Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Demirci
Demirci
Demirci
Ebook236 pages2 hours

Demirci

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Sakit, güzel bir ülkedir. Akabe Körfezi, Ürdün Nehri ve İskenderiye Üçgenindeki bu ilginç topraklar, tarih boyunca bütün afetlerden uzak kalmıştır. Sakitliler, demiri işler, tarım yaparlardı. Ürdün diyarı ve Hazar kıyılarının asilleri, bilmediklerini öğrenmek için Sakit’e gelirdi çünkü orada şiir, geometri ve tıp bilimi çok ileridir.
Demirci Kani; demiri yumuşatıp şekil vermede ulaşılmaz sırlara sahiptir. Bu sır ona Hz. Davut’tan miras kalmıştır. Demirci kani ve çırakları; Sakit ordusunu ve muhafız birliğini, delinmesi imkânsız kalkanlarla donatmıştır. Mağaralarda özel tekniklerle dövdükleri kılıçlar da olağanüstüdür. Bir darbeyle düşman kılıçlarını paramparça edebilecek kadar güçlüdür. Kani ve çırakları, Sakit için gizli bir kale inşa etmişlerdir. "Sakit’in Kalbi" diye bilinen topraklara inşa edilen kalenin yerini, gücünü ve misyonunu ise kimse bilmemektedir. Dört çelik burcu olan bu kale; dünyanın bütün orduları birleşse de aşılamayacak kadar sağlamdır.
Sakit, tarih boyunca sürekli olarak saldırılara maruz kalır ama bir şekilde kurtulur. Sakit halkı savaşın olmadığı huzurlu günlerin geleceği ve bunun sonsuza kadar süreceğine inanırdı. Bunun öncesinde büyük afetlerin olacağı ve Sakit’ten bir kurtarıcının çıkıp onları kurtaracağı dilden dile dolaşırdı.

LanguageTürkçe
Release dateOct 25, 2020
ISBN9781005920111
Demirci
Author

C. Fırat Büyükçelebi

1970 doğumluyum. Öğretmenim.Edebiyata ilgim daha çok şiir incelemeleri ile başladı. Bu durum sonraları sosyolojik incelemelere dönüştü.Yeryüzü karalarında ‘Örnekleri Kendinden Bir Hareket’in Orta Asya, Moskova ve Uzak Doğu Asya’daki okullarında çalıştım.Evliyim, üç çocuğum var.

Related to Demirci

Related ebooks

Reviews for Demirci

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Demirci - C. Fırat Büyükçelebi

    DEMİRCİ

    C. Fırat Büyükçelebi

    Published by Crab Publishing at Smashwords

    Copyright © 2020 Crab Publishing

    Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, yayınevinin önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz, yayılamaz, bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.

    Bu e-kitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu e-kitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez.

    Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için bir kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın.

    Yazarımızın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.

    Demirci

    C. Fırat Büyükçelebi

    Yayın No: 67

    Roman: 5

    Yayın yönetmeni: Halit Emre Yaman

    Editör: Zehra Azca Erten

    Kapak resmi: Ömer Ersoy

    Kapak tasarımı: Nazende Bahar

    Teknik hazırlık: Yücel Darcan

    Yayın tarihi: 26 Ekim 2020

    E-book ISBN:

    E-posta: crabspublishing@gmail.com

    Twitter: @CrabPublishing

    C. FIRAT BÜYÜKÇELEBİ

    1970 doğumluyum. Öğretmenim.

    Edebiyata ilgim daha çok şiir incelemeleri ile başladı. Bu durum sonraları sosyolojik incelemelere dönüştü.

    Yeryüzü karalarında ‘Örnekleri Kendinden Bir Hareket’in Orta Asya, Moskova ve Uzak Doğu Asya’daki okullarında çalıştım.

    Evliyim, üç çocuğum var.

    Zaman ve mekân;

    Yalnız onun çıraklarının yürüyebileceği bir yola dönüştürüldü.

    - 1 -

    Sakit Medeniyeti

    Sakit medeniyeti yüzyıllar boyunca Prenses Matrud’un ataları tarafından adaletle yönetilmişti. Sakit ülkesinde krallar, kraliçeler ve prensesler ülkenin efendileri gibi değildi. Sakit medeniyetinin kralları, kraliçeleri, prensesleri, valileri ve ordu komutanları halkın hizmetkârı gibi davranır, sade bir vatandaş gibi yaşardı. Yöneticiler kibir ve gururdan arınacak şekilde eğitilirdi.

