Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Merdivendeki Kadın
Merdivendeki Kadın
Merdivendeki Kadın
Ebook232 pages2 hours

Merdivendeki Kadın

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Bir kadın, bir erkek için her şey olabilir, yeter ki sevildiğini hissetsin…

"Başı eğik, bakışları hüzünlüydü, sanki birileri onu inmeye zorluyor gibiydi, o da boyun eğiyordu. Sanki başta direnmiş, sonra direnme gücünü kaybetmişti. Sanki şefkat görebilmek için boyun eğmek, kadınlığını kullanmak ve özverili davranmak zorundaydı."

Merdivenlerden inen bir kadının resmedildiği bir tablo… Onu ilginç kılan, kadının çırılçıplak olması değil, tavrındaki şiddet ve çekicilik, direniş ve teslimiyet karmaşasıdır… Tablonun sahibi olan işadamı ile yaratıcısı ressam ve bir avukatın yolu bu tabloyla kesişir…

Üç erkek de tablodaki kadına, Irene'ye âşıktır. Üçü de kadını farklı sever: Biri süs bebeği, biri ilham perisi, diğeri de kurtarılmayı bekleyen bir prenses bulur onda.

Ama Irene bunlardan hiçbiri değildir, aslında üç erkeğin de hayatının yenilgisidir… Ve günün birinde tabloyla birlikte ortadan kaybolur. Sırlarını da beraberinde götürür…

Ancak yıllar sonra Avustralya'da küçük bir koyda bir zamanlar kendisine âşık üç erkekle tekrar bir araya gelir.

Artık herkes geçmişiyle yüzleşecek, yarım kalan aşk hikâyesi belki de şimdi tamamlanacaktır.
LanguageTürkçe
Release dateAug 8, 2023
ISBN9786050935875
Merdivendeki Kadın

Related to Merdivendeki Kadın

Related ebooks

Reviews for Merdivendeki Kadın

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Merdivendeki Kadın - Bernhard Schlink

    1

    Kim bilir, belki günün birinde o tabloyu siz de görürsünüz. Uzun süre ortadan kaybolan ve sonra ansızın yeniden ortaya çıkan tabloyu hiç şüphesiz ki bütün müzeler sergilemek isteyecektir. Şunu da unutmamalı ki Karl Schwind hâlâ dünyanın en ünlü ve pahalı ressamı. Yetmiş yaşına girdiği gün, bütün gazetelerde ve televizyon kanallarında karşıma çıktı. Bu yaşlı haliyle onu tanımam biraz zaman almıştı.

    Tabloyu ise görür görmez hatırladım. Galerinin son bölümüne girdiğimde karşıma çıkan tablo, Gundlach’ın salonunun duvarında onu ilk kez gördüğüm günkü kadar etkiledi beni.

    Merdivenden inen bir kadın tablosuydu bu. Kadın sağ ayağıyla alt basağa adım atarken, üst basamaktaki sol ayağıyla bir sonraki adıma hazırlanıyordu. Çırılçıplaktı, teni solgundu, saçları ve edep yerindeki tüyler sarıydı, saçları ışıkta pırıl pırıl parlıyordu. Çıplak, solgun, sarışın kadın, grili-yeşilli arka planda silikleşen merdiven ve duvarla birlikte, resme bakan kişide tüy kadar hafifmiş izlenimi uyandırıyordu. Fakat aynı zamanda uzun bacakları, yuvarlak, dolgun kalçası ve diri göğüsleriyle de tensel ağırlığını ortaya koyuyordu.

    Adım adım tabloya yaklaştım. O günkü kadar çekingendim. O günkü utancımın sebebi, bir gün önce üzerinde kot ve ceketle ofisimdeki koltukta oturan kadının, tabloda karşıma çırılçıplak çıkmış olmasıydı. Bugün ise tablo bana, o günlerde başımdan geçenleri, başımdan geçmesine izin verdiğim ve hemen ardından da zihnimden sildiğim olayları hatırlattığı için utanç duyuyorum.

    Tablonun yanındaki tabelada Merdivendeki Kadın yazıyordu, bir de galeriye kiralık verilmiş olduğu. Küratörü bulup resmi galeriye kimin kiraladığını sordum. Adam bana, bu kişinin ismini vermeye izni olmadığını belirtti. Tablodaki kadını ve tablonun sahibini tanıdığımı, tablonun mülkiyetine ilişkin bir anlaşmazlık çıkacağını peşinen söyleyebileceğimi ifade ettiysem de adam yüzünü buruşturdu ve kiralayan kişinin ismini veremeyeceğini tekrarladı.

