Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Yıldızlara Seyahat
Yıldızlara Seyahat
Yıldızlara Seyahat
Ebook409 pages5 hours

Yıldızlara Seyahat

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Hakan, İstanbul Teknik Üniversitesinde Fizik bölümü okuyan ve kendisini oldukça sıradan gören bir öğrenciyken, büyük dedesinden kalma, onun için manevi değeri paha biçilemeyen cep saatini çalıştırmak için onu işinin ehli, eskilerden bir saat ustasına götürdüğünde, hayatının inanılmaz derecede değişeceğini bilmemektedir.

Ustadan duyduğu hikâyeye kendini kaptıran genç Hakan, başına gelen garip olaylardan dolayı, bir asker olan babasını kaybetmenin verdiği acıyla delirdiğini düşünmeye başlayacaktır, ama hikayenin sonunu getirmeye kararlıdır. Bu azmi onu hiç ummadığı bir yolculuğa çıkaracak, başına gelen olaylar sayesinde aslında hiç de sıradan biri olmadığını keşfedecek ve kendini tehlikeyle yüz yüze kalacağı, akıl almaz olayların olduğu bir maceranın içinde bulacaktır.

Aslında yaşadığımız evrenin ne kadar büyük olduğunu ve yalnız olmadığınızı hissedeceğiniz bu hikâyede, Hakan’ın yoldaşlarıyla beraber bir çok farklı zamana ve mekâna giderek çok farklı uygarlıklarla nasıl uyum sağladığına, mücadele ettiğine, bu arada yaşanan dramlarına, aşklarına ve çekişmelerine şahit olacaksınız.

Güncellendi (01.09.2022) : Kelime hataları, Gramer yapısı, Noktalama işaretleri, Cümle düzeni ve Anlam karmaşası tekrar elden geçirildi.

Yazarın Tüm Kitapları:

• Yazgı – Fantastik, Polisiye Olaylar Serisi
• Yıldızlara Seyahat – Zamanı Göstermek Hünerli Bir İştir
• Orta Evren Günlükleri – Ruh Tutucuların Yükselişi
• Orta Evren Günlükleri – Kristal Küre Birliği
• Orta Evren Günlükleri – Evrenin Anahtarı
• Orta Evren Günlükleri – Evrenini İncisi
• Orta Evren Günlükleri – Yok Oluşun Kıyısında
• Ümit Rıhtımı – Kaybolanlar
• Glütensiz Hayat – Tahıl Beyin Özeti
• Yalnızlıklarım – Salih Yıldız
• Bilmukabele Kalbim Kırıldı
• 100 Günde Beşer’i Alem
• Lanetliler Şafağı - Gerçeklerle Yüzleşme Zamanı

LanguageTürkçe
Release dateMay 14, 2020
ISBN9780463001998
Yıldızlara Seyahat
Author

Ceyhun Özçelik

Ceyhun Özçelik, the writter of The Diaries of the Middle Universe, was born in İstanbul, Turkey, in 1975. He started to write his novel series in 2006. It has been 12 years for him to write his bestsellers and still continue. In 2010, he decided to share them to all over the world.He has been living in Marmaris almost for 25 years by finishing his carrier in tourism and he moved to small city called Muğla. He finished his education about tourism and hotel management and public administration.His imagination is always about outer life in space even different universes. He impressed from the other performers too much that he mentioned about it in every book he wrote.'I present this story to the spectacular writers and directors that I have read their stories and watched their films for years, which have influenced my imagination and dream world and took me to wonderful lands'

Read more from Ceyhun özçelik

Related to Yıldızlara Seyahat

Related ebooks

Reviews for Yıldızlara Seyahat

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Yıldızlara Seyahat - Ceyhun Özçelik

    ZAMANI GÖSTERMEK HÜNERLİ BİR İŞTİR

    Büyük dedemden kalmaydı bana bırakılan İngiliz saati. B.C Arrivet diye biri yapmıştı yada en azından ben öyle olduğunu zannediyordum kapağın arkasındaki ismi okuduğum zaman. Büyük dedem Çanakkale savaşında onu, yaralı halde bulduğunda, kanamasını gömleğinden kestiği parçayla sarıp durdurarak, çok az kalmış azığından kalan ekmek ve suyla besleyip hayatta kalmasını sağladığı bir İngiliz askerinden hediye olarak almıştı. Benim için ise manevi değeri paha biçilemezdi. Bu saat, o acı savaşta hâlâ barış için umut olabileceğini vurguluyordu ve yaşanan dramın canlı bir kanıtıydı.

    Bundan tam iki yıl önceydi. Dedemden kalan saat yıllardır kitaplığımın çekmecesinde durur, ara sıra tozunu alırdım. O zamana kadar herhangi bir arızası olmamış, her zaman gerektiği gibi çalışmıştı. Yine yapacak bir şey bulamamış ve saati temizlemeye karar vermiştim, ama onu elime aldığımda çalışmadığını fark ederek endişelendim. Belki tozdan durmuştur diyerek içimden geçirip, her tarafını sertçe üfledim. Hiç ses yoktu. İçinden bir parçanın yerinden çıktığını düşündüğüm için elime alıp kulağıma yaklaştırarak saati sallayıp tekrar kurdum, ama yine çalışmadı. Paniklemiştim. 1890 yıllarından kalma bir saatti ve zamana meydan okurcasına çalışıyordu şimdiye kadar, ama iyice dinlediğimde, içinden gelen ufak tik tak sesini duyamamak beni çok üzmüştü. Onu bir tamirciye göstermeli miydim?

