Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Londra Notları
Londra Notları
Londra Notları
Ebook306 pages6 hours

Londra Notları

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bazı yazarlar vardır, kitaplarını okurken karakterleri gibi yaşamak istersiniz: Murakami'ninkiler gibi bira içmek, Sait Faik'inkiler gibi çay bardağına rakı doldurmak... Çetinkaya ile Londra sokaklarını keşfetmek isteyeceksiniz.

Müge Çetinkaya, Londra'da geçirdiği yirmi dört yılın kültürel ve profesyonel birikimlerini, pandemi döneminde ya

LanguageTürkçe
Release dateApr 1, 2023
ISBN9781913961282
Londra Notları
Author

Müge Çetinkaya

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü'nden mezun oldu. Eğitimine Londra'da Ravensbourne College of Design and Communication ve Arts Marketing Association'da aldığı kurslarla devam etti. BBC London, MTV Europe gibi medya kurumlarında, ardından da sanat, kültür alanında uluslararası PR etkinlik ve koordinasyonunda 17 yıl görev yaptı. Aktivist Dergisi ve Cinedergi'ye yazılar yazdı. Green Peace ve British Lung Foundation'da gönüllü olarak çalıştı. 2020 yılında kendisi için dönüştürücü, iyileştirici birer tecrübe olan nefes, mindfulness pratikleri ve yoga felsefesiyle tanıştı. Yoga, mindfulness ve öz şefkatli farkındalık konularında uzmanlaşarak önce Yoga Alliance, ardından International Coaching Federation, ICF Mindfulness Koçluk sertifikalarını aldı. Yazar halen Neuro-Mindfulness Koçu ve kriz müdahale gönüllüsü olarak çalışmakta, yazılar yazmaya devam etmektedir.

Related to Londra Notları

Related ebooks

Reviews for Londra Notları

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Londra Notları - Müge Çetinkaya

    ¹

    Bulvar, şehrin kuzeyindeki St. John’s Road’la kesiştiği noktadan başlayıp güneyde Clerkenwell Road kavşağında biter.

    Ben de 2008 yılının Aralık ayından bu yana burada, Spa Green Estate adlı sitedeki bloklardan birinin dördüncü katında, bu güzergâh boyunca sıralanmış dev çınar ağaçlarına bakan iki odalı bir apartman dairesinde tek başıma yaşarım. Rosebery Avenue, Londra’nın pek çok caddesinde olduğu gibi keşfedilecek yerler, ilgi çekici mimari örnekler ve tarihle doludur. Örneğin, St. John’s Road ve bulvarın kesişme noktasının hemen güneyindeki Owen’s Row adlı küçük sokakta, 18. yüzyılda inşa edilmiş tek tip ve birbirleriyle bitişik evler vardır. Bu evler 1980’lerde yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ama daha sonra restore edilmiş. Yine bu sokağın köşesinde, Dünya Müziği konseptinin doğduğu iddia edilen eski The Empress of Russia adlı pub’ın günümüzde restoran olarak işletilen 19. yüzyıldan kalma binası da sapasağlam ayakta durmaktadır.

    Mahallemde ayrıca 1845-1990 yılları arasında burada kasaplık yapmış Bland Ailesi’nin geleneğini sürdüren Turner and George adlı bir kasap, Arlington Way üzerindeyse, bir keresinde geleneksel Noel ilahileri söylenen sımsıcak, samimi ve neşeli bir akşamına denk geldiğim Harlequin Pub bulunur. Tam 1848’den bugüne...

    Bu bölgeyi çok sever, on yılı aşkın bir süredir burada yaşadığım için de kendimi evimde ve her şeyden önemlisi güvende hissederim.