    2

    Perşembe öğleden sonra Frankfurt’a dönmek üzere uçak biletim ayarlanmıştı. Sydney’deki duruşmalar çarşamba öğleden önce bittiğine göre biletimi çarşamba günü akşamüzerine aldırabilirdim. Fakat günün geri kalanını botanik parkında geçirmek istiyordum. Öğle yemeğimi orada yiyecek, çimenlere uzanacak, akşam olunca da operada Carmen’i seyredecektim. Kuzeydeki katedralden başlayıp güneye doğru, içinde sanat galerisi ve konservatuvar bulunan opera salonuna kadar uzanan botanik parkını çok seviyordum. Ayrıca parkın yüksek bölgelerinden körfezi de görebiliyordunuz. Botanik parkında bir palmiye bahçesi, bir gül bahçesi, bir de şifalı otların yetiştiği bir bahçe vardı. Her köşesi süs havuzlarıyla, çardaklarla, heykeller ve yaşlı ağaçlarla doluydu. Parkta dolaşırken karşınıza torunlarıyla birlikte yürüyüş yapan büyükanne ve büyükbabalar, köpeklerini gezdiren yalnız kadınlar ve erkekler, piknik yapan gruplar, öpüşüp koklaşan sevgililer, kitap okuyanlar, uyuyanlar çıkardı. Parkın tam ortasında bulunan restoranın holünde zaman durmuş gibiydi: Eski demir sütunlar, eski demir bir korkuluk vardı; buradan üzerinde yarasaların bulunduğu ağaçlar, renkli tüylü, kıvrık gagalı kuşların bulunduğu bir çeşme görünüyordu.

    Yemek siparişi verdikten sonra meslektaşımı aradım. Şirket birleşmesinin Avustralya ayağıyla o, Almanya ayağıyla ben ilgilenmiştim. Şirket birleşmelerinde her zaman olduğu gibi onunla hem iş ortağı hem de rakiptik. Aynı yaştaydık, henüz Amerikalılara ya da İngilizlere devredilmeyen son avukatlık bürolarından ikisinin başkanlığına getirilmiştik, dulduk ve birbirimizi severdik. Telefonda, çalıştığı hukuk bürosunun irtibatta olduğu dedektiflik bürosunu sordum ona; hiç tereddüt etmeden verdi adını.

    Bir sorun mu var? Yardımcı olabileceğimiz bir şey varsa, çekinme söyle dedi.

    Yok hayır, sadece uzun zamandır merak ettiğim bir konu var.

    Dedektiflik bürosunu aradım. Karl Schwind’in Yeni Güney Galler Sanat Galerisi’ndeki tablosunun kime ait olduğunu öğrenmek istediğimi; tablonun, ismi Irene Gundlach ya da kızlık soyadı Gundlach olan birine ait olabileceğini belirttim ve benim için bu isimde birinin Avustralya’da yaşayıp yaşamadığını öğrenmelerini rica ettim. Dedektiflik bürosunun şefi, istediğim bilgiyi benimle birkaç gün sonra paylaşmayı umduklarını söyledi. Bilgiyi bir gün içinde elde etmeleri halinde kendilerine prim vereceğimi söyledim. Güldü. Galerideki bilgilere ya bugün ulaşırdı ya da bu iş birkaç gününü alırdı. Beni arayacaktı.

    Derken yemeğim geldi. İçecek olarak bir şişe şarap istedim. Siparişi verirken şişeyi bitiremeyeceğimi düşünmüştüm, ancak son damlasına kadar içtim. Yarasaların hepsi aynı anda uyanıyor, gürültüyle kanat çırparak asılı durdukları dallardan ayrılıp ağaçların etrafında döndükten sonra tekrar ağacın dallarına konarak kanatlarıyla bedenlerini sarıyorlardı. Arada bir fıskiyenin oradaki renkli kuşlardan biri, çığlık atar gibi ötüyordu. Kimi zaman da bir çocuk çığlığı duyuluyordu ya da bir köpek havlaması; konuşan Japonların sesi ise kuş sürüsünün cıvıltısı gibi geliyordu kulağıma. Bazen de ağustosböceklerinin sesinden başka ses duymuyordum.

