Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Mima
Mima
Mima
Ebook329 pages3 hours

Mima

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Yeryüzü yaşanılmaz bir hâle gelmiş, hayatta kalanlar "Son İnsan Şehri" Lacivitas'ta sıkışıp kalmış, yönetim hakkının sadece Mima liderlerinde olduğu, insanların ölmemek için tek bir çareye tutunduğu kabus gibi bir yıl: 2020...
Neydi insanları hayata bağlayan, gelecek adına hâlâ umutlu olmalarını sağlayan şey?
Öldürücü bir rutin eşliğinde performans göstermek. Yani sabahtan akşama kadar kusursuz biçimde, asla hata yapmadan ve sürekli istenilenleri yerine getirerek çalışmak.
Hırsın, kibrin ve her türlü kötülüğün ortasında bir kalbe sahip olduğunu unutmak...
İşte bu soluksuz itaat ve hiç bitmeyen olağanüstü disiplin altında her şeyi değiştirebileceğine ve insanlığa yeniden umut olacağına inanan tek bir insan vardı: Alaz.
O, bir taraftan verilen görevleri yerine getirirken diğer taraftan sürekli sorguladı. Bataklıkta yaşadığının farkında olsa da âşık oldu. Bitirilmesi gereken sayısız işe rağmen yaralarıyla yüzleşti. Kendi derdine derman bulamazken insanlığa derman oldu.
Başarıyla başarısızlık arasında hissettiği endişe, onun her şeyiydi...
Mima, yaşamında her zaman anlam arayanlar için eşsiz bir roman.
Gerçeğin tüm acımasızlığını hissettiren gerilim yüklü bir distopya.
Her satırında sarsan, tansiyonu hiç düşmeyen, aşkları ve çocukluk yaralarıyla, çizimleri ve şarkılarıyla kusursuz bir edebiyat resitali…
LanguageTürkçe
Release dateJun 6, 2023
ISBN9786050959024
Mima

Related to Mima

Related ebooks

Reviews for Mima

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Mima - Yüce Zerey

    Mima

    Alayına İsyan

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/yuce-zerey

    MİMA

    Alayına İsyan

    Yazan: Yüce Zerey

    Yayına hazırlayan: Yağız Gönüler

    Editör: Sıla Arlı

    Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Kasım 2020 / ISBN 978-605-09-5902-4

    Kapak ve karakter tasarımı: Mert Arslan

    İllüstrasyonlar: Noyan Üner, Ahmet Can Demirçelik

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Mima

    Alayına İsyan

    Yüce Zerey

    Kolektif bir bilincin sorgulanamaz inancı,

    insanlığın son kurtarıcısıydı Mima...

    Ta ki biri bu sistemin tam ortasında bir kıvılcım

    yakana kadar!

    Pandora’nın Kutusu

    Ekera, 2040

    "Oysa tüm yaşananların kökleri çocukluğun

    derinliklerinde saklı değil midir?"

    Alice Miller

    Yetenekli Çocuğun Dramı

    Uçsuz bucaksız bir alanda fütursuzca savrulan kum fırtınasının son demleri. Fırtına hafifledikçe, etkisine maruz kalan alan biraz daha netleşiyor. Çölün ortasında vaha rolüne soyunarak insanlara umut olmaya çalışan meczup ve ötelenmiş bir yerleşke...

    EKERA

    Öteki Yerleşke

    Salaş ve dengesiz bir tutum içinde olan Ekera’nın neden coğrafi koşullara kafa tuttuğu bilinmez. Kendince sebepleri vardır elbet. Sıcak hava, kum fırtınası, Ekera’nın üzerine bir tefeci gibi çöküp insanların nefeslerine faiz işletiyor.

    Her zaman olduğu gibi yerleşke halkı mayışmış durumda. Mayışık, toplum literatüründe gençler için bile, sıcak hava demek, ev hapsi demek.

