Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Hınç
Hınç
Hınç
Ebook346 pages3 hours

Hınç

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Kendilerini kandıran ve büyük borca sokan bir tefeciden, iki arkadaşın intikam almak için yaptıkları anlatılıyor.

LanguageTürkçe
Release dateOct 14, 2023
ISBN9786258196856
Hınç

Related to Hınç

Titles in the series (12)

View More

Related ebooks

Related categories

Reviews for Hınç

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Hınç - Ayşe Hümeyra Eken

    Yayına Hazırlayan

    Ayşe Hümeyra Eken

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1986 Mezunu. Serbest Avukat olarak çalışıyor. Aynı zamanda T.C. Kültür Bakanlığı Tezhip Sanatçısı.

    Ruşen Eşref'in Geçmiş Günler, Gümüşhanevi Şişmanlığa Mahsus Hıfsısıhha gibi Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. Emine Semiyye’nin Bikes Hiss-i Rekabet Gayya Kuyusu Terbiye-i Etfale Dair Üç Hikâye Muallime Sefalet isimli eserlerini yayına hazırladı. Emir Çoban Kızları serinin altıncı kitabıdır. Yesarizade Mahmut Esat’ın romanlarını da Osmanlı Türkçesinden çalışarak, günümüz Türkçesine uyarlayarak yazmıştır.

    Osmanlı Deniz Savaşları-Barbaroslar kitabının editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Dünya Turu Günlükleri isimli bir seyahat anı kitabı da vardır.

    - 1 -

    - Param yok…

    - Bul!

    - Nereden?

    Genç kadın; çal, çırp, başını taştan taşa vur, öl, öldür, nereden bulabilirsen, para bul, yoksa sen bilirsin! Diyen açık, kati bir açıklıkla dudaklarını büktü, hiddetli hiddetli omuzlarını silkti.

    Sırrı Sezai, bu ültimatomu, haftalardan beri bekliyordu. Annesinden kalan mirasın son kırıntılarını da ucuz pahalı demeyip mezada çıkardığı gün, Şaika’yı kaybettiğini anlamıştı.

    Babası büsbütün yüzünü çevirmişti; son müracaatında da cevabı dayatmıştı:

    - Annenden az para kalmadı… Gençtir, elbette bir gün aklını başına alır, diyor, seyrediyordum. Senin eline geçen paranın onda birini kazanmak için bütün ömrünü sarf eden ve sonra da yarı aç ölen nice gençler var… Hem de nasıl gençler? Senden çok akıllı, çok malumatlı çocuklar… Eğer sana sarf olunan para, öylelerin tahsillerine, terbiyelerine sarf olunmuş olsaydı memleket ne istifadeler etmezdi!... Avrupa’ya gideceğim, dedin, gittin. Senelerce gezdin, tozdun. Filan mektebe girdim, filan yere devam ediyorum, diyordun. Ben hep bu yalanlara inanmış göründüm. Bak yalanlara diyordum ve bunu da şimdiye kadar sana, yüzlememiştim. Avrupa’daki dostlarıma, ahbaplarıma yazıyordum, onlar, seni adım adım takip ediyorlar. Yaptıklarını bana bildiriyorlardı… Annenin mirası, yavaş yavaş suyunu çekmeye başlayınca İstanbul’a geldin. Hisseli, çekişmeli olduğu için satılamayan, adam olana, pek ala sermaye olurdu. Sen, onları da kemali afiyetle yedin. Çünkü bana güveniyordun… Çok aldandın, yavrum, bu senin için bir imtihandı. Maalesef bu imtihanda pek fena numara aldın. Artık bana güvenme, ümidini kes… Evladımsın, seni ret etmiyorum. Bundan sonra evime gelir, yer, içer, yatarsın. Sana bir miktar cep harçlığı da veririm, o kadar… Yine talihli imişsin, bunu bulamayanlar, sürünenler de var.

