan sonra yine de başarısızlığı göze

    Alabilenlere ithaf olunur.

    Yenilmen gerekiyorsa yenil,

    Ama asla merhamet dilenme.

    Yaşadığımız dünya Tutsaklar Şehri,

    Daha önce kimseye merhamet gösterilmedi...

    Yazarın Notu

    Bu eserin ilk aklıma düştüğü an dün gibi aklımda. Yolda yürüyordum. Antalya’nın o bildik sıcağının aksine serin bir rüzgâr hafifçe tenimi okşuyordu. Kaynaşan insanlara bakıyor, bu hayatta ne aradıklarını ve şu an ne yaptıklarının farkındalar mı acaba diye merak ediyordum. Sahi, onları bu sonsuz devinime, beni ise çocukluğumdan beri durup düşünmeye zorlayan kudret neydi?

    Sonra birdenbire, tüm bu insan yığınının belli belirsiz ve kendilerinden habersiz bir süreçten geçirildiği, binlerce yıl içinde sürekli geliştiğini; dillerin, dinlerin, insan suretlerinin, etrafımızdaki her şeyin ama her şeyin, sonsuz bir başkalaşmaya tabi olduğu aklıma geldi. (Bunu ilk düşünenin ben olduğumu iddia etmiyorum.) Peki, soru şuydu: En baştan başlasak, birbirinden farklı birkaç milyon insanı izole bir şehre kapatıp yeterince süre gözlemle şansına sahip olsak, yine benzer süreçlerden mi geçerdi? Kendine has gelenekleri, bir inanç sistemi ortaya çıkar mıydı örneğin? Bana öyle geliyor ki evet.

    İşte tam da o anda belirdi Tutsaklar Şehri fikri. Tüm dünyayı insanlara anlatamayacağıma göre, neden minyatür bir dünya yaratmayayım ki diye düşündüm. Kitap en başta, tamamen felsefi ağırlıklı olacaktı. Ancak karakterler belirginleştikçe, benim de anlam veremediğim bir biçimde kendi hikâyesini yazmaya başladı. Bu kitapta benden öte bir şey vardı. Bunu dokunaklı olsun diye ya da okuyucuyu etkilemek için söylemiyorum. Zaten ben oldum olası hurafelere, mistik güçlere inanmam. Ama nasıl ki canlıları başkalaştıran, tüm evreni düzene sokan ilahi bir matematik varsa, bu eserde de ilahi matematik devreye girdi diyebilirim.

    Bir dağın zirvesinden eteklerine doğru yol almakta olan bir su kütlesi hayal edin. Akan su, büyük bir kayaya denk gelsin. Sonuç ne olacaktır? Ya bir süre sonra üzerinden aşacaktır, ya da etrafından dolaşacaktır. Eğer bu suya bir bilinç verebilseydik, muhtemelen kayanın etrafından kendi hür iradesiyle dolaştığını söyleyecekti bizlere. Peki, gerçekten öyle mi?

    İşte bu yüzden, uzun zamandır insan zekâsı hakkında derin şüphelere sahibim. Nasıl ki yukarıdaki su örneğinde olduğu gibi bizim hayatımız da genelde iki seçenek arasında kalıp birini seçmekten ibaretse, şu soruyu sormadan edemiyor insan: Seçimlerimiz gerçekten bize mi ait, yoksa ilahi matematik emrettiği için mi böyle? Mesela inandığımız dinin yegâne din olduğu kabul etsek bile, dünyanın birçok yerinde ve kaçınılmaz bir biçimde birbirinden bağımsız dinler ortaya çıkıyorsa, ya da dünyanın farklı bölgelerinde yine birbirinden bağımsız ama tam da aynı döneme rastlayan tarım faaliyetleri görülüyorsa, burada insan zekâsı nerede? Eğer insan ile alakalı her şey insan zekâsının bir ürünüyse, bugün mümkün olan şeyler neden yüz sene önce değil de ancak ve ancak bugün ve mevcut koşullarda mümkün olabiliyor. O insanlar bizden daha az zeki, en azından daha mı az istekliydi. Sanmam. Nasıl ki dağdan akan su bir oylumu doldurup orada bir göl yaratması için belli bir aşamadan geçiyorsa ve bunu tamamen bilinçsizce yapıyorsa, bugün mümkün olan her şey aynı şekilde oluyor olamaz mı? Neden dün değil de bugün?

    Başa dönecek olursak, tüm insanları aynı yere kapattığımızda da eğer benzer süreçlerden geçecekse, burada insan zekâsından mı daha çok söz edilebilir yoksa ilahi matematikten mi?