    Gençler, sınırsız kupon enerjilerine rağmen, acımasız sıcağa dayanamadıkları için uzun süre dışarıda takılamıyorlar.

    Kerpiç evlerin yalan klimalarının üflediği hava, serinlik verip bünyeleri rahatlatacağı yerde, yeterince soğutamadığı için moralleri bozuyor. Ekera’da doğru düzgün çalışan tek bir klima yok. Klimalar keyfini sürerken, herkes klimalara dolmuş, ilk fırsatta parçalayacak yer arıyorlar.

    * * *

    Kentsel dönüşüm geçirmemiş tek bir sokak kalmayana dek, tüm dünya ülkelerine arsızca saldıran neoliberal mimari anlayışı, gençlerin hayatlarından, önce boş arsaları, hemen sonra da parkları, bahçeleri ve ormanları aldı.

    En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm ekranlar, gençleri enformasyon bombardımanına maruz bırakıyordu. Çok değil, sadece otuz yıl önce gençlerin hepsi televizyonlarda, bilgisayarlarda ve tabletlerde karşılaştıklarıyla birer morona dönüşmekteydi. Şimdi ise her evin salonu birer sanal gerçeklik alanıydı. Televizyonda dönen kısacık bir deterjan reklamı evin duvarlarını bembeyaz yapabiliyordu.

    Ali; uzun boylu, siyah saçlı, beyaz tenli, atletik, kömür gibi iri gözleriyle hayata pırıl pırıl bakan, yakışıklı ve muzip bir gençti.

    Ali ne akranları gibi oyun başına oturmaktan keyif alıyordu ne de doğum gününde kendisine hediye olarak gelen fikibok robotuyla vakit geçirmekten.

    Ne yapacaktı Ali böyle bir hayatla?

    Tek katlı, müstakil, sıvaları rüzgârdan yıpranmış, sıkıcı bir evde yaşadığı deneyimler ne kadar farklı olabilir, kendini ne kadar eğlendirebilirdi ki?

    Ortam şartları gereği, Ali’nin evin içinde hapis hayatı yaşadığı günlerden biriydi yine. Ansızın kapı çaldı. Gelen Eva’ydı. Güzeller güzeli Eva. Uzun sarı saçları, iri ela gözlerinin hâkim olduğu çilli yüzünü kapatıyordu. Boyu, posu ve endamıyla Eva bir bakana bir daha baktırıyordu.

    Ali’nin bir tarafı, Ne işi var Eva’nın şimdi burada? derken; diğer tarafı da, Aslında hiç de fena olmaz, evde canım sıkılıyordu diyordu.

    Eva, her zaman olduğu gibi çok canayakın ve samimiydi. İlginç bir enerjisi vardı. Onu görünce insanın içine umut doluyordu. Genellikle olayların olumlu yanlarını görür, karşılaştığı her durumdan bir şekilde mutlu olabileceği veya ileride hayat pratiğinde kullanabileceği bir öğreti çıkarabilirdi.

    N’aber Ali, nasılsın?

    İyi. Sen nasılsın?

    Aynı, Ekera’da farklı ne olabilir ki? Çok sıkıldım. Sana gelip, ‘iki kafa dağıtırız’ dedim.

    İyi yaptın. Ben de çok sıkılmıştım. Ne yapalım?

    Bilmem, her zaman olduğu gibi eğlenceli bir şeyler bulursun diye düşündüm. Bulursun di mi?

    Ne yapalım? Bulacağız artık.

    Bulursun, hiç şüphem yok.

    Tamam. O zaman, hadi Pale oynayalım.

    Harika bir fikir. Hadi oynayalım.