    Sırrı Sezai babasına cevap vermemişti. Fakat, onun teklif ettiği hayat, bir nevi ölüm demekti. Sezai Namık Bey, kararından şaşmaz mantıklı iradesi var, iradesi mantığı kadar kuvvetli bir adamdı:

    - Burnun sürtünsün, biraz… Burnun sürtünsün… Mahrumiyet nedir, öğren! Herkes, ne çekiyor, anla! Diyordu.

    Lakin Sırrı Sezai, bunları öğrenecek, anlayacak halde değildi. Babasının nasihatine, daha doğrusu tehdidine rağmen Şaika’dan ayrılmamak, son dakikaya kadar tutunmak, bir günü bile kâr sayarak, onunla beraber yaşamak istiyordu.

    Hakikati Şaika’dan saklamıştı. Şayet o, işin iç yüzünün fecaatini bilmiş, hissetmiş olsa, bir saniye durmaz, yangından kaçar gibi kaçardı.

    Sırrı Sezai, onları yeni mi öğreniyordu?

    Genç kadın, aşkının geçici bir buhran geçirdiği zannını güdüyor, onun parasızlıktan şikayetini biraz da israftan kaçınmak, tasarruf etmek endişelerine dayandırıyordu.

    Sırrı Sezai, Şaika’yı, bir kadının, bilhassa o cins bir kadının avutulabileceği kadar avutmuştu.

    Şaika, ayak ayak üstüne atmış, kollarını da dizlerinden geçirmiş, sallana sallana, müstehzi bir tebessümle bakıyordu:

    - Paran var, Sarı… Aklın sıra siyaset yapıyorsun, bak gözlerimin içine… Bende inanacak göz var mı?

    Sırrı Sezai, bağıracak, isyan edecekti, lakin sinirlerine hakim olmak, onun için hayati bir zaruretti. Esasında Şaika’yı seviyordu, hatta fazla tutkundu. Fakat bu sevgiden, tutkudan daha kuvvetli, daha amansız bir tehlike karşısında idi. Genç kadın, aşkının iflas ettiğini dakika kaybetmeden etrafa yayacaktı.

    Bu hücum, tecrübe kastıyla olduğu için evvela mühim bir şekilde başlayacaktı. Eğer bu tecrübe, kof çıkarsa, Şaika tekrar ona dönme imkanını bulurdu. Şayet, bir de tahakkuk ediyorsa, Sarı Sezai’nin aleyhine yürüyeceklerin en başına o geçer, en azılılardan biri o olurdu.

    Sırrı Sezai, Şaika’nın atıp tutmalarından, şirretliklerinden ziyade alacaklıların hücumundan korkuyordu.

    Oturdukları apartmanın eşyaları rehindi; senetli, senetsiz, uçan kuşa borçlandı. Ayağındaki pantolonu, sırtındaki gömleği bırakacakları bile şüpheliydi. Rehinler, borçların onda birini ödemeyecekti.

    Alacaklıların son bir ümitleri vardı, nihayet Sezai Namık Bey’e müracaat ederlerdi, Sezai Namık Bey, tabii bu borçlardan birini tanımayacaktı, o zaman alacaklılar derhal hapis kararı alacaklardı.

    İşte o vakit, Sarı Sezai için felaketti, çünkü babası, hiç tereddüt etmeyecek, onu evlatlıktan ret, mirasından mahrum edecekti. Bu, gelecekteki ümitleri de mahvedecekti.

    Sırrı Sezai, Şaika’nın bir tavrını gözden kaçırmıyordu. Bugün niye bu kadar sakindi?... Niye her zamanki gibi bağırmıyor, çiçeklikleri, çerçeveli fotoğrafları, cigara tablalarını yere atıp kırmıyor, niye ter ter tepinip ağlamıyor, niçin mendilini dişleriyle çeke çeke koparıp yırtmıyor, neden düşüp bayılmıyordu?

    Acaba tabiatı mı değişmişti?... Acaba, bu sükun, ne hazırlıyordu?... Bir fırtına başlangıcı mı, yoksa bir karar neticesi miydi?