    Bu kitapta benden fazlası var derken tam olarak bunu kastediyordum. Eğer dağdan inen su kendine bir yol çizip ancak birtakım hesaplamalarla oluşabilecek bir doğa manzarasına dönüşebiliyorsa, bu kitap da kendini yazmış olamaz mı? Belki de Tanrı bizim aracılığımızla kendi hünerlerini sergiliyordur ve bizler, sadece küçük bir piyonuzdur bu oyunda, kim bilir.

    Ama böyle konuşarak gözünüzü korkutmak istemem. Aslında anlaşılması güç bir kitap değil bu. Bu eser, herkes için yazıldı, hiç kimse için değil.

    Hayatın içinde, kendiliğinden ne varsa onu bulacaksınız bu kitapta: savaş, inanç, entrika, kader, aşk, cinsellik, dostluk, macera ve bolca felsefe... Her ne arıyorsanız onu bulacaksınız. Neyseniz onu bulacaksınız.

    Çünkü birazdan okuyacağınız, bizim hikâyemiz...

    Son yıllarda, hapishanedeki yığınlar ve cezası bitip de salıverilen suçlular, çözümü olmayan ulusal bir kördüğüm halini almıştı.

    Ülkedeki mevcut hükümlü sayısı irili ufaklı birçok devletin nüfusunu aşmış, alelacele hapishaneye çevrilen yüzlerce tesis dahi yetersiz kalmış, bu iflah olmazları demir parmaklıklar ardında tutmanın külfeti her geçen yıl katlanarak artmıştı. Buna bir de tepetaklak olan ekonomik şartların yol açtığı darboğaz eklenince, suç oranları birdenbire körüklenmiş, gardiyanlardan yakayı kurtarıp şehirlerde başıboş kalan bu güruh için hayat sürdürebilmek büsbütün çetrefilleşmişti. Hatta iş öyle bir aşamaya gelip dayanmıştı ki, çetelerden bıkıp usanan kimi iş insanları, tüm mal varlıklarını da yanlarına katarak, daha iyi durumda olan Avrupa ülkelerine yoğun bir göç dalgası başlatmışlardı. Üstelik cezası biten suçluların azımsanmayacak kısmı, dışarıdaki hayata ayak uyduramayıp, akıbetinin demir parmaklıklar olacağını bile bile, entipüften bir meseleden cürüm işleyip neredeyse güle oynaya dönüyordu ait olduğu yere. (Nicesi için, dışarıda gün boyu yemek parası için didinip durmaktan ve zekâyla irade gerektiren ekmek kavgasının çapraşık yollarında bocalamaktansa, hiçbir çaba sarf etmeksizin üç öğün yemek yiyip -tok karnına- ona buna sataşabildiği hapishaneler nimet bile sayılırdı.)

    İşte bu çalkantılı dönemde, bir adam çıktı ortaya; William Walker. Ortaya attığı teori, suçlular için vergi ödemek istemeyen ve can güvenliklerinden endişe duyan insanlarda öyle müthiş bir coşkuya yol açtı ki, işin doğrusu kendisi bile şaştı bu işe. Siyasilerse, halktan gelen bu yoğun talebi görmezden gelemeyerek, teorinin alabildiğine şüpheli ve eksik, ortaya çıkacak sonuçların da beklenenden dahi vahim olacağı uyarılarına kulak tıkayıp, çoğunluğun ferasetine boyun eğdiler. En nihayetinde, kapanan maden ocakları nedeniyle nüfusun seyrek, arazinin çorak olduğu bir bölgede söz konusu şehrin kurulması için gereken izni verdiler. Hükümetin Tutsaklar Şehri adını verdiği, halkın ise ileride Suçlular Şehri olarak telaffuz edeceği dünyadan soyutlanmış böyle bir şehrin kurulacağı yaygarasının bile suç oranlarına eksi yönde katkı sunması... Dahası, en kaşarlanmış suçluların bile gardiyanlarla demir parmaklıkların olmadığı ve sadece mahkûmlardan oluşan bir şehirde yaşamaya yanaşmayıp eskiye oranla durulması, siyasiler arasındaki son arbedeleri de noktalayarak her şeyi kaçınılmaz kıldı.

    Amerika Birleşik Devletleri, 2043

    1. TALİHSİZ BİR BAŞLANGIÇ

    Cezaevi aracı arkasında bir toz bulutu dörtnala yol alırken, başını yanına yaslamış, aşağı yukarı üç sene önceki o sabahı düşünüyordu genç adam. Bir yandan kahvesini yudumlayarak Amanda’nın krep yapmasını bekler, bir yandan da elinde tablet haber sitelerine göz atarken, manşetten verilen habere nasıl da için için sevindiğini anımsıyor, şimdi o görüntüsünden adeta utanç duyuyordu.

