Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Eşkıyanın Aşkı
Eşkıyanın Aşkı
Eşkıyanın Aşkı
Ebook316 pages3 hours

Eşkıyanın Aşkı

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Pek çok insan travmatik bir geçmişi gizlemeye çalışır ama Matthew Leighton’ın cinayete kurban gitmiş anne ve babasına ilişkin solan hatıraları onu hiç rahat bırakmaz. İspanya’da bir İngiliz Lordu ve zarif bir İspanyol leydisinin oğlu olarak dünyaya gelmiş, körpe bedeninin vahşice katledilmesine ramak kalmış, yaşamı yalnızca başkalarının özverili çabalarıyla kurtarılmıştır. Yıllar sonra, kahreden bir sırrın keşfi onun intikam arayışını körükler ve onu, ailesine ihanet edenlerle yüzleşmek için babasının memleketine geri döndürür.

Fakat kuzeninin nişanlısını kaçırmak asla planın parçası olmamıştır.

Yüksek sosyetenin ‘karanlık’ yanına direnen Elizabeth Hollister yalnızca tabanca kullanmayı değil; bir kişiye – kendisine güvenmeyi de öğrenmiştir. Yirmi dört yaşında, mirasını talep etmeye ve geleceğini kontrol etmeye niyetlenir. Lakin bağımsızlık planları suya düşürülüp sevmediği biriyle nişanlanmaya mecbur bırakıldığında, kaderin son dokunuşunu yaptığına inanmayı reddeder – gizemli bir eşkıya tarafından kaçırıldığında bile…

Bir evlilik tutsağı veya bir delinin rehinesi olmak arasında seçim yapmak zorunda kalan Elizabeth iki seçeneği de istemez – fidye için alıkonan kalbinin sesine kulak verinceye kadar…

LanguageTürkçe
PublisherErin Grace
Release dateDec 1, 2015
ISBN9780992558246
Eşkıyanın Aşkı

Related to Eşkıyanın Aşkı

Related ebooks

Related categories

Reviews for Eşkıyanın Aşkı

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Eşkıyanın Aşkı - Erin Grace

    HighwaymansHostageTurkishFinal-FJM_Barns_and_Noble_1600x2400.jpg

    Eşkıyanın Aşkı

    Erin Grace

    Eşkıyanın Aşkı

    Özgün Adı: Highwayman's Hostage

    Birinci Baskı

    Copyright © 2015, Erin Grace

    ISBN: 978-0-9925582-4-6

    Kapak Tasarımı: Fiona Jayde

    Tüm Hakları Saklıdır. Bu kitap, yayımcının yazılı izni olmaksızın, tanıtım amaçlı alıntılamalar dışında; grafik, elektronik veya mekanik formatlar da dâhil olmak üzere herhangi bir formatta tamamen veya kısmen çoğaltılamaz, yayımlanamaz, değiştirilemez ya da herhangi bir şekilde kullanılamaz.

    Bu kitapta anlatılan hikâye bir kurgudur. Kurguda geçen isimler, karakterler, yerler ve olaylar ya yazarın hayal gücünün ürünleridir ya da imgesel olarak kullanılmışlardır ve gerçek hayattaki gibi yorumlanmayacaklardır. Yaşayan veya ölmüş kişilere ve güncel olay, yer yahut kuruluşlara ilişkin herhangi bir benzerlik bütünüyle rastlantısaldır. Yayımcı, yazarla ya da üçüncü taraf Web siteleri veya onların içeriğiyle ilgili herhangi bir kontrole sahip olmamakla birlikte herhangi bir sorumluluğu da kabul etmez.