    Ne yapacağıma karar vermem gerekiyordu. Eğer onu herhangi bir saat tamircisine götürürsem bir şey olur, bir parçası eksilir ya da bir daha hiç çalışmayabilirdi. O yüzden bu saati işinin uzmanı olan en iyi saat tamircisine götürmeliydim.

    Bunun için araştırmaya koyuldum. İki hafta boyunca aklıma gelen tüm kaynaklardan ciddi bir araştırma içine girmiştim. İstanbul’da gitmediğim yer, sormadığım kişi kalmamıştı. İnternetteki araştırmalarımın ise pek faydası dokunduğu söylenemezdi. Tüm bildiğim eski sokakları arşınlamış ve üstat diye tabir ettiğimiz tüm yol sanatçılarına danışmıştım. Aldığım sonuç hep aynı adresi ve aynı kişiyi gösteriyordu.

    Yol sanatçılarının genel yorumu ise, Yalnız orası tuhaf bir yer. Herkesi kabul etmiyorlar. Garip şeyler olursa şaşırma! Gidenlerin anlattığına göre yıllar önce ölen Cevdet Usta hâlâ orada görülüyormuş. Şimdilerde ise oğlu ve çırağı Soner Usta var şeklindeydi.

    Yıllar önce ölen usta görülüyor muydu? Bu da ne demekti şimdi? Hayaletli bir yerdi demek. Oldum olası fantastik gerçeklerin var olabileceği olgusu büyülemişti beni, ama her zaman sağduyu ve mantığa inanmış biri olarak kanıtsız hiçbir şeyin beni ikna edemeyeceğini düşünürdüm, yine de bu durum merakımı oldukça cezp etmişti.

    Bana tarif ettikleri yer, Beyoğlu'nun arka sokaklarında eski bir evdi. Koyu kahverengi, ahşap, işlemeli kapının önüne geldiğimde, kapının üzerinde ‘Zamanı Göstermek Hünerli Bir İştir’ yazısını gördüm. Çok hoşuma gitmişti bu yazı. Kapı zilini aradım, ama bulamadım. Yerine kapıdaki asma tokmağı üç kere vurdum. Zil çalmaya başlayınca, birden irkildim. Tahmin etmediğim bir şeydi bu. Meğerse kapı tokmağının hemen altındaydı kapı zilinin düğmesi. 

    Ah bu eski yapılar! diye geçirdim içimden. Ne zaman böyle antika yapıların içinde veya yanında bulunsanız, illa ki garip bir durum ortaya çıkardı, ama asıl garip olan bu değildi, hem de hiç...

    Kapıyı hafif toplu, elli yaşlarında, kısa, kıvırcık, kahverengi saçlı, güleç bir bayan açtı. Hemen kendimi tanıtarak durumumu anlattım kendisine.

    Tabii, ama beklemeniz gerekiyor! Usta şu an çok meşgul! Eğer yeterince beklerseniz sizi kabul edecektir. Şöyle, bahçedeki sandalyede oturabilirsiniz! dedi sakince, beni evin bahçesine açılan yola yönlendirerek. Aradan belki on saniye bile geçmeden içeriden tekrar belirdiğinde, elinde bir tabak kurabiye ve çay vardı.

    Onları yavaşça masaya bırakırken gülümseyen parlak gözlerle beni süzerek, Beklerken biraz kurabiye yiyebilirsiniz. Yeni yaptım dedi ve hızla gözden kayboldu.

    Kenarları sarmaşıklarla dolu bahçede beni evin girişinde bulunan masaya davet ederek, arkasındaki küçük ofise girip form ve kalem getirdi. Hemen doldurmaya başladım.

    Bu, kırk sorudan oluşan ve bazıları test sorusu olan ayrıntılı bir formdu. Kendi kendime, İşe başvururken bile bu kadar ayrıntı istemiyorlar! dedim.

    Soruların üçte biri sağlıkla ilgiliydi ve bu ilgimi çekmişti. Bahsettikleri olaylardan olsa gerek diye düşündüm. Biri kalp krizi geçirmişti herhalde. Eline formu alan bayan ofisin hemen yanındaki ahşap yapıya girerek arkasından kapıyı kapattı.

    Etrafa göz gezdirmeye başlamıştım. Yemyeşil sarmaşıklar bahçenin ve evin her yanını sarmış, kuşlar neşeyle ötüyordu sarmaşıkların üstüne konarak. Ortalık kuş sesleri haricinde çok sessizdi, ama dikkatimi çeken sadece kuş sesleri değildi. Daha dikkatli dinlediğimde, birbirine karışan tik tak seslerini hemen tanımıştım. Yaşayan zaman göstergeleriydi onlar, ama benimki maalesef yaşamıyordu. Elime saatimi alarak hüzünle bakıyordum. Kafamı kaldırıp sarmaşıkların üzerindeki kuşlara bakarken keşke tekrar çalışsan diye içimden geçirdiğim sırada evin ikinci katındaki pencerenin aralanmış perdesinin arkasından bir an için birinin bana baktığını fark ettim. Soner usta olmalıydı.

    O sırada yanıma gelen Bayan, Usta sizi bekliyor, buyurun! diyerek bana yol gösterdi. İkinci katta karşıdaki odaya girmemi söyleyen bayan yukarı çıkmadan yanımdan ayrılmıştı.

    Kapıya geldiğimde kapıyı tıklattım, ama cevap veren olmadı. Kapıyı açarak içeri girdiğimde küçük bir odada asılı onlarca saatin birbirlerine karışan seslerini duyuyordum. Tek gözüne saatçi büyüteci takmış, kırlaşmış, dökülmeye başlamış saçları ve oldukça yaşlı bir çehresi olan ustayı ise elindeki küçük aletiyle bir saati incelerken bulmuştum.