    Amanda’yla ilk olarak seviştiğinden ve keyfi gayet yerinde olduğundan, her bir kare zihnine mıhlanmışçasına hatırlıyordu o sabahı ve okuduğu haberi Kaan. Kaç zamandır gündemi meşgul edip de bir türlü nihayete ermeyen tartışmalar ve hummalı çalışmalar, en sonunda kesin bir sonuca bağlanabilmişti, hem de dönüşü olmayan bir biçimde: Hapishaneler kapanacak, bir şehirde yaşayacaktı tüm suçlular. Suçlulardan gına getiren halk, gönül ferahlığı ile dışarı çıkabilecek, hapishaneden çıkan suçlular kimseye musallat olamayacaktı. Üstüne üstlük suçluları toplumdan uzak tutmak ve uslanmaları için ödedikleri, ancak hapishanelerden daha bir bitirimleşerek çıktıklarından pek bir işe yaramayan vergi yükünden de kurtulmuş olacaklardı.

    Biri kalkıp da, gün gelecek Suçlular Şehri’ni onun da boylayacağı kehanetini savursaydı, bu zırvaya ihtimal vermek şöyle dursun kale dahi almaz, patavatsızca bir şaka sayıp güler geçerdi Kaan. Suçlular Şehri’ne düşecek kadar ağır ne suç işleyebilirdi ki? Yalnızca cinayet, gasp, tecavüz, soygun, uyuşturucu ticareti, vatana ihanet ve benzeri suçluların ve iflah olmazların yeriydi orası. Diğer bütün suçlar ise, işlenen suçun niteliğine göre ev hapsine, kamu hizmetine veya para cezasına çevrilmişti.

    Tüm bunları düşünür, ama araba tekdüze homurtusuyla sarsılmasını sürdürüp ara ara onu kendini kapıp koyverdiği bu düşüncelerden uzaklaştırırken, tam karşısında zebella gibi oturan siyahî polisin kaygı dolu bakışlarından habersizdi. Ancak araç sert bir kasise girip ansızın yerinden sıçratınca, bir anlığına göz göze geldiler. Garip bir dudak bükmeyle birlikte kocaman kafasını iki yana salladı polis, tam da bu anı kolluyormuşçasına. Kaan bu jestin manasını sezinlemekle birlikte o an için kesin bir anlam yükleyemese de, Kaçarın yok, işin bitti dostum! demekti bu onların dilinde.

    Ne kadar bir süredir yolda olduğunu bilmiyordu. Hangi yöne gittiğini bilmiyordu. Nerede olduğunu bilmiyordu. Ancak yılan gibi kıvrıla büküle uzanan, tek bir evin dahi olmadığı tozlu yollarda sarsıla sallana yolculuk ettiğinin farkındaydı uzun bir süredir. Zaman burada dursun, yol hiç bitmesin istiyordu. Kıyamete dek içinde bulunduğu şu ana hapsolmaya razıydı oraya varmaktansa. Ama bu biricik arzusu, melekler tarafından yerine getirilmedi. En nihayetinde, etrafı fırdolayı devasa surlarla çevrelenmiş, üzerinde yer yer donuk renkli cisimlerin uçuştuğu Suçlular Şehri’ne ulaştılar.

    Aracın kapısı açılır açılmaz, polisler birer ikişer aşağı dökülüp, kısa bir hayhuyun ardından vaziyet aldılar. Kaan bir süre sonra iki yanında iki iriyarı polis araçtan indirildiğinde, içinde bulunduğu durumun etkisinden bir anlığına da olsa sıyrıldı, başını şaşkınlıkla kaldırıp devasa kapıya baktı. Vay canına, ne kadar da büyüktü!

    Kapı açıldığında bize doğru hareket eden her şeyi vurun! Her ne olursa... Anlaşıldı mı? Ateş serbest, diye bağırdı sarışın olanı yüzünden okunan bir ciddiyetle. O anda emniyetler açıldı, silahlar kapıya doğru yöneldi.

    Mahkûmu zapt etmekle görevlendirilmiş olan iki polisten berikisi, Kaan’ın şu anki ruh halini zerre tınmayan bir vurdumduymazlıkla, Bütün bunlar senin için de geçerli pislik, diye ekledi.

    Zebella gibi olanı ileriye atıldı. Dev gibi kapıyı hareket ettiren kontrol merkezine, başını eğerek ancak girebildi. Bir süre, mekanik tıkırtılardan başka ses duyulmadı.

