Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Hicran
Hicran
Hicran
Ebook296 pages3 hours

Hicran

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Zindan günlerinde yapmaya başladığım ve hala terk etmediğim ve de terk etmeyeceğim şeylerden biri yazma işidir. Bundan söz açtı Hayrullah. “Şimdiler ne yazıyorsun?” diye sordu.
“Ben” dedim “Şu devrin mağdurlarını yazıyorum. Onlar hakkında yazılacak, anlatılacak o kadar çok şey var ki. Acılar henüz tazeyken insanlardan dinleyip kaleme dökmezsek acılar dindikten sonra ‘bir kötü fasıldı geçti gitti’ deyip konuşmazlar sonra.”
Hayrullah bir derin göğüs çekti; gözleri nemlendi; yüzü gölgelendi. “Hangi birini yazacaksın?” dedi. “Tarihte eşine rastlanmayacak büyük bir zulümdür yapılanlar. Mağduru değil bir, değil yüzdür. Milyonlardır. Bunların kimisi işkenceyle, kimisi boğazı kesilerek, kimisi polisten kaçarken bir binadan düşerek, ya da hicret yolunda okyanusların amansız dalgalarına, ya da Meriç’in insafsız akıntısına kapılıp boğularak vefat etti. Kaç dram ve kaç hikaye var biliyor musun?”
Bir sızı olup oturdu içime Hayrullah’ın anımsattıkları. Devrimizin muktedirleri ne kadar gaddarlardı ki kadına, çocuğa dahi acımadılar.
Karınca kadarınca ben de bir şeyler yazmıştım ve yazacaktım. Kalemimin kuvveti nispetinde anlatacaktım onları, olanları. Ben de birçokları gibi sussa mıydım? Herhalde zulme uğrayanlardan olmasaydım dahi, bir dilsiz şeytan olmayacaktım. Hele ki zulmü alkışlayanlardan asla!
Hayrullah’a “Haklısın” dedim “Binler, milyonlar mağdur var. Bunların hepsi tek tek anlatamam ancak bir kısmını hikayelerimin karakteri haline getirerek sürecin bazı cihetlerini ortaya koymaya çalışabilirim. Bu da kolay değil benim için ama denemekten ne zarar çıkar! Hikâyelerimle bir tek yüreğe dokunursam maksadıma vasıl olmuş sayarım kendimi.”
Çay her zaman olduğu gibi gerçek muhabbetlerin ortasındaki en önemli nesneydi. Bardaklar bir boşalıp bir doluyordu; boşalan bardakların yerini tavşankanı, mis kokulu çaylar alıyordu. Dilimizle muhabbet ettik, gönlümüzle muhabbeti sürdürdük. Her şeyi konuştuk. Neden sonra hatırladı Hayrullah “Fuat Abi vardı ya!” dedi “Hatırlıyorsun onu değil mi?”
“Hiç unutur muyum onu?” diye cevap verdim gözlerim fincan fincan açılarak. “Yedi metre yükseklikte üzeri dikenli tellerle çevrili beton duvarların üzerinden birbirimizle konuşmuştuk bağıra bağıra. Bir keresinde, küçük bir kutuya doldurduğum cacığı, ona ulaştırmaya çalışırken az kalsın gardiyanların kafasına boca oluyordu." “Onun bir gönül yarası vardı. Senelerce kanadı yüreği ve çok acısını yaşadı.”
“Hiçbir şey anlamadım” dedim. “Nasıl bir yarası!”
“Gönül yarası... Bir sevda uğruna neler çekti neler. İşte bunu yaz!.. Gerçi bu muharebe meydanında herkes canhıraş bir savaş verirken birinin kalkıp çiçekler dermesi gibi bir şey olacak ama yazılası bir yönü var...” dedi Hayrullah, çok enteresan bir olayı haber verir gibi başını salladı bir yandan.
“Bilmiyordum. Demek ki karısı gayrında sevdası olan bir başkası var ha!” derken hayretler içindeydim. “Bana hiç anlatmadı doğrusu”
“Yaşı biraz ilerlemiş ya, içinde aşk, sevda olan bir hadisenin onunla ilgili olarak anlatılmasından utanıyor biraz. Bu sebeple öyle herkese anlatıyor.”
Beni bir merak aldı. 'İki hatta üç eşli kocaların varlığının yadırganmadığı, hatta gıptayla bakıldığı bir sosyal yapı içinde Fuat abi neden utansın ve sevdasını saklasın.' diye düşündüm. Onun gibi varlıklı niceleri kendilerine haremler kurup, sayısız eş ve metresle gönül eğlenirken...
Ben daha sormadan anlatmaya başladı Hayrullah. O anlattıkça benim ilgim arttı. Bir süre sonra kendimi müthiş bir hikayenin içinde buldum.
Sonra bir yerde anlatmayı bıraktı Hayrullah. Bir sırrı ifşa etmişti. “Unuttum!” dedi. “Bunu kimseye anlatmayacağıma sözünü vermiştim Fuat ağabeye. Allah kahretmesin!” Canı pek sıkıldı.
Hiçbir hikayeci böyle bir konuya kayıtsız kalmazdı. Hele ki konusu aşksa! Fuat’ın sırrı sayılan hikâye zahmetsiz elde edilmiş bir gömü kadar kıymeti haizdi benim için. Bu sırrı sır vasfından çıkarmadan yazmanın bir yolu olmalıydı. Veya yazmak için ikna etmeliydim Fuat’ı...