    Sırrı Sezai, genç kadına yaklaştı, boynunu büktü:

    - Şaika, sana yalan mı söyleyeceğim param yok…

    - Sen, istersen bulursun.

    - Ben karun değilim… Bunu, toplu para bulmak kolay mı sanıyorsun?

    Şaika, söylediği miktarın ehemmiyetsiz olduğunu dudaklarını büzmekle anlatmak istiyordu:

    - Ben, milyon istemiyorum ki… Üç yüz lira…

    - Üç yüz lira, az para mı Şaika?

    - Evvelce, hiç böyle söylemiyordun.

    - Varlığa darlık olmaz, yavrum… Deve bir akçeye, deve bin akçeye…

    Şaika, başını geriye iterek, kahkahalarla güldü:

    - Aman, neler de öğrenmişsin…

    Başını doğrulttu, bir dakika evvel gülen sanki o değilmiş gibi bağırdı:

    - Ben senden para istiyorum, hüküm veren sözler, nasihatler istemiyorum… Babandan al…

    - Babamla aramın açık olduğunu biliyorsun, sana hiç söylemedim, hakkın var.

    - Öze bakalım, ne dereceye kadar doğru!..

    - Fazla ileri gidiyorsun.

    - Bunun ilerisi gerisi yok, Sırrı… Ben, senin bildiğin kadınlardan değilim. Gizli halayık bozuntuları, besleme eskileri ile düşüp kalktığın için her kadını da onlar gibi sanıyorsun. Hem şık, zarif, genç, güzel, güzel metresiniz olsun istiyorsunuz, hem de işin ucu keseye dokundu mu yan çizmeye kalkar, kaçamak yolları arasınız. Senin nasihatlerine karşı, ben de sana bir nasihat vereyim, deveci ile ahbap olan, kapısını büyük açar. Anladın mı, küçük beyim?

    Hiddetinden boynunun damarları şişip, yüzü alevli bir kırmızılık alan Sırrı Sezai, dişlerini sıkıyordu:

    -Olduğu vakit, yok mu dedim!... Senden ne zaman para esirgedim… Ne istedin de almadım?... Hangi hevesin geri kaldı?... Hangi arzun yerine gelmedi?...

    Şaika, kollarını dizlerinden çekti; yüzü bir heykeltıraşın istediği manayı veremediği için asabiyetinden bozuverdiği tecrübe çamuru gibi, bir çok manayı birden ifade eden kırışıklarla büzüştü:

    - Teşekkür ederim… Ben de bu cevabı bekliyordum. Cömertliklerini ve insanlıklarınızı başıma kakacağınızdan emindim.

    Genç kadın, ayağa kalkınca, Sırrı Sezai oturuvermişti.

    Şaika, kapıya doğru yürüdü, kilidi sükunetle çevirdi ve ağır, sakin adımlarla odadan çıktı.

    Sırrı Sezai, hiç hareket etmiyordu. Şaika’nın neye karar verdiğini, ne yapacağını bilmiyordu. Bilse de mani olmak elinde miydi? Onu ne ile ikna edecekti? Ne teminat gösterecekti?

    Yerinden kımıldamıyordu. Dakikalar geçti, bir kapının açıldığını duydu, sofada peyda olan ayak sesleri, girişin taşlığına doğru uzandı ve apartmanın kapısı, kuru bir takırtı ile kapandı.

    Giden, Şaika idi.

    Sırrı Sezai de bunu ümit etmişti. Yalnız, genç kadın, acaba Sezai’nin elinde para olsaydı, onu çevirmenin yolu vardı… Fakat olmayınca?...

    Odada fazla duramadı. Şaika, belki bir mektup, bir kağıt bırakmıştı. Neden böyle bir hayale kapıldığının kendisi de pek farkında değildi.