    Kafasını yavaşça kaldırıp yeşil, yaşlı sol gözüyle bana bakarak, Otur bakalım genç, çekinme! dedi.

    Merhabalar Soner Usta! dedim kenardaki sandalyeye otururken. Bana gülen gözüyle dikkatlice bakarak yumuşak ses tonuyla konuşmaya başladı yaşlı usta.

    Evlat, ben Cevdet ustayım. Soner yeni yaptığım saatleri teslim etmeye gitti. Birazdan gelir. Onunla görüşmek istiyorsan on dakika daha bekleyeceksin. Burada bekleyebilirsin. Hem beklerken biraz sohbet edebiliriz dedi.

    İşte şimdi kafayı sıyırdım herhalde dedim içimden. Gözüm yavaşça bahçede uçuşan kuşlara, duvardaki saatlere ve sonra tekrar ustaya kaydı. İçime derin bir nefes çekip, Aa! Bana sizin öldüğünüz söylenmişti! dedim çekinerek.

    Kafasını kaldırdı ve sağ gözündeki büyüteci çıkarıp ciddi yeşil gözlerini bana dikerek beni süzdü. Şaşkın halde ona bakıyordum. Sonrasında bir kahkaha patlattı sonunu öksürükle tamamlayıp. Önündeki içi yarı su dolu cam bardaktan biraz su içip kendini toparlayarak tekrar bana baktı.

    Hangi şapşal söyledi bunu sana? dedi gülümseyerek.

    Etrafta sorduğum çoğu kişi sizin hakkınızda öyle söylemişti dedim.

    Hımm! Bu genel bir kanı demek ki. Bak evlat! Bizim burada yaptığımız iş nesiller boyu sürdürdüğümüz bir hadise. O yüzden her elini kolunu sallayan buraya giremez. Ben ise yıllardır dışarı çıkmadım, çünkü işimi burada yapıyorum. Herhalde bunların etkisiyle öldüğümü zannetmişler. Bir ara mahalleye çıkıp kendimi göstersem fena olmayacak! dedi.

    Rahatlamıştım. Demek ki asıl usta hayattaydı ve bu benim için çok iyi haberdi.

    Ben buraya aslında büyük dedemin saati için gelmiştim. Benim için dünyadaki her şeyden daha değerli ve herkese gösteremeyecek kadar tedirginim aslında. Bu yüzden iyi bir tamirci ararken tüm işaretler sizi gösterdi

    Saati görebilir miyim? dedi merakla.

    Saati ona uzattığımda gözleri parlamıştı.

    Ooo! Nadir bir parça bu! Bakalım nesi varmış? diyerek arka kapağını eline aldığı küçük aletiyle dikkatlice kaldırdı. Sağ gözüne büyütecini takarak incelemeye başladı. Daha sonra bana dönerek başından geçirdiği o garip hikâyeyi anlatmaya başladı.

    "Bu saat bana yıllar önce yaşadığım garip bir olayı hatırlattı. Henüz yirmi dört yaşındaydım. Bir yandan saat tamirciliği işini babamdan öğreniyor, diğer yandan onun tamir ettiği saatleri müşterilere teslim etme görevini sürdürüyordum. Yeni evlenmiştim ve bir oğlum olmuştu, ama talihsiz bir şekilde severek evlendiğim eşim Leyla’yı doğumda kaybetmiştim. İyice içime kapanmış, kendimi tamamen saat tamirine vermiştim. Acımı hafifletmenin başka bir yolu yoktu o an için.

    Bir gün yine babamın tamir ettiği saatleri teslim etmek için yola çıkmış yürürken bir çöp tenekesinin yanında, yere devrilmiş çöplerin arasında, güneşin etkisiyle etrafa parlak ışık saçan bir şey görmüş, ama ne olduğunu anlayamamıştım. Daha yakından baktığımda, onun parçalarına ayrılmış bir cep saati olduğunu fark ettim. Hemen cebimden çıkardığım mendille parçaları toplamış, kapağın arkasına baktığımda onun S.W. Collier marka bir İngiliz saati olduğunu anlamıştım.

    İnsanların nasıl olur da böyle değerli bir şeyi tamir ettirmek yerine sokağa atabileceğini aklım almıyordu. Onu sarıp cebime atarak yola koyuldum. Genelde basit saatleri tamir ederdim, ama bu eski, antika saatlerin tamirini ve inceliklerini yeni yeni öğrenmeye başlıyordum. İşimi bitirdikten sonra saati babama gösterdim. Babam çok eksik parça olduğunu, ama vereceği parçalarla saati tamir edebileceğimi, ayrıca bunun benim için çok eğitici olacağını söylemişti.

    Saatin tüm parçalarını dağıtıp temizlemek iki günümü almıştı. Şimdi sıra toplamaktaydı. Babamın bana yıllar boyu öğrettiği işçiliği mükemmel bir şekilde sergileyip sabırla tek tek tüm parçaları birleştirmeye başlamıştım. Saati tamamladığımda ikinci günün gecesiydi. Şimdi geriye tek bir şey kalmıştı, o da saati kurmak. Heyecanla saati kurdum. Bir saat tamircisi için dünyanın en büyük mutluluklarından biriydi tamir ettiği saati çalışır halde görmek.