    2

    İLHAM PRENSİ

    7 Şubat 2020

    Akşamüstü ev, ofis ve sokak lambalarından gelen ışıklar birbirine karışmış, yağmurdan ıslanmış asfalta romantik filmlerdeki gibi rengarenk yansımıştı. Bu büyülü manzaranın büyüsüne kapıldım ve dışarı çıktım. Önce Rosebery Avenue boyunca, sonra da güzel mahallemin ara sokaklarından geçip yolumu uzatarak, yaklaşık bir saat boyunca meraklı gözler ve yavaş adımlarla yürüdüm. Soğuk hava, üzerimdeki kalın giysilerden içeriye sızmaya başlayınca evime geri döndüm. Yürüyüş sonrasında kendimi ferahlamış ve arınmış hissediyordum. Her akşam yaptığım gibi televizyonumu açıp haber bültenini izleyecektim, fakat duyacaklarımın bu berrak halimi yeniden bulandıracağından endişe ettim. Yerine tabletimi açıp You Tube sitesinden sevdiğim birkaç şarkıyı dinledim. Ardından ekranıma düşen başka bir videoyu izlemeye başladım. Videoda, ünlü bir yazar ve düşünsel bir öğretmen olan Eckhart Tolle negatif düşünceler hakkında konuşuyor ve onları nasıl yönetebileceğimiz konusundaki fikirlerini paylaşıyordu. Sitenin algoritması daha önce izlediklerimden yola çıkarak ilgi alanlarımdan birini yakalamış ve benzer içerikte bir videoyu, isabetli olduğunu düşündüğüm bir kararla ekranıma kondurmuştu. O sırada aklıma birden arkadaşım Ömer geldi.

    Bundan iki gün önce, İzmir’den İstanbul’a hareket eden Pegasus Havayolları’na ait PC2193 sefer sayılı Boeing 373 tipi Açelya adlı yolcu uçağı, Sabiha Gökçen Havalimanı’nda pistten çıkarak parçalanmıştı. Hatırladığım kadarıyla tatil için Türkiye’ye gitmiş olan Ömer, o gün Londra’ya dönecekti. Türkiye’nin büyüsüne kapılıp söylediği tarihte dönüş yapmamış olması ihtimali aklıma gelmişti ama yine de onun adına biraz endişelenmiştim. İyi bile olsa, kazadan dolayı istese de o gün yolculuk yapamamış, morali bozulmuş olabilirdi. Biraz düşününce Ömer’in her şeyin üstesinden gelebilen bir adam olduğunu hatırladım, kaygılanmayı bıraktım ama yine de telefonunu hangi ülkeden açacağını kestiremeyerek saat 20:00 sularında onu aradım.

    Aslında kişisel gelişim, değişim, dönüşüm ve bu yoldaki arayışlarımla ilgili bir videoyu izlerken aklıma Ömer’in gelmiş olması bir tesadüf değildi. Çünkü o, benim bu yolculuğuma Londra’da tanıklık eden, kendi öğrendiklerini ve tecrübelerini zaman zaman benimle paylaşan kafa dengi bir arkadaşımdı. Londra’daki özel bir tiyatronun sahne tasarımlarını yapıyor, bir yandan da kısa filmler çekiyordu. Yani, yaratıcı ve yetenekliydi fakat tanıdığım bütün yaratıcı ve yetenekli insanlar gibi o da gecenin sakinliğinden ilham alıp geç saatlere kadar çalışıyor, gündüzleri uyuyordu.

    Epeyce uzun çaldırdığım halde telefonunu açmamıştı. Belki hâlâ Türkiye’deydi, belki yorgundu, dinleniyordu.

    Tam kapatıyordum ki sesi geldi:

    Efendim.

    Nasılsın, geldin mi? Gelebildin mi? diye sordum.

    Geldim, dedi.

    Kaza oldu ya, bir sorun çıkmış mıdır diye merak ettim.

    Bizim uçağımız kalktıktan hemen sonra olmuş. İyiyim ama sanırım yediğim bir şeyden zehirlendim. Metrodan inip kendimi eve zor attım.

    Daha iyi misin şimdi? diye sordum.

