Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Frankenstein
Frankenstein
Frankenstein
Ebook280 pages3 hours

Frankenstein

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Mary Wollstonecraft Shelley, bilimkurgunun başlangıcı sayılan Frankenstein'ı, iki yüzyıl önce yazmaya başladığında henüz 18 yaşındaydı. O günden beri, ceset parçalarından diriltilmiş bir ucubenin hikâyesini anlatan roman, kanımızı dondurmaya devam ediyor.

Genç bilim insanı Victor Frankenstein yarattığı dev varlık dünyaya gözünü açtığında, ondan iğrenir ve kaçar. Başıboş kalan bu yaratık önceleri saf iyilikle doluyken, karşılaştığı tüm insanların nefretine maruz kalınca yaratıcısından intikam almaya karar verir. Frankenstein, çirkinlikten değil sevgisizlikten canavarlaştığımızı ve yarattığımız kötülükle yüzleşmekten kaçtıkça kötülüğün büyüdüğünü anlatan "lanetli" bir başyapıt.

"Habisliğimin nedeni perişanlığım. Tüm insanlık benden nefret etmiyor mu? Benden tiksinmiyor mu? Yaratıcım olan sen bile beni paramparça etsen sevinirsin; bunu aklından çıkarma. Şimdi söyle bana, insanın benden esirgediği acımayı ben niye insana göstereyim? Beni, elinin emeğini, buzlardaki o yarıklardan birine atıp yok edebilsen buna cinayet demezsin. Peki, beni lanetleyen insana saygı mı göstermeliyim o zaman? Hâlbuki karşılıklı bir sevgiyi paylaşsak, ona zarar vermek şöyle dursun, hoşgörüsünün karşılığında şükran dolu gözyaşlarıyla emrine amade olurdum. Fakat böyle bir şey olanaksız. Yine de çaresiz bir köle gibi boyun eğmeyeceğim. Çektiğim acıların bedelini ödeteceğim. Sevgi uyandıramıyorsam korku uyandıracağım."
LanguageTürkçe
Release dateJun 15, 2023
ISBN9786050984309
Frankenstein
Author

Mary Shelley

Mary Shelley (1797-1851) was an English novelist. Born the daughter of William Godwin, a novelist and anarchist philosopher, and Mary Wollstonecraft, a political philosopher and pioneering feminist, Shelley was raised and educated by Godwin following the death of Wollstonecraft shortly after her birth. In 1814, she began her relationship with Romantic poet Percy Bysshe Shelley, whom she would later marry following the death of his first wife, Harriet. In 1816, the Shelleys, joined by Mary’s stepsister Claire Clairmont, physician and writer John William Polidori, and poet Lord Byron, vacationed at the Villa Diodati near Geneva, Switzerland. They spent the unusually rainy summer writing and sharing stories and poems, and the event is now seen as a landmark moment in Romanticism. During their stay, Shelley composed her novel Frankenstein (1818), Byron continued his work on Childe Harold’s Pilgrimage (1812-1818), and Polidori wrote “The Vampyre” (1819), now recognized as the first modern vampire story to be published in English. In 1818, the Shelleys traveled to Italy, where their two young children died and Mary gave birth to Percy Florence Shelley, the only one of her children to survive into adulthood. Following Percy Bysshe Shelley’s drowning death in 1822, Mary returned to England to raise her son and establish herself as a professional writer. Over the next several decades, she wrote the historical novel Valperga (1923), the dystopian novel The Last Man (1826), and numerous other works of fiction and nonfiction. Recognized as one of the core figures of English Romanticism, Shelley is remembered as a woman whose tragic life and determined individualism enabled her to produce essential works of literature which continue to inform, shape, and inspire the horror and science fiction genres to this day.