LanguageTürkçe
Release dateDec 22, 2022
ISBN9781005424213
Hicran
Author

Metin Yazar

1976 yılında Van’da doğdu. Çiftçi bir babanın 12 çocuğunun en büyüğüdür. Çocukluğu ve gençliği köyde geçti. İlk, orta ve liseyi Van’da okudu. Maddi durum nedeniyle liseden sonra üniversiteye gidemedi. Özel sektörde çalıştı, devlet memurluğu yaptı. Memurluğu sırasında İktisat Fakültesi ve Adalet Yüksek Okulunu bitirdi.1997 yılından başlayarak yerel gazeteler ve edebiyat dergilerine makaleler, denemeler yazdı. İki şiir kitabı yayımladı. Bir yıl boyunca yerel bir televizyonda yapımcılığını kendi yaptığı bir program sundu. 17-25 Aralık ve sonrasını anlattığı bir kitap çalışması, 15 Temmuz’dan sonra polis tarafından el konulan bilgisayarında yok edildi. Tutuklandı ve 7 yıl 6 ay hapse mahkûm oldu. Hapiste 19 roman, 2 günce, 4 şiir kitabı yazdı.Yazarımız evli üç çocuk babasıdır.

Read more from Metin Yazar

Related to Hicran

Related ebooks

Related categories

Reviews for Hicran

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Hicran - Metin Yazar

    HİCRAN

    -Gerçek Bir Yaşam Öyküsü-

    Metin Yazar

    Published by Crab Publishing at Smashwords

    Copyright © 2022 Crab Publishing

    Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, yayınevinin önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz, yayılamaz, bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.

    Bu e-kitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu e-kitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez.

    Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için bir kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın.

    Yazarımızın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.

    Hicran

    Metin Yazar

    Yayın No: 154

    Roman: 16

    Yayın yönetmeni: Ali Topdağ

    Editör: Mehmet Ali Özcan

    Kapak tasarımı: Nazende Bahar

    Teknik hazırlık: Yücel Darcan

    Yayın tarihi: 22 Aralık 2022

    E-book ISBN:

    Web: https://crabpublishing.com

    E-posta: crabspublishing@gmail.com

    METİN YAZAR

    1976 yılında Van’da doğdu. Çiftçi bir babanın 12 çocuğunun en büyüğüdür. Çocukluğu ve gençliği köyde geçti. İlk, orta ve liseyi Van’da okudu. Maddi durum nedeniyle liseden sonra üniversiteye gidemedi. Özel sektörde çalıştı, devlet memurluğu yaptı. Memurluğu sırasında İktisat Fakültesi ve Adalet Yüksek Okulunu bitirdi.

    1997 yılından başlayarak yerel gazeteler ve edebiyat dergilerine makaleler, denemeler yazdı. İki şiir kitabı yayımladı. Bir yıl boyunca yerel bir televizyonda yapımcılığını kendi yaptığı bir program sundu. 17-25 Aralık ve sonrasını anlattığı bir kitap çalışması, 15 Temmuz’dan sonra polis tarafından el konulan bilgisayarında yok edildi. Tutuklandı ve 7 yıl 6 ay hapse mahkûm oldu. Hapiste 19 roman, 2 günce, 4 şiir kitabı yazdı.

    Yazarımız evli üç çocuk babasıdır.

    Crab Publishing’de çıkan kitapları:

    1. Alnı Secdeli Allahsız (Hikâye)

    2. Hicran (Roman)

    BAŞLARKEN

    Sır kalması gereken bir şeyin muhafazası için icap eden neyse, Fuat’ın sevdası için onu yapacağım.

