Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Okul Psikoloğunun Anıları 2
Okul Psikoloğunun Anıları 2
Okul Psikoloğunun Anıları 2
Ebook270 pages3 hours

Okul Psikoloğunun Anıları 2

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Nazım Hikmet gibi bazı isimler, öyle gizleniyordu ki öğrenmenin olanağı yoktu... Mesela, Deniz Gezmiş, Yılmaz Güney kimdi? İkisi de pek çok olay nedeniyle Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı ama benim için dünyada bile değillerdi. Ne doğmuş ne de yaşayıp “Türkiye bağımsız olsun” diye bir şey yapmışlardı... İnanın adlarını dahi duymamıştım. Kim olduklarını öğrenmek için üniversite öğrencisi olmam gerekecekti. Yalanım varsa, Allah şurada canımı alsın ki, kasabamızdaki öğrencilik hayatım boyunca, Deniz Gezmiş adı bana kadar gelemedi. İdam edildiğinde dokuz yaşındaymışım. Orta okul, lise hayatım boyunca adını diyen olmadı. Ki o tarihte memleketin pek çok evinde, doğan bebeklere Deniz adını veriyorlardı. Sadece oğlanlara değil, Deniz adıyla büyüyen kızlar da vardı fakat, bizim kasabamızda “Deniz” bulmak mümkün değildi. Varsa, dışarıdan gelenlerin adı Deniz olabilirdi. Deniz’in tarihini bilmeyenler için sorun yoktu ama, kimileri ters ters bakar, anlayacağını anlar, gereği neyse yapardı. Gereği genellikle dışlanmak olurdu. Dolayısıyla adı Deniz olanlar, kasabamızda mutlu olmazdı.

LanguageTürkçe
PublisherYusuf Solmaz
Release dateMar 6, 2021
ISBN9781005164164
Okul Psikoloğunun Anıları 2
Author

Yusuf Solmaz

Rehber öğretmen Yusuf Solmaz, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü mezunu. Okullarda psikolojik danışman olarak görev yaptı. Solmaz, 1963 yılında Türkiye'de doğdu. İlkokul ve liseyi Yozgat'ta tamamladı. Üniversite eğitimine 1983 yılında Ankara'da Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde başladı. Fakültenin, önceki adı Eğitimde Psikolojik Hizmetler (EPH), şimdiki adı Psikolojik Danışman ve Rehberlik (PDR) olan bölümünden mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde okul psikolojik danışmanı olarak görev yaptı. İlkokul, ortaokul, lise, anaokulu, rehberlik araştırma merkezi gibi kurumlarda, otuz yıla yakın okul psikoloğu olarak çalıştı.Askerliğini, öğretmensizlik nedeniyle açılamayan bir okulda, adı terörle anılan, çok sayıda öğretmenin ve sivilin terör kurbanı olduğu bir bölgede, asker öğretmen olarak yaptı. Küçük bir mezrada, birleştirilmiş bir sınıfta Türkçe bilmeyen öğrencilere, bir yıl kadar, okuma yazma eğitimi verdi.Bir grup arkadaşıyla, öğretmenlerin mesleki sorunlarını ele alan, demokratik ve laik eğitimi savunan bir derginin çıkarılmasında, basılmasında, dağıtılmasında, yaşatılmasında gönüllü olarak görev aldı. Yeni kurulan eğitim sendikasına kaydını yaptırdığında, öğretmenlerin sendikalara üye olması yasaktı. Darbeci generaller, eğitimcilerin, akademisyenlerin, memurların sendika üyesi olmasını istemiyordu. Yusuf Solmaz, buna benzer anti demokratik yasalara karşı çıktı. Meslek hayatı boyunca darba hukukunu değiştirmeyen, bu hukuk üzerinden ülke yöneten iktidarları protesto eden eylemlere katıldı.Kimi dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılarından dolayı adı defalarca soruşturmalara konu oldu. Birçok kez düşüncelerinden, mesleki çalışmalarından ve sendikal faaliyetlerinden, katıldığı eylemlerden dolayı kurum amirleri tarafından disiplin cezası ile cezalandırıldı. İş hayatının önemli bir kısmı bu cezaları iptal ettirmeye çalışmakla geçti. Görev yaptığı okulların çoğunda yöneticilerin sistematik yıldırma girişimlerine maruz kaldı.Yüksek lisans yapmaya hak kazanınca tekrar Ankara'ya döndü. Mastır çalışmalarını, üniversitenin Güzel Sanatlar Eğitimi alanında sürdürdü. Farklı üniversitelerden sanat eğitimi, sanat eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat tarihi, sanat ve yaratıcılık, sanat ve insan, sanat ve varoluş psikolojisi üzerine dersler aldı.Eşcinsel eğilimleri olduğu ileri sürülen ünlü yazar Sait Faik'in hayatını tez konusu olarak inceledi. Bu çalışma, tez danışmanının eşcinselik konusuna itirazı nedeniyle tamamlamadı. Fakülde tarafından kabul edilmeyen tez, daha sonra bir yayınevi tarafından kitap olarak basıldı.Yusuf Solmaz, askerlik görevini tamamladıktan sonra mastırını bitirmek için tekrar üniversiteye döndü. Bu kez, tez konusu olarak, bir edebiyat eseri üzerinden karakter çözümlemesi yaptı; Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları romanını psikolojik açıdan inceledi. Roman yazarına gönderme yaparak, romana konu olan olayları ve bu olayların karakterler üzerindeki psikolojik etkilerini ele aldı. Söz konusu tez, bir süre sonra kitap haline getirildi.Yusuf Solmaz, halen bir lisede psikolojik danışman olarak görevine devam etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.Lisans Eğitimi:Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü, 1987Yüksek Lisans Eğitim: Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölûmü, 2002Orta öğrenim: Yozgat Lisesi, 1983,Yozgat İstiklâl ortaokuluİlköğretim: Alacalıoğlu İlkokuluGörev Yaptığı Kurumlar1. Mardin Rehberlik ve Araştırma Merkezi2. Tokat Lisesi3. Ankara Fatih Sultan Mehmet Lisesi4. Ankara Kalaba Ortaokulu5. Ankara Faruk Verimer Ortaokulu6. Ankara Emniyetçiler Ortaokulu7. Ankara Çankaya Rehberlik Araştırma Merkezi8. Bodrum Cumhuriyet İlköğretim Okulu9. Bodrum Ayşegül Sevim Ali Rüştü Kaynak Lisesi10. İzmir Menderes Bayrak Anaokulu11. İzmir Menderes Alparslan İlköğretim Okulu12. Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurumu Üyeliği