    Ekera gençlerinin sıcak havada, kapalı mekânlarda, özellikle de sıkıcı ev ortamlarında keyifli vakit geçirebilmek için kendi aralarında uydurdukları bir oyundu Pale. Oyunda bir obje seçiliyor, akabinde o objeyle ilgili bir hikâye anlatılıyordu. En beğenilen hikâyeyi anlatan, oyunu kazanıyordu. Her zaman olduğu gibi, objeyi Eva seçecek, hikâyeyi de Ali anlatacaktı. Ali çok iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Muazzam bir hayal gücü vardı, hitabeti de kuvvetliydi. Pale’de üzerine yoktu. Eva durumun farkındaydı ama kazanmak veya kaybetmekten ziyade, Ali’nin anlattıklarını dinlemekten daha çok keyif alıyordu.

    Eva, seçeceği objeyi bulmak için evi dolaşmaya başladı. Sade döşenmiş, içinde fazla eşya olmayan bir evdi Alilerin evi. Eva, daracık koridorda elini duvara sürterek ilerliyordu. Duvarın soğukluğu iyi gelmişti. Mutfak dolaplarından yansıyarak gülümsemeye çalışan bir güneş gördü. Salona geldi. İstediği gibi bir obje bulamamıştı. Farklı, ruhu olan bir obje arayışı içindeydi. Evin her yerinde dolaşmak serbestti. İstediği yerden istediği objeyi alabilir, kullanabilirdi. Risk alarak alternatif bir keşif motivasyonuyla yatak odasına yöneldi. Komodin, yatak odasında keşif için en cazip yerdi. Komodinle yetinmeyeceğini kendisi de çok iyi biliyordu. İçinden bir ses, çekmeceyi açmasını söyledi.

    Böyle yapsa ayıp mı olurdu? Olurdu. Yok canım neden olsundu? Sonuçta bu, bir oyundu. Oyunun dinamiğinde böyle bir kısıtlama yoktu. İstediği yere bakıp istediğini alabilirdi.

    İlk çekmeceyi açtı ve açar açmaz Şimdiye kadar neredeydin? der gibi duran bir kutu gördü. Kutu, Eva’nın tüm karalama güdülerini okşayacak kadar ahşaptı. Hemen alt köşesinde minik, ince bir delik vardı. Kumbara mıydı bu kutu? Ya da Ali’nin annesinin dikiş kutusu muydu?

    Tam o sırada terapistlerin jilet olarak tanımladığı o şey oldu. Tüm sorular jet hızıyla beynin sonradan geri çağrılacak bir yerine gönderildi, tüm meraklar bastırıldı, onun yerine yeni ve daha dikkat çekici olana yönelindi. Eva’nın bilinci soruları cevaplamak yerine beynini topyekûn ele geçirerek derhal ikinci çekmeceyi işaretledi. Bir anlamda beynin yapılacaklar listesinin başına yerleşmişti çekmece açmak. Eva ikinci çekmeceyi açtı. Burada simsiyah bir kese gördü. Daha önce kırmızı, sarı, beyaz renklerde birçok örneğini gördüğü kese, ilk kez bu formda onun merak duygusunu tahrik ediyordu. Keseyi avcuna aldı.

    Eva elinde sanki Alaaddin’in sihirli lambasını tutuyordu. Beni bu sıkıcı hayatımdan kurtar! diyecekti belki de o cine. Ama lamba yoktu, kese vardı avcunda. Parmaklarını kesenin ucundaki iplere götürdü. İpler hiç de sıkı değildi. Kolayca çözdü. Sonra ipleri çözen parmaklarını kesenin içine soktu. Hafif bir çınlama sesi duydu. Neydi bu cisimler? Eşya içinde eşya. Çık bakalım işin içinden Eva dedi kendi kendine.

    Anahtardı bunlar. Birbirinin kopyası gibilerdi. Belki de değillerdi. Bilinci yine harekete geçti Eva’nın. Üst çekmecedeki kutunun fotoğrafını getirdi aklına. Bu anahtarlar, olsa olsa o kutu içindi. Hemen kutuyu çekmeceden alıp yatağın üstüne koydu. Kendi de yatağa çıkıp bağdaş kurdu. Ne zaman keyifli bir şeylerin onu beklediğini hissetse, bağdaş kurarak otururdu.

