Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Üniversite Gençliği
Üniversite Gençliği
Üniversite Gençliği
Ebook271 pages3 hours

Üniversite Gençliği

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

“Her kim şu dört şey üstünde düşünürse, hiç doğmamış olması daha iyidir:


Yukarıda olan, aşağıda olan, önce olan ve sonra olan.”


TALMUD                                       


 Üç avare arkadaş güneşli bir günde yürüyordu. Bir yandan muhabbet ediyorlar, bir yandan da gelen geçen kızlara bakıyorlardı. Konuştukları konular pek ciddi şeyler değildi ve her bir kız geçtiğinde dikkatleri dağılıyor, bazen ne dediklerini unutuyorlardı. Hele ki kızların yoğun parfüm kokusunu içlerine çektiklerinde kanları hızlanıyordu. Henüz üniversiteye varmışlardı ki İçlerinden biri:


   - Hadi bugün değişik bir şey yapalım, dedi.


  Arkadaşları, onun söyleyeceği şeyi merak edip yüzüne dikkatle baktılar ancak hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü bu arkadaş, derse girmenin iyi bir fikir olduğunu söylüyordu! En son ne zaman derse girmişlerdi ki! Üçü avare olsa da derse girme fikrini ortaya atan arkadaş, biraz daha sorumluluk sahibiydi. Çünkü bazen ailesinin kendisi için yaptığı fedakârlıklar aklına geliyor ve serserilik yaptığı için suçlu hissediyordu. Maddi durumu iyi değildi ailesinin her ay gönderdiği üç beş kuruşla geçiniyordu. İşte vize haftası gelip çattığı için Mehmet, derste hocanın üzerinde durduğu konuları not almak istiyordu. Ama ne kadar çabalasa da nafileydi, çünkü arkadaşları derse girmeme konusunda inat ediyorlardı. O da mecburen sürü psikolojisine uydu.


   Üçü de aynı evde yaşıyordu. En serseri olanın ismi Furkan’dı. Mehmet, derse girme fikrini ortaya attığında, onunla alay etmişti. Zaten akşamdan kalmaydı ve hiç de hocayı çekecek durumda değildi. Bir Bukowski okuyucusuydu Furkan; onun gibi sürekli içiyor, hayatı takmıyordu. Ve Kadınlara da zaafı vardı. Bukowski‘nin “Kadınlar” adlı kitabını okurken bu yazarın tam kendisini anlattığını söylüyordu arkadaşlarına. Maddi durumunun iyi olması elini güçlendiriyordu. Bu avantajı iyi değerlendirip onlarca kızla çıkmıştı. Tabi yakışıklı olması da büyük bir avantajdı. Üniversite son sınıfa kadar bir sürü kızla çıkmıştı çıkmasına ama ilişkileri hep kısa sürmüştü. Önce gözüne kestirdiği bir kızla birkaç gün takılıyor, sonra sıkılıp terk ediyordu.


Tabi hedefe ulaştıktan sonra…

LanguageTürkçe
Release dateApr 19, 2019
ISBN9786057861955
Üniversite Gençliği

Related to Üniversite Gençliği

Related ebooks

Reviews for Üniversite Gençliği

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Üniversite Gençliği - Yakup Balcı

    ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ

    Yakup Balcı

    Yazarı (Author): Yakup Balcı [1988-?]

    Sayfa Düzeni, Kapak ve Grafik Tasarım: (e-Kitap Projesi)

    Yayıncı: E-KİTAP PROJESİ, (Murat Ukray)

    Editör: Murat Ukray (Yazar & Editör & Yayıncı)

    E-Baskı ve yayına hazırlama (Publisher): ekitaprojesi.com

    Yayıncı Sertifika No: 32712

    İstanbul, Nisan / 2019

    ISBN: 978-605-7861-95-5

    İletişim ve İsteme Adresi:

    www.ekitaprojesi.com/books/universite-gencligi

    yakupblc63@gmail.com

    © Copyright: Bu e-çalışmanın tüm yayın hakları e-kitap projesine aittir. Tanıtım alıntıları dışında izinsiz çoğaltılması yasalarımıza göre suç sayılmaktadır. Böyle bir harekete kalkışmak yerine, bize sorarsanız uygar ve paylaşımcı dünya adına seviniriz..