    Yatak odasının açık kapısından baktı; gardırobun alt çekmeleri çekilerek yere konulmuştu. Karyolanın ayak ucundan perişan bir bluz sarkıyordu. Komodinin üst gözü yarı açıktı. Pencerenin önündeki şezlongun üstünde bir iskarpin teki, kurdelası kopmuş bir şapka, buruşuk bir etek duruyordu. Çorap tekleri, yakaya iliştirilen yapma çiçekler, moda iskarpinleri, boş bir pudra kutusu, eski bir el çantası, halının, seccadelerin üzerlerine atılmıştı.

    Sırrı Sezai, yerlerde sürünen şeyleri ayaklarıyla iterek yürüdü, komodine yaklaşmıştı, yatağı aradı, çekmeleri karıştırdı, bakmadığı, araştırmadığı yer kalmadı; ne bir mektup vardı, ne de ufak bir kağıt parçası!...

    Şaika, bütün eşyasını alıp gitmemişti. Bu Sırrı Sezai’yi biraz ümitlendirdi. Tecrübe ile biliyordu ki bir daha dönmemek fikrinde olanlar, nesi var, nesi yoksa toplayıp, bavula koyup bir çöpünü bırakmadan gidiyorlardı.

    Bu cihet, onu memnun edecekti, bilakis mahzun, müteessir etti. Zira ikinci bir kavgaya, daha yerinde tabiriyle ikinci bir hakarete hazırlanmak lazım geliyordu. Ve bu, hakiki, son olacaktı!

    Son olmayabilirdi… Elinde, oynayacağı bir koz kalmıştı. Babası, zengindi. Hem de bütün zanlardan, tahminlerden çok zengindi. Çünkü müsrif değildi. Hatta hiç para sarf etmezdi, sarf etmeye de korkardı. İsrafı, sefahati için oğlundan yüz çevirmemiş miydi?

    Bu servet, gün geçtikçe biri iki edilen bu sermaye, önünde sonunda Sırrı Sezai’nin olmayacak mıydı? Babası sağken, bundan istifade edemez miydi? Sezai Namık Bey haber almadıktan, hissetmedikten sonra öyle imkanı vardı ki.

    Bu, nazik meseleyi kime açabilirdi? Her faizciye emniyet caiz değildi… İşi üzerine alacak tefeci hem cesaretli, hem ehil olmalıydı!

    Bu çok tehlikeli bir teşebbüstü. Babası duyarsa derhal mirasından mahrum ederdi. Lakin yürüdüğü yolun sonu da, er geç oraya çıkmıyor muydu?

    Birinde akıbet yakındı, hiç ümit yoktu. Öbüründe, iyi idare edilirse, bir ümit vardı.

    Ümit, hafif te olsa, yine ümittir!..

    - 2 -

    Kapıcı Marko, birinci kat merdiveninin üst sahanlığından sarkan, buruşuk çilli yüzlü, uzun boylu, dal gibi, kuru bir kadınla konuşurken, kolundan çekildiğini duyarak sıçradı:

    - Kulaklarına iyi söz giriyor doğrusu…

    Marko kekeledi:

    - Buyursunlar, efendim.

    Yarım parmak kalınlığındaki yuvarlak camların arkasından maviliği büsbütün solmuş çipil gözlerini kırpıştıran İzidor Barzilay Efendi, yumruğunu şiddetle tırabzana vurdu ve bu hareketle kayan sol koltuğundaki şişkin çantasını acele acele düzeltti:

    - Seni buraya çene yatıştırsın diye mi koyduk? Kapının önü boş bırakılır mı?

    Marko, elini uzatarak kapıyı gösterdi.

    - İşte kapı… Uzakta mıyım?

    İzidor Barzilay, kesik mi, uzamaz tıraş mı belli olmayan beyaz bıyıklarını, sinirli sinirli kaşıdı:

    - iyi ama, arkan kapıya dönük… Paspas aşırırlar.

    - Ölü değilim, sağır da hiç. Duymaz olur muyum?