    Anahtarlardan birini kutudaki ince deliğe yerleştirdi. Bir çıt sesi geldi. Bu ses muazzam bir heyecan yarattı Eva’da. Kalbinin sesi kulaklarına ulaştı. Kutunun kapağını kaldırır kaldırmaz bir fotoğraf yığınıyla karşılaştı. Hemen en üsttekini çekti ve incelemeye koyuldu. Sanki mikroskopla bakteri inceliyordu. Öyle dikkatliydi. Tuhaf bir atmosfer vardı fotoğrafta. Hatta yan gözle dikizlediği diğer fotoğraflarda da.

    Neydi bu tuhaflık? Uzayda mı çekilmişti bunlar?

    Fotoğraftakiler sanki çağlar sonrasına gitmiş gibiydi. Çizgi romanlarda, çizgi filmlerde ve içinde çizgi olan daha birçok şeyde karşılaştığı, uzay modernizmini simgeleyen semboller vardı bu fotoğraflarda, ya da Eva’ya öyle gelmişti. Havalı ortam, üstün teknoloji ve her biri karizmatik kılık kıyafete sahip insanlar yan yanaydı fotoğraflarda. Eva Kim bu insanlar, hangi zaman ve mekândalar? diye kendine sordu. Belki Ali bu soruların cevabını bilebilir, belki de obje olarak bu fotoğrafı kullanabilir ve ilginç bir Pale deneyimi yaşatabilir, diye düşündü.

    Eh, iyi insan da lafın üstüne gelmişti. Eva neden hâlâ gelmedi? diye merak ederek girdiği yatak odasında, elindeki fotoğrafla onu görünce en az bu cümlenin uzunluğu kadar nefesini tutacak bir an yaşayacağını Ali herhalde tahmin etmemişti.

    Gördüğü manzara karşısında nefesini tuttu. Belki de olabilecek en özel objeyi bulmuştu Eva. Yüksek sesle itiraf edemese de Eva’nın o fotoğrafı bulmasına Ali’nin canı biraz sıkılmıştı. Halbuki oyunun başında keyfi ne kadar da yerindeydi. Eva neden bu kadar detaya girmişti? Neden bu kadar kurcalamıştı? O fotoğraf, Pale gibi bir oyuna malzeme mi olacaktı? Ali’nin kafasında böyle deli sorular vardı.

    Ne gerek vardı ki bu sorulara? Ali’nin hikâyesiydi bu oysaki. Hem de ne hikâyeydi.

    Al işte, şimdi Pandora’nın kutusu açıldı, dedi içinden.

    Eva’nın gözleri o kadar ısrarcı ve masum bakıyordu ki, Ali çaresiz kalmıştı. Ne olursa olsun, anlatacaktı. Anlattıkça yaşayacak, yaşadıkça daha da keyif alacaktı.

    Peki Eva dedi. Peki. Şimdi Pale’yi bir kenara bırakalım. Çünkü öyle bir obje buldun ki, anlatacağım hikâye karşısında Pale’nin kapasitesi yetmez. Madem böylesine güzel bir keşif yaptın, hakkını verelim. Bütün hikâyeyi anlatayım! diye ekledi.

    Eva şaşkındı. Bir oyun sebebiyle başladığı ev içi yolculuğu onu hiç beklemediği bir hikâyeye mi ulaştıracaktı yani? Sabırsızlanmıştı. Hadi, lütfen anlat, çok merak ediyorum dedi Ali’ye.

    Ali, önce derin bir nefes aldı.

    Hayatının hikâyesini anlatmaya başladığında arkaplanda hoş bir şarkı, Mor ve Ötesi’nden Kara Kutu çalıyordu.*

    Yan yatmışım, altımdaki yer de kaymış

    Kurtar beni, kurtar beni... Kara kutum...