    "Her kim şu dört şey üstünde düşünürse, hiç doğmamış olması daha iyidir:

    Yukarıda olan, aşağıda olan, önce olan ve sonra olan."

    TALMUD

    §

    Üç avare arkadaş güneşli bir günde yürüyordu. Bir yandan muhabbet ediyorlar, bir yandan da gelen geçen kızlara bakıyorlardı. Konuştukları konular pek ciddi şeyler değildi ve her bir kız geçtiğinde dikkatleri dağılıyor, bazen ne dediklerini unutuyorlardı. Hele ki kızların yoğun parfüm kokusunu içlerine çektiklerinde kanları hızlanıyordu. Henüz üniversiteye varmışlardı ki İçlerinden biri:

    -Hadi bugün değişik bir şey yapalım, dedi.

    Arkadaşları, onun söyleyeceği şeyi merak edip yüzüne dikkatle baktılar ancak hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü bu arkadaş, derse girmenin iyi bir fikir olduğunu söylüyordu! En son ne zaman derse girmişlerdi ki! Üçü avare olsa da derse girme fikrini ortaya atan arkadaş, biraz daha sorumluluk sahibiydi. Çünkü bazen ailesinin kendisi için yaptığı fedakârlıklar aklına geliyor ve serserilik yaptığı için suçlu hissediyordu. Maddi durumu iyi değildi ailesinin her ay gönderdiği üç beş kuruşla geçiniyordu. İşte vize haftası gelip çattığı için Mehmet, derste hocanın üzerinde durduğu konuları not almak istiyordu. Ama ne kadar çabalasa da nafileydi, çünkü arkadaşları derse girmeme konusunda inat ediyorlardı. O da mecburen sürü psikolojisine uydu.

    Üçü de aynı evde yaşıyordu. En serseri olanın ismi Furkan’dı. Mehmet, derse girme fikrini ortaya attığında, onunla alay etmişti. Zaten akşamdan kalmaydı ve hiç de hocayı çekecek durumda değildi. Bir Bukowski okuyucusuydu Furkan; onun gibi sürekli içiyor, hayatı takmıyordu. Ve Kadınlara da zaafı vardı. Bukowski‘nin Kadınlar adlı kitabını okurken bu yazarın tam kendisini anlattığını söylüyordu arkadaşlarına. Maddi durumunun iyi olması elini güçlendiriyordu. Bu avantajı iyi değerlendirip onlarca kızla çıkmıştı. Tabi yakışıklı olması da büyük bir avantajdı. Üniversite son sınıfa kadar bir sürü kızla çıkmıştı çıkmasına ama ilişkileri hep kısa sürmüştü. Önce gözüne kestirdiği bir kızla birkaç gün takılıyor, sonra sıkılıp terk ediyordu. Tabi hedefe ulaştıktan sonra…

    Üçüncüsü ise suskun, içine kapanık biriydi. Felsefeye meraklıydı. Bazı geceler evde arkadaşlarıyla felsefi konular hakkında konuşurdu. Bu yüzden komik bir insan olan Mehmet, dalga geçmek için ona Nietzsche diyordu.