    Komşu devletler, uzak krallıklar hatta kabileler bu durumu kendi halkları için kötü bir örnek olarak görürlerdi. Güçlü devlet anlayışına aykırı bulur, eleştirir ve Sakit ülkesinin yöneticilerini küçümseyerek alay ederlerdi. Oysa Sakit halkı, adil olan bu yönetim sistemine çok sıkı bağlıydı. Ülkelerini kutsar ve yöneticilerine saygı duyarlardı. Ülkelerinin güçlenmesi ve zenginleşmesi için samimi bir gayretle çalışmaları da bu bağlılığın sonucuydu.

    Demiri işleme sanatı, Sakitliler’e Davud’dan miras kalmıştı.

    Demiri önce yumuşatıp, sonra sertleştirmede eşsiz bir teknikleri vardı. Çeliğe şekil vermek onlar için bir tutkuydu. Ve bu işte çok mahirdiler.

    Bizanslılar Sakit'e çırak gönderir, ustalaşanları sarayda silahçıbaşı olarak çalıştırırlardı. Bizanslılar sonraları bu tekniğin sırrını biraz olsun kullanmanın avantajıyla çok güçlendiler. Bu sanatı taklit ederek silah yapımında oldukça ileri gittiler. Kurdukları büyük imparatorluğun temelindeki bu ayrıntı, tarihçilerin de ortak görüşüydü. Bizanslılar, Sakit ülkesinin sırlarıyla adeta dünyayı parsellemişti. Roma askerlerinin disiplini, silahları ve kalkanları; zaferlerinin en belirgin sebebiydi.

    Evet, Sakitliler demiri yumuşatıp şekil vermede ulaşılmaz sırlara sahipti. Bu sanat onların yaşam tarzı olmuştu.

    Doğu mitolojisinde Sakit; İnsanın ışığa olan aşkı, vuslatı olmayan renk, bayıltıcı ya da diriltici ışık diye bilinirdi.

    Sakit, güzel bir ülkeydi. Akabe Körfezi, Ürdün Nehri ve İskenderiye üçgenindeki bu ilginç topraklar, tarih boyunca bütün afetlerden uzak kalmıştı. Lut, Sedum, Medyen ve Semud kavimlerinin taşkınlıkları onlara bulaşmamıştı. Halkına elçiler gelen diğer kasabalılar gibi ölümü yalanlamadılar. Aç olanları doyururlardı. Az uyur, az konuşur, çok düşünürlerdi. Kadınlara iyi davranır, ağır işlerde çalıştırmazlardı. Sakit’in kadınları çocuk yetiştirmeyi kutsal sayardı. Çocuklar, büyüklerin önünde yürümezdi.

    Gençler çalışırken konuşmaz, kahkahayla gülmezlerdi. Yetimler mutlaka korunurdu. Sakit Ülkesi iki büyük savaş yaşamıştı. İki büyük savaşın ikisinde de yenilmişlerdi. Ama düşmanlar bu topraklardan verim alamadılar.

    Düşman Ankor ülkesi, sebebini anlayamadıkları engellerle karşılaşmıştı. Her iki seferde de büyük kayıplar vermişlerdi. Ankor dışındaki komşu ülkeler Sakit ülkesine sefere çıkmamıştı.

    Sakit’te yaşayanların sayısı on birin katları kadardı. Ne zengin ne de fakirdiler. Demiri işler, tarım yaparlardı. Ürdün diyarı ve Hazar kıyılarının asilleri, bilmediklerini öğrenmek için Sakit’e gelirdi. Şiir, geometri ve tıp bilimi çok ileriydi. Mısırlılar geometriyi Sakitlilerden öğrenmişti. Bu topraklarda sihir, sayı ve şekillerle yapılırdı. Firavunların doktorları ve büyücüleri bu bölgeden seçilirdi. Prensesin veziri Peyrev’den daha iyi geometri, gözleri kör olan büyücü Banut’tan daha iyi tıp bilen olamayacağına inanılırdı. Hastalıkları teşhis etmekte ondan daha güçlüsü yoktu. Dokunduğu ya da kokusunu aldığı insanı mutlaka teşhis ederdi. Neyi var neyi yok, birkaç dakikada sayıp dökebilirdi. Sakitli gençlerin en büyük merakı ve korkusu ise; prensesin kız kardeşi Nagehan’ın büyüleyen güzelliğiydi. Nagehan, esir eden güzelliğe sahipti.