Read more from Yusuf Solmaz

Related to Okul Psikoloğunun Anıları 2

Related ebooks

Reviews for Okul Psikoloğunun Anıları 2

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Okul Psikoloğunun Anıları 2 - Yusuf Solmaz

    Okul Psikoloğunun Anıları

    Abdullah

    2. Kitap

    Yazan: Yusuf Solmaz

    ©

    Yusuf Solmaz, 1963 yılında Yozgat’ta dünyaya geldi. İlk ve ortaöğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler Bölümü’nü bitirdi. Mardin, Tokat, Ankara, Bodrum, İzmir il ve ilçelerinde rehber öğretmen olarak görev yaptı. Güzel Sanatlar Eğitimi alanındaki yüksek lisans çalışmasını 2002 yılında tamamlayarak Bilim Uzmanı unvan ve yetkisi almaya hak kazandı. Yaklaşık 30 yıl eğitimin pek çok alanında görev yaptıktan sonra 2016 yılında emekli oldu.

    *

    Bu kitaptaki olayların gerçeklerle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Anlatılanlar tamamen kurgu olup düşünceler, söz ve ifadeler kurgu karakterlere aittir.

    *

    Birinci Yayın yılı: Mart 2021/ İzmir

    1

    O zamanlar gençtim kardeş… Ah bu gençlik… Bakanlığa yol gösterecek kadar cesaretim vardı. Sonradan bu huyum öyle azaldı ki, şelale gibi akarken, dere yatağı gibi kurudukça kurudu. En çok genelkurmay başkanının terörist olarak suçlanıp hapse atılmasından etkilendiğimden bu hale geldim; gölgemden korkar oldum. Devlet adamları arasında komutanlara emir verebilen, binlerce rütbeli askere baş olmuş birini senelerce, iftirayla hapiste tutmuşlarsa, benim gibi gariban bir öğretmene Allah bilir neler yaparlardı. Ben kim oluyordum da tarikata yapılması gerekenler konusunda bilgi verip yol gösteriyordum. Bir kuyuya kaldırıp atsalar arayanım soranım olmaz deyip sustum.