    Boş ver diyordu Furkan ve birinden not ayarlarız diye devam ediyordu. Mehmet ısrar ederken kurnazlığıyla onu kandırıyordu. Ve akşama kadar gezip tozdular. Fen Edebiyat kafesine gittiklerinde havadan sudan muhabbetler devam etmişti. Hangi kız daha güzel, hangi kız daha seksi gibi… Mehmet, derse girme, özellikle ailesine karşı duyduğu sorumluğu unutuyor, Furkan’la kafa kafaya verip eğleniyorlardı. Ancak akşam eve giderken bu sorumluluk duygusu yine başladı. Bu sefer elleri ceplerinde dalgın bir yüz ifadesiyle,

    * * *

    -Derse girseydik iyi olurdu ya, dedi.

    Bir of çekti Furkan:

    -Ya sen de ne takıntılı adamsın be, dedi.

    -Öyle deme oğlum, diye devam etti Mehmet. İnsan bazen ailesine karşı sorumluluk hissediyor.

    -Tamam, tamam, dedi Furkan. Daha bir hafta var sınava. Zaten çalışacağın sadece bir sınav, öbürlerine gerek yok.

    -Ben ne kadar takıntılıysam sen de o kadar rahatsın. Bak son yılımıza geldik artık ve mezun olduktan sonra ne yapacağız? Tarih bölümü gibi bir bölümde okuyoruz.

    Mehmet sitem ederken arkadaşları onu dikkatte almadılar. Bu yüzden Furkan ve Nietzsche kendi aralarında bir şeyler konuşurlarken o düşüncelere daldı. Mezun olduğunda ne yapacaktı? Geleceği olmayan bir bölümde okuyordu çünkü atanmak oldukça zordu. Üniversite mezunu bir arkadaşı aklına geldi. Üniversitedeyken özgüveni yüksek olan bu arkadaşını, en son gördüğünde tanıyamamıştı. Saçı sakalı beyazlamış, o özgüven gitmiş, yerine ezik birisi gelmişti. İşte Mehmet’in aklına ara sıra bu arkadaşının düştüğü durum geliyor ve aynısının kendi başına gelmesinden korkuyordu. Doğru Tarih bölümünün geleceği yoktu. Üstelik bir de formasyon sıkıntısı çıkmıştı çünkü aniden o ve arkadaşlarının anlayamayacağı bir şekilde bu belgenin verilmesi durdurulmuştu. Bu da ayrı bir dertti. Zaten mezun olduğun zaman atanamıyorsun ayrı bir dert, bu belgenin haksız bir şekilde elinden alınması ayrı bir dert, diye düşündü. o bunları düşünürken Furkan bir anda gerildi, ortada olduğu için bir elini Mehmet’in omzuna, öbür elini de Nietzsche’ninkine attı:

    -Öğrenci olmak ne güzel şey be, dedi. Şuna bakın be? Sürekli at gibi kızlar önünden gelip geçiyor.

    Mehmet önce Furkan’a bakıp güldü, sonra kızın kalçalarını süzdü. Kız o kadar çekici görünüyordu ki düşündüğü şeyleri bir anda unutuverdi.

    -Hakikaten at gibi bir şeymiş, dedi. Şimdi bu insansa ben neyim?

    -Sen mi? insana benzer bir tarafın yok aslında.

    Bu söz üzerine bir kahkaha attı Mehmet. Hava soğuk olmasına rağmen canlıydı. Kafelerden canlı müzik sesleri yükseliyor ve önlerinden güzel kızlar gelip geçiyordu. Onlar gibi kahkahalarla yürüyenler, el ele tutuşan sevgililer, dersten çıkmış eve gidenler…

    - Neyse, dedi Mehmet. Boş lakırdıları bırakalım. Sonuçta bana yar olmayan karının… Biz ne yiyeceğiz onu düşünelim. Her zamanki gibi yine evde bir şey kalmadı, cepte de yok.

    -Hiç birimizde para yok ki, dedi Nietzsche de.

    -Aynen, dedi Furkan.

    -O zaman yine makarna, dedi Mehmet gülerek.