    İyiyim. İşler birikti haliyle, yoğunum.

    Ben de öyle tahmin ettim ama sesini bir duyayım dedim.

    İyi yaptın, dedi ve ekledi. Sen daha buralardasın, değil mi?

    Evet.

    Bu aralar gitme zaten. Türkiye soğuk, rüzgârlı.

    Mart ayında başımıza geleceklerden bihaber, Mart ortasına kadar seyahat etmeyi düşünmüyorum, dedim.

    Yakında görüşürüz o zaman.

    Görüşürüz.

    Ömer’le bu kısa diyaloğumuzdan sonra içimi tatlı bir his kaplamış ve hayatımda onun gibi bir arkadaşım olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşünmüştüm. Nedense bu hissettiklerimi kâğıda dökmek istedim.

    Aslında ben de gecenin sakinliğinde, özellikle uykuya dalmadan önce daha yaratıcı oluyordum. Belli belirsiz görüntülerle hayalimde canlandırdığım düşünceler hızla aklımdan geçmeye başlıyordu. Onlar hakkında içimden, kendi kurduğuma dahi inanamadığım güzellikte cümleler kuruyordum. Fakat tam da o ânda bedenim ağırlaşıyor, üzerime çöken tatsız bir karabasan gibi yerimden doğrulmamı engelliyordu. İşe yarar olduklarını düşündüğüm bu cümlelerimi kalkıp not edemediğim için ertesi gün onları asla hatırlayamıyordum. Bazen başıma sıklıkla gelen bu beden tutulmasına karşı koyabilmiş bir halde Yunus Nadi, Orhan Kemal Roman, Haldun Taner Öykü, Pulitzer, hatta Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş bir yazar olduğumu hayal ediyordum. Onun yerine, parlak olduklarını düşündüğüm bu fikirlerim ya boşlukta asılı kalıyor ya da rüyalarımda harcanıp gidiyordu.

    Oysaki bu akşam Ömer sayesinde ve belki de sonunda, yazmak istediğim ama bir türlü vakit ayırmadığım bir kitaba başlama cesaretini kendimde bulmuştum. Gerçekten de işte tam o ânda bu olanları yazmaya karar verdim ve pili olmadığı için, sadece fişe takılıyken çalışan dizüstü bilgisayarımın kapağını açtım. Pilini mi değiştireyim, yoksa yenisini mi alayım? deyip hor gördüğüm, bu haliyle şu âna dek yazı yazmaya layık bulmadığım bilgisayarım pekâlâ işliyordu. Sayfamı sık sık kaydederek, aklıma geldikçe de yazdıklarımı kendime e-postayla yollayarak, kayıp ve güvenlik risklerine karşı da kendimce bir çözüm bulmuştum. 21. yüzyılda, dijital bir çağda, üstelik dünyanın en gelişmiş şehirlerinden biri olan Londra’da böylesine iptidai şartlarda çalışıyor olmamı biraz trajikomik bulmuştum. Kitabımı Rumuz Çile takma adıyla çıkarmayı düşünebilirdim.

    Ömer’in varlığına bana bir kitap yazdıracak kadar şükran duymam, sanılacağı gibi onunla içten ve çok yakın arkadaş olmamız, metanetimi ve hassasiyetlerimi çok iyi anlaması ya da beni çok iyi tanıması gibi sebeplerden dolayı değildi. Eline bir çekiç alıp duvarıma bir çivi çakmışlığı da yoktu. Yani Ömer bana bilek gücü olarak da destek olmazdı ama güzel çay demler, keyfi yerindeyse beni çok güldürürdü. Sık görüşmez, telefonlaşmaz, hatta mesajlaşmazdık ama ona ihtiyacım olursa yardıma geleceğini bilirdim. Telefonu kapattıktan sonra her şeyin ve Ömer’le olduğu gibi arkadaşlıkların da gelişmek ve olgunlaşmak için nasıl zaman aldığını tekrar anlamıştım. Belki de duyduğum şükran duygusu, kendi adıma yaşadığım bu anlamaya, aydınlanmayaydı. Çünkü Ömer ve ben aynı topraklardan gelmiş ama farklı çocukluk tecrübelerinden geçmiş iki yaralı bireydik. Zaman zaman egolarımıza ve duygularımıza yenik, dolayısıyla ayrı düşmüştük ama her şeye rağmen arkadaşlığımızın kalıcı olduğunu ikimiz de biliyorduk. Fakat bu bağı kurmak biraz zaman almıştı. Her olması gereken ya da süresinin artık dolması gereken şeyler gibi.