    Haksızlıklara müdahale duygum tamamen azaldı diyemem, can suyu gibi içimde azıcık kaldı fakat bu his, dışarı taşmak isteyen şelale gibi… Yüreğim bu şelalenin ağır basıncı altında çatladı çatlayacak… Sanki içimde hücreye kapatılmış bir aslan var da dışarı çıkmak, taşmak, akıp gitmek istiyor. Yaşama arzusuyla dolup taşarken karanlık mağaralara kilitlenen bu aslanın gözyaşları içinde çaresizce nasıl kükrediğini benden başka, duyan, gören kimse yok. Bu da bana ağır geliyor. Hem de nasıl, nasıl ağır, söz yok ki bulup da anlatsam size… Nice zaman var ki kendimi ev hapsinde gibi hissediyorum.

    Bakanlığa mektup yazdığım yıllarda az da olsa solculuk yapmamın, daha doğrusu korkmadan düşüncelerimi açıklamamın nedeni yasalara duyduğum güvendi. Hakimlere yüzde kırk güvenim varsa bugün bu oran yüzde birlerin altına düştü. Demek ki azıcık adalet bile nefes almama yetiyormuş. Neyse… Yıllar içinde ülke yönetimi adına öyle kötü olaylar oldu ki, genelkurmay başkanından başka yüzlerce komutanı, Harun gibi zengin iş adamlarını, yüzlerine sinek konsa yeri göğü titretenleri tutup hapse attılar, gerisini düşünün artık, bu yüzden korkup geri çekildim. Bu kadar önemli şahsiyetleri senelerce hapiste süründürenler, benim gibi kimsesizi bir kaşık suda boğar, yok ederlerdi. İlerleyen yıllar içinde, değersiz düşüncelerimi açıklamaya çalışırken bilmeden birine bir şey derim de başım derde girer korkusuyla iyice içime kapandım.

    Yine de gençlere siyaset yapmalarını sağlık vereceğim… En azından benim yaşıma gelinceye kadar mücadeleden vazgeçmemeleri gerekiyor. Biz sıramızı savdık sıra onlara geldi…

    Bizim bugünlerde en önemli işimiz, hastalık, hastalığın neden olduğu kaygılar… Yaklaşık bir aydır hastaneye gidip geliyoruz. Karım biraz iyileşse çok sürmüyor hastalık sırası bana geliyor. Tekrar doktor, tekrar ilaç derken günler, tatsız tuzsuz geçip gitmekte… Pandemi şartları altında maskeli halde, elimizde ilaç kutularıyla hastanelere taşınmaktan yorgun düştük diyebilirim.

    Aylardan şubat… Bugün de hastane yolları bizi beklemekte. Kan sonuçlarını alıp doktora göstermemiz gerekiyor. Diyeceğim sevgili gençler, sağlığınız yerindeyken mücadeleye devam etmek zorundasınız. Sizden öncekiler de sizin gibi demokrasi, aydınlık yarınlar için mücadele etti. Bu topraklarda yaşamanın bedeli, hep mücadele… Bizim gücümüz daha güzel yarınları kurmaya yetmedi. Sizinki de yetmeyecek… Nedenlerine girmeyelim şimdi…

    Konumuz, bakanlığa yazdığım mektuptan sonra neler olduğu… Taktir edersiniz ki, eleştiri dolu bir mektubu bakanlığa göndermek zordur. Çantada mektupla postaneye doğru giderken ayaklarım geri basıyordu. O gün, belediye otobüsünden iner inmez çocukluk arkadaşım Abdullah’la karşılaştım. Abdullah, Almanya'ya gitme, hatta bir daha dönmeme hayalimi başlatan kişiydi. Bir gün, Gel seni de Almanya'ya gönderelim, demişti. Torpille yurt dışına, yalnız Avrupa'ya değil, uzak Doğu’ya bile öğretmen gönderiyorlardı. Dedim ya, o zamanlar tarikatın devlet içindeki derinliğini bilmiyordum… Tarikatın sunduğu olanaklar çocukluk arkadaşım Abdullah sayesinde bana da açılmıştı ama o zamanlar neler olduğunu bugünkü netlikle göremiyordum.

    Biz de devlet dedin mi, Osmanlıdan bugüne hep torpil akla gelir. Şehrin ileri gelenleri bu yöntemle yarı devlet gibi iş görürler, kaymakama, valiye yemek ısmarlayan adamlardır.

    Abdullah öyle biri değildi, anadan, atadan yoksul bir delikanlıydı fakat, Meclis’e kadrolu koruma olmuştu. Yoksul bir delikanlının bu şekilde meclise girmesi kimileri için milletvekilliğinden daha önemlidir. Milletvekiline ulaşamazsın ama Abdullah ne zaman arasan telefonun ucundadır, her işine koşar, sorularına cevap verir.