    O esnada sarışın polis elini gözlerine siper etmiş, bulutsuz gökyüzünü inceliyordu. Hoş bir maviliğe kesen sema billur gibiydi bu ikindiüstü. Yerküreye şeffaf bir tül gerdirilmişçesine, sıcak buğu dalgası hafiften titreşiyordu. Bu sıcağa bir de ara ara esen kavurucu rüzgârın savurduğu kızgın tozlar ekleniyor, terli vücutta çamurlaşıp kaşındırıyor, havayı olduğundan da sıcak ve boğucu kılıyordu. İşte böylesi bir atmosferde, bir âdemoğlu daha alışageldiği topraklardan koparılıp verimsiz bir diyara sürülürken, sarışın polisin araştırdığı noktada kül rengi bir hava aracı yaklaştıkça belirginleşip bir şekle bürünerek çıkageldi, görünmez bir el tarafından sabitlenmişçesine tam tepelerinde asılı kaldı. Ardından, üzerinde konuşlu silahı mekanik bir ses eşliğinde sarışın polisin üzerine çevirdi.

    Sarışın polis, ağzı bir karış açık kalakaldı önce. Ve ancak hava aracını bir iyice gözden geçirip pilotunun kimliğinden emin olduktan sonradır ki zoraki bir kahkaha koyvererek, Sana da selam Andy, diye bağırdı neşe içinde. Bu arada hatırıma gelmişken, bira sözünü hâlâ unutmuş değilim bilesin!

    Bira sözcüğü ağzından çıkar çıkmaz, hava aracı geldiği yöne doğru kaçıp gitgide küçülerek gözden yitince, diğerleri olanca ciddiyetlerini tümden bir kenara bırakıp tepine tepine güldüler. Tahmin edileceği gibi bu şen ortama kahkahalarıyla eşlik etmeyen tek bir kişi vardı o da şu an korku dolu gözlerle etrafına bakan Kaan’dı. Kaçarsın ha! Adi herif!

    Bütün günümü burada savamam, acele et ufaklık, diye bağırdı sarışın polis diğerlerinin yerinde olup olmadığını kontrol ederken. İşi maskaralığa vurduğu zamanlarda bile pozisyonlarını bozmalarına tahammül edemezdi.

    Birdenbire, kulak tırmalayan bir gümbürtüyle işlemeye başladı mekanizma. Ağaç gövdesi kalınlığında girintili çıkıntılı onlarca demir geriye doğru çekilmeye başladı. Bu işlem tamamlanınca, mekanizma tekrar harekete geçti, kapı usul usul içeriye doğru açılmaya başladı. Bir insanın geçebileceği kadar aralandıktan sonra, durdu.

    Evet, herkes yerinde mi? diye bir kez daha bağırdı başını geriye yatırarak. Kelepçelerini çöz! Kapıdan çıkmaya kalkan babaannem dahi olsa, gözünün yaşına bakmayın! Anlaşıldı mı!

    Kelepçeyi çözmeden önce, işaret parmağını tehditle üzerine dikip, Hey sen, tekrar uyarıyorum, sakın yanlış bir hareket yapmaya kalkma! diye son kez ikaz etti mahkûmu zapt etmekle görevlendirilmiş olan iki polisten ötekisi.

    Kelepçe çözülünce bileklerini ovuşturdu Kaan.

    Ona sırt çantasını verin.

    Al işte. Hükümetimizin siz yeni suçlular için sağladığı bu beylik çanta, bir haftalık gereksinimini içerir, oradaki düzene alışına kadar seni idare etmesi için. Şimdi yürü! İtekledi onu kapıya doğru.

    Kaan ne yapacağını bilmez halde etrafına bel bel bakınırken, cüssesinden beklenmeyen bir atılganlıkla koşup soluk soluğa geldi kontrol merkezindeki siyahî polis. Bir yandan diğerleri bakıyor mu diye etrafını kolaçan ederek, aceleyle bir kutu biber gazı spreyi tutuşturdu eline. İçeriye alışana kadar kendini kollaman için, dedi sonra, merhamet ve kaygı okunan gözlerini ondan yana çevirip. En zorunu atlatana kadar bakarsın bir yardımı dokunur. Unutma! İşin en kritik safhası, ilk zamanlardır. Burada nasıl bir hayat süreceğini ya da süremeyeceğini belirler. Ürkek tavırlarıyla diğerlerinin şaşakalmışlıkları, bu kıyağı birine ilk kez geçtiği izlenimi uyandırıyordu.

    Afallayan ve tedirginliği titreme derecesine varan Kaan, korkuyla kavradı eline tutuşturulan spreyi.