    İçindekiler

    Giriş Bölümü

    Birinci Bölüm

    İkinci Bölüm

    Üçüncü Bölüm

    Dördüncü Bölüm

    Beşinci Bölüm

    Altıncı Bölüm

    Yedinci Bölüm

    Sekizinci Bölüm

    Dokuzuncu Bölüm

    Onuncu Bölüm

    On Birinci Bölüm

    On İkinci Bölüm

    On Üçüncü Bölüm

    On Dördüncü Bölüm

    On Beşinci Bölüm

    On Altıncı Bölüm

    On Yedinci Bölüm

    On Sekizinci Bölüm

    On Dokuzuncu Bölüm

    Yirminci Bölüm

    Yirmi Birinci Bölüm

    Yirmi İkinci Bölüm

    Yirmi Üçüncü Bölüm

    Yirmi Dördüncü Bölüm

    Yirmi Beşinci Bölüm

    Yirmi Altıncı Bölüm

    Yirmi Yedinci Bölüm

    Son Bölüm

    Erin Grace’in diğer eserleri:

    Giriş Bölümü

    İspanya, 1780

    Çok soğuk.

    Günlerdir ateşi olduğu için çenesi titreyen Julian Crawford, ağır göz kapaklarının aralığından bakarak, tüm dikkatini kırık pencereden süzülen ışığın sisli huzmelerine verdi. Göğsündeki hoyrat hırıltıyı küçük bir ilgiyle dinlerken, dilini kaplayan kan ve safranın iğrenç tadını; çatlak dudaklarından firar eden, yumuşak, sessiz iç çekişi önemsemedi.

    Baş dönmesi ve mide bulantısı dalgaları, aklını başka bir yere götürürken; paramparça pencere camındaki güneş ışığının keskin parıltısı, gözlerini kapanmaya zorlayarak melankolik sersemliğini delip geçti.

    Koşuyordu.

    Sarı kır çiçekleriyle kaplı koskocaman bir tarlada, en iyi arkadaşı Celio uzun yeşil çimenler boyunca onu takip ediyordu. İspanyol güneşi, sırtında parlıyor; ılık meltemler, bacaklarında geziniyor ve elindeki kırmızı uçurtmanın kuyruğunu yalıyordu. Uçurtmayı Celio’yla birlikte yapmışlardı.

    Kağıt, tutkal ve ipten.

    Derenin kenarında durakladı ve arkasına baktı. Celio yanında değildi artık, ama bir ağacın yüksek bir dalında oturuyor ve oradan ona sırıtıyordu. Julian, arkadaşı gibi tırmanabilmeyi nasıl da arzuluyordu. Onlar günlerini; büyükbabasının meyve bahçelerini — İspanya’daki en güzel meyve bahçelerinden birkaçını — keşfetmekle geçiriyorlardı.

    Ağacın gövdesine doğru adım atarken; sarı yaseminin ve yeni kesilmiş portakalların tatlı kokusu, havaya yayılıp onun aklını başından aldı. Julian yutkundu ve etrafına umutla bakındı.

    Anne?

    Derenin aheste şırıltısının yukarısında, kendi ardındaki bir yerden; annesinin ışıltılı, şen kahkahasını işitebiliyordu. Gülümseyerek, onunla yüz yüze gelmek için döndü…

    Aklı, o değerli görüntülerin gözden kaybolan parçalarıyla ve son solan kır çiçeğinin gri bir sis denizinde kaybolmasıyla meşgul olurken; bir şey, kalbinin hızla çarpmasına yol açarak onu ayaklarından çekiştirdi.

    Oh, defolup git. Defolup git ve beni rahat bırak. Çok yorgunum.

    Toplayabildiği gücünün her zerresini kullanarak göz kapaklarını açtı ve üstünde uyuduğu pürtüklü ahşap palete, titreyen vücudunun altındaki yegâne yumuşaklık olan pis bir at örtüsüne sabit gözlerle boylu boyunca baktı.

    Yıpranmış yatak takımının ayakucunda uzun boylu, koyu renk gözlü, lekeli gömlekli ve yırtık pırtık kahverengi pantolonlu bir oğlan duruyordu. Yüzü yaralarla kaplıydı ve sağ gözünün çevresinde büyük bir mor çürük vardı.

    Josè.