    * Şarkıyı dinlemek için kitap boyunca bu kodu gördüğünüzde Spotify uygulamasında Search - Arama tuşuna basın. Sonra Search - Arama çubuğuna gidin ve sağ üst köşedeki fotoğraf ikonuna tıklayıp sayfadaki şarkı kodunun fotoğrafını çekin.

    Kartonpiyer Milenyum

    Bi Yer, 2020

    Dünya ne ara bu kadar karıştı?

    Tanrı insanları yaratınca...

    Richard K. Morgan

    Değiştirilmiş Karbon

    2000 yılının gelip çattığı o gece, insanların televizyon ekranına hipnozlu bir manyak gibi bakmasından ve sokakta çılgınlar gibi eğlenen tiplerin berduşluğundan anlaşılması gereken tek bir şey vardı:

    2000’ler koskoca bir yalandı.

    Milenyum gelecek, dertler bitecekti. Kansere çare, şekere çare, cinsel iktidarsızlığa çare... Her şeye kesin çözüm. Herkes at gibi beslenecek ve sıkıntı çekmeden yüzüncü yaşını görecekti. Evi robotlar süpürecek, fasulyeleri bile robotlar ayıklayacaktı. Artık arabalar gökyüzünde süzülecek ve uçaklar insansız uçabilecekti.

    Kimse de çıkıp demedi ki, bunların hepsi zaten mevcuttu. Sadece birileri istediğinde satışa sunuluyor ya da sadece birileri satın alabiliyordu. Kimse bunu söylemedi. Bir de elbette işin hem sosyolojik hem de psikolojik tarafları vardı.

    Dünya barışı gelecekti. Kimse kimsenin petrolüne, suyuna, madenine dadanmayacaktı. Fikir özgürlüğü öyle bir yere varacaktı ki, herkes birbirinin anasına bacısına rahat rahat sövebilecekti. Eh, fikir özgürlüğü davranışa dönüşmezse, olur mu, olmaz. Milenyumdan sonra herkes birbirine gönül rahatlığıyla yürüyebilecekti.

    Nasıl ama? Milenyum gibi milenyum.

    At yalanı, seveyim inananı...

    Neticede her şeyin koca bir illüzyon olduğunu anlamak çok da uzun sürmedi. Televizyondan gazeteye, sosyal medyadan sokaktaki bilbortlara kadar, her yerden bilgi yağıyordu. İnsanlar bilgiye aç falan da değillerdi aslında. Ama bilgiye açlıktan, ölecekmiş gibi hissediyorlardı. Herkes birer paylaşım manyağı olmuştu. Sadece Instagram’ın insanlık âlemiyle makara yapan hikâye özelliğine bakmak bile yeterli aslında:

    Yaşadığınız o güzel anı paylaşın, 24 saat sonra dijital çöplüğü boylasın!

    Sanki artık her şey bir pazarlama aracıydı. Eskiden altın günü düzenleyen teyzeler şimdi birbirlerini takip ediyor, onları kıskançlıktan çatlatacak görsellerle karşılaşınca da engelleyiveriyorlardı. Aslında 2000’lerin özeti şu iki kelimeydi:

    Takip et ya da engelle.

    Hepimiz birer mülteciydik. İnsanlığımızdan kaçıp egolarımızla baş başa kalıyor; bambaşka bir yüzle, bambaşka bir karakterle yeniden doğuyor, başka bir insanın şeytanı olabiliyorduk. Travmalarımızdan kaçıp narsisizme sığınıyor ve böylece elde ettiğimiz başarılarla, kazancımızla her yarayı kapatabileceğimizi sanıyorduk. Yaşam koçu, teknolojik ve enformatik bir illüzyon olan insanın, kendi içinde ve dışında yaşadığı dönüşüm, siyaseti de başlı başına değiştiriyordu. Demokrasi, çocuklara uyumadan önce anlatılan hikâyelerdeki birer metafordu artık. Yoksulları gözetmek, adalet, eşitlik, hukuk, doğruluk, dürüstlük, olsa olsa ağlak dizilerin birkaç saniyelik detaylarından ibaretti. Yeni dünya düzeninde insanlar; öfke, şiddet ve kinle besleniyorlardı. Dolayısıyla, her bir lider, ateşle oynuyordu.