    *

    Bir kez daha bilmenizi isterim ki, sözünü ettiğim yıllar, tarikatın devlete iyice sızdığı, benimse devlet kontrolü altındaki solculuğa devam ettiğim yıllardı. Ülkeyi kurtarmak bana kalmış gibi bir şeyler yazıp daha demokratik, laik, bilimsel eğitim için dergi çıkarılmasına yardımcı oluyordum. Abdullah'la ilk karşılaştığın günü hatırlıyorum da ilkin tanıyamamıştım… Hiç tanımadığım biri durmuş, dikkatle bana bakıyordu. Adımı, doğduğum şehri söyleyince de hemen çıkaramadım. Tanıdığım, bilye oynayıp kırlarda uçurtma uçurduğum çocuk, koca adam olmuştu. Hafif sakalları vardı, gözleri her zaman olduğu gibi yine sert bakıyordu. Çocukluğunda da böyle sert, hep kuşku dolu gözlerle bakardı. Senelerdir görüşmediğimizden sohbet uzadıkça uzuyordu. Kızılay’daki pastanelerin birinde çay içiyor, eski günleri yad ediyorduk. Abdullah’ın yalnızca yüzü değil tavrı da değişmişti, tanıdığım çocuk yaşlanmış, mafyanın acımasız adamlarından birine benzemişti fakat bu az gülen surat, bana gülerek eski günleri anlatıyor, unuttuğum olayların detaylarını dile getiriyordu.

    *

    Abdullah’ın bir özelliği de koruması olduğu milletvekiline benzemeye çalışmasıydı. Vaktini hep onunla geçirdiğinden, sanki bu adamla özdeşim içine girmişti. O da kendince yakınlarına vekil gibi davranıyor, iş takibinden, hasta ziyaretine kadar uygun bulduğu her işe koşuyordu. Belki de milletvekili gibi görünmeye çalışırken bu kadar değişmiş, mafya üyelerini hatırlatan bir kimliğe bürünmüştü. Haliyle milliyetçi, muhafazakâr bir hayat sürüyordu. Bu hayata 80’li yıllardan sonra bir de tarikatçı olma hali eklendi. Muhafazakâr mısın, mecbur, bir de tarikata mensup olacaksın. Abdullah da pek çok milletvekili gibi muhafazakâr olup bağlı bulunduğu şeyhin ayağına gitmeyi, el etek öpüp hayır dua almayı ihmal etmiyordu. Son yılların önemli modalarından biri de hiç kuşku yok ki tarikat üyesi olup bununla övünmektir. Bu da milletvekillerinden başlayarak tabana yayılmış bir davranış. Abdullah da koruma olarak oruç tutup namaz kılmayı, şeyhine bağlılık yemin etmeyi ihmal etmiyordu.

    Fakat ben onun gibi değildim, bu durumda nasıl dost olacaktık. Çocuk Abdullah arkadaşımdı ama bu sivil polis, bu mafya kılıklı adam kimdi? Uzaktan bakınca bana bildiğim Abdullah’ı hatırlatmıyordu. O da beni çocukluğumdan tanıyor, sonraki beni hiç bilmiyordu. Ailemden yola çıkarak, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi yakınlık gösteriyordu. Halbuki ilkokul çağlarımızın üzerinden yıllar geçmiş, hiçbir şey eskisi gibi kalmamıştı. Gençliğin de etkisiyle çevremizden aşırı etkilenmiş, bu etkilenmelerin sonucunda, biraz da kaderin cilvesi olarak birimiz sağa, birimiz sola savrulmuştuk. Sağ sol dediğime bakmayın… Bana solcu olduğum söylenir… Şunu da belirteyim ki bu ülkede ezenleri sorgulayan herkes solcudur. Pir Sultan’dan başlayarak Dadaloğlu’na kadar hepimiz solcuyuz. Diyeceğim şu ki, adaletin, demokrasinin olmadığı yerde sade insan olup etiketsiz yaşamana izin vermezler. Sen kendini etiketlemezsen başkası gelip etiketler. Ben de az etiketçi değilim hani… Abdullah bir şey söylemediği halde görüntüye, anlatılanlara, kim için iş yapıldığına bakarak onun tarikatçı olduğu fikrine kapıldım. Neyse…