    Julian küçük çocukları döven ve onların yetersiz yiyeceğini çalan, ödlek sokak itine sert sert baktı. Jose şu korkunç yere geldiği andan itibaren, Julian’ı kişisel pinyata kutusu olarak kullanmıştı. Fakat bu, kavgasız olmamıştı. Hayır. Babası, Jose’nin kuvvetli bir sol kroşeden ötürü kanayan burnunu görmekten gurur duyardı. Bütün yaz Julian’a boks yapmayı öğretmişti. Lakin böyle becerilerin şimdi ne faydası vardı?

    Lânet olsun, keşke gereğince hareket edebilseydi.

    Vicdan azabı duyuyordu. Lânet okumamalıydı. Annesi onun lânet okuduğunu bilseydi, ne düşünürdü? Bir günlük domuz ahırı temizleme görevi — annesinin yanıtı olurdu.

    Oh, Anne.

    Lime lime çizmeleri ayaklarından çıkarılırken, orada çaresizce yatıyordu.

    Sanki çalabileceği başka şeyleri düşünüyormuşçasına, başını iki yana sallayıp sıvışmadan önce o kabadayı oğlanın suratına alaycı bir gülümseme ilişti. Ama alacak hiçbir şey kalmamıştı.

    Hayal kırıklığına uğramış Julian, yüzünü diğer tarafa çevirdi ve kapı aralığında bir araya toplanırlarken; umutsuzlukla dolan gözleri faltaşı gibi açık, öteki yetim çocuklardan birkaçının üzgün yüzleriyle karşılaştı.

    Etrafını fısıltılar kuşattı.

    Gerçekten ölüyor muydu? Garip bir rahatlama hissi onun, başından ayak parmağına kadar minik kırmızı şeritlerden oluşan korkunç bir döküntüyle kaplı, ağrıyan bedenini örterken; Julian gözlerini kapadı. Cehennem’in ne denli kötü olabileceğini kilisede sıklıkla duyduğu için ölüm düşüncesi onu korkuturdu. Şimdi, sonsuzluğun getirebileceği acısız hediyeyi özlemle bekliyordu.

    Bugün hangi gündü?

    Yanlamasına yatan Julian dünden beri neredeyse hiç kımıldamamıştı. En azından, dünden beri öyle olduğunu düşünüyordu. Hatırlayamıyordu. Uyku ve uyanma, zihninde bulanıklaşarak aynı olay halini almaya başlamıştı ve midesi, içinde hiçbir şeyi tutamadığından; günlerdir yemek yememişti. Boş verin, demişti yetimhane yöneticisi. Yememesi daha iyi. Yeseydi, leziz yiyecekler israf edilmiş olurdu.

    Julian kahkaha atmaya çalışırken etrafında keskin bir hırıltı yankılandıktan hemen sonra, iç organlarını bir beceri oyununda kaldırım taşları boyunca fırlatılmış misketler misali takırdatan şiddetli bir öksürüğe tutuldu.

    Leziz yiyecekler. Bu adam ne biliyor ki?

    Hiç yoktan, ailesiyle birlikte son kez tadına vardığı akşam yemeğini hatırlayıveriyorken; annesinin yaptığı paella’nın lezzetli aroması, burun deliklerini doldurdu. Büyükbabası, dayıları ve kuzenleri de oradalardı. Celio’nun annesi onları azarlayamadan önce, hiçbir zaman doymak bilmeyen Celio ve Julian mutfak masasından yeni pişmiş birkaç churros aşırmalarının ardı sıra aceleyle dışarı fırlayıp; üzüm asmalarıyla kaplı avluya, gökyüzünü kızıla boyayan günbatımının o esnadaki koyu kırmızılığına çıkmışlardı.

    Julian gömleğine bulaşan tatlı tarçını ve şekeri silerek; tam önünde duran siyah aygırı ve ona sabitlenmiş gözlerle bakan şu yabancı yüzü görebilmek için yukarıya doğru bakmıştı. Tozlu kahverengi kıyafetler giymiş sığırtmacın koyu renkli ve tehlikeli gözleri ona bakıyorken bir kez daha parıldıyordu.

    Hayır.

    Julian’ın şişmiş gözleri bir anda açıldı.