    Bu satırları yazarken zamanın nasıl geçtiğini anlamadan sürüklenip gitmiştim. Gözkapaklarım hafiften ağırlaşsa da beynim çalıştıkça açılıp uyarılmaya başlamış, yazdıkça daha fazla yazasım gelmişti. Biraz direnirsem uyku eşiğimi atlayabilir, biraz daha yazmaya devam edebilirdim ama gözkapaklarım benim gibi düşünmüyorlardı. Ömer’in tersine ben ne kadar geç yatarsam yatayım, sabahları erkenden, haliyle dinlenmemiş ve uykumu alamamış olarak uyanıyordum. O yüzden şimdilik burada bırakmalı, ilk kitabımı yazmaya koyulduğum bu akşamı kendime güzel bir uyku çekerek kutlamalıydım.

    Yazarken Orhan Pamuk’un da uykusu geliyor mudur ki?

    3

    ANIL ÇEÇEN

    12 Şubat 2020

    Bir kampüs diyaloğu:

    Yemekte ne var?

    Fasulye denemesi.

    Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü birinci sınıftayken, şimdilerde aşırı milliyetçilik, hatta ırkçılıkla eleştirilen Prof. Anıl Çeçen’den ders alıyordum. Kırk yaşlarında olmasına rağmen Anıl Bey kalın çerçeveli gözlükleri, takım elbise, ayakkabı ve kravat seçimleriyle olduğundan daha olgun ve büyük görünüyor, seksen dakikalık blok derslerini büyük bir ciddiyetle ve bir yere yetişmesi gerekiyormuşçasına hızla anlatıyordu. Sert mizaçlıydı. Sınıfça hem kendisinden hem sınavlarından çekiniyorduk ama belli etmese de Anıl Bey şefkatliydi, derslerde anlattığı bazı bölümlerin altını çizmemizi tembihliyor, böylelikle sınavda çıkabilecek sorularla ilgili ipuçları veriyordu.

    Vizeler ve ilk yarı tatili sonrası ilk dersimizde Anıl Bey, sınav sonuçlarını açıklamayı dersin sonuna saklamıştı. Meraktan çatlıyor, dersi bölmemek için korkudan hiçbirimiz soramıyorduk. Bir ara Anıl Bey sınıfa döndü, adımı söyleyerek kim olduğunu sordu.

    Şaşırmıştım. Çekingen bir sesle, Benim hocam, diye cevap verdim.

    Ayağa kalkın, arkadaşım. Güzel bir not aldınız.

    Bütün amfi kıpırdanmaya başlamıştı. İçlerinden bir arkadaşım,

    Hocam sınavları okudunuz mu? Lütfen söyleyin, kaç aldı? diye sordu.

    Anıl Bey bana dönerek, 100 aldınız, arkadaşım, dedi ve ekledi: Ne olmak istiyorsunuz?

    Ben bu soruya hazırlıklı değildim. Sosyoloji okuduğuma göre herhalde sosyolog ve büyük ihtimalle işsiz biri olacaktım.

    Anıl Bey hayal kırıklığına uğramış bir tonla, Oturabilirsiniz, dedi.