    İzidor, topuğunu yere vurdu:

    - Ölüsün de, sağırsın da…

    Homurdana homurdana yürüdü, havı dökük pardösüsünün torba gibi sarkan uçlarını sürüyerek merdivenden çıktı.

    Birinci kat merdivenin sahanlığından eğilip kapıcı ile konuşan zayıf, kuru kadın, hoşnutsuz bir tavırla İzidor Barzilay’ı selamladı.

    Barzilay, kısa bir baş sallamakla mukabele etti:

    - Madam, kirayı yine tamam bir hafta geciktirdiniz.

    Kadın, yüzünün rengi bütün bütün uçarak:

    - Kocan daha gelmedi, dedi.

    - Samuel Efendi’yi mi bekleyeceğiz? Dinlemem artık… Ayın on beşine kadar beklerim. Her gün ellişer kuruştan on beş günlük te ayrı isterim. Kontratta yazılı… Başka söz yok… Kanunen müracaat ederim, iyi biliniz… İcraya verir, eşyalarınızı kapı dışarı atarım!

    Fazla söylemedi, mutad telaşla ikinci kata tırmandı ve her sahanlıkta biraz durup nefes alarak yedinci kata çıktı.

    Nihayet kendi dairesinin önünde durdu, karanlık sofada, sanki ferah, açıklık uzun, geniş bir nefes aldı. Cebinden çıkardığı anahtarı, ihtiyatla kilide soktu, ağır ağır çevirerek kapıyı gürültüsüzce açtı, yavaş sesle, hizmetçiyi çağırdı:

    - Sarina… Sarina…

    Onun ihtiyatını gören, eve gizli, fena bir maksatla giriyor, yahut girmekten korkuyor sanıyordu.

    Sarina görünmemişti, her halde duymamış olacaktı. İzidor Barzilay, kapıyı araladı, elini ağzına siper ederek, kısık kısık bağırdı:

    - Sarina… Sarina…

    Sarina, mutfaktan çıkmıştı. Karanlık koridorun elektriğini yaktı, uyuşmuş ayaklarını sürüyerek koştu:

    - Ne var Mösyö_

    İzidor Barzilay, tokat vuracakmış gibi elini salladı, aynı kısık sesle:

    - Allah belanı versin, yavaş söyle, dedi. Nerelerdesin? İki saattir seni çağırıyorum. Misafir var mı?

    Sarina, başıyla tasdik edince, Barzilay, merakla eğildi:

    - Kimler var:

    Aşçı kadın, koridorun nihayetinde, mutfağa bitişik kapıyı gösterdi:

    - Sizin odada Osman Bey’le Halil Bey var. Misafir odasında da Muammer Sacit Bey’le tanımadığım bir genç bey.

    Sarina, son ismi söyler söylemez Barzilay’ın yüzü, garip renklerle kamaşıvermişti. Kalın camlar arkasındaki gözleri de kıvılcım gibi parlıyordu. Koltuğundaki çantasını sıktı.

    Onun çehresi, tavırları asabiyetten sükunete o kadar çabuk değişiyordu ki hangisinde samimi, hangisinde geçici idi, fark olunmuyordu. Mart havası gibi açmasıyla kapaması bir oluyor, yüzünün hatları, bozuk barometreler gibi yağmur yahut rüzgar dan, latif hava ya dönüveriyordu.

    Pardösüsünün önünü açıp kapaklı, iri altın saatini çıkardı, gözlerine yaklaştırarak:

    - Yarıma beş var. Memur Bey ne vakit geldi?

    Sarina düşündü:

    - Bilmem… Ben, dışarıda idim, Madam söyledi; Mösyö gelirse, haber ver, dedi.

    - Haydi, haydi, sen mutfağa gir…

    Misafir kabulü, Barzilay’ın nazarında çok mühimdi. Gelenlerin birbirleriyle karşılaşmaları elzemdi. Borçluların birbirlerini tanımalarının çok çok mahzurları vardı. İzidorBarzilay, küçük bir dikkatsizlik, tedbirsizlik pozundan ne kaçmaz, kurtulmaz işlerin suya düştüğünü görmüştü. Zaten borçluların ekserisi de tanınmak istemezlerdi.