    Berelenmiş dizlerini göğsüne çektikten sonra kollarıyla sardı ve çaresizlik içerisinde iç çekti. Eskiden beyaz dantel bir duvak olan şeyin yırtık parçasını kavrarlarken, parmaklarındaki her eklem zonkladı. Vücuduna eziyet eden sonsuz ağrıya rağmen; hiddetli bir çözelti halindeki sıcak öfke kabarması, kendi içindeki bilinmeyen bir yerden fışkırdı ve göğsünü doldurdu.

    Nefret.

    Kendi yaşlarını artık üretemeyen gözlerine kirli nem damlacıklarını ileten ter damlaları, şakağından aşağıya doğru dökülüyordu.

    O artık ağlayamıyordu. Ağlayamazdı.

    Yutkunmaya çabaladığında dili damağına yapıştı. Su. Taze ve serin. Su istiyordu.

    Bocalayan dikkatini kapının yanında duran eski ahşap kovaya yönelterek dudaklarındaki sözcükleri şekillendirmeyi denedi fakat yalnızca bir mutlak fısıltı, yanan gırtlağından ayrılacaktı. Gözlerini kapadığında, çarpan kalbini işitebiliyordu. Yavaş, yorgun kalbinden duygusal bir ezgi çıkıyormuşa benziyordu.

    Kulağının bitişiğindeki ani bir tırmalama sesi ona susuzluğunu unutturdu.

    Sıçanlar.

    Her gece geliyorlardı; parmak uçlarından ve yüzünden soyulan derilerin kuru şeritlerini kemiriyorlardı. Önceleri, onları savuşturma girişiminde bulunabiliyordu fakat şimdi gücü yoktu ve hâlâ hayattayken onu yemeye çalışmamaları için sadece dua edebilirdi.

    Hayatta mı?

    Yalnızca sekiz yaşında olmasına karşın, yaşamın kırılganlığını idrak edebiliyordu — sevgili babası ona iyice öğretmişti. Ancak birinin ölüm ve henüz ölmeme arasında kararsız kalabilmeye tam anlamıyla ne kadar yakın olduğunu hâlâ öğrenmemişti.

    Bu, onun katlanmamayı yeğleyeceği bir dersti.

    Anne ve Babasının bir yerlerde onu beklemeleri için dua ediyorken; tanıdık, tamamen tüketen bir keder onu boğucu bir battaniye gibi sardı.

    Vedalaşma şansı asla olmadı.

    Julian?

    Düşüncelerinin karanlığından, biri onun adını mırıldanıyordu sanki. Başka bir rüyaydı belki! Baba? Bir gözünü açılmaya zorlayınca; gözleri endişeden ötürü derin üzüntülü, kaşları kertikli bir adamın telaşlı bakışıyla karşılaştı.

    Julian, delikanlı… Vay canına! Carmen, battaniyeyi getir…

    Yorgun zihnini çevresindeki dünyaya kapatıyorken; bir uyuşukluk hissi onun tükenmiş vücuduna yerleşti. Her yer hâlâ soğuktu fakat Julian artık titremiyordu. Bir tebessümün en minik izleri, ağzının köşelerine doğru gizlice ilerledi; yorgun akciğerlerinden derin bir nefes çıkıverdi.

    Uyku vakti…

    Birinci Bölüm

    İngiltere, 1802

    Ona eşlik eden atlı uşakları olmayan, arabacısı tarafından terk edilmiş Elizabeth Hollister parmaklarını esnetti, kolunu üstü açık at arabasının kapı aralığından uzattı ve tam da eşkıyanın kalbine doğrulttuğu tabancadaki tutuşunu sıkılaştırdı.

    Sana geri çekilmen söylenildi. Hayır. Daha uzağa…

    Ondan sadece birkaç yarda uzaklıktaki yalnız haydut hareketsiz duruyordu, yüz ifadesi siyah bir fuların ve tozlu gri bir şapkanın geniş kenarlı karaltılarının ardında gizleniyordu.

    Kalbi hızla çarpan ve ağzı kuruyan Elizabeth ihtiyatlı bakışını kanunsuz avının üzerinde tutarken, at arabasından yavaşça indi. Yakındaki ağacın alacalı gölgeliğinde duran bir atın boğuk kişnemesi, sinir bozucu sessizliği böldü. Elizabeth irkildi ve yalnız hayvana göz ucuyla baktı.