    Kurma düğmesini kapattım ve saniyeye baktım. Kurulduktan en geç beş saniye sonra çalışması gerekiyordu, ama bir şey olmadı. Tekrar kurdum, ama yine bir şey yoktu. Arka kapağını açarak, büyüteci sağ gözüme takıp dikkatle baktım. Her şey olması gerektiği gibiydi. Gözüme hafif bir parlaklık çarpmış gibi geldi. Acaba bilmediğim ve göremediğim bir şey mi var diye düşünerek elle tutulan diğer büyük büyüteci, açtığım çekmeceden alıp bir daha baktım dikkatlice.

    Çok küçük bir parlaklık gözüme çarpıyordu. Sağ gözümdeki büyüteç ve elimdeki ile çok daha güçlü bir görme açısı sağlayıp her ikisini kullanarak tekrar baktığımda, kurma kolunun kurulduktan sonra tekrar yerleştirilirken girmesi gereken yerde, mikroskobik boyutlarda pırlanta benzeri bir taş vardı ve kırmızı, hareket ediyormuş izlenimi veren bir maddenin üzerindeydi. Dikkatle bakarak elimdeki, çok ince maddeleri almak için tasarlanmış cımbızı o araya hareket ettirdim. Eğer onu oradan alabilirsem kurma kolu tam yerine oturacak ve saat çalışacaktı.

    Madde çok küçük olduğu için onu alamadım. Daha da kötüsü onu iyice çukura itmiştim. Elimdekileri bırakıp saatin arka kapağını taktım. Şimdi yeniden hepsini sökmem gerekiyordu. Acele etmeyecektim. Nasılsa başarıyla toplamıştım. Tekrar saate bakarak keşke çalışsaydın diye düşünürken saat masanın üzerindeki ellerimin arasında hafifçe kayar gibi oldu ve saatin kurma kolu masaya hafifçe çarparak yerine oturdu.

    O sırada kendimden geçmiş olmalıydım, çünkü gözlerimi açtığımda bir mağaradaydım. Oraya nasıl geldiğimi ve neler olduğunu hatırlamıyordum, ama hatırladığım en son şey tamir ettiğim saatin kurma kolunun yerine  oturduğuydu. Mağaranın dışarıya doğru genişleyen ağzında, havadan gelen güneş ışınlarını fark etmiştim. Yavaşça ayağa kalktım. O sırada hemen yanımda yüzükoyun yatan cübbeli adama gözlerim takıldı. Yüzü görünmüyor, üzerinde kahverengi uzun bir elbise vardı. Ayakları çıplaktı ve sadece bir terlik giymişti.

    Beni asıl şaşırtan ise bu ayakların yeşile yakın mor bir renkte, oldukça iri ve iki parmaklı oluşuydu. Yüksek ihtimalle ölmüştü. Bu durum benim birden irkilmeme ve endişelenmeme yol açmıştı. Morarma, ölmesinden kaynaklanmış olabilirdi, ama bu ayaklar sanki bir adama ait değil de yaratığa aitmiş gibiydi. Korkmuştum, ama nerede olduğumu ve neler olduğunu çözme isteğim sakinliğimi korumamı sağlıyordu. Kenarda ona ait olduğunu düşündüğüm yeşil bir gözlük ve üzerinde tabancaya benzer bir şey olan kemer vardı.

    Yavaşça mağaranın dışına doğru yürüdüm. Bir tepenin yamacındaydım. Aşağıda uzanan bir kilometrelik sahili ve arkasındaki ormanları görebiliyordum. Sonu görünmeyen durgun ve engin okyanusun üzerinde martılar oynaşıyordu. Sahil bomboştu. ‘Neredeyim?’ diye şaşkın bir halde düşünürken kafamı gökyüzüne kaldırdığımda mağaranın zemininde yatan, nasıl bir canlı olduğunu bilmediğim ölüyü gördüğümde yaşadığım gariplikten sonra hayatımdaki en garip ikinci durumu yasadığımı anlıyordum şok olmuş bir halde. Gökyüzünün her iki yanında iki güneş vardı.

    Nasıl olur bu diyerek etrafa bakınırken martı sandığım kuşların aslında martı olmadığını da anlamam çok uzun sürmemişti, çünkü biri bana doğru hızla inişe geçmişti. Uzaktan küçük bir kuş gibi gördüğüm şey aslında üç, dört metrelik dev bir canavar gibiydi. Bembeyaz tüylerinin arasından bana bakan korkunç kırmızı gözleri ve dev pençeleriyle yaklaşıyordu. Aklıma o anda gelen tek şey mağaranın içine kaçmak olmuştu.

    İçeri doğru fırlayıp kemeri kaptım ve ona takılı kılıftan çıkardığım silaha benzer şeyi alıp mağaraya girmeye çalışan yaratığa ateş ettim. Yuvarlak, kalın, mavi bir ışın silahtan çıkıp kuşu paramparça etmiş, ama silahın ateşin gücü beni de gerideki duvara yapıştırmaya yetmişti. Yere çökmüş halde elimdeki silaha bakıp nasıl bir şey olduğunu şaşırmış halde kavramaya başlamıştım. Hemen ayağa kalkıp kemeri belime sardım ve silahı kılıfına soktum. Buradan kurtulmak istiyorsam bu silah çok işime yarayacaktı.

    Henüz nerede olduğumu ve başıma gelenlerin ne olduğunu anlayamamıştım, ama mutlaka çözecektim. Yerde bulunan ve rüzgâr geçirmez kenarları olan yeşil camlı gözlüğü de alarak mağaradan dışarı çıktıktan sonra küçük çalılıkların arasına saklanarak uçan yaratıklara görünmemeye çalışıp aşağı, sahile doğru yöneldim.