    Bu yaptığın kurallara aykırı, Barney, diye paylarcasına söze karıştı sarışın polis. Ne halt ettiğini sanıyorsun sen?

    Tanrı aşkına bu seferlik görmezden gel, diye yalvarırcasına atıldı Barney, suyuna gitmek istercesine alttan alarak. Uzun etme işte! Bu... bunu neden yaptığımı biliyorsun! Yoksa içeride... Lafın gerisini getirmedi. Kaan’a döndü tekrar. Elini şefkatle omzuna koydu. Sen iyi birine benziyorsun, dikkatli ol! dedi.

    Öyle olsun bakalım, dedi sarışın polis omuzlarını kayıtsızca silkerek. Ama zannediyor musun ki çükümden daha büyük olmayan şu kıytırık sprey bu süt kuzusunu kurtarır, sanmam, bir baksanıza şunun haline, küçük bir kız gibi nasıl da tir tir titriyor. Hey çocuklar, ne dersiniz, sizce de burası için fazla çıtkırıldım değil mi? İçerideki kopuklar, kafasını basket topu gibi uçurduğu narin karısına benzemez ha. Ama yine de, buna göz yumduğum için bana bira ısmarlayacaksın, Barney. Hem de altıma kaçırana kadar. Tevekkeli çıkmadı adımız Sünger Bob’a. Nasıl içtiğimi iyi bilirsin... Anladın mı beni? Evet, bakma öyle suratıma aval aval. Yollan hadi delikçiğine!

    Sarışın polis, bira sözlerine bir yenisini daha eklerken, ayaklarını sürüyerek ağır aksak içeri yollandı Kaan. Kallavi kapı, az önceki gümbürtüsüyle kapanıp da onu içerisindeki dünyaya ebediyen raptetmeden önce de, ardında bıraktığı iler tutar yanı kalmamış yaşamına dönüp son kez baktı. Az bir zaman sonra da, onu eski dünyasına bağlayan son geçit de yüzüne kapandı ve Kaan yenidünyasıyla bir başına kaldı. Kapı kapanır kapanmaz, aniden semada beliren hava araçlarından biri gelip başının üstünde asılı kalarak, üzerindeki silahı ona doğru yöneltti. Bu her çömeze yapılan ve artık gelenekleşmiş manevra, Uslu dur; yoksa karışmam! demekti.

    Şaşkın bakışlarını hava aracından alıp Suçlular Şehri’ne dikti Kaan. Göz alabildiğine uzanan grimsi, boğucu, döküntü ve kasvetli bir şehir... İnsan ne derece kendinden geçmiş olursa olsun, bu pespaye şehirde mide bulandıran ağır bir koku yayılıyordu etrafa ve bu fark edilmeyecek gibi değildi. Ta kilometrelerce ötede göğe ağan kapkara duman kütlesi dışında, göze çarpan en küçük bir yaşam belirtisi dahi yoktu. Önünde upuzun, sıcaktan kavrulmuş, tek ağacın bile olmadığı dümdüz uzanan bir yol vardı. Yolun iki tarafında da karmakarışık sıralanmış yapılar: köhne barakalar, harap konteynırlar, yalapşap kurulmuş çadırlar, boyası atmış yıkık dökük binalar... Nereye gidecekti? Ne halt edecekti burada? Hiçbir şey bildiği yoktu. Tek bildiği, artık burasının yeni evi olduğu ve ebediyen burada yaşayacağıydı. Nasıl ki canlılar doğa tarafından gelişigüzel, baş edip edemeyeceğine bakılmaksızın dünya denilen bu çirkef çukurunun farklı noktalarına serpiştirilmişse, Kaan da hükümetin yargıçları tarafından buraya atılmıştı, kendisine danışılıp bir seçim şansı sunulmadan.

    Tam o noktada, gövdesinden bir tıpa çekilmişçesine takatinin boşaldığını, akıp gittiğini hissetti. Olanca mecali ancak buraya kadar elvermiş, tüm metanetini yitirmişti. Vücudu pelteleşmiş, adeta duyumsuzluğa gömülmüştü. Bir an sonra parmakları kendiliğinden gevşeyiverince, elindeki çanta yere düştü. Ardından derin bir azapla dizleri üstüne çöküvermiş buldu kendini. O başına gelen talihsiz olaydan beri, kendini kapıp koyvermemeye çabalamaktan ne kadar da çok bitap düşmüştü. Başını bilinçsizce kaldırıp, allak bullak bir yüz ifadesiyle gökyüzüne baktı. Sonra bir anda ve gırtlağını paralarcasına, HAYIRRRRR diye yürek buran bir feryat kopardı. Tüm Suçlular Şehri bu iniltiyle yankılandı. Dayanamadı, secdeye gelircesine yere kapaklandı; elleriyle sıcaktan kızmış toprağı hınçla sıkıyor, dudaklarından birbiri ardınca hayır kelimesi dökülüyordu.