    Tuhaf.

    Woolcott orada en azından altı hain olduğunu iddia etmişti. Ama Elizabeth’in karşısında duran adamdan başka hiç kimseye dair herhangi bir işaret yoktu. Ürkek uşağı, kendi dokunaklı kahramanlık girişimiyle, onca adamı korkutmuş olamazdı.

    Woolcott ikindi güneşinde, bilinci kapalı olarak, atların bitişiğindeki çamurda yüzüstü yatıyordu. Onların eski arabası yolun kenarına zorla çekildiğinde, soygunculara gönülsüzce karşı koyarken, hanımının içeride saklanmasını diretmişti. Fakat titrek elinde tabancayla, arabadan iner inmez bayılmıştı.

    Ne biçim koruyucu.

    Elizabeth bozulan asabını bastırarak refakatçısına doğru yan adım attı, ayağını uzattı ve şişman uşağı çizmesiyle dürttü. Koyu kahverengi paltosundan minik bir toz bulutu yükseldiyse de adam kımıldamadı. Mükemmel. Elizabeth böyle bir durumda baygınlık geçirenlerin kadınlar olduğunu sanırdı.

    Tetiği çekerek nişan alışını sabitledi ve geniş bir meşe ağacının gövdesine çarpıncaya dek gerilettiği eşkıyaya doğru yavaş yavaş ilerledi. Şimdi, ellerini benim görebileceğim bir yerde tut. Ve, sakın, aptalca bir şey yapmaya kalkışma. Senin gibi birine mermi sokmak konusunda hiç tereddüt etmem.

    Adam onun emrine başını eğip ellerini kaldırırken; soğuk bir ürperti, ensesindeki tüyleri diken diken ederek Elizabeth’in omurgası boyunca dans etti. Adamın gözlerini anlaşılır biçimde görememesine rağmen; gözlerindeki etkileyici bakışın ağırlığı, Elizabeth’i rahatsız ederek tenini boydan boya taradı. Buz gibi havanın dokunuşu; kenarları ve yakası kürklü hafif yünden uzun mantosunun altındaki ayak bileklerinde fırıl fırıl dönerken, Elizabeth derin bir nefes aldı ve huzurunu kaçıran o duyguya aldırış etmedi. Şimdi matmazel gibi davranmanın zamanı değildi.

    Hissetmediği cesareti toplayarak omzunun üzerinden baktı, Woolcott’un kımıldamadığından emin olduktan sonra düşmanına bir adım daha yaklaştı ve Mükemmel iş, sör, fakat at arabasını yoldan çıkarmakla belki biraz aşırıya kaçtın, sen de öyle düşünmüyor musun? Gayretini takdir ediyorum ama kalıcı biçimde zarar görmüş olmayı arzulamamıştım. diye fısıldadı. Tenha yol ortasını incelerken somurtarak, dudaklarını buruşturdu. Kesin olarak yalnızca bir at... Arabacının kaçacağını tahmin etmiştim, yine de Woolcott beklediğimden daha cesurdu eğer buna cesaret diyebilirsen. Hiç kuşkusuz ki kendi postunu kurtarma girişimi. Bay Bawd’un sayıca daha fazla, en azından beş veya altı kişi olduğunuzu söylemesine inanıyorum. Diğerleri geciktiler mi? Yoksa, muhtemelen, yolda pusuya yatmış bekliyorlar mı?

    Eşkıya doğruldu ve ona doğru adım attı.

    Kendini incitmeden önce silâhını indir. Derin, buyurucu ses tonu onu gafil avladı.