    I. Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölümü, katliamlar, imparatorlukların tarumar olması devletlere yeterince bir şey izah etmemiş olacak, peşinden II. Dünya Savaşı patlayıverdi. Peynir gemileri lafla yürütülüyordu. Bir sinsilik, bir yavşaklık, bir puştluk vardı bu işte. Vardı ki, o da 2000’lerden sonra ortaya çıktı.

    II. Dünya Savaşı’yla kirlenen kanlar, tüm zehirlerini milenyuma saklamıştı besbelli. Akacak kan damarda durmadı elbette. Adı konulmamış III. Dünya Savaşı’nın anahtar kelimeleri şöyleydi:

    Güç

    Ego

    Kaynak

    Dünya medya sistemi bu savaşa bir isim takmadı. Yüksek sesle hiç kimse III. Dünya Savaşı ifadesini telaffuz etmedi. Çünkü bütün ülkeler bu savaşın içindeydi ve halkları galeyana getirmenin de bir anlamı yoktu. Herkes uslu uslu dövüşecekti. Ağlayan gebertilecekti. Mızıkçılık yapana ise hiç yer yoktu. Tek bir düğmeyle binlerce çocuğun kafası bulutlara ulaşıyordu bu savaşta. Ve yine aynı düğme, ülkelerin sınırlarını değiştiriyor, nüfus dağılımlarını ve coğrafi niteliklerini yerle bir ediyordu. Mermilerin, füzelerin, roketlerin isimleri aynıydı ama işlevleri değişmişti. Tek bir düğme, bir ülkenin başkentini rahatlıkla ortadan kaldırabilirdi. Aslında bu savaşa devletler bile isteye hazırlanmıştı. İnsanlar da. Müzisyeninden şairine, muhabirinden futbolcusuna kadar herkesin bir görevi vardı. Müzisyen oyalayacaktı, şair ağlatacaktı, muhabir kafa dağıtacaktı, futbolcu coşturacaktı. İstenilse kurulamayacak bir bağdı sanki bu. Herkesin birbiriyle ilişkisi vardı ama kimsenin birbirinden haberi yoktu. Yeni dünya insanının özeti gibi:

    Bakıyor ama görmüyor.

    Öğreniyor ama anlamıyor.

    Okuyor ama unutuyor.

    Neticede bu korkunç ve büyülü simülasyonun etki çemberi her geçen saniye daha da büyüdü ve dünyada akıl almaz işler oldu:

    • Avrupa Birliği yarım saat süren bir toplantıyla insanlığa veda etti. Kapanış konuşmasını iade-i itibar münasebetiyle Türkiye’nin bir temsilcisi yaptı ve şöyle dedi: Bizi almazsanız işte böyle kapanırsınız amk!

    • Para piyasalarında yıkım başladı. Ne dolar kaldı ne de euro. Almanlar bir ara eski para birimi Mark’a geri dönüş mü yapsak diye düşünecek oldular, o ara dönemin devlet başkanı devreye girdi ve herkes yediğini içtiğini ödesin dedi. Kimsenin gülmediği bu fikrin yerini yalnız Almanların değil, tüm dünya ülkelerinin uygulamaya koyduğu bir yöntem doldurdu. Artık para yoktu, altın ve takas vardı.

    • Su kaynakları çoktan alarm veriyordu ve artık devletlerin yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Sivil toplum kuruluşlarının çoğu arkalarına bakmadan topukladılar. Boşalan barajlardan oyun alanları türetmenin formülünü ararken binlerce çocuk öldü.

    • Dünya enerji kaynaklarının kontrolü birkaç mafya liderinin eline geçti. Herkes Sicilya mafyasını beklerken, bu liderler Küba, Kongo ve Kolombiya menşeliydi. Atın intikamı çok pisti.