    Çok dolaşan biri değilim. Az şehir ve kendi şehrimden çok az havali bilirim. Ömrümün yüzde ellisini köyde, kalanını bu şehirde üç beş muhitte, çoğunu da şehir merkezinde geçirmişim desem abartmış olmam. Elbette ben de başka yerler görmek, yeni ortamlarda bulunmak ve başka insanlar tanımak arzu ediyordum. Lakin şu zamana kadar şartlar bu kadarına el verdi.

    Şehir merkezi dediğim de daha bir süre önceye kadar Cumhuriyet caddesinden ibaret bir sahaydı. Geçen zamanla birlikte asayişsizlik ve geçim zorluğu gibi sosyal meseleler yüzündün doğu vilayetlerinde başlayan göçle beraber Van şehri büyüdü merkez yayılıp genişledi.

    Şehrin yeni göbeğini şöyle tarif etmek mümkün: Bir sürü kısa, dar, kırık dökük çıkmaz sokak… Aşağı cenahta Cumhuriyet’e dik gelen Maraş ile Sıhke caddeleri ve bu caddeleri bir merdivenin basamakları gibi birleştiren cetvel gibi düz ama pejmürdelikten başka bir şey olmayan etrafını duvar gibi örmüş metruk, önceleri hane iken sonradan dükkana çevrilmiş köhne yapılar…

    Az bir zaman önceye kadar bu yığma yapıların çoğu da geleneksel Van evleri tarzındaydı. Onları ya yıktılar ya da makyajla başka bir hale soktular da ortadan kaybolup gittiler. Estetikten ve mimari bir kimlikten tamamen yoksun eğreti yapılar aldı yerlerini. Bütün ülkede olduğu gibi rant davası bunların da ruhuna Fatihalar okutturdu. Yukarı kısımda Ordu ve Kazım Karabekir caddelerinin ortasındaki alan ise kıvrımlı, eğik, dolaşık yollar ve tırtıl gibi Pazar yerleriyle karmakarışık bir vaziyetin soyut resmi gibi dururlar. Nereden bakarsanız manzara hoş görünmez. Her neyse! Meramım çarşının mimari de yekta olmama hali ve kimliksizliği değil, çok başka bir şey anlatmaktır.

    Bütün bu dağınıklığın merkezinde eğri büğrü, dar, taraçalar halindeki kaldırımların hemen üzerinde hayret verici derecede canlı bir yaşam vardır. Rengârenk ve ışıltılı tabelaların alınlarına konulmuş yaftalar misali durduğu dükkanlar, kocaman yekpare camlardan vitrinleri bulunan butikler ve fil midesi gibi içine ne kadar insan girse doymak bilmez pasajlar ve ağırlık altında yamulmuş mukavva kutulara benzeyen birbirine dayanarak ayakta duruyormuş izlenimi veren yapılar ayrıca cepheleri dövmeli bir insan sırtını andıran binalar, içi karınca yuvası gibi hınca hınç insanla dolu lokantalar ve eğlence mekanlarının olduğu Sanat sokağı diye bir yer var. İşte buraya seneler sonra ilk kez geldiğim gün talih karşıma bir hikaye çıkardı. Bunu, nasılını anlatacağım şimdi.

    Çok çetin bir süreçten geçmiştim. Adeta acından kudurmuş bir canavara yem edilmek üzere götürülüp önüne konulmuşken kurtulmuş da geri gelmiştim.

    Nihayet günler sonra insanlar arasına karışmaya karar verince şehir merkezine doğru yola çıktım. Bir felaketten yeni çıkmış kimselerin ruh hali vardı üzerimde: Hem çok mutlu hem biraz tutuk, durgun ve biraz şaşkın… Biraz sonra karşıma çıkan parkta eski günlerin hatırına biraz oturup etrafı izledim. İsmi Kurtuluş Parkı’ydı. Van’ın Rus İşgalinden kurtuluşunun anısına yapılmış...

    Bir banka oturdum. Etrafımda patenli ve bisikletli gençler fır fır dönmeye başladılar. Parkın dar yollarında ve patikalarında cambazlıklar yapma peşindeydiler. Ama çok bir şey becerdikleri söylenemezdi. Buna rağmen izlencelik bir yönü vardı. Çocuklarına çobanlık yapan canhıraş bir çaba içinde anneler gördüm on adım kadar ötemde; veletlerinin parkta dahi özgürce koşturmalarına müsaade etmeyen. Kendilerince yararlı bir iş yapıyorlardı. Bir rahat soluk alsınlar, kutu gibi apartman dairelerinin gerginliğini ve stresini atsınlar diye getirdikleri halde annelik güdüsü çocuklar etrafında bir abluka oluşturuyordu. Çocuk, çimlere basmasın, çamura batmasın, toza bulaşmasın, yere kapaklanıp, dizi, ayaları kanamasın diyeydi her şey. Yaşam karşılarına çok daha beter durumlar çıkaracak bu çocukların. Anneler bu kadarını öngörselerdi bu teyakkuz halini almazlardı herhalde.