Related to Frankenstein

Related ebooks

Reviews for Frankenstein

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Frankenstein - Mary Shelley

    FRANKENSTEIN

    Orijinal adı: Frankenstein or the Modern Prometheus

    Yazan: Mary Wollstonecraft Shelley

    Çeviren: Barış Emre Alkım

    Yayına hazırlayan: Senem Kale

    Türkçe yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2021 / ISBN 978-605-09-8430-9

    Kapak tasarımı: Serkan Yolcu

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 İSTANBUL

    Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66

    www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr / satis@de.com.tr

    Çeviren: Barış Emre Alkım

    Bir Dışlanmışlık Öyküsü; Frankenstein

    Önsöz okumayı severim. Bir tür kısa rehberlik hizmeti gibidir. Neredesin, nereye gideceksin, nasıl bir güzergâh bekliyor seni; elindeki kitabın meselesi, yazarın yordamı nedir? Romanın kimyasına kaptırmadan, duygusuna teslim olmadan önceki son durak. İyi bir yemeğe başlarken, önden damağınızı temizleyen bir iki lokma iştah açıcı atıştırmak gibi. Buyrunuz.

    Edebiyat tarihçileri Frankenstein’ı hem gotik romanın hem korku edebiyatının hem de bilim kurgu türünün kilometre taşı olarak görürler. Romanın olay örgüsünü anlatarak veya dramaturjik çözümlemeler yaparak, onu ilk kez eline alan okurun tadını kaçırmayı istemem. Maksadım genç bir kadın yazarın böylesine güçlü bir eseri hangi koşullarda ortaya koyduğundan söz etmek. Üstelik 19. yüzyılın ilk yarısında varlığını güçlü şekilde hissettiren erkek egemen edebiyat kanonuna rağmen.

    İlk basımı 1818 tarihini taşıyan Frankenstein –yazarının verdiği isimle Frankenstein ya da Modern Prometheus– bu yıl 200. yaşını eda ediyor. Mary Shelley, romanının ilk nüshasını elinde tuttuğunda henüz on sekiz yaşındaymış. Bense on sekizimde Frankenstein’dan bir korku sineması figürü olarak haberdardım ancak. Biraz da Hollywood sineması sayesinde.

    Hollywood, romanın 200 yaşında bile kaybetmediği cazibesinin kaynağı olan felsefi derinliği, aydınlanma eleştirisini, bilim/tanrıcılık arasındaki kırılgan ahlaki sınırı tartışmasını, kuşkusuz fütüristik öngörüsünü, feminist edasını elinin tersiyle iterek, onu perdeye bir ucube/yaratık/canavar tragedyası olarak taşımayı uygun gördü. Böylece Frankenstein ilk versiyonundan itibaren, seyircinin kolektif bilincine salt korku-gerilim sinemasının fenomen bir öznesi olarak yerleşti ve elbette hemen her versiyonu hatırı sayılır bir ticari başarı kazandı; nihayet kültleşti.

    Boris Karloff’tan Robert De Niro’ya bir dizi büyük aktörün dişini kaşıyan Frankenstein filmlerinden birkaçını izleme şansı olsaydı, Mary Shelley ne düşünürdü acaba?

    Shelley, 1797’de dönemin ünlü kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft ile filozof ve politika yazarı William Godwin’in kızı olarak dünyaya geldi. İki parlak entelektüel ebeveyn. Ağzında gümüş kaşıkla doğmak gibi değil mi?

    Değil! Anne Mary bebeğini doğururken hayatını kaybediyor maalesef. Bebek Mary hayata 1-0 yenik başlıyor. Telafisi imkânsız ömürlük bir yoksunlukla. Akil baliğ yaşlarda bir mezar ziyaretinde Küçük Mary, isminin ona annesinden mülhem verildiğini fark ediyor. Baba Godwin kızına karısının adını verirken ne düşünüyordu bilemeyiz fakat bu melankolik tercihin küçük Mary üzerindeki sarsıcı etkisini tahmin etmek güç değil. Mary’nin varlığını annesinin yokluğunu telafi etmeye adaması şaşırtıcı bir durum olmasa gerek. Tam bu noktada, ilk ve en popüler romanı Frankenstein’da bilim marifetiyle yaratılan ucubenin (!) de –tıpkı Mary gibi– kendine ait bir adı olmadığını, yaratıcısı Dr. Frankenstein’ın adıyla anıldığını hatırlayalım.