    Böylelikle öğrencilerin temel besini olan makarna, akşamki sofrayı yine süsleyecekti. Mehmetlerin evinde durum fazla abartılıydı çünkü nerdeyse kahvaltıda bile makarna yiyeceklerdi. Markete doğru yürüyorlardı ve Mehmet elini Furkan’ın omzuna attı:

    -Hadi benle bu adama evden gelen para belli, dedi. Ya sen? Sadece bir dönemde içkiye yatırdığın parayla bir yıllık kira paramızı karşılarız şerefsizim.

    -Gören de der trilyon yiyorum. Ulan alt tarafı gelen para iki üç bin arası gibi bir şey. E benim de o kadar masrafım var; kira parasıydı, sigarasıydı…

    İçkisiydi, diye devam etti Mehmet. Beyimiz bir gece viski içmese dayanamaz tabi. Ulan bu parayla holding kurarım be.

    -Abartma yahu. Millettin yediği paranın haddi hesabı yok.

    -Öğrenciye para dayanmaz, dedi Nietzsche. Aylık gelirin ne kadar olursa olsun fark etmez çünkü sorumsuz yaşıyorsun.

    -Hiç de bile. İnsan birazcık da olsa, bazı şeyleri dengeleyebilmelidir. Mesela bu adam dün gece büyük bir viski aldı her zamanki gibi ancak şu an cebinde bir dürüm yiyecek parası yok. Saçma değil mi bu? Nietzsche ve Furkan bir cevap veremeyince devam etti Mehmet: Ben bunun babasının yerinde olsam beş kuruş para göndermem. Vallahi billahi.

    Niye ulan aç mı kalalım? Yaban ellerde, dedi Furkan.

    -Yok oğlum ciddi söylüyorum. İnsan biraz sorumluluk sahibi olmalı, biraz ayaklarının üstünde durmalı. Bak şimdi dediğim gibi; cebinde dürüm yiyecek paran yok. Sersefil ortalarda geziyorsun. Ha o kadar yiğit bir adam da değilsin ki babanı arayasın.

    Tam marketin önündeydiler ki Furkan aniden durdu:

    -Vallahi yemiyor, dedi. En son yanınızda aradığımda görmediniz mi?

    O sahneyi hatırlayan Mehmet ve Nietzsche gülmeye başladılar. Markete girip hemen bir makarna alıp çıktılar. Ev yolunda muhabbet yine başladı. Hiç acele etmiyorlar, sallana sallana, güle güle yürüyorlardı. Furkan bir anda gülme krizine girdi, kendine geldikten sonra,

    -Hakikaten lan, dedi. En son babamı aradığımda bana kırk beş dakika boyunca küfretti, içini döktükten sonra telefonu yüzüme kapadı. Ama canım annem sağ olsun, yolsuz bırakmadı beni.

    -I ıh senden adam olmaz, dedi Mehmet.

    -Bana söyleyene bak? Ulan her gün iddia bayilerindesin be.

    -Evet, olabilir. Ama büyük vurgunun peşindeyim oğlum ben. Hem sen kendini niye benle bir tutuyorsun ki? Yazları gidip restoranlarda çalışıyorum. Kan ter içinde senin gibi ayyaşların kahrını çekiyorum. Emekçiyiz oğlum biz; senin gibi baba parası yiyen züppelerden değiliz.

    Atışmalar eve kadar devam etti. Stüdyo tarzı bir evde yaşıyorlardı ki üniversite çevresindeki evler genellikle bu tür evlerdi. Küçücük bir salonları vardı ve gelip gidenleri çok olduğu için bazen oturacak yer bulamaz, sıkışırlardı. Salondaki koltuğu kaldırmışlardı ve en azından alan biraz genişlemişti. Koltuk yerine, çarşıdan ucuz minderler alıp sermişler, bu görünümüyle küçücük salon, şark köşesine benziyordu. Artık muhabbet baydığı için Mehmet, kendini minderin üstüne attı ve bilgisayarını açtı. Yarın için ders çalışmalıydı. Ders derken yarın yapacağı kupon üzerine çalışmalıydı yani. Furkan ve Nietzsche de oturunca açlığı aklına geldi, gülerek onlara baktı:

    -Yemek sırası kimdeyse onu sahneye alalım lütfen, dedi.