    O dönemde de tarikatçı olup milliyetçiliğe sahip çıkanlar vardı. Devleti ele geçiren cübbeli baykuşları herkes insan evladı sanıyordu. Abdullah’ın tarikat içindeki yerini tam olarak kestiremiyordum. Siyasetin sağ ucunda yer aldığını öteden beri biliyordum. Bizim oralı olup hem de Meclis’e kadar giden birinin solcu olma olasılığı, benim astronot olup aya gitme olasılığım kadardır. Haliyle Abdullah’ın polis olmasından da hoşlanmıyordum. Onları halk için görmediğim gibi milletvekillerini de görmem… Bu da bana Kenan Evren diktatörlüğünün hatırasıdır. Abdullah'ın koruduğu vekil de Kenan Evren zamanından beri değişik partilerde siyaset yapmış biriydi. Çocukluk arkadaşımın, maaşla sözde bir milletvekiline korumalık yapması bence vatana ihanetle eş değerdi.

    Onunla aynı ormanın havasını koklamış, aynı dağlarda koşmuş, bilye oynamış, aynı karlı sokaklarda okul çantasıyla kızak kaymıştık. Aynı ilkokulun sıralarında oturup aynı öğretmenlerden, hademeden dayak yemiştik. Bu yüzden arkadaşımın polis olduğunu unutmak istiyordum. Binlerce kişinin ölümüne neden olan darbe döneminin polislerinden olduğunu aklıma bile getirmemeye çalışıyordum. Fakat bu gerçek ne yaparsam yapayım silah gibi soğuk, aramızda durmaya devam ediyordu. Bazen anılarımız, her şeyin üstünü örtüyor geride yalnızca çocukluğumuzun iğde, ceviz ağacı kokan sokaklarındaki koşmalarımız, baraj sularında çimmelerimiz kalıyordu. Eli, yüzü tanıyamayacağım ölçüde değişmiş olsa da gözleri hala bana tanıdık geliyordu. Konuşup güldüğünde çocuk Abdullah’ın izlerini daha iyi görebiliyordum. Ayrıca baba tarafından akrabamızdı.

    Anlattıklarına bakarsanız işinden memnundu. Konuşurken sürekli şükrediyor, inşallahlı, maşallahlı cümleler kuruyordu. Milletvekiliyle lüks uçaklara binip güzel evlerde otellerde konaklayıp il il, ülke ülke gezdiğinden söz ediyordu.

    Fakat koruma denince akla atletik tipler gelir ya, Abdullah öyle değildi, yemesine içmesine dikkat etmeyen, spor yapmadığı için hantallaşmış amcalara benziyordu. Cumhuriyet İlkokulu’nun en yaramazlarından olan çocuk Abdullah demek bu hale gelmişti. Seneler sonra onun yolu Meclis’e benim ki eğitim bakanlığına yönelirken aramızda değişmeyen hiçbir şey kalmamıştı.

    *

    Kavga edip konuşmadığımız günlerimiz de olmuştu... Unutamadığım olayların birinde neden dövüştüğümüzü hâlâ hatırlamam. Elinde iri; iki elle taşınabilecek kadar büyük bir taşla üzerime yürümüştü. Görür görmez kaçmıştım fakat kızgın boğa gibi koşmasına engel olamıyordum. Kaçarken düşmüş ellerim havada İmdaaat! bile diyemeden donup kaldığımı hatırlarım. O taş, bir süre havada durup yüzüme bakmıştı. Atsa atardı, nedense atmamış, taşı sırtından aşırarak yere bırakmıştı. Sonra da koşarak gözyaşları içinde uzaklaşmıştı. Şeytan çal kayayı kafasına demiş, melekler buna mâni olmuştu. O deli öfkesiyle Abdullah kafamı ezip katil de olabilirdi.

    Şimdi düşünüyorum da belki de seven bir annemin olması üvey anne evindeki Abdullah’ı bana karşı öfkeli hale getiriyordu. Bilmeden kıskanıyor, bu yüzden de sık sık aramız açılıyordu. Gerçi annem bana bir dürüm peynir vermişse ona da vermeyi ihmal etmezdi ama sonuçta onun, oynarken eline dürüm uzatan bir annesi yoktu. Üvey annesinden sürekli azar işitip dayak yiyen bir çocuktu. Gerçi ben de dayak altında ezilen çocuklardan biriydim ama annemin öz olması beni Abdullah karşısında şanslı konuma getiriyordu.