    Dersin sonunda içim kıpır kıpır ederek Anıl Bey’in peşinden koşup ona, Hocam, sorunuzla tam olarak ne demek istediniz? diye sordum.

    Gel benimle, odamda konuşalım. 

    Anıl Hoca sınavlarında bir ya da iki soru sorar, konuların ayrıntıyla incelenip uzun uzun cevaplanmasını beklerdi. Tam not aldığıma göre ona arzu ettiği türden bir kâğıt teslim etmiştim. Henüz fakültenin ilk yılıydı. Hukuk Sosyolojisi dersinin ilk sınavı sonrasında parmakla gösterilmek pek hoşuma gitmişti. Söylediğine göre Anıl Bey genel olarak yazım tarzımı beğenmişti. Danışmanlık yaptığı bazı yazarlardan örnekler vererek yazar olmayı düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. Öyleyse bana bu konuda rehberlik edebileceğini ama önce bolca kitap okumam gerektiğini tembihledi.

    Takip eden günlerde ona üniversiteye başlamadan önce yaptığım amatör radyo programları için yazdığım metinleri göstermiştim. Çok sevmiş, hatta eğlenceli bulmuştu. Yaz tatilinde okumam için yeni dünya düzeni, felsefe, ekonomi ve edebiyat klasikleri gibi kitaplardan oluşan uzun bir liste verdi. Annem de kitapları almamı ve Karanfil Sokak’taki Dost Kitabevi’nde imzaladığım borç senetlerini ödemeyi kabul etmişti. 

    Fakat ben henüz yirmi yaşımda bile değildim. Ne Anıl Hoca’nın okumam için tavsiye ettiği kitapların türleri ve derinliklerini anlayacak, ne de yazarlığı meslek olarak seçip peşinden gidecek kadar olgun hissediyordum kendimi. İlerleyen yıllarda kendi açtığım bloğuma, mesleki çevremden gelen ricalar üzerine birkaç aktüel ve sinema dergisine, gazeteci bir arkadaşımın sonradan siyasi sebeplerle kapattığı dergisine yazılar yazmıştım. Daha çok sanat, kültür, iklim değişikliği, tarih gibi konularda ve beni heyecanlandıran başka ne varsa kendimce ve amatörce yazmış, yazılarımın ulaştığı kesimlerden geri bildirimler hep, Kalemine ve yüreğine sağlık, daha çok yazmalısın, şeklinde olsa da bunu devam ettirme cesaretini bugüne değin kendimde bulamamıştım.

    Neden yazmadığıma dair onlarca bahaneyi burada sıralayabilirim. Ama sanırım buna engel olan en büyük sebep, mükemmeliyetçi bir mizaca, dolayısıyla başkalarının okumak isteyeceği güzellikte bir kitap yazabilecek donanımım yok inancına sahip olmamdı. Fakat bundan sadece yedi gün önce bir arkadaşımla yaptığım kısa bir telefon konuşması sonunda kitap yazmaya başlamıştım. Masamın başına oturup dün de yazdım, bugün de yazıyorum. Ve yazmak bana susayınca içtiğim su kadar doğal geliyor, kana kana daha fazla içmek istiyor, yazarken beynimin daha önce kullanmadığım kıvrımlarıyla düşünüyor, bir o kadar da eğleniyor, hatta aklıma gelen bazı anılarımı düşündükçe kahkaha attığım bile oluyordu. Bu noktaya varmam zaman almıştı. Belki de her zamanı gelince olması gereken ya da tamamen durması gereken şeyler gibi. Bir de uykum gelmese.

    4

    SİNCAP AİLESİ

    9 Şubat 2020

    Artık eminim; bende de yaratıcı insan kumaşı var ve ben de ilhamını gecenin sakinliğinden alanlardanım.