    • IMF, insan kaçakçılarından ve uyuşturucu kartellerinden borç almaya başladı. Bir uyuşturucu baronunun şu sözü tarihe geçti: Zamanında, sağ olsunlar, biz de onlardan çok almıştık.

    • Yeni doğan bebeklerde adı konulmayan hastalıklar peyda oldu. Özellikle bazı virüslerin insan elinden çıktığına dair açıklamalar yapan laboratuvar görevlilerinin teker teker evlerinde ölü bulunmaları gündeme bomba gibi düşüyordu.

    • Biyokimyasal ve nükleer silahlar arasındaki sidik yarışları, bazı ırkların tarihe gömülmesine sebep oluyordu.

    • Artı ve eksi kutuplar arasındaki mesafe korkunç boyutlara ulaşmıştı. Zenginler her şeyden uzak, bulutlara ev yapma fikriyle meşguldü. Fakirler asırlardır olduğu gibi açlıktan ölüyorlardı.

    • Küresel ısınma, iklim değişikliği gibi sebeplerle türlü türlü parazit ve virüs şehirleri istila etti. Amansız rüzgârlar doğudan ve batıdan eserek virüsleri havada çakıştırdı ve insanlar hastalıktan kırılıp öldüler.

    • Plastik fabrikalarının hiç durmadan artan üretimi sebebiyle yüksek dozda diyoksin bulunduran zehirli hava, insanların üreme işlevlerini etkiledi. Birçok ülkede doğum oranlarında olağanüstü düşüşler yaşandı. Çin yönetimi, tüm fabrikalarını bu zehirli havayı daha etkili yaymaları konusunda bir an evvel harekete geçmeye davet etti.

    • Akıl sağlığına dair hiçbir şey kalmadı. Artık kimsenin terapiye gidecek parası olmadığından intihar oranlarında ciddi artışlar meydana geldi. İskandinav ülkelerinde bireysel silahlanma arttıkça birbirinin kafasına sıkmaktan zevk alan insanlar da çoğaldıkça çoğaldı. Dünya halklarının yüzde 82’si ağır depresyonla boğuşuyordu.

    • Her şeye rağmen, şirketler, kültürleri, performans odaklı profesyonel yaşantısı tüm bu yaşananlardan etkilenmemişti ve hâlâ dimdik ayaktaydı.

    Umut, küflü bir ekmekti artık mutfaklarda.

    İnsanlık tarihinde 1347-1351 yılları arasında yaşanan Büyük Veba Salgını, tarihte yaşanan birçok savaştan daha fazla can kaybına, yüz milyon kişinin ölümüne sebep olmuştu. Vebanın sorumlusu Yersinia Pestis adı verilen bakteriydi. Yersinia Pestis, insanlığın adını çoktan unuttuğu ve kimsenin de hatırlamak istemediği bir bakteriydi.

    Eşeğin sevmediği ot burnunda bitermiş misali Yersinia Pestis bakterisi, insanoğlunun hırslarına meze ettiği, kontrolden çıkan biyolojik silah denemelerinin sonucunda, yeni bir formla tekrar insanlığın gündemine girdi. Sadece insanlığın değil, tüm dünyanın korkulu rüyasıydı artık. Bakteri kendini öyle güncellemiş, öyle yetiştirmişti ki, bilim insanları veba karşısında bu sefer çaresiz, patates gibi kalmışlardı. Geçmişte hastalığı bitiren antibiyotik ve türev formlarının hiçbiri fayda etmiyordu. Hastalığı geçici olarak tedavi edecek bir şeyler bulunsa da, virüs adeta insanlıkla makarasındaydı.