    Barzilay evde yokken karısı Madam Ester, bu ince noktaları, büyük bir maharetle idare ederdi.

    Müşterinin mevkiine, vesaitine, işin ehemmiyetine göre, kabul merasimi değişirdi. Ufak tefek işler için teşrifat gözetilmez, her gün oturdukları odaya alıverirlerdi.

    Barzilay, Sarina’yı mutfağa gönderdikten sonra düşündü. Muammer Sacit Bey, yabancı değildi. O, istediği saatte apartmana gelir, gider, aralarında teklif, tekellüf yoktu. Ester’in, onu misafir odasına almasında her halde bir sebep olmalıydı. Sarina’nın da, yanında tanımadığım genç bir bey var, demesinden, Barzilay, yeni bir yağlı kuyruk kokusu almıştı.

    Osman Bey’le Halil Bey, daimi müşterilerdendi, niçin geldiklerini de onları görmeden, dertlerini dinlemeden biliyordu. Biri iki aydır, öbürü üç aydır taksitlerini vermemişlerdi, senet değiştirmek istediklerine emindi.

    Lastiklerini çıkardı, pardösüsü sırtında, şapkası başında, hep aynı devam eden telaşıyla, mutfağın yanındaki odaya girdi.

    Bu oda; iki, iki buçuk metre kare, bir kutuya benziyordu. Biri kapıdan girilince sağda nihayetinde, biri tam kapının karşısında iki penceresi vardı. Kapının bitişiğine uzun, dikdörtgen bir soba, sobanın yanına üstü camekanlı bir dolap ve bu dolapla sağdaki pencere arasında yüksek sedirli bir minder konulmuştu. Kapının karşısına tesadüf eden pencerenin yanında bir küçük, kasanın bitişiğinde kapaklı bir yazıhane, odanın ortasında üzeri soluk örtülü bir yuvarlak masa duruyordu.

    Duvarlarda rengi uçuk, çerçeveleri birbirini tutmayan fotoğraflar, el ile işlenmiş gazete klasörü, minyatür takvim, iki, üç gözlü raflar vardı. Raflarda, küçük fil dişinden filler, abanozdan oyma antika fincanlar, küçük gümüş ibrik, boncuk gözü camdan köpek gibi biblolar göze çarpıyordu.

    Yalnız bu eşyaların, nasıl olup ta bu daracık yere istif edilebilmiş olması hayret vericiydi!...

    Barzilay, kapıdan girer girmez, çehresini çatmıştı. Şapkasını çıkardı, şiddetle masanın üzerine attı:

    - Of… Ne yoruldum, ne yoruldum…

    Yüksek sedirli minderin köşesinde, karısı Ester, ucunda kızı Margarita oturmuşlar, sessiz sessiz çorap örüyorlardı. Onun girdiğini görünce, ikisi de başlarını kaldırdılar, gülümsediler, tekrar işlerine daldılar.

    Ester, kısanın uzunu, şişman bir kadındı. Çorap örerken yarı kapalı duran açık mavi gözleri, zaman zaman açılıyor, elindeki şişlerden daha keskin iki sivri iğne ucu gibi odayı dikenleye dikenleye tarıyordu. Saçlarını tepesine topuz yapmış, ensesindeki, şakaklarındaki kısa tüyler taraz tarazdı.

    Margarita, zayıflığından umulmayacak dolgun göğüslü, yuvarlak kalçalı, ayak bilekleri ince mevzun bacaklı, kumral bir kızdı. Hafif cımbızla yolunmuş ince çekik kaşları, çehresine daima bir hayret ifadesi veriyordu. Koyu mavi gözlerinin yegane kusuru, cansız bakışlı olmasıydı.

    Margarita, işinden başını kaldırmıyor, yalnız ellerinin ağır hareket edişinden zihnen başka şeyler düşündüğü his olunuyordu.