    Sebebi bu aralar çok içtiğim demleme Türk çayı mı, yoksa oturma odamın yüksek penceresinden görünen ve bütün aydınlığıyla parlayan dolunayın tuhaf gücü mü bilmem, ama alışık olduğum sakin, yer yer de sıkıcı olan akşam rutinimi kırıp yazı yazıyordum. Sabah erken kalkacağımı bildiğim, gece değil de gündüzün verimli saatlerinde yazmanın daha akıllıca olacağını düşündüğüm için uykumu almam gerektiğinin de farkındaydım. O yüzden bu akşamlık tadında bırakmaya karar vermiş ve bilgisayarımı makul bir saatte kapatmıştım. Fakat son derece dinç ve uyanık hissediyordum. Yine de yatmalıydım çünkü oldum olası sabah saatlerini, özellikle Londra’da çok seviyordum. Çünkü buradaki dairemin her iki cephesinden görünen birbirlerinden farklı renk ve dokularda, alabildiğine büyük ve güzel ıhlamur, huş, çınar, akasya, kiraz ve kestane ağaçlarının zarifçe salındığı, güneşin şeftali renginden kayısıya dönerek doğduğu sabahlara uyanıyordum. Mutfak penceremin önündeki ak üvez ağacının tepesinde, belirdiklerinde bütün neşemi yerine getiren sincaplar vardı. Bu sincapların bir aile olduklarını düşünmek ve bazen onlarla beni duyamasalar da uzaktan uzağa konuşmak hoşuma gidiyordu. Ama herkes sabah saatlerinin keyfini böyle benim gibi çıkaracak kadar şanslı değildi. Ben uzun bir süredir evden çalışıyordum. Kendimle olan randevularım dışında, sabahları genellikle olmam gereken bir yerim, kendimden başkasına verecek bir hesabım yoktu. Oysa kurumsal şirketler kimseleri beklemezler. Bu nedenle saat 7’den itibaren Rosebery Avenue’daki araç ve insan trafiği başlar. Bu insanlardan bazıları soğuğa aldırmadan kısa bir şort ve tişört, omuzlarında asılı spor bir sırt çantasıyla işlerine koşarak, kimi tempolu bir biçimde yürüyerek, kimi fosforlu ceket ve aksesuarlarıyla bisiklet sürerek, çoğunlukla da şoför kabininin camına dayanana kadar doldurdukları tıklım tıklım iki katlı kırmızı halk otobüsleriyle işlerine giderler. Ben bu insanları izlemeyi sever ve onlara, kardeşimle telefonda konuşurken onu güldürmek için bazen kaybedenler derim. Ardından evimin önündeki parkta köpeklerini gezdirenler ve uyku mahmuru evsizler belirir.

    Her sabah hemen aynı saatte televizyonumu açar ve haber programı BBC Breakfastı izlerim. Hilal şeklindeki kırmızı koltukta oturan ve konuklarını ağırlayan program sunucuları dönüşümlü olarak çalışırlar. İçlerinden, muzip ve neşeli tavırlarında sanırım kendimden bir şeyler bulduğum için en çok sevdiğim Naga Munchetty’nin, o gün yayında olup olmadığını ve o sabah ne giydiğini merak ederim. Program yıllardır istisnasız ve dakik bir biçimde her sabah saat 6’da başlayıp tam 9:13’te sona erer. Akşamdan hayalini kurduğum ve benim açımdan günün en güzel öğünü olan kahvaltı da sabahları erken kalkmamda başlı başına bir sebeptir.

    Ne kadar makul ve mantıklı olmaya çalışıp yatsam da bu gece uykum gelmemişti. Zaten hayatım boyunca uyku hiç benden yana olmadı. Bilgisayarımı kapattıktan üç-dört saat sonrasında bile beynim fazla mesai yapmaya, yattığım yerde bir sağa bir sola yuvarlanmaya ve bir yerde yorgun düşüp uykuya dalana kadar kafamın içinde kitap yazmaya devam ettim.

    5

    EV ARKADAŞI

    8 Şubat 2020

    Bakkaldan fındık sanıp leblebi almışım.