    Öğrenci evlerinde yemek yapma sırası bir zorunluluktur. Eğer böyle bir kural olmazsa; bir süre sonra işler çığırından çıkar. Ev arkadaşlığı başkadır, her kes sorumluluk almalıdır. Zaten öğrenciler tembeldir ev işlerinde. Abartısız bir sofranın bile bir kaç gün yerde kaldığı olur, değil ki yemek yapmak! Bu büyük bir yüktür.

    -Dün bendeydi, dedi Furkan.

    -O zaman sıra Nietzsche’de, dedi Mehmet. Evet, yavrukurt, hadi bakalım göster hünerlerini.

    Furkan da ayağa kalktı ve ellerini önünde bağlayarak başladı cümlesine:

    Takdir edersiniz ki, kont Hazretleri, kurallara uymak zorunluluktur; bilirsiniz ki kurallar ev hayatının olmazsa olmazlarındandır. Ve her ne kadar bu tür şeylerle sizleri yormak istemesek de yapacak bir şey yok. Dediğim gibi: Kurallar ev hayatının olmazsa olmazlarındandır.

    Ona kont Hazretleri demesinin nedeni: Umberto Eco’nun ‘Foucault Sarkacı’ kitabıydı. Son zamanlarda bu kitaba fazla kaptırmıştı kendini Nietzsche. Sürekli bu kitaptan bahsediyor, yazarını ağzından düşürmüyordu. Ve gerçekte var olduğu iddia edilen Kont, bu kitapta yer alan bir karakterdi. Her şeyi bilen ve ölmeyen kont! Voltaire böyle diyordu onun için. Ölümsüz Saint Germain kontuydu o. Nietzsche, bazen Furkan ile konuşurken onun gibi erginleşmek ve her şeyi bilmek isterdim, diye hayallere dalardı.

    Nietzsche mutfak tezgâhına doğru ilerledi ve evin kuralına uyarak yemek yapmaya koyuldu. Tencereyi suyla doldurup ocağa koyduktan sonra kahvaltıdan kalan bulaşıkları yıkamaya başladı. Furkan ve Mehmet de evde olmanın rahatlığıyla ayaklarını uzattılar. Her zaman yemek yapan ya da bulaşık yıkayan ev üyesi alaya alınırdı. Bu yüzden Mehmet, kafasını bilgisayardan kaldırdı:

    -Ulan şuraya bak? Koskoca Dostoyevski yemek yapıyor, dedi. Hey gidi dünya hey! Sen o kadar oku, araştır; sonra makarnaya talim…

    Furkan da geri durmadı ve o da oturduğu yerden,

    - Makarnanın sosu biraz fazla olsun, dedi. Bilirsiniz sosu severim. Nietzsche de gülüyor ve alınmıyordu. Hem neşesi yerinde olduğu zaman, o da sataşırdı ev arkadaşlarına.

    -Gerçekten diye devam etti Mehmet. Değerli fikirlerinle neden aydınlatmıyorsun dünyayı? Koskoca dünyanın senin engin fikirlerinden yoksun olmaması lazım bence.

    -Dünya daha benim fikirlerime hazır değil, diye cevapladı Nietzsche.

    -Aman! İyi ki hazır değilmiş. Yazık be insanlara…

    -Mehmetçiğim, dedi Furkan. Belki insanlar bu fikirlere bir gün açık olurlar. Ama sen umutsuz vakasın.

    -Aman uzak dursun. Neyse siz insanları nasıl aydınlatacağınızı düşünün, ben de nasıl zengin olacağımı. Yarın Salı, yani şampiyonlar ligi maçları var ve benim İyi bir kupon yapmam lazım. Hem yeterince zengin olursam, Nietzsche’nin dünyayı aydınlatması için ona sponsor olurum.