    Oturup konuşmadıkça ve ne haldeler, meseleleri, dertleri nedir-değildir diye deşilmedikçe künhüne varmak mümkün değildi ama görüldüğü kadarıyla insanlar benim aksime yaşamlarından memnundular. Görecelik bu olsa gerektir. Ben memleketi yıkımın eşiğinde, halkı büyük bir felakete doğru koşar bulurken onlar büyük bir rahatlık içinde gözüküyorlardı.

    Yeni yazmaya başladığım bir hikayenin notları vardı yanımda. Vakit buldukça düzeltecek, ilaveler yapacaktım. Hikayelerde karakterler çok önemlidir. Bunun için topluma karışmak ve inşam davranışları gözlemlemek gerekiyor. Salt bun nedenle toplumdan kopamıyorum. Yoksa senelerce bu insanların içinde dolaşmasam eksikliklerini hissetmeyecek bir durumdaydım. Ama lazımdı işte. Psikolojik tahliller, kişilik analizleri üzerine okumalar yapmak icap ediyordu. Çevremde olup bitenin verdiği esinle bir şeyler karalamaya başladım kemerli küçük çantamdan çıkardığım orta büyüklükteki mor kaplı bir deftere. İri bir salkım söğüdün altına savan sermiş oturan orta yaşlı bir kadın ve erkeğin halini betimlemeye çalıştım bir paragrafla. Çam kozalakları buldum ayaklarımın dibinde. Elime alıp bir süre baktım. Eser denilecekse işte buna denilmeli! dedim kendi kendime. Yerde çekirdek ve cips paketleri ile bir sürü izmarit vardı. İzmaritlere elimi sürmedim ama boş paketleri alıp az ilerideki çöp kutusuna attım. Sonra şu notu geçirdim defterime Pislik içindeki dünyanın temizleme işini başkasından beklemek yerine hepimiz en başta kendimizin görevi bilmeliyiz. Ve daha başka birkaç söz…

    Mart ayının son haftasıydı. Büyük bir kuraklığı haber verircesine gökler hiç yağmur vermemişti. Yine de havalar ısınmış değildi; etrafta ne buz parçaları ne kar öbekleri vardı. Yerlerse Temmuz güneşi yemişçesine kurumuştu. Buna rağmen üzerine kalınca bir giysi almamış kimseler gölgelik yerlerde üşüyebilirlerdi.

    Elimde kalem kağıt notlar almam insanları tedirgin etti bir süre sonra. Nerden anlayacaklardı ne yaptığımı. Yan gözlerle süzerek bir bir uzaklaşmaya başladılar. Herkes korkuyor polisten ve devletin memuru olduğunu düşündükleri kimselerden. Beni onlardan sandılar galiba. İnsanlar yaşasın diye canlarını verdikleri devlet ve devlet unsurlardın hep korkar ve kaçarlar nedense. Buna rağmen politikacıların devleti kutsamak ve yücelmek üzerine hamasetlerini alkışlarlar. Türkiye insanının böylesine büyük bir çelişkisi var işte.

    Baktım insanlar benden huzursuz ve beni devletin bir unsuru sanıyorlar. Daha fazla Devletimi onların gözünden kötü yapmayayım dedim ve kalktım, çarşı yoluna revan oldum.

    Çarşıya iki yol gidiyor, Maraş ve Sıhke caddeleri... Ben Maraş caddesine doğru seğirttim.

    İnsanlar caddenin güneş alan yanına akmışlar; güneşi kapma kavgası veriyorlardı. Sol cenah iğne atsan yere düşmeyecek şekilde dolmuş; diğer yanda tek tük insan vardı ve sığlıktan yararlanarak koşar adım gidiyorlardı. Bir görseydiniz nasıl bir telaşlıydılar. Acele bir işi, sınırlı bir vakti olan kimselerdi bunlar herhalde. Ben de sol yanı seçtim. Sağın kalabalığında ruhum daralacak diye.