    Telefonuma gelen mesaj Türkiye’deki arkadaşım Yüksel’dendi.

    Leblebi de güzeldir, dedim.

    Beni rahatsız ediyor.

    Ben bu ara kajuya düştüm. Açınca bir paketi bitiriyorum. Bugün merak edip nereden geliyor bu lezzetli şey diye araştırdım. Ağaçta yetişiyormuş, elması varmış. Tam olarak fındık bile değil ama çekirdek, baklagiller ve fındığa benzer özellikler taşıyormuş.

    Yüksel: Kajuyu çok severim.

    Sonra ona internetten bulduğum kaju ağacı fotoğraflarının bir linkini yolladım.

    Çok güzeller, baksana!

    Vay be. İnsanlar ne tuhaf, neredeyse her şeyi yiyorlar.

    Sanırım Her şeyi yiyoruz demek istemişti.

    Yüksel tam da işte böyle, hayatımın fındık-fıstığı, çereziydi. Neredeyse her gün sıradan şeylerden yazışır, biraz saçmalayıp eğlenirdik. Fakat hayat sıklıkla birbirimize bundan daha olgun biçimde destek olmamızı gerektiren hassasiyetleriyle gelirdi. Kendisinden haber almadığım zamanlar iletişim kurma gereği hisseder, onu merak eder, Yine ne işler peşindesin? diye yazıp bir mesajla kontrol ederdim.

    Yüksel’le daha çocukken, ebeveynlerimizin ahbaplık ettiği, TRT kanalı eşliğinde kuruyemiş, çay ya da arzuya göre bir duble içkinin de ikram edildiği, meyvelerin ev sahibesince soyulup servis edildiği zamanlarda tanışmıştım. Aramızda beş yaş fark vardı. Bu yüzden o benimle değil, yaşıtı olan kız kardeşimle vakit geçirirdi. Ben o zamanlar Yüksel’i değil de yoğun ve gür kıvırcık saçları, sevecen tavırları, içimde ona sarılma isteği uyandıran hafif toplu yuvarlak hatları ve yumuşacık ses tonuyla annesi Sema Teyze’yi daha çok severdim. Sema Teyze bana her zaman sevildiğimi ve değerli olduğumu hissettirirdi, çünkü küçük bir çocuk da olsam fırsat buldukça benimle sohbet ederdi.

    Yıllar sonra bir gün telefonum çalmıştı. Türkiye’den, tanımadığım bir numara arıyordu. Arayan Yüksel’in babası Yener Amca’ydı. Numaramı annemden almıştı. Bana Yüksel’in İngiltere’nin sahil kenti Brighton’da sürdürdüğü yüksek lisans eğitimini bitirdiğini, Londra’ya gelmek ve iş bulmak istediğini, onun kalacak güvenli bir yer bulmasına yardımcı olup olamayacağımı sormuş ve bizlerin eski dostlar olduğumuzu hatırlatmıştı. Ben o zaman Highbury Park’ta, daha önce Amerikalı nişanlım Oliver’la paylaştığım ama artık yalnız yaşadığım evimdeydim. Oliver’la ayrılmıştık. Birlikte bir süre çok mutlu yaşadığımız, sevişmelere doyamadığımız bu dairede benim kalmaya devam etmeme, çekişmeli ama anlaşmalı olarak karar vermiştik. Evimin yeri iyiydi, güneş alıyordu, toplu taşıma yakındı ama kirayı ve masrafları tek başıma karşılayamayacaktım. O yüzden bir ev arkadaşına ihtiyacım vardı. İnternet üzerinden ilan verip adaylarla görüşmeler yapmaya başlamıştım ki büyüyüp olgunlaşmış ve annesininki kadar kıvırcık saçlı Yüksel, bu telefon konuşmasından kısa bir süre sonra yanıma taşınmıştı. Ama bunları yazarken Yüksel’in babası Yener Amca’nın

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1