    Oraya inip gözümü okyanus tarafına çevirdiğimde uçan yaratıkların gittiğini görmüştüm. Biraz rahatlayıp saklandığım çalılığın arasından çıkarak deniz kenarında yürüyüşe başladım. Burada ne işim var diye düşünüyor ve nasıl bu duruma geldiğimi çözmeye çalışıyordum. Gelen güneş ışınları gözlerimi rahatsız etmeye başlamıştı. Arkadan bir lastikle bağlı olan yeşil gözlüğü takmaya karar verdim. Gözlüğü gözüme taktığımda şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Gözlük bir çeşit makine gibiydi. Camda çeşitli koordinatlar, kendi kendine oluşan şekiller ve bilmediğim bir alfabede yazılar, sağ ve sol üst köşelerde ortaya çıkıyordu.

    Gözlüğü tekrar çıkarıp kafamın üzerinde durmasını sağlayarak yürüyüşüme devam ettim güneş ışınlarını umursamadan. Birden denizin kabardığını hissettim. Sanki denizin altından büyük bir şey geliyormuş gibi denizin yüzeyi kabarmıştı. İşte o an zeminden yukarı doğru yavaşça çıkan dev, yuvarlak, koyu yeşil kafayı ve siyah renkteki büyükçe tek gözü gördüm. Bu uçan canavarların ortadan yok oluşunu açıklıyordu.

    Bana doğru gözünü dikmiş, denizden yükselmeye devam ediyordu. Etrafındaki kabarıklığı görünce deniz canavarının devamının geleceğini anlamıştım. Geniş vücudunun kenarlarından yavaşça yükselen vantuzlu uzun kolları onun dev bir deniz ahtapotu olduğunu anlamam yetmişti. Şaşkınlığımdan bir an sıyrılıp hemen arkamı sahile vererek koşmaya başladım, ama canavarın kollarından biri çoktan denizden sahile doğru uzanmış, üzerime doğru yönelmişti.

    Kafamı çevirip baktığımda dev kolun üzerime doğru geldiğini fark ederek kendimi sağa doğru fırlattım. Yuvarlanarak son anda bu saldırıdan kurtuldum. Fazla vaktim yoktu. Hemen ayağa kalkıp yüz metre ötedeki ağaçlığa sığınmalıydım. Yeterince uzaklaşırsam denizden çıkmayacağını umduğum yaratıktan kurtulabilirdim. Bir an arkamı döndüğümde çok fena yanıldığımı anladım. Bu, insanın hayallerinin ötesinde bir durumdu ve hiç tanımadığım bu vahşi yerde garip yaratıklarla mücadelem devam ediyordu. İşin ilginç yanı garipliğin sonu hiç gelmiyordu neredeyse.

    Dev ahtapot öndeki iki kolunu vantuzları üste gelecek şekilde yatırmış, onların içinden benim iki katım büyüklüğünde karafatmaya benzeyen siyah böcekler dışarı çıkıyordu. O an gerçekten aklımı yitirecek gibi olmuştum. Ormana neredeyse girmiştim ve arkamdaki sahilde bir böcek ordusu beni yakalamak için peşime düşmüştü. Kurtulma ümidimi yitirmek üzereyken, elimi birinin tuttuğunu fark ederek ona baktım.

    Neredeyse bayılacaktım, çünkü elimi tutan, yarı çıplak, yerli kıyafetleri içinde, kıvırcık, siyah saçlı, koyu kahverengi gözleri, kalın etli dudaklarıyla bana bakıp aceleyle bir şeyler söyleyen ve tıpatıp ölen eşime benzeyen bir kadındı. Beni çekti ve anlamadığım bir dilde konuşup hızla ormanın içine doğru koşmaya başladı. Hemen peşine takılıp onu takip etmeye başladım. Beni kurtarmaya geldiğini anlamıştım. Bir yandan koşuyor, bir yandan da peşimize takılan siyah iğrenç böceklere bakıyordum"

    Cevdet Usta yaşlı gözlerini bana dikti hikâyesini anlatmayı durdurarak. Neden bize birer çay almıyorsun? Boğazım kurudu anlatırken. Hem çayımızı içeriz, hem hikâyeye devam ederiz. Ben de bu arada saatini temizlemeye başlayayım

    Tabii! dedim hemen kalkarak. Gerçek şu ki aklım ya hiç yerinde değildi ya da burada çok tuhaf şeyler oluyordu. Önce ustanın hayatta olduğunu öğrenmiştim ki dışarı çıkmama hikâyesi pek de yutulacak cinsten değildi. Şimdi de ölmüş olması gereken bu yaşlı adam, durumun tuhaflığından çok daha garip olan bir hikâye anlatıyordu bana. Hem şaşırmış, hem de ürkmüştüm ve saatim içeride olmasa orada bir dakika bile durmayacaktım, ancak geri dönmem gerekiyordu.

    Sözüne devam eden usta, Selma Hanım’a söyle! O sana yardımcı olur ve genç, mutlaka geri gel, çünkü hikâyenin devamını anlatacağım! dedi gülümseyerek.

    Odadan çıkıp aşağı doğru dar, ahşap, gıcırdayan merdivenlerden inerken neden ustanın mutlaka geri gel dediğini düşünmeye başlamıştım. En nihayetinde iki bardak çay alıp geri dönecektim ve öyle demesine gerek yoktu. Gerçekten tuhaf bir adam şu Cevdet Usta diye düşünerek Selma Hanımın yanına gittim. Ustanın gönderdiğini ve çay istediğimizi söyledim.