    Günlerden pazardı. Cumhuriyet Caddesi ve bu caddeye paralel kuzeyden güneye uzanan daha dar caddeler ve onları dike sen sokaklar mahşer yeri gibi kalabalıktı. İnsanlar bir kıtlıktan çıkmışçasına çılgınca bir alış-veriş eylemi içindeydi. Kendi kendime Seneler sonra yeniden gördüğüm bu insanlarda değişen bir şey yok. dedim. Bunlar o eski insanlar… Dünya yıkılsa, tatmin olmaz arzularını karşılamaktan başka dertleri olmaz…

    Hantal bir araba gibiydim. Yürürken eskisi gibi hızlı hareket edemiyor, manevralar, dönüşler yapamıyordum. Onca hayhuy ve akış içinde ben ağır çekim film gibi kalıyordum. Bir hapis macerasına atılan herkesin içeride bıraktığı sıhhatinden bir parçayı ben de bıraktım. O günlerden yadigar bir arazım vardı. Bir kas spazmı geçirmiştim ve etkisi halen sürüyordu. Sağ bacağım aksıyor yürürken biteviye yalpalıyor, uzun süre ayakta duramıyor, çabuk yoruluyordum. İnsan olarak çok aciziz; şurada bir parçamızı yitiriyoruz, şu zaman bu zaman şöyle böyle eriyip bir süre son hepten yok olup gidiyoruz… En nihayet hepimizin olacağı şey. Güneşte eriye eriye son damlası da buhar olup giden bir buz parçasından farkımız ne?

    Ana caddeden bir dar sokağa seğirttim. Önümdeki onca kalabalığa rağmen üç tanıdık kişiye gözüm ilişti. Uzak sayılmayan akrabalarımdan kimselerdi. Sanki fazla yaşlanmışlar; zaman benden beş yıl onlardan kat kat fazlasını alıp götürmüştü. Baş başa vermiş bir meseleyi konuşuyorlar orta yerde. Ne onları görmek ne onlara görünmek geldi içimden. Zira görseler sarılıp öpecekler, beni özlediklerini ve ben gidince yerimin doldurulamayıp boş kaldığı türünden sahte ve yalan iltifatlar edeceklerdi. Bundan eminim. Artık onları çok iyi tanıyordum. Arkamdan etmedik hakaret yoktu ve yüzüme karşı da yalnız gülücükler saçarlardı. Şark insanında böyle kötü bir huy var. Asla dürüst olmaz. Böyle bir kötü huyları vardır. Kurusun huyları!.. Bu yalakalardan güzel söz de işitmek istemiyordum. Mermer üzerinde bir çizgiden akarak giden bir su gibi yanlarından sessizce süzülüp geçtim.

    Senelerce hapiste kaldıktan sonra çıkınca akrabalarından kimseyi görmek istemeyen birinin herhalde esaslı bir nedeni vardır. Benim de nedenlerim var. Bu nedenlerin ne olduğunu başka bir zamana havale diyorum. Yalnızca şu kadarını diyeyim; bu kimseler, hokkabaz, sahtekar ve yalancı bir politikacıyı bana tercih ettiler. Beni suçlu bulmasalar da sahtekarı alkışlayıp reyleriyle destek oldular. Bakın akrabalar değil kimseler diye bir zamir kullanıyorum onlar için.

    Bir yerden sonra Allah’larından bulsunlar diyebilmeli. Ben de onları Allah’a havale etmiştim zaten.

    Sanat sokağındaydım… Sanatsal hiçbir tarafını göremedim şimdiye kadar buranın. Adı huzur olan sokaklarda ne kadar huzur varsa burada da kadar sanat var.

    Sanat estetiğinden yoksun bir toplumun, iki kitapçı, onlarca kahvehane, bir köşesinde eskizler-portreler çizen acemi bir ressam, aşağı ucunda birkaç konservatuar öğrencisi gencin müzik icra ettiği bu yere sanat sıfatına işaretle böyle bir isim koyması şaşırtıcı değil. Ama içinde gezmeyi anlı şanlı AVM’lere tercih ettiğim bir kitapçı var burada. Salt bundan önemlidir bura benim için. Eskiden de severdim bu yönünü Sanat sokağının. Bu sefer de o eski alışkanlığın bir eseri olarak gelmiştim buraya, ya da ayaklarım alışkanlıkla getirmişti.

    Gelmişken bazı kitaplara bakmakta zarar yoktu; bulsam o kitapları alacaktım.

    Şimdiye kadar anlattıklarımdan anlamışsınızdır. Hapishaneden daha yeni çıkmıştım. Şartlı tahliyeyle hem de… Hapishane denince ruhum iğdiş olur. Örselenir iç dünyam. Buna rağmen hapishane için diyebilirim ki okumak ve yazmak için buradan daha elverişli yer yoktur. Memleket düşünür ve yazarının ekseriyetinin bu mekanları ziyaret etmiş olması bir tesadüf müdür?