    Böyle olmaması gerekiyordu. Bu işte kesin bir yanlışlık vardı. O, buraya ait olamazdı. Ömrü hayatınca, bir kerecik olsun, hiç kimseye isteyerek zarar vermiş değildi. Buraya tıkılması için bahtsızlığı dışında hiçbir gerekçe yoktu.

    Ne kadar bir süredir dövündüğünü bilmiyordu genç adam. Şuursuzluğu hastalıklı bir hal almış, artık son hadde varmıştı. Çevresindeki en basit olayları bile idrakten yoksundu. Hava kararmaya, gün ışığı yerini akşam alacasına bırakmaya başlamıştı. Ama o hâlâ yerinde sayıyor, nereye gideceğini bilmiyordu. Kendine az biraz geldiğinde, –tabii buna gelmek denirse- içgüdülerinin zorlamasıyla yerdeki çantasını da alarak bilinçsizce yürümeye koyuldu.

    Ne var ki bu sırada, köhne bir barakadan uzanan art niyetli bir baş tarafından takibe alındığından habersizdi genç adam. Bereket çömezliğin tehlikelerini bilen hava aracı tepesinden ayrılmıyor, hiç olmazsa onu bir süreliğine gözetim altında tutuyordu.

    Gelgelelim bir binanın alçacık sundurmasının altına girip de hava aracının görüşünden çıkar çıkmaz, yırtıcı bir hayvan gibi koşup üzerine çullandı yabancı. Henüz başına gelenin ayırdına bile varamadan yere kapaklanmış buldu kendini Kaan. Çantasını al, diye bir bağırtı işitti can havliyle toparlanmaya çalışırken. Bunu, yabancının boğuşurken kırık dökük bir ifade ile ıkına sıkına söyleyebildiği, Ver o... çantayı bana... yoksa... bunu canınla ödersin, tehdidi izledi. Bunun kof bir tehdit olmadığı, lüzumu halinde bir an olsun tereddüt etmeyeceği, yabancının bet sesinden, hunharlığından ve kan oturmuş yüzünden açıktı. Boğazına çöken mendebur suratlı, uzun sarı saçlı, uzunca boylu, sıskaca biriydi. Yerde kıyasıya boğuşurken dövmeli yüzü ve çürümüş dişleriyle burun buruna geldi, ağzından yayılan tiksinç koku burnunun direğini sızlattı. Ama bu maruz kaldığı zorbalık, yaşamak için gereksinim duyduğu içgüdülerini geçici bir süreliğine de olsa kendiliğinden iade etti Kaan’a. Bunun tesiriyle daha bir sıkı sarıldı çantaya, sanki pamuk ipliğiyle bağlı olduğu hayata sarılıyormuşçasına.

    Demek tercihini zor olandan yana kullanıyorsun ha! Şimdi gösteririm ben sana...

    Bu tehdidin hemen ardından, soğuk bir metalin tarifsiz bir acıyla birlikte kaburgasının hemen altından girdiğini duyumsayınca, feci bir çığlık koptu dudaklarından. Yerde acı içinde kıvranırken, eli bir düğmeye basılmışçasına kendiliğinden açılıverdi. Elindeki çantayı gasp ettiler ilk, sonra sırtındakini. Tam dönüp arkalarını gitmek üzeriydiler ki, yaralın ayağındaki gıcır gıcır botlar ilişti saldırganın gözüne, vakit kaybetmekten korkarmışçasına hunharca atıldı ayaklarına. Botları epey bir uğraştıktan sonra çıkartabildi. Ayağındaki partalları bir kenara fırlatıp yerine botları geçirirken, boğuşmanın hararetiyle ancak şimdi farkına vardığı patlayan dudağındaki kanı fark etti, emip hırsla tükürdü. Ardından, Çok sürmez, birazdan ucubeler işini bitirir, piç kurusu seni! Demek zora koşarsın ha, diye böğürürcesine bağırdı öfke ve küçümseme ile. Gitmeden, son bir tekme daha ekleştirdi yerde iki büklüm debelenene.

    Yabancılar gasp edecek başka işe yarar şey göremeyince, sundurmaların altından, hava aracının görüş açısına girmemeye gayret ederek, tırıs adımlarla gözden kayboldular.