    İzidor Barzilay, yazıhanenin sırasındaki duvar boyunca konmuş iki iskemlede suçlu suçlu oturan iki misafirine döndü; yüzü, birden asılmıştı:

    - Osman Efendi, yaptığınız doğru mu hiç düşünmeden yapılan bir iş değil… Bankaya uğruyorum, yoksunuz… Adresinizde aradım, yine bulamadım. Olmaz bu kadarı…

    Osman bey; uzun boylu, esmer yüzlü, karaları deliksiz donuk kara dökmelere benzeyen küçük gözlü, dar omuzlu bir gençti. Tükürüklerini yutarak mırıldandı:

    - İzin almıştım, kayınvalideye gittim.

    İzidor Barzilay, paltosunu çıkarıyordu:

    - Bu ne bitmez izin! Tam üç ay… Yüz yüze geldik mi, canım çekerim oluyoruz… Yapma be arkadaşım, tam üç ay, on yedi gün oluyor…

    Pardösüsünü kapının arkasındaki çiviye asmıştı:

    - Ester, pardösünün iç astarı sökülmüş… Unutma sakın…

    Döndü, Osman Bey’in arkadaşının karşısında dikildi:

    - Yasin Halil Bey, siz de mi izinliydiniz?

    Halil Bey; şakakları hafif ağarmış, tıknaz, yuvarlacık bir adamdı. Cigarasının ucunu ağzında çiğneyerek:

    - Eskişehir’de idim, bu sabah geldim, dedi.

    - Memuriyetle mi?

    - Evet.

    Halil Bey’in, tok bir sesle, hakimane söyleyişi, Barzilay’ı tereddüde düşürdü. Zaten onun borcu da azdı.

    Barzilay, yazıhanesinin önüne oturdu, masanın üzerine bıraktığı çantasını aldı, açtı, bir tomar senet çıkardı, onu da bıraktı, bir başka deste aldı, karıştırdı:

    - Hangi birinizle uğraşayım, kardaş… Vallahi bu işi bırakacağım artık… Bıktım, usandım…

    Saatine baktı:

    - Sabahleyin yedide evden çıktım, saat bire geliyor, daha yemek yemedim… Kimse de insaf yok, merhamet yok… Öleceğim… Bakkallık etmek daha iyi…

    Yüzü buruşuyor, açılıyor, kaşları gözlüğünün kenarlarına dokunuyor, alnının çizgileri sayılamayacak kadar çoğalıyor, bir anda düzleşiyordu:

    - Ayda otuz lira verecektin… Mart taksiti, üç aylık yüzde bir komisyonu ile dört bin yüz kırk altı kuruş eder… Nisan taksiti de, yine yüzde komisyonu ile üç bin altı yüz kırk… Dört gün sonra gelen Mayıs taksiti de yine komisyonu ile üç bin üç yüz on…

    Fakat bu hesapları deftere, senetlerle bakmadan ezbere söylüyordu:

    - Günah bende değil… Bin dört yüz elli altı kuruş yüzde bir komisyon veriyorsun… faiz nizamilerini de daha hesap etmedim.

    Osman Bey, boynunu bükmüş, razı ve mütevekkil dinliyor ve Barzilay’ın faiz nizami faizden bahsedişine için için gülüyordu. Her taksitte kesilen ve sende dahil olan yüzde otuz nizam dışındaki faizin hiç adı yoktu.