    Konservatuvarın alt kısmındaki yamaçta çimenlere uzandım. Üzerimde takım elbise vardı. Eskiden, ayağa kalktıktan sonra kırış kırış, lekeli kıyafetlerle dolaşmak zorunda kalmak beni korkuturdu, bugün korkutmuyordu. Sonra, Almanya’da beni nelerin beklediği gitgide gözümde önemini yitirdi. Vazgeçemeyeceğim hiçbir şey yoktu, kimse için vazgeçilmez değildim. Gelecekte yerimi birileri pekâlâ doldurabilirdi. Vazgeçilemez olduğum tek yer geçmişti.

    3

    Aslında avukat değil hâkim olmak istiyordum. Sınavdan geçer not almıştım, hâkim alınacağını biliyordum, bana nerede ihtiyaç duyulursa oraya taşınmaya hazırdım ve Adalet Bakanlığı’ndaki iş görüşmesi benim için formaliteden başka bir şey değildi. Bir öğleden sonra görüşmeye girdim.

    Personel dairesi başkanı, sevecen bakışları olan yaşlı bir adamdı. On yedi yaşında liseyi bitirmişsiniz, yirmi bir yaşında birinci sınavı, yirmi üç yaşında ikinci sınavı geçmişsiniz. Bugüne dek az da olsa sizin kadar iyileriyle karşılaştım ama bu kadar genç bir adayla ilk kez karşılaşıyorum.

    Karnemdeki notlar kadar, yaşımın küçüklüğü de benim için gurur kaynağıydı. Alçakgönüllü olduğumu göstermek istiyordum: Okula erken başladım ve okul açılışında bir defasında bahar döneminden güz dönemine, sonra da tekrar güz döneminden bahar dönemine geçirilince iki dönem kazanmış oldum.

    Başını salladı. Armağan edilmiş iki yarıyıl. Bir yarıyıl da ilk sınavlardan sonra beklemek zorunda kalmadan hemen stajyer olarak kazandınız. Fazla fazla zamanınız var.

    Anlayamadım?

    Hayır. Yüzüme tatlı tatlı baktı. Gelecek ay başlarsanız kırk iki yıl boyunca başkalarıyla ilgili kararlar alacaksınız. Yukarıda oturacaksınız, sizden alçakta oturanlar olacak, onları dinleyeceksiniz, onlarla konuşacak, kimi zaman gülümseyeceksiniz, ama sonunda bulunduğunuz noktadan kimin haklı, kimin haksız olduğuna; kimin özgürlüğünü elinde tutup kimin kaybedeceğine karar vereceksiniz. Bunu istiyor musunuz? Kırk iki yıl boyunca tepede oturmayı, kırk iki yıl boyunca adalet dağıtmayı? Bunun size iyi geleceğini düşünüyor musunuz?

    Ne diyeceğimi bilemedim. Evet, hâkim olup yüksekte oturma, tarafları dinleyip sonunda da adil bir karara varma düşüncesi hoşuma gitmişti. Bunu kırk iki yıl boyunca yapmamda ne sakınca olabilirdi ki?

    Önündeki dosyayı kapadı. Eğer gerçekten istiyorsanız, sizi elbette işe alırız. Ama sizi bugün işe almıyorum. Gelecek hafta tekrar gelin, benden sonraki meslektaşım sizi işe alsın. Ya da bir buçuk yıl sonra elinizde avucunuzda ne varsa bitirdikten sonra gelin. Ya da bundan beş yıl sonra hukuk dünyasına avukat, hukuk müşaviri ya da kriminal komiser olarak aşağıdan baktıktan sonra gelin.

    Ayağa kalktı, ben de kalktım. Şaşkındım, ağzımı açıp tek kelime edemedim; paltosunu dolaptan alışını ve kolunun üzerine koyarak odadan çıkmaya hazırlanışını izledim. Birlikte odadan çıktık, koridor boyunca yürüdük, merdivenden indik ve sonunda da bakanlığın önünde durduk.

    Hava yaza dönüyor hissediyor musunuz? Az kaldı; sıcak günler, serin akşamlar ve hafif yağmurlar gelir yakında dedi ve gülümsedi. Tanrı’ya emanet olun.