    Şimdi bu konuya niçin girdiğimi anlatayım. Hapis şartlarında istediğin bir kitaba ulaşmanın en kısa süresi bir aydır. Bir liste hazırlar kütüphane birimine verirsiniz, gardiyanlar insaf ederlerse bir ay sonra geçer eline o kitaplar. Ama istediğin gelmez de her zaman. Hakikaten okunmayacak, okunması yalnız zaman israfı kitaplar vardır. İşte bunlardan getirmişlerdir ya da daha önce okuduklarından… Demir kapının mazgalından adeta zorla tutuştururlar eline. Sen daha Listeye yazdıklarım… demeye varmadan gardiyanlar çekip gitmişlerdir arkalarına bakmadan. Bir sene boyunca her ay listeme eklediğim halde gelmeyen çok kitap vardı.

    İşte şimdi o kitapları bulup alabilirdim.

    Özgür iken okumak istediğin bir kitaba dakikalar ya da saatler içinde ulaşabiliyorsun ya!

    Bu çok büyük bir nimettir.

    Hey gözünü sevdiğim hürriyet,

    Sen ne harika bir şeysin!

    Mağazayı gezince gördüm. Yeni çıkmış ne çok kitap var. Hepsinden almak isterdim. İsmi ilgimi çekenleri alıp okuyorum arka sayfalarını ya da varsa önsözünü. Ne kadar sakin ve ne kadar iç huzurla doluydum. Her halde yaşamın en dip seviyesini görmüş olmaktan ileri geliyordu bu hal. Böyle bir dinginlik içinde mağazayı dolaşıyordum; sergilerin başında, stantların önünde, reyonların arasında kaygısızca ömür dakikalarımı tüketiyordum. Yürüyüşüm, ilerlemem nerdeyse kaplumbağa hızında, belki daha da yavaştı. Zira acele etmemi gerektiren bir işim yoktu henüz. Herhalde tutsaklıktan kalma bir zamansızlık algısının tesiri altındaydım hala.

    Mekanın başı var sonu yoktu. Korku vermeyen aksine huzur veren bir labirente benziyor uzayıp giden rafların ortası. Tür tür, ebat ebat, renk renk kitaplardan bir dekor… Henüz aradığım kitapların hiçbirine rastlamış değilim. Ama daha bakacak çok stant vardı.

    Derken bir şey fark ettiğim. Arkamda biri vardı ve ben nereye gitsem gölge gibi takip ediyordu. Adımlarımı hızlandırarak iki reyonu boş geçtim. Ama ondan kurtulamadım; biraz sonra ensemde hissetim nefesini.

    Bu ülkenin başındaki şahıs çıktığı televizyon programlarında, mitinglerde kalabalık halk kitlelerine hitap ederek Muhbir olun, şunlardan, ötekilerden, sizden olmayanlardan bulduğunuzu, babanızın oğlu olsa acımayın ihbar edin. Biz haklarından gelelim derse olacak şudur: Kimsede güven hissi kalmaz. Güven olmayan yerde huzur kaçar. Herkes herkesten kuşkulanır insanlar paranoyak olmaya başlar. Sonra toplumsal güven yok olur, dayanışma, yardımlaşma biter birlik ruhu, kardeşlik hukuku yerle yeksan olur. Birbirini gammazlamak milli bir spor haline gelir.

    Haliyle peşimdeki gölgeden ben de huzursuz oldum. Şu müzmin muhaliflerin cezalarını çekip çıkmalarından sonra da rahat bırakılmadıklarını biliyordum. Beni de takip ediyorlar herhalde diye düşündüm. Cam gibi karolardan siluetini de görüyordum ama kimseye benzetemedim takiptekini.

    Eskiden olsa korkabilirdim takip edilme düşüncesinden. Fakat şimdi nerdeyse umursamıyorum. Ama yine de rahat değildim.

    Peşimdekinin eli birden omzuma dokundu. Şefkatli bir eldi. Bundan sonra kayıtsız kalmadım duruma. Döndüm yüzüne baktım. Bir düşman bekliyorken bir can dostla karşılaştım.

    Bu ne hoş sürpriz! Ne güzel tevafuk… demek oldu ilk tepkim.

    Bir hapishane arkadaşım, dostum Hayrullah’tı karşıma çıkan. Yüzünün gülmediği bir tek an bilmiyorum. Her hal ve koşulda onu sebatlı ve gülümserken hatırlıyordum.