    Annesiz Mary anlı şanlı okullarda değil ama dönemin birçok ünlü felsefe ve edebiyat insanının misafir edildiği baba evinde, benzersiz bir bilgi ve görgüyle yetişiyor. Henüz on altı yaşındayken o müdavimlerden biriyle, ünlü şair Percy Shelley’le evlilik dışı bir ilişki yaşıyor –o sıra Percy iki yıl sonra hayatını kaybedecek bir başka hanımefendiyle evlidir– ve birlikte Britanya’dan kaçıyorlar.

    Onu annesiz büyüten ve derin bir sevgiyle bağlı olduğu babasını dünya gözüyle bir daha göremeyecek olan Mary hamile üstelik. Bu ilki de dahil art arda yaşadığı üç hamilelik ya düşükle yahut doğan bebeğin birkaç ay içinde ölümüyle bir başka ömürlük travmaya dönüşecek. Genç kadın kâbuslarında, ölü bir bebeğin morarmış bedenini ovarak onu hayata döndürmek için çaresizce çırpındığından, eylemi hüsranla sonuçlandığında ise odadan kaçtığından bahseder günlüğünde. Frankenstein’ı okurken bu acı deneyimlerin izlerini de süreceksiniz.

    Britanya’dan kaçan Shelley’ler İsviçre Cenevre’de Leman gölü kıyısında bir eve yerleşiyor. Mary babaevinde alıştığı entelektüel zenginlikten yeni evinde de mahrum kalmıyor. Komşuları sürgünde yaşayan efsane Lord Byron. Shelley’nin atalarını bilmem ama bizimkilerin dediği gibi; ev alma komşu al.

    Lord Byron, 1816’nın edebi sohbetlerle taçlandırılmış uzun kış gecelerinden birinde; Mary Shelley, Percy Shelley, Mary’nin üvey kızkardeşi ve Byron’un sevgilisi Claire Clairmont ile doktoru John William Polidori’nin de bulunduğu bir mecliste, hepsine birer korku hikâyesi yazmasını öneriyor. Amaç en korkutucu olanı seçmek. Ekip bu edebi meydan okumaya bir eğlence gözüyle bakıyor. İçlerinden sadece Mary Shelley işin ucunu bırakmayacak. İki yıl süren yazım macerası sonunda ortaya çıkan eser, işte şimdi elinizde tuttuğunuz ve bugün 200 yaşında olan Frankenstein ya da Modern Prometheus.

    Okuma keyfinizi zedelememek adına romanın dehlizlere girmeden birkaç ana izleği dikkatinize sunmak isterim. Örneğin romanın uzun adından göz kırpan Prometheus göndermesi.

    Mitolojik anlatının en korkunç cezalarından birine mahkûm edilen asi ve cesur titan Prometheus, Tanrı Zeus tarafından Kafkas dağlarında bir kayaya zincirlenir. Ciğeri gündüzleri kartallara, akbabalara yem olur, geceleri ise kendini yeniler, ertesi gün yeniden kuşlara yem olmak üzere. Bitmez tükenmez bir acı döngüsü.

    Peki ama ne yapmış da Zeus’un gazabına uğramıştır Prometheus? Tanrılar katından ateşi çalmış ve insanlara götürmüştür gerisin geri. Suçu isyandır. Hem de tanrılara! Herakles tarafından kurtarılmayı bekleyen Prometheus’u Kafkas dağlarında bırakıp Frankenstein’a dönelim mi?

    Genç ve yetenekli bilim insanı Dr. Frankenstein da, çeşitli hastalıklara ve nihayet ölüme çare bulmak üzere girdiği bilimin sınırlarını zorlayarak kendi eliyle kusursuz bir insan yaratma kibirine kapılır. Mütevazı laboratuvarında mezarlardan bin bir müşkülle topladığı, nispeten taze beden parçalarını birleştirerek, karanlık fırtınalı bir gecede çakan şimşekler yoluyla gelen elektrik akımının da yardımıyla –galvanizmden ödünç alınmış bilgiyle– amacına ulaşır.