    Elizabeth adamın küstahlığı üzerine bir kaşını kaldırdı. Tüm bu talihsizliğin bedelini benim ödediğimi düşünerek bana emir vermeye cüret ediyorsun. Şimdi, Bay Bawd nerede? Silâhını hafifçe indirdi ve tedirgin edici soğukluğunu sürdüren adama ılımlı bir merakla baktı. Bir sorun mu var? Biraz bunalmış görünüyorsun. Oturmak ister misin? Herhangi biri senin bu tür bir şeyi daha önce yapmadığını düşünürdü. Lakin, elbette, yapmış olmalısın. Bay Bawd beni kaçırmak için bir amatörü kiralamazdı. Özellikle de ödediğim yüklü fiyattan sonra... Gerçi, o ahlaksız adamı tekrar görseydi, parasının birazını geri isterdi.

    Oh, kimi kandırıyordu? Altınını bir daha asla göremezdi.

    Bawd gibi adamlar; çaresiz kurbanlarını yağmalayan onursuz, kana susamış hayvanlardı. Korkaklar, kurbanlarını yolup cesetleri çürümeye terk etmeleriyle bilinen leş yiyici sırtlanlardan hallicelerdi.

    Elizabeth çoğunu, Hattie’nin; malları Grange Malikanesi’ne teslim etmiş olan arabacılarla konuşurken kulak misafiri olmasından ötürü öğrendiği, hırsızlık yapan hainlere dair dehşet verici bilgi nedeniyle ürperdi. Aşçı yamaklarına göre eşkıyalar; ruh içermeyen ölü siyah gözlere sahip, kötü, çirkin yaratıklardı.

    Elizabeth Hexham Hanı’ndaki barda ona yaklaştığında, Bay Bawd o şeytani görüntüye kesinlikle ulaşmıştı. Yaralı yüzü, eksik dişleri ve kirli uzun siyah paltosuyla onu korkutmuştu. Elizabeth onun alışılmadık hizmetlerini kiralarken, soğukkanlılığını zar zor koruyabilmişti.

    İyi nitelikli bir kaçırma, cebindeki parayı son kuruşuna kadar verdirmişti.

    Ama özgürlük buna değerdi.

    Veya en azından, şu eşkıyayla meselesini sonuçlandırır sonuçlandırmaz, buna değecekti. Londra’ya ne denli yakın bir zamanda geri dönseydi, o denli iyi olurdu.

    Öğleden sonra güneşinin sıcaklığı, vücudunun ısısını yükseltirken; yorgun parmakları ağrımaya başladı ve tabancasının tetiğine dayandığı için aniden kıpırdadı. Silâh küçük olmasına karşın, göründüğünden daha ağırdı ve her geçen anla birlikte silâhın ağırlığı artıyordu. Yumuşak deri eldivenleri yüzünden, Elizabeth’in avuçları terlemişti.

    Hainin herhangi bir şey yapmasını bekleyerek; o gergin sessizlik içerisinde, orada öylece duruyordu. Evet? Şimdi ne yapacağız? Woolcott’u bağlayacağız belki de, öyle değil mi? Onun gözlerini de bağlayacak mıyız? Beni bilgilendirmek zorunda kalacaksın, maalesef. Daha önce asla buna benzer bir şey yapmadım. Fakat, sana göre hava hoşsa, buradaki meselemizi süratle sonuçlandırmak ve akşam karanlığı çökmeden önce Londra’ya doğru yol almak istiyorum. Bawd beni, senin bana en yakın hana kadar eşlik edeceğin konusunda temin etti.

    Adam, şapkasının kenarı altındaki anlık bir bakışı yakalamasına izin vererek; başını yana yatırdı. Siyah bir maskeyle örtülü yüz hatlarının çoğu gizlenmişti, yine de Elizabeth güçlü bir çenenin çevre çizgisini fark etti.

    Bir şeyi iki kez istemekten hoşlanmam. Adam elini uzattı. Silâhı bana ver.

    Elizabeth onun küstahlığı üzerine ağzını bir anda ve açabildiğince açtı. Hayır.

    Adamın kolu, uzatılmış olarak kaldı. Silâhın, şehir salonlarındaki ihtiyatlı koruma için tasarlanmış, madam, ve yüksek olasılıkla sen bana büyük bir zarar vermeden önce elinde ateş alacak.