    Krem rengi, ince, keten bir mont giymiş beyaz gömleğinin üzerine, bukleli ve nerdeyse omuzlarına dökülmüş ama iyice kırlaşmış gür saçlarının üzerine güneş gözlüğü kondurmuş. Süit bir ayakkabı vardı ayağında elindeyse bir meşin çanta.

    ‘‘Vay kardeşim!" deyip sarıldı.

    Ben de durur muyum? Can dostumun atıldım boynuna.

    Hayrullah, hapiste kısa bir süre aynı koğuşu paylaştıklarımdan ve bir süre sonra da baba memleketinin zindanlarına naklolduğu halde irtibatımın kopmadığı kimselerdendi.

    Birbirimize yakın cezalar almıştık. Haliyle benimkine yakın bir zamanda tahliye olmuştu. Şu günlerde Elazığ’daki baba evinde… Eşi ve çocuğuyla bir sığıntı gibi pek zorda. Ne yapsın zavallı, bir hükümet ki bizler için onlara ekmek ve su yok diyerek tam bir tenkil uygulamada. Ne arıyor Van’da? Onu buraya bağlayan bir şey yok ki. İşi yani memuriyeti vardı onu da bir kanun hükmünde kararnameyle almışlardı elinden.

    İlk sorduğum da bu oldu. Umarım bir problem yok; neden buradasın?

    İş bakıyorum. Bulursam tekrar buraya taşınacağım. Hem buraya pek alışığım. Çocukluğumun şehri Elazığ’dan fazla kendimi buralı hissediyorum. Eşim, çocuğum buradan, buradaki tanıdıklar söz edip dururlar. Buradan burunları sızlayarak söz ederler. cevabını verdi konuştukça çatallaşan sesiyle.

    Artık kitapları bulma işini başka bir zamana tehir etmek durumundaydım. Çıkalım dedim. Bir yerde çay içeriz.

    Çantasından bir kitap çıkardı Ben aldım bir tane. dedi bana doğru uzatarak. Aldığı kitap Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları’ydı. Sen bulamadın mı aradığını? Bulalım öyle çıkarız.

    Birlikte aramaya koyulduk ve biraz sonra İskender çıktı karşımıza Elif Şafak’ın şu meşhur kitabı. Tam da aradıklarımdandı bu. Bir kitap da ben almış olarak çıktık mağazadan

    Sanat sokağında bir zamanlar kocaman bir bina iken 2011 senesinin 25 kasımındaki depremle yıkılıp yerle bir olan bir iş hanının tıpkı çekilmiş dişin ağızda bıraktığı boşluğa benzeyen yerinde eğreti bir çayhane gördük. Oturmak için fena görünmüyordu. Geçip iskemlelerine oturduk. Kalabalığın ortasında, dalgalı denizde bir ada kadar sakindi. Zaten az kişi vardı oturmuş. Kirli önlüklü bir çırak çay koydu önümüze, belli ki karın tokluğuna çalıştırılıyordu. Ayağındaki eski spor ayakkabı muhtemel ki başkasının eskisiydi; iyi bir markaydı fakat yanları artık patlamıştı. Çaylarımızı içtik konuşurken. Hal hatır, taallukatın durumundan sonra söz gelip esaret günlerine dayandı. Travmasını atlatıp atlatamayacağımızı konuştuk, bunun psikolojimiz üzerine etkilerini ve yansımalarını tartıştık.

    Zindan günlerinde yapmaya başladığım ve hala terk etmediğim ve de terk etmeyeceğim şeylerden biri yazma işidir. Bundan söz açtı Hayrullah. Şimdiler ne yazıyorsun? diye sordu.

    Ben dedim Şu devrin mağdurlarını yazıyorum. Onlar hakkında yazılacak, anlatılacak o kadar çok şey var ki. Acılar henüz tazeyken insanlardan dinleyip kaleme dökmezsek acılar dindikten sonra ‘bir kötü fasıldı geçti gitti’ deyip konuşmazlar sonra.

    Hayrullah bir derin göğüs çekti; gözleri nemlendi; yüzü gölgelendi. Hangi birini yazacaksın? dedi. Tarihte eşine rastlanmayacak büyük bir zulümdür yapılanlar. Mağduru değil bir, değil yüzdür. Milyonlardır. Bunların kimisi işkenceyle, kimisi boğazı kesilerek, kimisi polisten kaçarken bir binadan düşerek, ya da hicret yolunda okyanusların amansız dalgalarına, ya da Meriç’in insafsız akıntısına kapılıp boğularak vefat etti. Kaç dram ve kaç hikaye var biliyor musun?

    Bir sızı olup oturdu içime Hayrullah’ın anımsattıkları. Devrimizin muktedirleri ne kadar gaddarlardı ki kadına, çocuğa dahi acımadılar.