    Ankorlular hariç, şehre gelen yabancılar Sakit’ten memnun ayrılırdı. Tüccarlar, gezginler, doktorlar, hastalar, öğrenciler, bilginler, büyücüler ve casuslar…

    Sakit’te gökkuşağı yağmurdan önce çıkardı. Yeşilin bütün tonlarını taşıyan bitkiler şehri yemyeşil gösteriyordu. Gülün kırmızısından başka kırmızıyı sevmezdi Sakitliler. Bir yeşil, bir de yeşilin tonları… Diğer bütün renkler, çiçekler ve kelebeklerin kanatlarında zaten vardı. Şehri gezmeye gelenler, Nuh Tepesine varınca oturur, saatlerce şehri seyreder ama bu zevke doyamazdı. Nuh Tepesinden şehrin seyrine doyum olmazdı.

    Sakitliler günlerini çalışarak, ümitle ve hep bekledikleri günün geleceği inancıyla geçirirdi.

    - 2 -

    Sakit’te Küçük Kıyamet

    Ay ikiye bölünmemiş, çöle güneş düşmemişti henüz...

    Ve sabaha en yakın olan bir vakitte... Bir çığlık tuttu yeri ve göğü. Bir ışık kapladı gökyüzünü. Loş ve yoğun bu ışık bütün kesafetiyle ufukları sardı. Büyüleyen bir güzellik, harika bir manzara zannedenler yanıldılar. Gökyüzünde yıldızların tamamen kaybolmasından az sonra ise yağmur şiddetli, taşkınlar yıkıcı oldu. Sel olup aktı nehirler. Nereye gideceğini şaşırmış gibi akan sular hangi yöne gitse bir cana değdi. Sanki zaman durmuş, zaman donmuştu. Hava, su, ateş ve toprak anlamını yitirmişti. Sakit’te ışık karanlığa, karanlık yokluğa dönmüştü. Yoksa büyük bir afet miydi bu? Bir deprem miydi? Çünkü sadece yağmur değil, fırtına değildi gelen. Yıldırım düşmesi değil, rüzgâr değildi. Dağları titreten ve yerlerinden söken bu sarsıntı bir deprem değildi. Olan ne ise ansızın olmuştu. Her ne ise bu çığlık; suların yüzünü kopardı o ses!

    Ve Sakit, korkuya bürünmüştü.

    Hamile kadınlar doğurmuş, nehirlerin suları yükselmişti. Ağaçlar ham meyvelerini dökmüştü.

    Hava hem sıcak hem soğuktu. Yaşlıların kalbi durmuş, çocuklar ise bir şey duymamıştı. Başaklar, toprağın altında sararmıştı.

    Artık gece miydi, gündüz müydü belli değildi. Aydınlık karanlığa, karanlık korkuya karışmıştı. Evlerinden fırlayan Sakit halkı nefesleri tükeninceye kadar koşuşup durdu. Bir o yana bir bu yana! Niçin koştuklarını, nereye gittiklerini ve ne aradıklarını da bilmiyorlardı.

    Sakit’in mütevazı sarayı, Nuh Tepesinin eteklerine inşa edilmişti. Yüzyıllardır aynı şekilde ve aynı yerdeydi. Saray, şehir merkezi kurulduktan sonra ve şehirdeki en büyük meydan olan Sütunlu Sahneyi görecek şekilde tasarlanmıştı.

    Sakit sarayı da şiddetle sarsılmış ama yıkılmamıştı. Prenses Matrud’un kendisi, dördü de yüz yaşında olan dört veziri, sarayın hizmetlileri, muhafız alayının asker ve komutanları, büyücüler, ordunun komutanları ve hekimler de olup biteni anlayamamışlardı.

    Şaşkınlıklarını atar atmaz sarayın büyücüleri hışımla dışarı fırladılar. Üç yöne ilerlediler. Bulutlar toprağa sinmişti. Şehre baktılar. Yaprak kımıldamıyordu. Havayı kokladılar ve saraya döndüler. Vezirler, prensesi çevreleyen ateşten çemberin çevresinde dizilmişlerdi. Sanki hepsinin nutku tutulmuştu. Nefes almıyorlardı. Üç büyücüden; gözleri kör olan, asasını da bırakarak prensese yürüdü. Büyücü Banut; zeytinyağıyla ovulmuş, siyah ve parlak saçlarını her zaman omuzlarından sarkıtırdı. Altın sırmalı, siyah elbisesi topuklarını örtecek kadar uzundu. Sarayda; en uzun boylu ve yüzü en beyaz olan oydu. Sanki yüzüne güneş hiç değmemişti. Yirmisinde ya var ya yoktu. Ellerini ve başını dua eder gibi kaldırdı:

    Gökyüzünde ne çok ufuk var öyle! Ateşten değil bu çığlık! Sudan değil bu ses!