    Selma Hanım gülümseyerek çayı yeni demlediğini, şanslı olduğumuzu söyleyip çayları koyarken bana döndü ve Biliyor musun? Usta çok nadir çay içer müşterileriyle. Senden hoşlanmış olmalı! dedi.

    Gülümseyip çayları aldıktan sonra onun yanından ayrılarak odaya girdim ve kapıda öylece kalakaldım, çünkü karşımda o, neredeyse doksan yaşında diyebileceğim kır saçlı adam gitmiş, kafasının ortası kel olan, elli yaşlarında görünen daha genç biri gelmişti. Bir kat daha artmış olan şaşkınlığımı gizleyerek yavaşça çayı koyup oturdum.

    Neredeyse bitti! dedi genç usta. Kurma kolunun arasına çok küçük parlak bir cisim, muhtemelen bir cam kırığı girmiş ve kurma kolu yerine oturmuyordu. Almak için hepsini sökmem gerekecekti. Neyse ki çıkarabildim onu oradan!

    Tam durumu açıklayacaktım ki aklıma onun Cevdet Usta’nın oğlu olduğu geldi ve Soner Usta, babanız ne kadar zaman oldu öleli? diye sordum. Nefesimi tutup vereceği cevabı bekliyordum. Birçok insan burada olanlardan aklını kaçırabilir ve kaçabilirdi, ama ben soğukkanlı olmayı seçip incelemeyi uygun bulmuştum. Ya ben kafayı üşütmüştüm ya da burada gerçekten garip olaylar oluyordu.

    Cevdet Usta, yani babam öleli yirmi beş yıl oluyor dedi arkadaki tabloya dönerek.

    Gözüm arkadaki tabloya takılmıştı. Yeşil, zeki ve canlı gözlerle bakıp hafifçe gülümsüyordu Cevdet Usta. Ne demişti ben odadan çıkarken? Mutlaka geri gel!

    BİR SANİYE GÜNCESİ

    Aradan iki gün geçmişti ve yaşadığım o garip olay aklımdan çıkmıyor, kafama takılan sorular beni rahat bırakmamıştı bir türlü. Vizelere on gün vardı ve derslere odaklanmam gerekiyordu. Kitaplar önümde bana bakıyor, ben ise masamın üstüne koyduğum saatime bakıyordum dalgınca.

    İstanbul Teknik Üniversitesinde okuduğum fizik bölümü çok ağır bir bölümdü ve bir dönem kaybetmiştim. Üçüncü yılımda çok çalışmama rağmen halen alttan derslerimi vermeye uğraşıyordum. Çok daha sıkı çalışmam gerekiyordu, ama bu olay beni çalışmaktan alıkoyuyor, zihnimi meşgul ediyordu.

    Saatçinin odasına sonradan girişimi, Cevdet Ustayı görmeyi beklerken karşıma çıkanın Soner Usta oluşunu hatırlıyor, düşündükçe bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum, çünkü hiçbir mantıklı açıklaması yoktu bu durumun. Bir hayaletle konuşmuştum ya da ben öyle olduğunu zannetmiştim. Aklım bana bir çeşit oyun mu oynuyordu? Soner Ustanın orada olduğunu ilk durumda nasıl fark etmemiştim?

    Bir yerde zihnimde bir kopukluk oldu ve sanırım bana söylenenlerden çok etkilenip kendimi hayali bir dünyaya sürükledim. Bu olabilir miydi? Acaba aklımı mı yitiriyordum? İşte şimdi, gerçekten oraya gidenlerin başına gelenleri merak etmiştim. Acaba akıl hastanesine yatan var mıydı aralarında? Peki ya o hikâye neydi? Cevdet Usta nasıl bir dünyaya girmişti? Böyle bir şey olabilir miydi? Oradan ayrılırken düşündüğüm tek şey ustanın hikâyesi ve nasıl devam edeceğiydi, ama şimdi olayları daha net düşününce aklımı yitirmekten korkmaya başlamıştım.

    Böyle sorular sorarak vakit kaybettiğimi biliyordum. Bilinçaltımın bana bir oyun oynadığını kabul etmeye başlamıştım. Aklım beni böyle bir olayın içine sürüklemiş ve gözüm açıkken bir rüya görmemi sağlamıştı. Bunun ne zaman olduğunu hatırlamıyordum, ama böyle olmalıydı. Bu şekilde düşünmem beni rahatlatmış ve saatime baktığımda onun çalışır olduğunu görmek beni mutlu etmişti. Aradan geçen on günde iyice derslerime odaklanıp vizelere çalışmış ve iki hafta sürecek maratona hazırlanmıştım.

    Vizeler bitmiş ve benim için çok başarılı geçmişti. Bunu kutlamak için bölümden arkadaşlarla eğlenmeye güzel bir bara gitmiştik ve gecemize renk katması için içkilerimizi mideye yuvarlamıştık. Kafam çok güzel olmuş, eve kendimi zor atmış ve elbiselerimle uyuyakalmıştım.

    Neredesin? Yardım et? Neredesin? Kimse yok mu? Yardım et! diyordu koyu yeşil, yapışkan bir sıvıyla kaplanmış duvarın içindeki bir çift siyah göz bana bakıp fısıldayarak.

    Tik tak tik tak tik tak tik tak tik!

    Bir anda yataktan fırladım. Karanlıktı ve çok korkmuştum. Ellerimle yüzümü ovuşturdum. Çok garip, iğrenç bir kâbustu. O gözler, o gözler aklıma geliyordu hâlâ. Koyu yeşil, siyaha çalan duvarın içinden çaresizlik ve dehşetle bakan o siyah gözler, beni çağırıyor, bana fısıldıyordu kısılmış sesiyle, ama hiç zaman kalmamıştı. Tik tak seslerini ise nerede olsa tanırdım. Bu benim saatime has inceden gelen bir sesti. Hemen kalkıp odamın ışığını yaktım ve masada duran saatime baktım. Saat gece dört elliydi, ama bir fark yok muydu? Saatim durmuştu ve ben bunu rüyamda hissetmiştim.

    Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Yine başlıyorduk ve bu sefer gerçekten korkmaya başlamıştım. Acaba tekrar gitmeli miydim oraya? Ya yine garip şeyler olursa? Kendimi toplamam gerekiyordu. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra bilgisayarımı açarak, psikolojik hastalıklarla ilgili şeyleri okumaya başladım. Aslında hiç yabancısı değildim bu konunun. Bir yandan kendime çok içtiğimi hatırlatıyor, bu yüzden kâbus görmemin normal olduğunu düşünüyordum, ama bu durum saatimin durduğunu rüyamda nasıl hissettiğimi açıklamıyordu.

    Sabah çok erken saatte attım kendimi yola. Karar vermiştim ve tekrar gidecektim o saatçiye. Kendime sürekli aklımın yerinde olduğunu ve bir şey olmayacağını hatırlatıyor ve sakin olmam gerektiğini düşünüyordum, ama oraya gitmeden önce tekrar o eski üstatları görecektim. Usta hakkında daha fazla bir şey öğrenebilir miyim diye merak ediyordum.

    Sabah güneşi yeni göstermişti kendini Beyoğlu'nun karo kaplı yollarında. Kuşlar sessizce uçuşuyordu tıkırtılarla çalışıp yanımdan geçen eski tramvayın üzerinde. Dar sokaklara girmiş ve üstatları gördüğüm sokağı arşınlamaya başlamıştım, ama hiçbiri yoktu ortalıkta. Küçük bir marketin önünde kâğıt helva ve simit satan kır, pala bıyıklı yaşlı amcaya yanaşıp onların nerede olduğunu sorduğumda aldığım cevap beni şok etmeye yetmişti.

    Haa! Onları soruyorsun! Evlat, altmış yıldır bu sokaklardayım. Ben daha çocukken onların burada olduğunu hatırlıyorum. Çoğu ressam ve şairdi. Artık onlar gibi sanatçılar kalmadı. Ne yazık! diye hayıflanıyordu. Ben ise aklımı oynatmaya az kaldığını düşünmeye başlıyordum, yine de yapmam gereken bir şey daha vardı.

    Eğer bunların hepsini ben uydurduysam nasıl oluyordu da o sanatçıları biliyordum? Saatçiye gitmeliydim. Eğer orası da düşündüğüm gibi değilse kesinlikle bu işi bırakıp hemen bir doktora gidecektim. Henüz hiç kimseyle paylaşmamıştım bu durumu. Zaten paylaşsam bile, daha ben olanlara inanmazken bana kim inanırdı?

    Saatçinin evine giden dar sokağa girdim ve evin önüne gelip kapıya bakakaldım. Bayılmama ramak kalmıştı, çünkü o eski, koyu kahve tonlu kapı yoktu. Yerine cilalanmış, açık renkli, ahşap bir kapı vardı ve kapının üzerinde daha önce yazan yazı yerine büyük bir tabela asılıydı.

    Bu ev asırlık Saatçi Ustası Cevdet Ustanın anısına oğlu Soner Usta tarafından 1955 yılında restore edilmiş ve müze haline getirilmiştir. Giriş serbesttir. Lütfen ustanın anısına hürmeten hiçbir şeye dokunmayınız. Ziyaret günleri...

    Daha fazlasını okumaya gerek yoktu. Zaten olan oldu, artık kafayı yediğim resmileşti, dedim kendi kendime. İçimden gülmek gelmişti ve bunun deliliğin başka bir emaresi olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ne kadar kaçarsam kaçayım akıl hastalığının beni yakalaması bir başkasını yakalamasından çok daha kolaydı ne de olsa.

    Yirmi bir yaşında, üçüncü denememden sonra üniversite sınavında iyi bir bölüm kazanarak okumaya başlamıştım. Okuldaki ikinci senemdi. O sıralar emekli pilot binbaşı olan babam, hiç anlamadığımız bir şekilde hükümete darbe yapmayı düşündüğü iddiasıyla diğer tüm emekli ve çalışan üst düzey ordu mensupları gibi içeri alınmıştı. Tüm ailemiz ve hayatımız bir anda didik didik edilmişti. Avukat tutmuş ve babamı çıkarmak için çok uğraşmamıza rağmen tüm görüşme kanalları kapanmış, sadece sorgulanma safhasında olsa bile onu içeride dört aydan fazla tutmuşlardı.

    Davası sürüyordu, ama babama karşı darbe iddialarını destekleyecek hiçbir delil bulunamamıştı. Bu zaman sonunda kalbi rahatsızlanmış ve ona revir izni alınmıştı. Hastanede tedavisi olduktan sonra tekrar sorgulanma için geri dönerken avukatımız onu tutuklu tutan ekipten bir ricada bulunmuş, onlar da sadece bir kereliğine böyle bir şeye izin verebileceklerine söylemişlerdi. Babamın yanında olan avukatı beni cep telefonumdan aramış, babamın beni görmek istediğini ve müsait olduğumda okulun hemen dışına çıkmamı söylemişti, oysa dava sürecinde ailem ve benim onu bir kereliğine bile görmemize izin vermemişlerdi.