    Karınca kadarınca ben de bir şeyler yazmıştım ve yazacaktım. Kalemimin kuvveti nispetinde anlatacaktım onları, olanları. Ben de birçokları gibi sussa mıydım? Herhalde zulme uğrayanlardan olmasaydım dahi, bir dilsiz şeytan olmayacaktım. Hele ki zulmü alkışlayanlardan asla!

    Hayrullah’a Haklısın dedim Binler, milyonlar mağdur var. Bunların hepsi tek tek anlatamam ancak bir kısmını hikayelerimin karakteri haline getirerek sürecin bazı cihetlerini ortaya koymaya çalışabilirim. Bu da kolay değil benim için ama denemekten ne zarar çıkar! Hikâyelerimle bir tek yüreğe dokunursam maksadıma vasıl olmuş sayarım kendimi.

    Heybelerimizde olanı döktük ortaya ikimizde. Bir mağdur insanlar hakikati vardı bir de bu çetin savaşın kahramanları. Acıklı hadiseler, yürek burkucu dramların yanında destansı yaşamlar vardı. Onca baskı ve tehditlere rağmen kimi insanın elif gibi dimdik duruşlarının emsalsiz örneklerinden demetler sunduk birbirimize. Hala yiğit oğlu yiğitleri olduğunu bilmek, öğrenmek bize müthiş moral oldu.

    Çay her zaman olduğu gibi gerçek muhabbetlerin ortasındaki en önemli nesneydi. Bardaklar bir boşalıp bir doluyordu; boşalan bardakların yerini tavşankanı, mis kokulu çaylar alıyordu. Dilimizle muhabbet ettik, gönlümüzle muhabbeti sürdürdük. Her şeyi konuştuk. Neden sonra hatırladı Hayrullah Fuat Abi vardı ya! dedi Hatırlıyorsun onu değil mi?

    Hiç unutur muyum onu? diye cevap verdim gözlerim fincan fincan açılarak. Yedi metre yükseklikte üzeri dikenli tellerle çevrili beton duvarların üzerinden birbirimizle konuşmuştuk bağıra bağıra. Bir keresinde, küçük bir kutuya doldurduğum cacığı, ona ulaştırmaya çalışırken az kalsın gardiyanların kafasına boca oluyordu. Sonra onun bize attığı tatlılar vardı. Bizim öyle her şeyi almaya paramız yoktu ya! Şükür ki -mülkünün bir kısmını gasp ettikleri halde- hala elinde avucunda kalmıştı bir şeyler. Onunla hapiste istediğini alabiliyordu Allah razı olsun bize dahi çok yararı dokundu. Aldığı sebzeden, tatlılardan yolluyordu.

    Onun bir gönül yarası vardı. Senelerce kanadı yüreği ve çok acısını yaşadı.

    Hiçbir şey anlamadım dedim. Nasıl bir yarası!

    Gönül yarası… Bir sevda uğruna neler çekti neler. İşte bunu yaz!.. Gerçi bu muharebe meydanında herkes canhıraş bir savaş verirken birinin kalkıp çiçekler dermesi gibi bir şey olacak ama yazılası bir yönü var... dedi Hayrullah, çok enteresan bir olayı haber verir gibi başını salladı bir yandan.

    Bilmiyordum. Demek ki karısı gayrında sevdası olan bir başkası var ha! derken hayretler içindeydim. Bana hiç anlatmadı doğrusu

    Yaşı biraz ilerlemiş ya, içinde aşk, sevda olan bir hadisenin onunla ilgili olarak anlatılmasından utanıyor biraz. Bu sebeple öyle herkese anlatıyor.

    Beni bir merak aldı. ‘İki hatta üç eşli kocaların varlığının yadırganmadığı, hatta gıptayla bakıldığı bir sosyal yapı içinde Fuat abi neden utansın ve sevdasını saklasın…’ diye düşündüm. Onun gibi varlıklı niceleri kendilerine haremler kurup, sayısız eş ve metresle gönül eğlenirken…

    Ben daha sormadan anlatmaya başladı Hayrullah. O anlattıkça benim ilgim arttı. Bir süre sonra kendimi müthiş bir hikayenin içinde buldum.

    Sonra bir yerde anlatmayı bıraktı Hayrullah. Kabahatlilere mahsus bir yüz ifadesiyle dudağını ısırmaya başladı. Gizli kalması gereken bir konuyu açık etmişti çünkü. Bir sırrı ifşa etmişti. Unuttum! dedi. "Bunu kimseye

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1