    Gün boyu sürüp gitti bu telaş. Güneş, yuvasına döndükten sonra biraz olsun sakinleşti Sakit. Karanlık, biraz olsun örtmüştü olanların üstünü. Çünkü karanlık, gizleyici ve saklayıcıdır. Çünkü karanlık, örtücüdür. Hala aklı başında olanlar, bir yudum su içip dinlenmeye çalıştılar. Gece yarısından sonra ayın etkisi iyice azalmıştı.

    Akrepler kimseyi sokmadı o gece. Kurtlar şehre inmediler. Sabaha kadar ulumadılar. Sokaklarda sadece sarayın tellalları dolaştı. Vezirler meydanda halkla görüşeceklerdi. Bilgi alıp, bilgi vereceklerdi. Tellallar sokaklarda gece boyunca bunu bağırıp, bunu çağırdılar. Sakit halkı sabahı zor etti. Sabahın ilk ışıkları ile şehrin meşhur meydanına ulaştılar. Yürüyebilen herkes şehrin meydanında toplanmıştı. Güneş yuvasından kopunca vezirler de meydanda yerlerini aldılar.

    Sarı saçlı dört vezir de yüz yaşındaydı. İpekten dokunmuş, siyah ve uzun entariler giymişlerdi. Gümüş takılarındaki taşlar zümrüttendi. Meydandaki Sütunlu Sahnenin dört mermer koltuğuna oturdular. Mahşeri bir kalabalık vardı. Mahşeri ve aklı başından gitmiş bir kalabalık! Başları öne eğik bir yığın insan! Gonk vurdu. Sahnedeki muhafızlar, sahneden ayrıldılar. Muhafızların komutanı meydandaki kalabalığa seslendi:

    Prensesimizin dört büyük veziri sizleri dinleyecek! Söyleyin ne gördünüz… Söyleyin ne duydunuz?

    Sonra sahneden inerek kalabalığa doğru yürüdü. Yaşlı, genç, çoluk çocuk demeden, kim ne biliyorsa anlatmalıydı. Mutlaka bir şeyler öğrenmeliydi. Sakit’te ne olmuştu? Faydalı bilgilere ulaşmalıydı. Şehir halkından birileri mutlaka bir şey duymuş, bir şey görmüş olmalıydı! Neler olup bittiğini anlayıp, saraya öyle döneceklerdi.

    Öyle zamanlar olurdu ki, en güçlü ve yetenekli kişiler bile aciz kalırdı. Komutan Misal, kelimenin tam anlamıyla bu acizliği yaşıyordu. Ömründe belki de ilk defa bu kadar çaresiz kalıyordu. Adeta dünya tersine dönmüştü ama ne olup bittiğini anlayamamışlardı. Kim ölüp, kim kalmıştı? Haber alamadılar. Bunca bilgi, bunca tecrübe… Çaresizdiler. Bir kez daha seslendi Komutan Misal:

    Söyleyin ne gördünüz? Söyleyin ne duydunuz?

    Cevap veren olmadı. Uzun bir süre konuşan olmadı. Vezirler ve kalabalık, sessizce birbirlerine bakıp durdular. Aradan ne kadar zaman geçtiğini merak etmedi kimse. Göğün altındakilerin gölgeleri önce kısaldı, sonra uzadı. İkindi güneşi telaşlanıncaya kadar ağzından söz çıkan olmadı.

    Beklemekten usandıkları, sabırların taştığı bir anda kalabalığın ön tarafından bir delikanlı iki adım öne çıktı. Arkasındakiler iki adım geri çekildiler. Onu herkes bilir, kimse tanımazdı. Mağaralarda yaşayan demirci çırakları dışında hiç kimse onun uyuduğunu, konuştuğunu, yediğini veya içtiğini görmemişti. Yemyeşil bir suyun döküldüğü şelalelerin çevresindeki mağaralarda yaşıyordu. Yiyecek ve kömür almak için gelirdi şehre. Güzel kokular sürerdi. Şehirde olup olmadığını, kokusundan bilirlerdi. Hakkında çok şey duymuşlardı. Şehir halkı onu bilir, fakat tanımazdı.