    -Evet ya, dedi Furkan. Yarın şampiyonlar ligi maçları vardı. Neyse heyecan yaşamak için ben de bir kupon yapayım bari.

    -Siz aydın insanlarsınız oğlum. Böyle şeylerden uzak durmanız gerekir. Sizin gibi insanların topluma örnek olması gerekirken; boş işlerle kafanızı yormayın. Hem zaten bu tür işler, ayak takımının boş uğraşlarıdır.

    -Dostoyevski de kumarbazdı, dedi Nietzsche. Ve durun bununla ilgili bir şey anlatayım size.

    -Eyvah! Dedi Mehmet.

    Nietzsche gülümsüyordu çünkü Mehmet’in buna benzer bir cevap vereceğini biliyordu. Yemekle uğraşıyordu ki bir anda arkadaşlarına döndü, özellikle Mehmet’e bakıyordu:

    -Aşırı bir kumarbazdı. O kadar borçluydu ki alacaklılarından sürekli kaçıyordu. Hatta karısının eşyalarını çalıp kumara yatırmışlığı olmuştur.

    -Çok hayırlı bir kocaymış, dedi Mehmet. Neyse bu yemek nasıl oldu ya? Alt tarafı bir makarna…

    -Az kaldı. Siz sofrayı kurun.

    Bu söz üzerine Mehmet ve Furkan birbirlerine baktılar. Şimdi kim kalkacaktı? Furkan mahsustan gözlerini kapadı, bunu anlayan Mehmet ayağa kaktı çünkü en çok acıkan kendisiydi. Sonuçta bu kadar zor bir iş aradan çıkmıştı. Evet, bu evde sofra kurmak, yani iki tane gazete parçası sermek çok zor bir işti. Nietzsche, tabaklara makarna doldurdu ve bir tane kuru soğan da kesti. Artık mükemmel akşam yemeği hazırdı. Furkan çatalı batırdı, sonra somurttu:

    -Ulan kuru kuru gitmiyor ki, en azından salata olsaydı, diye şikâyet etti.

    Onun bu sitemiyle önce Nietzsche’ye bakan Mehmet, ağzındaki lokmayı sindirdi; sonra alaycı bakışlarını Furkan’a yöneltti:

    -Affedersiniz beyim, dedi. Biz de burada kuzu çevirmek isterdik ama her gün ye, ye artık bıktık. La ilahe illallah ya! Biz adama dolapta bir şey yok diyoruz, o daha salata olsaydı diyor. Para yok oğlum, para, para... Zaten bankadan arıyorlar her gün. Kredi kartı borcumu ödemiyorum kaç aydır.

    -Tamam, yarın zengin olacaksın, diye Mehmet’in yüreğine su serpti Nietzsche.

    -Hay ağzını öpeyim, diye bağırdı Mehmet.

    -Hayalle yaşayanı, diye araya girdi Furkan.

    Elindeki çatalı Furkan’a doğru sallayan Mehmet:

    Göreceksin oğlum; bir gün bu iddiadan köşeyi döneceğim, diye bağırdı tekrar. Ve seni de tanımayacağım.

    Biraz gülüşmeden sonra sessiz sedasız yemeklerini yediler. Parasızlık yüzünden öğlen yemeği yiyemedikleri için çok acıkmışlardı. Gerçi bu evde kahvaltı saat ikide yapılırdı ama besleyici şeyler yiyememişlerdi. Kahvaltı mönüsü sadece peynir ve zeytindi. Yemekten sonra iyice şiştikleri için bir köşeye çekildiler. Üçünün de aklından aynı şey geçiyordu: Şimdi kim çay yapacak? Öğrenci milletinin başının belası olan üşengeçlik, bir türlü gitmiyordu. İlk söze başlayan Mehmet oldu:

    -Bir çay içeydik iyiydi, diye yokladı. Her zamanki gibi yan uzanmıştı.