    Hayal meyal aklımda… Çoğunlukla onu yalnız dolaşırken görürdüm… Yaşadığı olaylar nedeniyle erken olgunlaşıyor olabilirdi. Küçük yaşta evden kaçmayı düşünenler, ister istemiz yetişkinler dünyasına girmiş olur, geçim derdiyle baş başa kalırlar ve büyüklerin can pazarında mutlaka daha çok ezilirler. Neden Abdullah üvey anne eline kaldı derseniz, nedeni, hastalık, kötü hastane şartları, zamanında müdahale edecek doktorun bulunmaması, kadının değersiz olup hekime vaktinde götürülmemesi gibi pek çok neden sıralayabilirim. Ülkemizin sağlık koşulları hiçbir zaman iyi olmadı. Bugün de çok kötü. Bugün de pek çok hastaya zamanında müdahale edilemiyor. Abdullah bu yüzden annesin erken kaybetmişti. Köyden gelin gelen üvey annesi hamile kaldıktan sonra Abdullah’ı hizmetçi gibi hem de nefret edilen bir hizmetçi gibi kullanmaya başlamıştı. Abdullah sıkça dayak yiyip eli yüzü morarmış, tırnakla çizilip kanamış halde soluğu bizde alıyordu. Bizden başka da yardım isteyebileceği kimsesi yoktu.

    Dedim ya, babalarımızın akraba olması, annesiyle annem arasında ki dostluk sebebiyle bizi kendine yakın görüyordu. Ayrıca onun babası da benim babam gibi koyun tüccarıydı. Koyun, keçi, oğlak alıp besleyip satarlardı. Annesinin ölümünden sonra Abdullah, ne zaman dayak yese soluğu bizde almaya başlamıştı.

    Kimi günler babamı, esnaf kahvehanesinde Abdullah’ın babasıyla bir şeyler konuşurlarken görürdüm. Babamın da ilk karısından olma, üvey anne eline kalmış çocukları vardı, bu yüzden iki koyun tüccarı benzer sorunları yaşadıklarından birbirlerini iyi anlıyor, belki de nasıl davranmaları gerektiği konusunda birbirlerine danışıyorlardı.

    Annesiz büyüyen Abdullah, pek çok sorun yüzünden liseyi güçlükle bitirebilmişti.

    *

    80’li yıllarda üniversitede okuyordum. O hâlâ memlekette baba evinde yaşıyordu, taktir edersiniz ki, buna yaşamak denemezdi. Üniversiteyi kazanamamış bir delikanlı olarak baba evinde horlanıp aşağılanıyor, hatta kimi zaman babasının sopalı hışmına uğruyordu. Aradan kaç yıl daha geçti bilmiyorum. Güneydoğu'ya rehber öğretmen olarak tayinim çıkmıştı. Bir bayram günü memlekete ziyarete gittiğimde Abdullah’ın babamın girişimleri sayesinde önce polis, sonra da koruma olduğunu öğrendim. Babamın ricasıyla amcalarımın partili arkadaşları bir araya gelmiş, öksüz Abdullah’ı polis okulundan sonra ilimizin çok sevilen milletvekiline koruma yapmışlardı. Böylece kendileri de Meclis’e, milletvekillerine kolayca ulaşabileceklerdi. Bu konu, her şeyin torpille yapıldığı bir ülkede büyük ayrıcalık demektir. Abdullah, silah taşıyarak geçimini sağlarken, bir nevi doğduğu memleketin hizmetkarı olup kendisine yardım edenlere yardımı borç bilecekti. Ona ulaşabilen bundan sonra şanslı sayılırdı. Evde yediği dayaklardan sonra defalarca sokağa atılan öksüz Abdullah sonunda adam olmuş, parmakla gösterilir hale gelmişti. O kadar önemli bir makamdı ki bu, sanki içimizden biri ailemizi temsilen Meclis'e girmişti. Çoğu okur yazar bile olmayan akrabalarım böylece, sahipsizleri cam gibi kırıp toz gibi dağıtan acımasız devlet kasırgası içinde tutunacak bir dala kavuşmuş oluyorlardı. Ya da kendileri bunun böyle olacağını düşünüp rahatlıyor olmalıydılar. Bu arada belirteyim ki amcalarımdan hiçbiri kitap okuyacak kadar okuma yazma bilmez, buldukları gazetelerin başlıklarını, hecelemekten yorgun düşmeyi göze alabilirlerse birkaç da köşe yazarını okurlar sadece. Buna rağmen para işinden çok iyi anlarlar. Okuma yazma bilmeyip de hesap işlerinden anlayan çok insan görmüşümdür. Bu da bana hayli garip gelir... Sayıların dilini anlamak sözcükleri anlamaktan kolay görünüyor… Keşke tersi olsaydı… Çok iyi okuma yazma bilmeyenlerin de iyi ticaret yapabileceğini, çuvalla para kazanıp zengin olma şansları olduğunu yıllar sonra daha iyi görebildim… Okuma yazma henüz bulunmamışken yanılmıyorsam ticaret çoktan hayatımıza girmişti; harflerden anlamayan pek çok tüccar vardı... Bugünde yalandan alfabe bilip tek kitap okumamış nice varsıldan rahatlıkla söz edebilirim. Neyse kardeş… Konuyu dağıtmayalım...