    Doktorun tanrıcılık girişimi umduğu gibi sonuçlanmaz. Hiçbir zaman bir ismi olmayacak, roman boyunca kendisinden o diye bahsedilen bu canlı, bizzat yaratıcısı tarafından bile dehşetle karşılanır. Yaratıcısı, hayata gözlerini açar açmaz kurtulmak ister ondan. O korkutucu biçimde çirkin, mutlak bir biçimde yalnızlığa mahkûm ve doğuştan ötekidir.

    Dr. Frankestein bilim insanı sıfatıyla aydınlanmanın nişanesidir. Fakat Frankestein’ın boyunu aşan egosunun bir tezahürü olarak tanrıyla yarışmaya kalkması, amaçladığı şey ile ortaya çıkan sonucun birbirine böylesine uzak düşmesi, üstelik kendi yarattığı eserden kaçarak eyleminin sorumluluğunu üstlenmemesi, tam da bu nişane olma özelliği nedeniyle, yazarın kısmen aydınlanmaya yönelik güçlü bir eleştirisidir.

    Mutlak yalnızlık tanrıya mahsustur. Dr. Frankenstein dünyaya salıp sonra da sırt çevirdiği bu yaratığı, yalnızlığa, köksüzlüğe, dışlanmaya ve ötekileştirilmeye mahkûm etmiş olur. Sevgiden yoksunluğun tek bir sonucu olacaktır. Dr. Frankenstein’ın yaratığı; bir öfke, nefret ve intikam makinasına dönüşür. Bir masumdan bir canavara dönüşür.

    Bu epik ve kanlı dışlanma öyküsünü ölümsüzleştiren en hüzünlü cümle belki de şudur: Madem sevmeyecektin, beni neden yarattın?

    Frankestein hakkında sayısız inceleme, eleştiri kaleme alındı. Esere yönelik ilgi sadece edebiyat araştırmacılarıyla, eleştirmenlerle sınırlı kalmadı; psikoloji, psikiyatri, psikanaliz, felsefe disiplinleri farklı bakış açıları getirerek bu önemli romanı irdelediler.

    Mary Shelley doğduğu gün annesini, sonra sırasıyla doğmuş, doğmamış bebeklerini, çok sevdiği üvey kızkardeşini, kocasını ve nihayet babasını kaybettiğinde henüz orta yaşlı bile değildi. Frankenstein denli popüler olmasa da başka felsefi romanlar da yazdı. 1851’de 54 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.

    Shelley’nin romanından iki asır sonra bugün, yapay zekâ her meraklının dilinde pelesenk. Kontrolden çıkarak kendi iradeleriyle davranış geliştirebilecek yazılımların insanlığa zarar verebileceği ihtimali konuşuluyor. Silikon marifetiyle üretilen ve pek yakında –belki çoktan üretilmiştir– öğrenme ve tepki verme yeteneği olan seks partnerlerinden bahsediliyor. Sokaklar estetik operasyonlarla kendinden başka herkese benzeyen kadın ve erkeklerle dolu. Hijyenin ve mantığın uğramadığı mekânlarda, ehliyetsiz ve tekinsiz biçimde düzenlenen toplu botoks ayinleri duyuyoruz.

    Bu gelişmelerin (!) günümüz insanının iletişimsizlik, yalnızlık, kabul görme ve onaylanma isteği gibi temel ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamayacağını zaman gösterecek. Bildiğimiz şu; biz ve sonraki kuşaklar varoluşsal kederlerimizle baş etmeye çalışırken Shelley’in Frankenstein’ı raftan bizi izliyor olacak.