    Bozulmuştum. Beni istemiyorlardı öyle mi? Öyleyse ben de onları istemiyordum. Aslına bakarsanız, ben bu yaşlı adamın öğüdüne uyduğum için değil, uymadığım için avukat oldum. Frankfurt’a taşındım, beş kişinin çalıştığı Karchinger ve Kunze Hukuk Bürosu’nda işe başladım. Bir yandan avukatlık yaparken diğer yandan doktora tezimi yazdım ve üç yıl sonra şirkete ortak oldum. Frankfurt’taki avukatlık bürolarının hiçbirine benim yaşımda ortak kabul edilen olmamıştı. Bu nedenle kendimle gurur duyuyordum. Karchinger ve Kunze okuldan arkadaştı. Kunze evli değildi, çocuğu da yoktu; Karchinger’in ise dost canlısı bir karısı ve benim yaşımda bir oğlu vardı; çocuk henüz üniversitede okuyordu ve sınavlara hazırlanmasına yardım ediyordum; günün birinde babasının bürodaki yerini alacaktı. Neyse ki oğlanla iyi anlaşıyorduk. Bugün o da benim gibi hukuk bürosu başkanı; hukuk alanındaki açığını sosyal becerileriyle kapatabildi. Önemli vekilleri elde etmeyi başardı. Bugün on yedi genç ortağımız ve otuz sekiz maaşlı çalışanımız olmasında onun da rolü büyük.

    4

    İlk birkaç yıl boyunca Karchinger ve Kunze’nin ilgisini çekmeyen davalara hep ben baktım. Aldığı siparişi tamamlamış ve ödemesini de almış olan bir ressam ile işvereni arasında doğan uzlaşmazlık dava konusu olmuştu. Tecrübeli büro müdürü, Karchinger ve Kunze’ye danışmaya gerek duymadan bu davayı bana vermişti.

    Karl Schwind büroya geldiğinde yalnız değildi. Otuzlu yaşların başındaki adamın yanında yirmili yaşların başında bir kadın vardı. Dağınık saçları ve bahçıvan pantolonuyla 1960’ların yazından fırlayıp gelmiş gibi görünen Schwind’in yanında, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olan kadın fazlasıyla tuhaf görünüyordu. Kadın son derece sakin hareket ediyordu, beni soğuk bakışlarla süzdü; ressam öfkelendiğinde kadın elini onun koluna koyuyordu.

    Fotoğrafını çekmeme izin vermiyor.

    Siz...

    Portföyüm bozuldu ve bazı tabloların tekrar fotoğrafını çekmek zorundayım. Hangi tabloyu kimin aldığını biliyorum, alan kişiyi arayıp verdikleri adrese gidiyor ve tabloların fotoğrafını çekiyorum. İnsanlar ziyaretlerimi sevinçle karşılıyor. Bu adam ise beni reddediyor.

    Neden?

    Nedenini söylemiyor. Onu aradım, telefonu yüzüme kapattı, yazmayı denediğimde ise cevap alamadım dedi. Ellerini bir kaldırıp bir indiriyor, bir açıp bir yumruk yapıyordu. Elleri de vücudunun geri kalanı gibi kocamandı; boyu bosu, yüzü, gözleri, burnu, ağzı, her şeyi kocamandı.

    Tablolarım benim için çok önemlidir. Onları satmak zorunda olmaya bile zor tahammül ediyorum.

    Ona, anayasaya göre, eserini çoğaltmak isteyen bir ressamın tablosuna ulaşma hakkı bulunduğunu söyledim. Eğer haklı bir çıkarı varsa ve mal sahibinin çıkarlarına ters düşmüyorsa diye ekledim ve Mal sahibinin itiraz etmesini gerektirecek bir durum var mı? diye sordum.

    Ressam çenesini öne doğru uzattı, dudaklarını birbirine bastırdı ve başını iki yana salladı. Ben sorgulayan gözlerle kadına baktım, o da gülümseyerek omuz silkti. Adam bana Peter Gundlach ismindeki mal sahibinin resmini ve adresini verdi. Mal sahibi, Taunus dağlarının en güzel yamaçlarından birinde yaşıyordu.

    Portföyünüz nasıl bozuldu? Gerçi bu durumda pek önemi yok, ama eğer neden olduğunu açıklayabilirsem...

    Bir kez daha kesti sözümü ve ben de o günlerde âdet edindiğim üzere, planladığım şekilde sözümü geçiremeyince yine alınganlık gösterdim. Kaza geçirdim, portföyüm de aracımla birlikte yandı dedi.

    Umarım...

    Bana bir şey olmadı. Ama Irene araçta sıkıştı ve... Elini kadının dizine koyduktan sonra devam etti: Vücudunda kısmi yanıklar oluştu.