    Bir müddet daha yerde kıvrandı durdu Kaan. Ama çok sürmedi bu safha, soluğunu kesen bu korkunç acının etkisiyle gözlerinin önüne puslu bir cam gerilmişçesine bulanıklaşmaya başladı etraf... Işıklar gitti, her yer zifiri karanlık. Hayır, o eve gitmeyecekti. Ne olursa olsun o gece o eve gitmemeliydi.

    Çok sonra, siyahlara bürünmüş hortlağımsı gölgeler tarafından çevrelenmesiyle kendine geldi. Etrafını alan bu kötücül, esrarengiz gölgeler, onu bacağından yakalamış, tıslaya sevine bir yere doğru sürüklüyorlardı. Nereye çekeliyorlardı onu ve neden bu kadar hoyrattılar? Bir silkinip kendini kurtarmak istedi ama ne kadar takat getirip çırpındıysa da para etmedi, tepesine bir düzüne karabasan çöreklenmişçesine ağırlaşmıştı gövdesi. Tüm bunlar zihninde hayal meyal beliriveriyor, boyuna düşsel dünyayla gerçeği arasında yalpa vuruyordu.

    Sürüklendiği sırada yarası bir taşın sivrisine denk gelince, canhıraş bir feryat daha kopardı avazı çıktığınca. Derinlerdeki şiddetli acı öylesine dayanılmaz, öylesine yoğundu ki, bu sefer büsbütün geçti kendinden.

    İşte tam da o anda, tam da umut vaat eden öykümüz burada noktalanmak üzereyken, devamına vesile olan kadının tiz sesi yankılandı karanlığın içinde:

    Bırak onu ucube, yoksa andım olsun, bu yaptığını canınla ödetirim sana!.. Bu karşılarına dikilen solgun benizli, kumral saçlı kadının adı, Sonya idi. Kaan’ın gecenin karanlığını yırtan imdat çığlığını işitip de gelmişti.

    Ucube, donuk çipil gözlerini kısarak iştahla Sonya’ya baktı. Anlaşmayı biliyorsunuz bayan... ölüler bizim hakkımız. Eğer kurallara riayet etmezseniz, anlaşmayı tek taraflı feshetmiş olursunuz ki kolayca tahmin edileceği gibi o zaman biz de eski usule döneriz.

    Evet, sadece ölüler sizin hakkınız... diye telaşla atıldı Sonya. Kör müsün, hâlâ nefes alıp veriyor. Bu yaptığınız alınan kurallara bütünüyle aykırı. Bu sözleri çarçabuk sıraladıktan sonra bırakmamacasına Kaan’ın ellerine yapıştı. Hey Tommy, çabuk buraya gel! Yaralı biri var. Gençten biri. Yeni gelmiş galiba...

    Derken, sanki bilinmez bir evrenden ışınlanmışçasına siyah tişörtlü, ucubelerden de siyah bir karaltı belirdi karanlığın içinde. Elinde tuttuğu demiri tehdit edercesine sallayarak doğruca üzerlerine geliyordu. Beyninizi dağıtmamı istemiyorsanız hemen toz olun! diye gümbürdedi kati ve tehditkâr bir sesle. Kime diyorum ben ha! Yaylanın hadi! Ant olsun, bir kez daha uyarmam, kafa göz girişirim!

    Deflenen ucubelerden beriki tökezleyerek bir adım yüz geri etti. Daha yapışkan ve gözü pek olanıysa, Hadi dostum, görmüyor musun, işi çoktan bitmiş, diye tısladı yarı korkuyla, yarı yalvararak. Ha şimdi, ha birazdan... Nasılsa erinde geçinde cartayı çeker bu. Çok zaman oldu böyle semizine rast gelmeyeli; nerde kara kuru, yüzünde bir dirhem et kalmamış olanı var onlar düşüyor bahtımıza. Sıkıvereyim boğazını da bitsin fukaranın çilesi ha, ne dersiniz? Bir yandan ellerini ovuşturarak, karanlıkta solukça parlayan pişkin gözlerini ikilinin üzerinde dolaştırdı son bir umutla.

    Öldüğü zaman size teslim ederiz, tabii ölürse... Yaralı halde bile olsa tek insana dahi ilişemezsiniz, diye kestirip attı Sonya.

    Ucubeler oflaya pofluya bıraktılar Kaan’ı. Her halükârda bu bizim, dedi çipil gözleri hâlâ arkada kalan ucube. Çok sürmez kuyruğunu titretmesi. En kısa zamanda sıra sizlere de gelecek. Özellikle siz bayan... Sizi sabırsızlıkla beklicem. Siz bizim onur yemeğimiz olacaksınız.