    Hemen dersten çıkıp okulun çıkışına doğru yöneldim. Kapının önünde, biraz ileride yolda duran polis minibüsünden çıkan iki polis ve avukatın yanında araçtan inen babamı gördüğümde ilk hissettiğim duygular özlem ve hüzündü.

    Babamı hem çok severdim, hem de ona hayrandım. Kariyeri başarılarla dolu örnek bir askerdi. Büyük dedem ve dedemden sonra o da asker olmaya karar vermiş ve dedemi örnek alarak pilot olmuştu. Dedem ise babam kadar uzun yaşayamamış, otuz yaşında bir uçak kazasında kullandığı savaş uçağıyla dağa çarparak ölmüştü. Ben de onların izinden gitmek istediğim halde gözlerimdeki ufak rahatsızlıktan dolayı sağlık raporunu alamamış ve üniversiteye girmeye karar vermiştim.

    Babam, oldukça uzun boylu ve geniş yapılı bir bünyeye sahipti ve askerlik kariyeri boyunca her olayda dimdik ayakta kalmış, diğerlerine liderlik etmişti, ama şu an karşımda, sanki o dağ gibi adam gitmiş yerine on yaş daha yaşlanmış ve çökmüş biri gelmişti. Haksız yere içeride geçirdiği o süre boyunca çok yıpranmıştı.

    Benim ise onu bu halde gördüğüm için hüznüm bir kat daha artmış ve biraz da sinirlenmiştim. Vatanını canı pahasına koruyan askerleri vatan haini olarak göstermek için o insanların hayatlarını mahvetmelerini anlayamıyordum.

    Babam beni görünce biraz heyecanlanmış ve gözleri yaşarmıştı. Ona yaklaşarak sarıldım. Bana sarılıp daha sonrasında alnımda öpen babam hiç konuşmamıştı o ana kadar. Tam bana bir şeyler söylemek için ağzını açtığı an elini kalbine götürdü ve yavaşça yere doğru yığıldı. Ben ve diğer iki polis onu tutmak istemiştik, ama vücudunu bırakmıştı artık. Memur hemen telsizle anons edip ambulans çağırmış, babam ise bir eli kalbinde diğer eliyle elimi sıkıca tutmuştu. Bir şey söylemek istiyordu. Bir elimle onu omzundan sarıp iyice yaklaştım. Bir yandan ağlıyor, diğer yandan onun yaşlı gözlerine bakıyordum.

    Bana bakarak, Seninle... gurur duyuyorum oğlum! Annene... iyi bak! Vatanını... koru! dedi ve son nefesini verdi.

    Babam, kahramanım, o tapılası adam, kalp krizi geçirmiş ve ellerimde can vermişti. Acım çok büyüktü ve bir türlü kendime gelemiyordum. Durumu haber alan ailem hemen toplamış ve babamın cenazesini kaldırmışlardı. Ben ise okulumu bir dönem bırakarak ailemin yanına gelmiş ve psikolojik tedavi görmüştüm. Gerçek şu ki babamın ölümü beni derin bir sessizliğe sürüklemiş ve bir süre dış dünyayla bağımı koparmıştı.

    Kendime geldiğimde aradan beş ay geçmiş, tekrar okuluma dönmüştüm, ama kafamda çözümleyemediğim bir sürü soru oluşmuştu. Bazen rüyamda onu görüyor ve çok acı çektiğini hissediyordum. Babamın son sözü aklımdan çıkmıyordu bir türlü, ama ne yapacağımı bilmiyordum. Her şeyden önemlisi okuldu ve kendimi sadece eğitime adamıştım.

    Şu an başıma gelen olay ise henüz tam olarak kendime gelemediğimin bir işareti olmalıydı. Aklım bana bir çeşit oyun oynuyordu. İlk önceleri bu duruma aldırmamış, hikâyenin devamını merak etmiştim, ama şimdi bunun bozulmuş psikolojik halime ne kadar uyduğunu kavramıştım.

    Ne olacaksa olsun! diyerek kapı tokmağını çevirip kapıyı açtım ve bahçeye adımımı attım. Sarmaşıklar her tarafı iyice sarmış, evin bahçesinde kocaman bir gölge oluşturuyor, yaprakların arasından süzülen güneş ışınları yere küçük birer nokta olarak düşüyordu. Yavaşça ilerleyip açık olan dış kapıya geldim.

    İçeriye girdiğimde elindeki çalı süpürgesiyle yerleri süpüren beyaz yemenili genç kadın bana bakarak, Beyefendi şu an ziyaret saati değil! dedi sakince.

    Biliyorum. Affedersiniz! Sadece bir göz atıp gideceğim eğer sakıncası yoksa? dedim.

    Tamam, ama sadece on dakika, çünkü kapıyı kapatmam gerekiyor! dedi kadın.

    Zaten çok kalmayacaktım. Alt katta, camekânların içindeki saatleri gördüğümde garip bir his uyanmıştı içimde. Cama hapsedilmiş saatler ya da zamanı hapseden camlar! diye sayıklamıştım nedensizce.

    Yavaşça yukarı çıkan merdiven basamaklarını geçiyor ve duvardaki resimlere bakıyordum. Cevdet Usta ve diğer ustalar resmedilmişti birer birer. Cevdet Ustanın ofis kapısı yerinden çıkarılmış ve holün sonundan içerisi görünüyordu. Sırtımdaki tüylerin diken diken olduğunu hissediyor ve içeri girmeye çekiniyordum. Hâlâ aklım biraz yerindeyken hemen oradan uzaklaşmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Açıkçası bayağı ürküyordum.

    İçeri girdiğimde duvardaki saatler aynı yerlerini korumaya devam etmişlerdi. Küçük

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1