    Sütunlu Sahnedeki herkesi tarifsiz bir merak sardı. Merak ve sessizlik! Sessizlik farklı bir renkteydi şimdi. Heyecan vericiydi sessizlik. Soluk alıp veren ve kalbi atan her Sakitli’yi, heyecan ve merak bürümüştü. Heyecan zamana dokundu.

    Şehirdeki bütün kuşlar Sütunlu Sahnenin çatısına üşüştüler. Kanat sesleri dondu çatıda. Kanat sesleri kutsallaştı şehirde. Sarı saçlı, siyah ipekten entarili vezirler ayağa kalktılar. Delikanlı, başını çevirerek; tüm yüzünü örten uzun saçlarının arasından uzun uzun baktı tanımadıklarına. Yaşlılara, gençlere, çocuklara ve annelerin kucağındaki bebeklere baktı. Sütunlu Sahnenin çatısındaki kuşlara da baktı. İki adım daha geri çekildi kalabalık. Bakışlarını yine ikindi güneşinin şaşkın yüzünde oyaladı epeyce. Sessizlikten emin olana kadar bekledi. Sonra sağ avucunu açtı. Sağ avucunda bir işaret vardı. Bir sırrın işaretiydi bu. Bu sırrı dikkatle vezirlere uzattı. Ve ağzından dökülen sırlı sözlerin etkisinden olsa gerek, güneş titredi, gök yeniden karardı. Yer, yerinden oynadı:

    Bir ışık gördüm. Bir ses duydum… Mağaralar saklıyor o sesi!

    Sakitliler garip ve meraklı bakışlarla izlediler olanları. Neler olup bittiğini anlamadılar. Neler olup bittiğini anlamaya çalışmadan izlediler. Gördüklerinden ve duyduklarından hiçbir şey anlamamışlardı. Sütunlu Sahnede olanlar gerçekten de anlaşılır gibi değildi!

    Komutan Misal, saraya bu bilgiyle döndü. Olanları, saraydakilere aynen olduğu gibi anlatacaktı. Duyduğunu, aynı kelime ve cümlelerle aktaracaktı: Demirci Kani, bir ışık görmüş! Bir ses duymuş! Mağaralar saklıyor o sesi! dedi.

    - 3 -

    Prenses Matrud

    Komşuları ve en büyük düşmanları olan Ankor ülkesi, her fırsatta Sakit’e saldırmaktan büyük keyif alırdı! İrili ufaklı çok seferleri olmuştu. Bu saldırılardan ikisi ise Sakit’i tamamen yok etmek için yapılmıştı. Ankorlular’ın ikinci büyük saldırısında Sakit'le birlikte saraydakiler de büyük bir tehlike atlatmıştı. Prenses Matrud ve kardeşi Nagehan, ölümden ve esir edilmekten son anda kurtulmuştu. Komutan Misal, canı pahasına bir fedakârlıkla onları zor kurtarmıştı. Savaştan sonra Sakit halkı ve saraydakiler yıllarca aç, susuz ama ümitle ve güzel günlerin özlemiyle yaşamışlardı.

    Prenses Matrud titiz ve adil bir insandı. Halkına karşı çok merhametli ve koruyucuydu. Şefkat ve saygıda kusur etmezdi. Acılar içinde yaşıyordu. Ama ülkesi ve insanları için her zorluğa katlanacak kadar asildi. Ankor'un kralı Arkisa, ona çok güçlü bir büyü yapmıştı. Herkesin korktuğu ve çaresi bilinmeyen bu büyü, ateş büyüsüydü. Ateş ülkesi Ankor’un en çirkin büyülerinden olan, ‘Esir eden büyü’ insanların en korktuğu büyülerden biriydi. Bu büyüyü ancak Sodom ve onun torunu Arkisa yapabiliyordu. Bu büyüyü yapabilmek için kin ve nefret duymada zirveye ulaşmış olmak gerekirdi.