    Bu son sözleri gene ellerini ovuşturarak savurduktan sonra, bir yandan neden onlar gelmeden yaralının boğazını sıkmadıklarına hayıflanarak, bir yandan da yaralıyı ellerinden kıl payı kaçırışlarında bir kabahati olmadığından yakınıp suçu birbirlerine atarak, kavga dövüş karanlığın içinde kayboldular.

    Hadi Tommy, yardım et bana. Götürelim onu. Çok fazla vakti yok.

    Her ikisi de soluk soluğaydı bir binanın önüne geldiklerinde. Orada Kaan’ı usulca indirip nefeslendiler. Bir an sonra tekrar sırtlayıp içeri girdiler, meraklı bakışlara aldırmadan salonu transit geçip arkadaki odaya taşıdılar. Bir süre kararsızca duraladıktan sonra, kanepeden bozma bir yatağın üzerine gelişigüzel bırakıverdiler. Kaan’ın toprak ve kanla çamurlaşmış yüzünde kurumuş dudaklarını seçince, bir bardak su vermek oldu Sonya’nın ilk aklına gelen. Hemen masanın üzerindeki sürahiye davrandı, bir bardak su doldurup yaralının ağzına dayadı.

    Bu haldeki yaralıya su vermek iyi değildir, Sonya, diye hırıltılı, boğuk bir ses işitinceye dek de vazgeçmedi bu girişiminden. Konuşan Doktor Ölüm’dü. Sonra ne diye karıştığına pişman, elinin tersini savurup, elindeki puslu bardağa içki doldurmaya koyuldu. Ardından ağır aksak ve iki büklüm yürüyerek, eski püskü bir koltuğa kuruldu ve gayet umursamazca içkisini yudumlamaya başladı.

    Sonya can havliyle onun yanına attı kendini. Atar atmaz da, Ona yardım etmelisin... Lütfeeen! Çok fazla kan kaybediyor, diye yalvarırcasına cırladı.

    Doktor Ölüm’ün kırış kırış yüzünden buruk bir tebessümün gölgesi geçti önce. Niçin? dedi sonra babacan bir tavırla, şahrem şahrem olmuş pütürlü elleriyle Sonya’nın saçlarını okşadı. Daha beter acılar çeksin diye mi? Yakasını salıverin de kurtulsun zavallıcık. Besbelli buraların adamı değil, şu yüze baksanıza.

    Bu sözle birlikte başlarını döndürüp dikkatlice, merhametle baktılar Kaan’a. Doktor Ölüm, yarattığı havadan memnun, devam etti: Eğer ona sorabilseydik, hiç kuşkum yok ki kendisi de bunu arzu ederdi. Ah şu doktorlar, sorgusuz sualsiz her önüne geleni hayat veren bir tanrı gibi sağaltmak isterler. Ne karın ağrısı bir yaşam sürer, bir gıdım olsun merak etmezler. Ama çok defa hikâye nasıl sonuçlanır biliyor musun, Sonya? Acılarla dolu boktan yaşamı bütün hızıyla hatta daha beter bir hal alarak kaldığı yerden devam eder. Çok geçmez üstünden; gene ölür. Tabii yeterince çile doldurup sırasını savdıktan sonra. Onu o halde görmek ister misin?

    Çektiği nutuktan pek etkilenmişe benzemeyen Sonya, ayak direyip, onu kendine getirmek istermişçesine var gücüyle sarsaladı. Bunu benim için yap, n’olur, n’olur. Kimseye faydası olmayan felsefeni bir kerecik olsun kendine saklayamaz mısın? Onu tesadüfen bulduk. Kim bilir, belki de burada olmasının bir nedeni vardır. Lütfeeennnnn!!! Kendi ayaklarıyla sana kadar gelmiş bir yaralıyı böylesine bir taşyüreklilikle geri çeviremezsin. Hem de onu kurtarmak elindeyken! Şu haliyle, ailesine sokak kedisinin evde kalması için direten küçük kızları andırıyordu.

    Bu haşarı kıza söz geçiremeyeceğini anlayan Doktor Ölüm, neden sonradır ki mızıldanarak doğruldu yerinden. Eh, mademki bu kadar çok arzu ediyorsun, senin güzel hatırın için neler yapabileceğimize bir bakalım.

    Sonya onu kolundan yakaladı. Gözlerimin içine bakarak, ona zarar vermeyeceğine dair söz vermeni istiyorum, dedi gözlerini kuşkuyla kısarak. Onu da pek çok hastan gibi, acısını dindirmek bahanesiyle öbür tarafa postalamayacaksın, değil mi?

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1