    Ahmet Mümtaz Taylan

    Haziran 2018

    İstanbul

    ¹

    Frankenstein’ı dizilerinden biri için seçen Standard Novels yayımcıları, hikâyenin kökenine ilişkin biraz bilgi vermemi rica ettiler. Bunu seve seve kabul ettim çünkü böylelikle, bana sık sık sorulan o soruya genel bir yanıt vermiş olacaktım: O zamanlar gencecik bir kız olan ben, bu kadar tiksinti verici bir fikri nasıl düşünmüş ve sonrasında geliştirmiştim? Yazdıklarımda kendimi ön plana çıkarmaktan şiddetle kaçındığım doğrudur ama anlattıklarım yalnızca daha önceki esere ek olarak yayımlanacağı ve yalnızca yazarlığımla ilgili konularla sınırlı kalacağı için, kendimi özel hayatı ihlal etmiş gibi görmüyorum.

    İki ünlü edebiyatçının kızı olarak, hayatımın daha erken dönemlerinde yazı yazmayı düşünmüş olmam şaşırtıcı değil. Daha çocukken bir şeyler karalardım ve boş zamanlarımda en gözde hobim hikâyeler yazmaktı. Yine de, bundan bile çok keyif aldığım bir şey vardı; o da hayaller kurmak, kendimi gündüz düşlerine kaptırmak ve birbirini izleyen hayali olayları konu alan düşüncelerin peşinden koşmaktı. Düşlerim, yazdıklarımdan daha fantastik, daha hoştu; zira yazı yazmak söz konusu olduğunda, zihnimden geçenleri kâğıda dökmektense başkalarını taklit ediyor, onların yaptıklarını yapıyordum. Yazdıklarım, benimkinden başka en az bir çift göz içindi; çocukluk arkadaşlarımı, dostlarımı hedefliyordu. Oysa düşler yalnızca benimdi; hiç kimseye onlardan ötürü hesap vermek zorunda değildim. Sinirlendiğimde sığınağım, boş zamanımda en büyük keyfimdi onlar.

    Genç kızlığımın büyük kısmını taşrada geçirdim ve hatırı sayılır bir süre İskoçya’da yaşadım. Ara sıra ülkenin daha hoş görünümlü yerlerini ziyaret etsem de, Dundee yakınındaki Tay Nehri’nin çıplak ve kasvetli kuzey kıyıları alışıldık ikametgâhımdı. Şimdi geriye dönüp bakınca çıplak ve kasvetli diyorum oralara; o zaman gözüme öyle görünmüyorlardı. Özgürlüğün doruğu ve hayal gücümün mahsulü varlıklarla hiçbir şeyi umursamaksızın iletişim kurabildiğim hoş diyarlardı oraları. O zaman da yazardım ama gayet alelade tarzdaydı bunlar. Ama gerçek eserlerimin, hayal gücümün havai yolculuklarının doğup büyüdüğü yerler evimizin arazisindeki ağaçların altı ya da civardaki dağların çıplak yamaçlarıydı. Kendimi, hikâyelerimin kahramanı yapmazdım. Kendim söz konusu olduğunda yaşam çok sıradan görünürdü bana. O romantik ıstıraplardan, harikulade olaylardan nasibimi alacağımı hiç düşünmezdim ama kendi kişiliğimle de kısıtlanmış değildim ve o yaşta, kendi duygularımdan çok daha ilginç bulduğum yaratımlarla doldurabilirdim saatlerimi.

    Sonraları hayatım daha yoğun bir hal aldı ve kurgular yerini gerçekliğe bıraktı. Ne var ki kocam daha en başından itibaren, anne babamın yüzünü kara çıkartmamam ve şöhret sayfalarına adımı yazdırmam gerektiğinde ısrarcıydı. Hiç durmadan beni, edebiyat alanında ün kazanmam için yüreklendiriyordu ve artık zerre kadar umursamasam da, o zamanlar benim için önemliydi bu. Kocam o zamanlar, dikkate değer bir şey üretmem için değil de, geleceğe dair umut vaat edip etmediğimi görmek için yazmamı istiyordu. Yine de hiçbir şey yapmıyordum. Seyahat etmek ve aileyle ilgili uğraşlar tüm zamanımı alıyordu. Tüm edebi uğraşım okuyarak kendimi eğitmekten, eşimin çok daha kültürlü zihniyle iletişimde olarak kendi fikirlerimi geliştirmekten ibaretti.