    Öyle mi? Çok üz...

    Elini hafifçe kaldırdı.

    Ciddi bir şey değil. İyileşti bile.

    5

    Hiç vakit kaybetmeden Gundlach’a yazdım ve hemen yanıt aldım. Yanlış anlaşıldığını ifade ediyordu. Ressamın evine gelip tablosunun fotoğraflarını çekmesinde elbette hiçbir sakınca yoktu. Durumu Schwind’e bildirdim ve meselenin böylece kapandığını düşündüm. Ne var ki bir hafta sonra Schwind tekrar karşımdaydı. Deliye dönmüştü.

    Eseri görmenize engel mi oldu?

    Tablo hasar görmüş. Sağ bacağı sanki çakmakla yakılmış gibi.

    O mu yakmış?

    Evet, Gundlach. ‘Yanlışlıkla oldu’ diyor. Ama yanlışlıkla olmamış, kasıtlı olarak yakılmış. Benden kaçmaz, anlarım bunu.

    Şimdi ne istiyorsunuz peki?

    Ne mi istiyorum? dedi. Kadın bu kez de yanındaydı ve yine eliyle adamın koluna dokundu. Ancak adamın sesi buna rağmen yüksek çıkıyordu. Ne mi istiyorum? O tablo benim. Evet, satmak zorunda kaldım ve şimdi onun duvarında asılı, ama o benim tablom. Eski haline getirmek istiyorum.

    Tabloyu onarmak için izin istediniz mi ondan?

    Bana izin vermiyor. Küçük hasar onun için sorun teşkil etmiyormuş; beni evinde istemediği gibi, tablonun evden dışarı çıkarılmasına da izin vermiyor.

    Bu hikâye bana biraz grotesk görünmeye başlamıştı, fakat ikisi de son derece ciddi gözlerle karşımda durmuş bana bakıyorlardı. Böyle olunca ben de gayet ciddi bir biçimde onlara durumun hukuki açıdan hiç de kolay olmadığını açıkladım. Ona, eser sahibinin çıkarlarını zedeleyen bir deformasyonun söz konusu olması gerektiğini; ancak büyük bir insan topluluğunun eseri görmesi durumunda deformasyona uğrayan eserin korunmaya değer görüleceğini ve mal sahibinin, eser ona ait özel alanda bulunduğu müddetçe onunla istediğini yapabileceğini söyledim. Gundlach’a tekrar yazabilir ve öyle ya da böyle hukuki argümanlar sunabilirim. Fakat mahkemeye çıkacak olursak bu hiç de hoş karşılanmayacaktır. Sahi, nasıl bir tablo bu?

    Merdivenden inen bir kadın tablosu dedi ofisime göz atarken. Büyük bir tablo. Kapıyı görüyor musunuz? Tablo işte bu kapıdan biraz daha büyük.

    Tablodaki herhangi bir kadın mı?

    O... sesinin tonu sertleşmişti, Gundlach’ın karısıydı.

    6

    Gundlach bu sefer de yanıt vermekte gecikmedi. Tekrarlanan yanlış anlaşılma dolayısıyla üzgün olduğunu belirtiyordu. Ressamın tabloyu restore etmesini elbette kabul ediyordu. Zarar gören tabloyu, eser sahibinin kendi elleriyle restore etmesinden daha güzel ne olabilirdi. Tablonun evden dışarı çıkmasına izin veremezdi, aksi takdirde sigortanın koruma koşullarını ihlal etmiş olurdu. Ressam, evine ne zaman isterse gelebilirdi. Ondan gelen yanıtı bir kez daha Schwind’e bildirdim.

    Merak etmeye başlamıştım. Bir kitapçıya giderek Karl Schwind hakkında çıkan kitapları araştırdım. Frankfurt Sanat Derneği birkaç yıl önce bir sergi açmış, bir de katalog çıkarmıştı. Bulabildiğim tek kitap bu katalog oldu. Resimden anlamam, bu yüzden tabloların iyi mi kötü mü olduğu konusunda bir şey söyleyemem. Tablolarda dalgalar, gökyüzü, bulutlar ve ağaçlar vardı; renkler gayet güzeldi ve resimlerde her şey, gözlüğümü takmadığımda dünyayı gördüğüm kadar flu görünüyordu. Hem çok tanıdıktı hem de biraz uçuktu. Katalogda, eserlerinin sergilendiği galerilerin adlarının yanı sıra Schwind’in kazandığı ödüller

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1