    Vücutta; titreme, ateş, kusma, baş ve sırt ağrısı, halsizlik, nefes darlığı, kasık ağrıları, kanama, yumurta şeklinde çıkan şişlikler, morarmalar, iç kanamalar şeklinde etkisini gösteriyor ve hastayı hızla ölüme götürüyordu. Salgın ilk olarak yaygın bir formda, yoksul ve bakıma muhtaç insanlarda görüldü. Salgının yayılmasıyla birlikte üst kesimin de etkilenmesi kaçınılmaz oldu. Üst tabakadan, salgından kaçmak için kendilerini paranoyakça hayattan soyutlayanlar da oldu, (teknelerdeki panik odalarında sudoku çözerek günlerini öldürenler, Maldivler’de kendilerine özel, dış dünyadan kopuk adalarda dişlerini naneli kürdanlarla karıştırarak yaşayanlar, Küba’da puro tütünü tarlalarında çadır kurup hayatımın geri kalanını tütünle geçireceğim diyenler, Mars’a gitmeye çalışanlar, tüm kutsal kitapları tersten ezberleyince kurtulacağına inananlar...) ama tüm bu nitelikli çabalara rağmen vebadan kaçamadılar.

    Hastalığın yeni ve tedavi edilemeyen formu, Afrika’nın başkentlerinde (Monrovia, Liberya; Konakri, Gine; Antananarivo, Madagaskar; Bamako, Mali; Niamey, Nijer; Lusaka, Zambiya; Darüsselam, Tanzanya; Harare, Zimbabwe; Dakar, Senegal ve Addis Ababa, Etiyopya) ortaya çıktı. Hızlıca Çin ve Orta Asya’ya sıçradı ve akabinde buradan tüm dünyaya yayıldı.

    Pire, fare, tavuk, evcil kuş, kedi ve köpekler de bu hastalığın yayılmasına büyük katkı yaptı. Ne zaman okeye dörtlü aranacak olsa bir ölüm haberi alınıyordu. Kartonpiyer Milenyum’un başlangıcından itibaren, yaşanan olaylardan dolayı insanlık nüfusunda zaten bir azalma olmuştu; bir de üzerine postmodern veba gelince yeryüzünde yaşayan insan sayısı, neredeyse küçük ölçekteki bir ülkenin çatısı altında toplanacak kadar azalmıştı.

    Karl Marx yaşasaydı, devletlerin, askerlerin, bayrakların ve sınırların bu kadar çaresiz kalışına bıyık altından güler miydi? Bu konuda kim bir makale yazacak olsa alnının çatına herhangi bir dinin kutsal kitabı fırlatılıyordu. Çünkü insanlığı her ne olursa olsun inancı ayakta tutuyordu. İnançlar. O en güçlü tutkular yumağı. Bu inanç, bir şaman öğretisine de olabilirdi, Boca Juniors’a da. Ne diyordu El Secreto de Sus Ojos filminde?

    Una pasión es una pasión.

    Tutku, tutkudur.

    Artık kimse ne ülkelerden, ne sınırlardan, ne ırklardan, ne devletlerden ne de siyasetten bahsediyordu. Dünya çok büyük bir kaos içindeydi ve sonuçta geriye kalan bir avuç insanın gönüllü isteğiyle ortalıkta devlet, siyaset, millet ya da sınır kalmamıştı. Geriye sadece nefes almaya çalışan vatansız bir insanlık ile asla unutamayacakları ağır travmaları kalmıştı. Dünya artık bir yalandı.

    Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,

    Ben de gülemedim yalan dünyada

    Son Yönetim Modeli: Mima

    Lacivitas, 2020

    "Yaşadığımız dünyaya

    biçimini veren, arzulardır."

    Italo Calvino

    Görünmez Kentler

    Toplum yaşamındaki değişiklikler, yönetim alanına da sirayet ederken, değişikliklerin kökeninde ekonomik, politik ve teknolojik unsurlar yer alıyordu.

    Pyotr Alekseyeviç Kropotkin yıllar önce "Biz toplumu, geçmiş barbarlık ve zulüm düzenlerinin bize mirası olan yasalarla ya da (ister seçilerek, ister zorla

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1