    İzidor Barzilay devam etti:

    - Osman Efendi, sizin bankadan şikayetçiyim… Kiminiz hasta olur, kiminiz izin alır… Ne yapacağız Allah aşkına?... Bıktım arkanızda koşmaktan… Yapmayın be kardaşım… İyilik ettik te günaha mı girdik?... Çalışıyorum hep iyiliğiniz için… Para istiyorsunuz, aman diyorsunuz… Ben insanımdır, hovarda adamımdır. Birinizi kırmıyorum… Para bir kere cebinize girdi mi, unutuyorsunuz… Böyle iş olmaz… Olabilir değil… Ayın sonuncu günü parayı vermeli…

    Biraz evvel içinde senetler varken, yavrusunu okşar gibi koltuğunda sıktığı, kilidi kopuk, derisinin pul pul dökük çantayı, şimdi boşaltınca, kolunun bütün kuvvetiyle masaya vuruyordu:

    - Yalnız sizin bankadan on bin liradan fazla isterim… Battım… İşin şakası yok… Vallahi kanunen müracaat edeceğim.

    Osman Bey, buhranın geçmesini bekliyordu. Barzilay, hiddetine, şiddetine rağmen bağıramıyor, yandaki odadan işitilmek ihtimalini düşünerek sesinin temposunu idare ediyordu:

    - E bugün ne kadar vereceksin?

    Müşterilerinin ruhsal durumlarını o kadar iyi öğrenmişti ki, onların geliş saatlerinden, oturuşlarından, duruşlarından vaziyeti derhal kavrıyordu. Osman Bey’den, borcunun hepsini verip vermeyeceğini sormamıştı. Zaten bu, hesabına gelmezdi. Onun için:

    " Vadesi sonunda ödenmediği takdirde geçen zaman için yasal faiziyle beraber ayrıca mahiye yüzde bir komisyon ekleyip yeni senetle başlı başına ayrı borç şekline getirmesi istenilen şeydi.

    Osman Bey, Barzilay’ın sorusuna yutkundu:

    - Beni biliyorsunuz, İzidorcuğum, kaç senedir tanışıyoruz.

    İzidor Barzilay, hemen yumuşamıştı:

    - Bu kadar senedir tanıdığım için icraya vermedim ya…

    - Ne sıkıntı geçirdiğimi bilemezsiniz… Yoksa ben, borcuma sadığımdır… Bizim refika doğurdu.

    Barzilay’ın dudaklarında da iltifatlı bir tebessüm doğuverdi, fakat bu tebessüm, ruhi, hissi bir heyecandan ziyade, çehresini, yaldızlı resmi bir üniforma gibi süslüyordu:

    - Tebrik ederim… Kız mı, oğlan mı?

    - Kız!

    - Allah bağışlasın…

    Madam Ester’in de gözleri açılmıştı:

    - Allah bağışlasın.

    Margarita, yüzü tatlı tatlı kızararak gülümsüyordu. Osman Bey, başını eğerek hepsine ayrı ayrı teşekkür etti ve bu müsait havadan istifade etmek istedi, kımıldandı, ellerini ovuşturdu:

    - Ne masraf gitti bilmezsiniz.

    Madam Ester’le Margarita, lakırdıya karışmadıkları için tabii olarak sükut ediyorlardı. Barzilay’ın da sesi çıkmıyordu. Odada bir müddet, nefes sesleri duyuldu.

    Osman Bey, cesaretle doğruldu:

    - İzidorcuğum, bana biraz para veremez misin?

    Barzilay, yerinden fırladı:

    - Ne diyorsun? Çocuk olma Allah aşkına… On bin doksan yedi kuruş borcun var… Gelecek taksit ayrı… yasal faizi de başka… E, aşk olsun, doğrusu… Vallahi buna şaştım… Üstelik para istiyor… Ne parası be?

    Osman Bey, kabul kabul manasında başını süratle sallıyordu:

    - Biliyorum… Biliyorum… Ayrı senet yaparız.

    - Ayrı senet… Ayrı senet… Ben, senet koleksiyonu yapmıyorum… Nafile, bugün param yok…

    - Yapma İzidorcuğum; vallahi, billahi, bugünlerde çok lazım… Bankadan ikramiye verecekler… Bu sene, aylığıma zam da olacak… Kayın validenin de Kanlıca’da bir evi var, onun yarısını karıma bağışlıyor… Yakında ferahlayacağım, ferahlayacağım

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1