    Öyleyse, sen bana onu kullanmam için hiçbir gerekçe vermediğin sürece hakkında endişeleneceğin hiçbir şey yok, değil mi? Ani bir merak sancısı ileriye doğru hareket etmesi için onu cesaretlendirse de Elizabeth durumunu korudu. Adamın varlığı güç ve güven yayıyordu; bu adam, onun geçim sağlamak için soygun yapan bayağı bir hainde bulmayı ummadığı nitelikler taşıyordu. Aslında, onu zorla kaçırsın diye ödeme yapılmış bir adama göre bir hayli küstah görünüyordu.

    Tabancanın yalnızca tek atış yapabileceğinin farkındasındır, madam. Iskalamak istemezsin.

    Pekâlâ. Şayet bu zor adam ikna edici bir meydan okuma istiyorsa, Elizabeth onu hoşnut edecekti. Birdenbire eli titremeye başladı, silâh adamın göğsünden sadece birkaç inç uzaktaydı.

    Iskalamaya niyetim yok. Bay Bawd, Tanrı’nın yeşil yeryüzünde neredeydi? Bu olaya nezaret etmek için kesinlikle burada olmalıydı.

    Ama yoktu.

    Eşkıya, işaret parmağını kanca yaparak uzattıktan sonra onun çenesinin altına dokundu ve derisinin altında beklenmedik duygu dalgalanmalarına neden oldu. Kalp atışı hızlanırken; adeta ufak bir ceviz büyüklüğündeki bir yumru, boğazına oturdu.

    Böyle kana susamış küçük bir yaratık, madam. Bir insanı öldürme olasılığı mı hoşuna gidiyor, yoksa yalnızca beni öldürme olasılığı mı?

    Bunun bir önemi var mı? Boğazını temizledi, nişan alışını sıkı tuttu, durumun aldığı hali hiç beğenmiyordu. Adama bu kadar yakın olmak, ona acayip bir şey yapıyor; düşüncesini karıştırıyordu. Yola daha çabuk koyulursa, onun için daha iyi olurdu. Kendimi savunmamın gerektirdiği şeyi yapacağım. Şimdi, küçük işimizin yeterince uzun sürdüğünü düşünüyorum ve sonra ne yapılacağına ilişkin hiç yardımcı olmadığın için meseleleri senin adına ben çözeceğim. İlkin, uşağımı bağlamama yardım edeceksin ve sonra, planlandığı üzere, beni kaçırıyormuşsun gibi davranacaksın. Ayrıca, hemfikir olmadığım hiç kimseye güvenmem, bu nedenle maskeni derhal çıkaracaksın.

    Bunun akıllıca olduğunu mu düşünüyorsun?

    Alçak herif onun harcamasıyla açıkça gönül eğlendiriyordu, yine de Elizabeth hafife alınacak bir ruh halinde değildi.

    Belki bu akıllıca değildir, gerçi şehir salonları için tasarlanmış bir tabancayla bir eşkıyayı yaklaştırmamaktan daha akıllıcası yok. Elizabeth’in alıcı gözle bakışı, adamı baştan aşağıya süzerek değerlendirdi. Gömleğinin kesimi güzeldi, omuzlarının ve geniş göğsünün bir yanından diğer yanına cuk oturmuştu. Çizmeleri, aynen eyeri ve donanımı gibi, kaliteli yapılmış görünüyordu. Sıradan hırsız değildi, hiç kuşkusuz, ve Bay Bawd’a benzemiyordu. Ticaretinden, — diğerlerinin kanı pahasına — iyi kazanç sağladığı belliydi.

    Adam ellerini indirdi, yanlarından uzakta tuttu ve ona doğru gözdağı veren bir adım attı. Onu sen çıkarabilirsin… eğer cesaretin varsa!

    Kalbine bastırılan silâhın namlusuna öylesine yakın durdu ki namlu ucunda titreşen kalp atışının istikrarlı ritmini, Elizabeth kendi elinde hissetti. Bu ani his onun başını döndürdü ve soğukkanlılığını tehdit etti.

    Son kez bir silâhı ateşlediğinde, biri ölmüştü.