    Yüreğinde zerre miktar sevgi, şefkat ve iman olan bir kişi bu büyüyü yapamazdı. Ateş büyüsünün asıl mayası ise isyandı. Sodom; İsrail peygamberlerine önce isyan etmiş, sonra da peygamber katili olmuştu. Sodom; iblisin insandaki tecellisiydi. Torunu Arkisa, elbette ki ondan daha az lanetli olamazdı. Ankor ve Arkisa lanetliydi. Herkes gibi onların kaderleri de önceden belliydi. Zaman denen dairevi oluşta; başlangıç ve son aynı anda çizilmişti. Ankor, olmayacak olanı yaşatmaya çalışıyordu. Gerçeğe karşı geliyor, direniyordu. Zulüm, hırs, intikam ve inatla aksini ispatlamaya çalışıyordu. Arkisa, isyanın ta kendisiydi. Sınırsız bir güç, eşsiz bir saltanat ve ölümsüz bir hayatın peşindeydi. Oysa dedesi Sodom da aynı isyan ve zulümle ölümsüzlüğün peşinde koşmuş, sonra da yok olup gitmişti.

    Arkisa, Prenses Matrud'un yaşadığını öğrendiği gün büyüsünü yenilemişti. Bir an bile beklemeden, bir an bile tereddüt etmeden. Ve yine bir ateş çemberine hapsetti prensesi. Annesi de yıllarca aynı esaretle yaşamıştı.

    Prenses Matrud; ateş çemberinin dışına hiçbir zaman çıkamayacaktı. Orada doğmuştu. Orada ölecekti. Annesi, onu doğurduğu gün ölmüştü. Prenses Matrud’u, Teyzesi Farah büyütmüştü. Prenses konuştuğu zaman ateş harlar, sustuğunda azalırdı. Büyücü Banut hariç; konuştuklarına yüzünü dönmezdi. Sakit Halkı, prensesin güzelliğinden bahsederken şöyle derdi:

    Doğduğunda o kadar güzelmiş ki; güzelliğinden biraz da dolunaya verilmiş.

    Güneye bakan koltuğu topraktan yapılmıştı. Yeryüzünde olmayan taşlardan işlenmiş gerdanlığı, onu diğer büyülerden koruyordu. Başka takısı yoktu. Rengi belli olmayan uzun elbisesi tüm vücudunu örterdi.

    Örülmemiş siyah saçlarını yine siyah bir örtüyle kapatarak, omuzlarından sarkıtırdı. Meryem mi onun soyundan, yoksa o mu Meryem’in soyundan bilemeyiz ama Matrud, Sakit’in en iffetli kadınıydı. Matrud, Sakit’te iffetin timsaliydi.

    Mecbur kalmadıkça geceleri konuşmaz, yemez, içmezdi. Prenses Matrud, gölgenin en kısa olduğu zamanla, gölgenin en uzun olduğu zaman arasında konuşurdu. Dolunaylı gecelerde uyumazdı. Ordusu büyük ve çok güçlü değildi. Ankor ülkesine sefer edecek gücü yoktu belki. Ama ülkesini, Ankor’un askerlerinden ve casuslarından, onların amansız saldırılarından koruyacak kadar cesur ve kahramandı. Yine de endişeliydi. Halk ve saraydakiler de endişeliydi. Anlayamadıkları bir şeyler olmuştu. Ne vezirler ne de büyücüler bilemediler neler olduğunu. Genç bir adamın gördüğü ve duyduğundan başka bilgileri yoktu. Yoksa bu olay da Arkisa’nın bir oyunu muydu? Prenses Matrud endişesinin yanında tedirginlik yaşıyor ve yüreğindeki korkuyu, büyük bir acıyla hissediyordu. Komutan Misal'i kesin bir talimatla görevlendirdi:

    Olanları öğrenin! Abartılı ve eksik olmayan, dosdoğru bilgiler getirin halkıma. Olanları öğrenelim ki yolumuza bakalım!

    - 4 -

    Kani ve Komutan Misal görüşmesi

    Bu bir fermandı. Prenses Matrud görevi ehline vermişti. Komutan Misal kadar istihbarat toplayacak fazla insan yoktu, o adeta bilgi toplamak ve derlemek için yaratılmış, özel yetenekleri olan bir komutandı, işinin ehliydi. Kurtlardan, kuşlardan, vezirlerden, komutanlardan ve krallardan bilgi alırdı. Onun sistemi mükemmeldi. Herhangi bir bilgi; bilmesi gerekli olanlar dışında kimseye verilmezdi. O dönemin sırrı buydu. Komutan Misal güvenilir bir insandı. Sadakatini, en tehlikeli zamanlarda bile ispat

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1