    1816 yazında İsviçre’ye gittik ve Lord Byron’la komşu olduk. İlk başta gölde ya da gölün kıyısında hoş saatler geçirdik ve Childe Harold’un² üçüncü kantosunu yazmakta olan Lord Byron, aramızda düşüncelerini kâğıda döken tek kişiydi. Yazdıkça bize getirdiği, şiirin tüm ışığına ve ahengine bürünmüş fikirleri, etkilerini onunla birlikte hissettiğimiz göğün ve yerin görkemine ilahi damgasını basıyordu.

    Fakat sırılsıklam, kasvetli bir yaz mevsimiydi ve ardı arkası kesilmeyen yağmur sık sık bizi günlerce eve hapsediyordu. Elimize Almancadan Fransızcaya tercüme edilmiş birkaç cilt hayalet hikâyesi geçmişti. Bunlardan biri History of Inconstant Lover (Vefasız Âşığın Hikâyesi) adını taşıyor ve evlilik yemini ettiği geline sarılacağını zannederken kendini, terk ettiği kadının solgun hayaletinin kollarında bulan bir adamı anlatıyordu. Bir diğeri de, lanetlenmiş soyundan gelen tüm delikanlılara, tam da reşit oldukları zaman ölüm öpücüğü vermek gibi korkunç bir kadere mahkûm edilmiş bir günahkârın hikâyesiydi. Adamın gölgeyi andıran devasa gövdesi, miğferinin siperliğinin yukarıda olması dışında tıpkı Hamlet’teki hayalet gibi baştan aşağı zırhlar kuşanmış bir halde, ayın kesik kesik ışıkları altında, kasvetli caddede ağır ağır yürürken görülüyordu. Bu siluet, şato duvarlarının gölgesinde gözden kayboluyor ama çok geçmeden bir bahçe kapısı ardına dek savruluyor, bir ayak sesi duyuluyor, odanın kapısı aralanıyor ve adam, mışıl mışıl uyuyan gençlerin yanına yürüyordu. Yüzünde ebedi bir hüzünle eğiliyor, oğlanların alnına birer buse konduruyordu ve onlar da dalından koparılmış birer çiçek gibi solup gidiyorlardı. Bu öyküleri o günden beri görmedim ama daha dün okumuşum gibi hepsi de zihnimde capcanlı.

    Her birimiz bir hayalet hikâyesi yazacağız, dedi Lord Byron ve teklifi kabul edildi. Dört kişiydik. Soylu yazar, bir hikâyeye başladı ve bir kısmını, Mazeppa adlı şiirinin sonuna ekledi. Bir hikâyenin dalaverelerini uydurmaktansa, fikirleri ve duyguları rengârenk imgelerin aydınlığında, dilimizi süsleyen en hoş şiirlerin müziğiyle anlatmaya meyilli olan Shelley ise çocukluğunun deneyimlerine dayanan bir hikâyeye başladı. Zavallı Polidori’yse anahtar deliğinden –ne gördüğünü unuttum ama elbette şoke edici ve yanlış– bir şeyleri gözetlediği için cezalandırılmış, başı kurukafa biçiminde bir kadına ilişkin korkunç bir fikir bulmuştu. Ne var ki kadın ünlü Coventry’li Tom’dan beter bir hale gelince Polidori onu ne yapacağını bilememiş, mecburen yaraştığı tek yer olan Capulet’lerin mezarına yollamıştı. Hikâyenin bayağılığına sinirlenen büyük şairler hemen bu tatsız görevi bir kenara bırakmışlardı.