    Adama bakmak zorunda kaldı, yüzünü ekşitti. Oyunculuk gösterinde çizmeyi aştığını düşünüyorum, sör. Bay Bawd nerede? Soruyorum… Onun yoğun bakışıyla karşılaşırken, dudaklarında kavurucu bir azar sendeledi.

    Bir göz bandı.

    Gözleri kısıldı, parmağı tetiğin üstünde titredi. İşin içinde iş vardı. Sen Bay Bawd’un adamlarından biri değilsin, değil mi?

    Boğazı düğümlendi, ayakları yere mıhlanmış hissini vermekteydi. İşler planlandığı gibi gitmiyordu. Her şeyi tehlikeye atmıştı, kaçıp koruyucusunu bulabileceği ümidine son kuruşunu dahi harcamıştı.

    Zihni bulanıyorken, gözlerini kapadı. Bu şekilde ölmeyi asla planlamadı.

    Yüksek sesli bir at kişnemesiyle kendine gelen Elizabeth, ağlak refakatçısının; arabanın koşumundaki doru kısraklardan birini çözdüğünün farkına varmak için döndü. Mücadele eden uşak, işitilebilir bir iniltiyle, kocaman hantal bedenini atın sırtına çıkardı. Hayvan tırıs giderek uzaklaşırken; o piç kurusu, hanımına göz ucuyla bile bakmadı.

    Woolcott! Fakat Elizabeth’in haykırışları duymazdan gelindi.

    Kaçan adamdan tiksinmesine rağmen, o sahip olduğu bir dosta ilişkin en yakın suretti. Göğsü panikle doldu, ilk içgüdüsü o ödleğin ardından koşmaktı, ne var ki Elizabeth gardını düşürmedi.

    Zavallı uşağı kısa bir süre içerisinde, ölümcül önlemler olmaksızın tutsağını boyunduruk altına alma umuduyla birlikte, gözden kayboldu.

    Yüce Tanrı, Elizabeth haydutu vurmak zorunda kalacaktı.

    Eli beyaz bir bulanıklık tarafından kavranıp gökyüzüne doğru itildiği için arkasına döndü. Tabanca onun çevresinde dalgalar halinde yükselen mavi-gri bir duman bulutu çıkararak, kulağı sağır edici bir patlamayla ateş aldı.

    Barut sisi sebebiyle, onu nefesten ve tutarlı düşünceden yoksun bırakan kuvvetin serseme çevirici gösterisi altında iki dudağı birbirine kenetlendi. Paniğe kapılmış ve olduğu yerde çakılıp kalmıştı çünkü mücadele ettiği adamın eli, onun ensesindeydi ve ağzı, o kendisi istemediği halde yüzünü kızartan kararlı bir şehvetle, onunkine hükmediyordu. Daha önce bir erkek tarafından hiç öpülmemişti. En azından, böyle öpülmemişti.

    Adamın eli, onun başını hafifçe yana yatırarak boynundan kayıp çenesine yerleşti ve parmakları, teninin tam altında hızla atan hassas nabzına dayalıydı. Adam onun dağılan savunma hattını yarıp geçen ve ağzını sanki bir korsanmışçasına yağmalayan öpüşünü derinleştirip, ustaca kullandığı diliyle dudaklarını sahiplenirken; Elizabeth’in solunumu aksadı.

    Bir yabancı. Cinayet işleyen bir hırsız.

    Elizabeth, Tanrı’nın yeşil yeryüzünde, ne yapıyordu?

    Nefesini tutarak, ağzını zoraki ayırdı ve elini yakan keskin bir hisle parmaklarını adamın yanağına çarptı. Yüce Tanrı! Taşa çarptı sanki. Gözleri sulandı, eli acıdı. Zonklamaya başlayan elini sakınarak adamdan uzaklaştı.

    Siyah ipek maske, adamın yüzünün bir tarafından sarkıyordu ve göz bandı da maskenin yanındaydı. Adam duygusuz bir yüz ifadesi eşliğinde, alt dudağından akan parlak kan damlasını eldiveninin arkasıyla sildikten sonra tabancayı

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1