    -Aynen kardeşim, dedi Furkan. Hayrına yaparsan içeriz.

    -Oğlum hep ben yapıyorum be. Bir kere de kalksanız ne olur yani?

    Bu soruya yanıt alamayınca Mehmet, ayağa kalkmaya karar verdi. Çayı en çok seven kendisiydi. Her ne kadar ayağa kalkmak zor olsa da kalktı. Çayı öyle sıradan bir şekilde yapmazdı, ilgilenirdi. Üstteki demliğin içine başta çay atacaksın ki, iyice demini alacak. Çayın ayarını da iyi tutturacaksın, diye bazen arkadaşlarına taktik verirdi. Çay istediği gibi olmadığı zamanlar bardağını şöyle bir havayı kaldırır, hiç olmamış. derdi.

    Çay hazır olduğunda her şey yine normale döndü. İçerken muhabbete daldılar. Konu konuyu açıyordu. Bugün gördükleri kızlardan, geçmiş yaşantılarından, gelecekteki beklentilerinden… Monoton konular devam ediyordu. Mehmet boş durmuyor, ara sıra bu maç ne olur? Şu maç ne olur? diye soruyordu. Ev arkadaşları da olumlu ya da olumsuz görüşlerini belirtiyorlardı. Ve tam bir maçı oynayacağım derken; olumsuz bir fikir karşısında tereddüde düşüyordu. Sonra tekrar bilgisayara dalıyor, ilgisini çeken yerlerde konuya dâhil oluyordu. Değişik bir geceydi; normalde evde kırk kişinin oturuyor olması gerekirken -ki hepsi de erkek olurdu- hiç kimse kapıyı çalmamıştı. Bu uzun gecelerde küçücük salona zorla sığarlar ve sabaha kadar muhabbet ederlerdi. Konular hep aynı olurdu; ya kızlar, ya futbol ya da olmazsa olmazlardan biri siyaset… Tarih bölümünde okudukları için bazen bu konulara da girerlerdi. Ama Tarih siyasetle bağlantılı bir bölüm olduğu için bir süre sonra konu siyasete gelir ve kavga başlardı.

    Furkan, bir film izlemeyi teklif etti. Nietzsche yeşil ışık yaksa da Mehmet oralı olmadı. O yarın yapacağı kupon için çalışmalıydı. Israrlar artınca,

    -Yok ya, dedi. Ben izlemem. Sırf şu listeye girdi diye, adı neydi! Neyse açacaksınız saçma sapan bir film, sonra ben izlerken uyuyacağım. I ıh olmaz siz izleyin, ben odama geçiyorum.

    -Otur şuraya ya, dedi Furkan. Oğlum arada bir film izle bari gelişimine katkısı olur. Böyle davar gibi yaşamak nereye kadar?

    -Siz izleyin oğlum. Hem ben daha analiz yapacağım.

    Furkan bir of çekti ve Nietzsche’ye baktı:

    -Cahil geldi, cahil gidiyor, dedi. Sonra Mehmet’e baktı: Kitap okumuyorsun bari arada bir film izle be adam, diye devam etti. Herhangi bir konu açıldığında mangalda kül bırakmıyorsun.

    Mehmet hiç oralı olmadı ve bilgisayarını alıp odasına doğru hareketlendi,

    -Çağrı’yı izleyin, dedi aniden. Bedrin aslanları ancak bu kadar korkusuz olabilirdi. Mehmet Akif’den alıntı yapmıştı. Sonra acaba doğru mu söyledim? diye düşündü.

    -Furkan, bence ‘Big Lebovski’yi izleyelim, dedi gülerek.

    -Tam sana göre film, diye karşılık verdi Nietzsche. Bir insan bu kadar rahat olur!