    Bense bizi bu işe kalkışmaya sevk eden hikâyeye rakip olacak bir hikâye düşünmekle meşguldüm. Tabiatımızın gizemli korkularına hitap edecek, dehşet uyandıracak, okurun sağı solu kolaçan etmesinin gerekeceği, kan donduran, nabız hızlandıran türden bir hikâye. Bunları başaramazsam hayalet hikâyem adına yaraşır olmayacaktı. Düşünüp taşınıyordum ama boşunaydı. Yazarlığın en büyük ıstırabı olan, çaresiz çağrılarımıza yalnızca vasat bir hiçliğin karşılık verdiği o bomboş, icat edememe hissini yaşıyordum. Her sabah Bir hikâye düşündün mü? sorusu soruluyordu bana ve her sabah yerin dibine girerek olumsuz yanıt veriyordum.

    Sanço Panzavari konuşmak gerekirse, her şeyin bir başlangıcı olmalıdır ve bu başlangıç da kendisinden önce gelen bir şeye bağlanmalıdır. Hindular dünyayı bir filin sırtına yüklemişlerdi ama fil de bir kaplumbağanın sırtında duruyordu. Şunu alçakgönüllülükle kabul etmek gerekiyor ki, icat, bir şeyi yoktan var etmek değil, kaostan var etmek demektir; o yüzden de her şeyden önce malzemenin yerli yerinde olması lazımdı. İcat, karanlık, biçimsiz maddeye biçim kazandırabilir ama maddenin kendisini dünyaya getiremez. Keşfin ve icadın söz konusu olduğu her durumda, hatta bu keşif ve icatlar hayal gücüne ait olsa bile, sürekli Kolomb ile yumurtasının hikâyesini anımsamadan edemiyor insan. İcat, bir konunun tüm imkânlarını kullanabilme becerisinde ve bununla ilgili fikirleri yoğurup biçimlendirme gücünde yatıyor.

    Lord Byron ile Shelley arasında birçok uzun sohbet geçerdi; ben de hiçbirini kaçırmaksızın ama neredeyse hiç sesimi çıkarmadan dinlerdim. Bu sohbetlerden biri sırasında, yaşam ilkesinin doğasından ve bunun keşfedilip aktarılma olasılığının bulunup bulunmadığından yana söz açıldı. Dr. Darwin’in deneylerinden bahsettiler (Doktorun gerçekten yaptığı ya da yaptığını iddia ettiği şeyden değil de, o sırada onun yaptığı söylenen ve benim de amacıma hizmet eden şeyden söz ediyorum). Doktor bir cam kabın içine bir parça erişte koymuş, sonra bu erişte bir sebepten dolayı, istemli biçimde hareket etmeye başlamıştı. Hayat vermenin yolu bu olamazdı. Belki de bir cesedi yeniden canlandırmak mümkündü; galvanizm böyle şeylerin olabileceğini göstermişti: Belki de bir yaratığın bileşenleri üretilebilir, bir araya getirilebilir ve hayati sıcaklığa kavuşabilirdi.

    Sohbet sırasında gece oldu ve istirahate çekildiğimizde gece yarısını geçmişti. Başımı yastığıma koyduğumda ne uyuyabildim ne de düşünebildim. Davetsiz hayal gücüm beni ele geçirmiş, düşlerin her zamanki sınırlarının ötesinde bir canlılıkla, zihnimden bir imgeler silsilesinin geçmesine neden olmuştu. Gözlerim kapalı ama zihin gözüm ardına kadar açık, kutsanmamış sanatların solgun benizli öğrencisinin, bir araya getirdiği yaratığın yanına diz çöktüğünü gördüm. İğrenç bir hortlağın uzanmış yattığını, sonra güçlü bir mekanizmanın çalışmasıyla canlılık emareleri sergilediğini, sonra tedirgin, yarı canlı hareketlerle kıpırdandığını gördüm. Korkmuş olmalıydı çünkü dünyanın yaratıcısının yüce mekanizmasını alaya alma çabasının etkisi son derece korkunçtu. Başarısı, sanatçıyı korkutmuştu tabii ki; mide bulandırıcı eserinden dehşet içinde kaçıp uzaklaştı. Ona bahşettiği küçük hayat kıvılcımının kendi kendine sönmesini, böyle kusurlu bir yaşama kavuşan varlığın cansız maddeye dönüşeceğini umuyordu. Mezarın sessizliğinin, kendisinin yaşamın beşiği olarak gördüğü iğrenç cesedin gelip geçici varlığını sonsuza dek söndüreceği düşüncesiyle uyudu. Uyudu ama uykusundan uyandırıldı. Gözlerini açtı ve başucunda duran, yatağın perdesini aralamış, sarı, ıslak ama kuşkulu gözlerle ona bakmakta olan korkunç yaratığı gördü.