    *

    Vatandaşlar neden milletvekili tanımak zorunda? Hepsi halkın vekili değil mi? Oy verdiklerimiz, seçildikten itibaren, üstelik hangi ilden, hangi partiden olurlarsa olsunlar, halka hizmet için seçilmiyorlar mı? Ortak sorunları çözmesi gerekenler, neden aldıkları maaşın gereğini yapmazlar? Yüksek rütbeli memurlar, nasıl olur da milleti birbirinden ayırıp hizmeti belli kişilere yapar, işe rüşveti, torpili karıştırırlar? Neden Abdullah gibi birinin tarikatçı olup memleketine yardım edeceğinin düşünülmesi sevinçle karşılanır? Ah kardeş… Keşke kitaplardaki demokrasiyle uygulamadaki aynı olsaydı. Hiçbir şey yazıldığı gibi değil… Bugün bu kadar rezilce yaşanıyorsa sebebi budur. Yazılanlara uygun bir dünyayı henüz kuramadık. Belki de bunu yapay zekâ teknolojilerinden sonra başarırız diye umut ediyorum, tabi o güne kadar üzerinde yaşayacağımız bir gezegen kalırsa...

    *

    Genellikle de diplomalı işsizlerin, evlenip yuva kurmak isteyenlerin, baba evinden kurtulmaya çalışanların, işten çıkarılanların, Bağ-kur’da, vergi dairesinde, belediyelerde işi olanların, darda kalanların ya da zengin olup yemeye, biriktirmeye doymayanların Abdullah'ın yardımına çok ihtiyacı vardı. Bu da ister istemez Abdullah'ı, milletvekillerinden sonra memleketin önemli şahsiyetlerinden biri yapıyordu. Öyle ki, Abdullah’ın telefonuna ulaşıp ona bir şey sormak, iş sahibi olmak için aşılması gereken önemli engellerden birini aşmak, umuda doğru yürüyebilmek demekti.

    Yıllar sonra ilk kez karşılaştığımızda, iri yarı, bıyıklı birinin gülerek yanıma geldiğini görmüştüm. Üzerinde siyah takım elbise vardı. Kilo aldığından tanınmayacak derecede değişmişti. Tanıdığım Abdullah’ın takım elbise alacak, şık giyinecek parası yoktu. Önce, Güvenpark'ta bir süre bankta oturup eski günlerden söz etmiştik... Koca taşla, o gün beni neden kovaladığını o da anımsamıyordu. Unutmadığı şey, babamdan gördüğü yardımlardı. Sıkça babamım adını söyleyip Allah razı olsun diyordu. Onun sayesinde bu günlere geldik. Babamın eline kalaydım hâlâ sürünüyordum…

    Gençlik yıllarında para bulup Ankara'ya bile gidemeyen Abdullah şimdi Amerika'ya kadar gitmiş, pek çok ülke görmüştü... Benim bilmediğim, hiçbir zamanda bilemeyeceğim başka alemlere girip çıkmıştı. Gezmeyi seven milletvekili nereye giderse o da oraya gidiyordu. Çin Seddi’ni bile gezip dolaşmışlardı.

    Bir sorunun varsa söyle, hallederiz evvel Allah deyince kız kardeşim aklıma geldi. Kardeşim Kamuran üç yıl kadar önce kocasından ayrılmıştı. O günden beri de bunalımdaydı. Stresten, işsizlikten, aşağılanıp kadın olarak değersiz bulunmaktan, kaderine, geleceğine hükmedememekten yüzünde yaralar, çıbanlar çıkmaya başlamıştı.