    Yok, Jack izlemediğimiz değişik bir film olsun.

    -O zaman yandın, dedi Mehmet. Tercihi Dostoyevski’ye bırakma sakın.

    -Oğlum tercihi ben yapmıyorum zaten, diye itiraz etti Nietzsche. İmdb top 250 film listesinden seçiyoruz. Yani dünyanın en iyi 250 filmi.

    -Ve bu listeyi bitirmeye çalışıyoruz, diye araya girdi Furkan. Artık hangisi denk gelirse! Ve sana 12 Kızgın Adam filmi denk geldiyse Biz ne yapalım?

    -Of! Hiç hatırlatma… Arkadaş bir film sonuna kadar bir odada geçer mi? filmin sonuna kadar boş boş konuştular.

    -Ama sen Leonardo Di Caprio’nun oynadığı Departed filmini de beğenmedin, dedi Nietzsche. Oysa film çok hareketliydi.

    Of be! Dedi Furkan. Gerçekten çok kaliteli bir filmdi. Listeye girmeyi hak etmiş. Tabi bu at kafası alt yazıyı takip edemediği için…

    -Demek ki saçma sapan bir filmmiş işte, dedi Mehmet. Daha fazla uzatmak istemediğinden odasına daldı.

    Furkan bilgisayarı önüne alıp önce imdb listesini açtı. İlk yüz filme şöyle bir göz attı ki çoğunu izlemişti. Sonra orta sıralara geldi. İzlemediği bir film gözüne çarpınca,

    -Ha buldum, dedi. Bunu izleyelim. Filmin adı: Yedinci Mühür

    -Bu bir tesadüf mü? diye sordu Nietzsche. Furkan ona bakınca devam etti: Benim kafam bu tür filmleri kaldırmıyor bazen. Bu film insanı o kadar derinlere itiyor ki etkisinden zor kurtuluyorsun.

    -Ortam sessizleşti Jack. Bırak da bu gece mistisizmin dibine vuralım. Sen bensen ben sensem… Gülerek ayağa kalktı Furkan ve dolaptan bir şişe viski çıkardı. Yarısından fazlası duruyordu. İki bardak aldı, Jack Daniels marka viskiyi yere vurdu: Hadi başlayalım, dedi.

    Nietzsche ise tabakası elinde tütün sarıyordu. Furkan, Nietzsche’nin bu film hakkında yaptığı yoruma takıldı. Ve Tanrıyı arayan şövalyenin çaresizce kıvrandığı sahneyi izleyince etkilendi. Gerçekten çok mistik bir film, diye düşünüyor ve sigara üstüne sigara yakıyordu. Nietzsche de öyleydi. Filmin sonunda tabakada tütün ve şişede viski bitmişti.

    -Çok kaliteli bir film izledim, dedi Furkan.

    Kafalar dumanlıydı ve felsefe konuşmaya başlayacaklardı ki Nietzsche:

    -Zavallı adam, diye başladı. Yaratıcıyı bulmak için çırpınıyor ama o ne yapıyor? Bu çağrılara cevap vermiyor çünkü gökyüzünü kibir kaplamış…

    -Arayış içinde olmak, diye mırıldandı Furkan. Sırtını yastığa dayamış, zorla konuşuyordu.

    Büyük bir hevesle içini dökmek istedi Nietzsche:

    -Dünyadaki en büyük iki dertten biridir Tanrıyı aramak…

    -Peki diğeri ne?

    -Diğeri… Diğeri yani dünyadaki en büyük acı; ne evlat acısı ne de amansız bir hastalıktır. Ve ne de savaştan kaçan bir mültecinin çektiği zorluklardır. Dünyadaki en büyük acı; Napolyon olmaya çalışan Raskolnikov’un çaresizliğidir. Çünkü hırslısındır, içinde volkanlar patlıyordur… Ama hiçbir şey yapamıyorsun.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1