    Ben de kendi gözlerimi dehşetle açıverdim. Bu fikir zihnimi öyle bir ele geçirmişti ki, korkuyla içim ürperdi ve hayallerimdeki o korkunç imgenin yerine, etrafımdaki gerçekliği koymak istedim. Hâlâ gözümün önünden gitmiyorlardı. Odayı, koyu renkli parkeleri, içlerinden mehtabın zar zor sızdığı kapalı kepenkleri, oranın ötesinde camdan farksız gölün ve bembeyaz, yüksek Alplerin olduğu hissini hâlâ bugün gibi hatırlıyorum. Hayalet hikâyem, benim o insanı bezdiren, bahtsız hayalet hikâyem birden geliverdi aklıma! Ah, keşke okurları, o gece kendi korktuğum kadar, korkutacak bir hikâyeyi yazabilseydim!

    Aydınlık ve neşe dolu bir fikir belirdi aklımda: Buldum! Benim ödümü patlatan, başkalarınınkini de patlatır. Tek yapmam gereken, geceyi bana dar eden o hayaleti tarif etmek. Ertesi gün, bir hikâye düşündüğümü söyledim onlara. O gün de hikâyeyi yazmaya Kasvetli bir Kasım gecesiydi diyerek, gördüğüm rüyanın dehşetini özetleyen o sözcüklerle başladım.

    İlk başta birkaç sayfalık kısa bir hikâye yazmak vardı aklımda ama Shelley beni fikri daha da geliştirmem için teşvik etti. Kocam kesinlikle hiçbir olay ve duygu için öneride bulunmadı ama onun teşviki olmasa, kitap, dünyaya sunulduğu halini asla alamazdı. Bir tek giriş yazısını bu açıklamanın dışında tutmalıyım. Hatırlayabildiğim kadarıyla, tamamını o yazmıştı.

    Şimdi, çirkin yavruma bir kez daha bahtın açık olsun diyorum. Ona karşı sevgi besliyorum çünkü ölüm ve yasın yüreğimde bir karşılığının bulunmadığı, yalnızca birer sözcükten ibaret olduğu o mutlu günlerin bir ürünü. Sayfaları, yürüyerek ya da arabayla yaptığım nice yolculuğu, nice sohbeti, yalnız olmadığım günleri, bana eşlik eden ve artık bu dünyada olmayan o kişiyi hatırlatıyor. Fakat söylediklerim, benim için; bu ilişkilerle okurların hiçbir ilgisi yok.

    Yaptığım değişikliklerle ilgili tek bir şey eklemek istiyorum. Bunlar büyük oranda üslupla ilgili. Hikâyenin hiçbir yerini değiştirmedim; yeni fikirler ya da olaylar eklemedim. Sadece anlatının, kendi aleyhine görünecek kadar çıplak olduğu yerlerde dili düzelttim. Dahası, bu değişikliklerin hemen hepsi sadece ilk bölümün başında yer alıyor. Yaptığım değişiklikler, hikâyeye yaptığım bu küçük eklemelerden oluşuyor ve hikâyenin özüne ve içeriğine dokunmuyor.

    M. W. S.

    Londra, 15 Ekim 1831


    1. Mary Wollstonecraft

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1