    Her yıl doğum yapan annemin sağlığı iyi olmadığından Kamuran, kendinden küçüklere de annelik yapmış, ortaokuldan sonra eğitimine devam edememişti. Boşanıp eve dönmesi pek çok açıdan kötü olmuştu. Baba evinden kurtulmak için evliliği bile göze almışken bir kez daha kurtulamayacağını anlayıp kendini yeniden, annemin mezarı olarak gördüğü ölümcül kafese kilitlemek zorunda kalmıştı. Baba ekmeğine muhtaç, kaşık düşmanı olmanın üzüntüsü sadece içini kasıp kavurmuyor, adeta ölümüne neden oluyordu. Öyle ki, kendi ayakları üzerinde duracak kadar aylık kazanç elde etmek onun için cehennemden çıkıp cennete koşmakla eş değerdi... Bu yüzden, evet, en çok da işe, özgürlüğe ihtiyacı vardı. Uzun zamandır kafese konmuş kaplan gibi yerinde duramıyor, ağlama nöbetleri içinde duvarları yumrukluyordu. Aile içi şiddetten uzak olup kendi başına ekmeğini kazanmanın, baba dırdırını geride bırakıp yeni bir hayata atılmanın arayışı içinde çırpınıyordu.

    Meslek sahibi olmak için bir dönem kuaför yanında çalışmıştı fakat, kuaför olamadan çevrenin de etkisiyle evlenmeye karar vermişti. Bir süre sonra da düğün hazırlıklarına başlanmıştı. Boşandıktan sonra kuaföre gitmek bile bir süre iyi hissedip toparlanmasına yardım etmişti. Aylardır kuaför olma hevesiyle sokağa çıkıyor, uzun süre evde kalmayıp hiç olmazsa, vitrinlere bakarak, ayak üstü birkaç insan görerek az da olsa teselli bulabiliyordu.

    Kendini, işini, kazanacağı üç beş kuruşu bulmak üzereyken evlenmesi gerçekten de hayatının en büyük hatalarından biri olmuştu. Fakat, şimdi düşünüyorum da, bir kadın olarak çaresiz olduğundan, en çok da babamın destek olamayan cahilliği yüzünden kurtulamamış, çırpındıkça batmış, sonunda kendini evlilik adı altında bir çukurda bulmuştu. Kendi evine çıkar çıkmaz şiddete uğramış, içki müptelası kocasından dayak yemeye başlamıştı. Böylece baba evinden daha kötü bir hayatı olmuştu. Bu yüzden de memlekete, baba evine, beterin beteri dediği hayata hiç istemediği halde dönmek zorunda kalmıştı.

    *

    Düşünüyorum da Abdullah olmasaydı, çocukluğunu, gençliğini doyasıya yaşamadığını düşündüğüm, ablam Kamuran’ın hayatı bugün nasıl olurdu? Ayakları üzerinde durabilmesi, Abdullah’ın dinlediklerini, yani ablamın sessiz çığlıklarını önemsemiş olmasındandır. O olmasa belki de ablam, duyduğu hakaretlere, meslek sahibi olmayı isteyip de olamamasına, yuva kurup annelik yapamamasına, kısaca kötü kaderine dayanamayıp intihar ederdi. Ekmeğini kazanamamanın acısıyla, en çok da kendinden ve çevreden gelen psikolojik baskılara dayanamaz ölürdü. Bu yüzden, tarikatçı olduğunu söyleyerek küçük göstermeye çalıştığım Abdullah’a can borcumuz var desem yeridir. Ne kadar gerici, dinci, ABD işbirlikçisi bir vekilin koruması olsa da Abdullah, bizim mahallenin yani ezilenlerin çocuğuydu. Kendi hayatından yola çıkarak garibanların hayatını korumaya çalışıyordu.

    *

    Kamuran’ın işsizlikten kurtulması Abdullah sayesinde oldu. Ablam, birkaç telefon görüşmesinden sonra, ilköğretim okullarının birinde hademe olarak işe başladı. Baba evinden ayrılıp önce başka bir şehre gitti. Ekmeğini kazanmaya başlayınca az da olsa rahatladı; en azından bundan sonra kendisinden, kaşık düşmanı, koca arayan dul kadın olarak söz edilmeyecekti. Baba evinden kurtuldu ya, gerisi önemli değildi, ablam her türlü sorunun üstesinden gelebileceğini düşünüyordu. Tuttuğu iki oda bir salon, güneş görmeyen küçük apartman dairesinde yeni aldığı sarı kanaryası Cesur’la mutlu olmaya çalışıyordu.

    Şunu unutma ki kardeş, havasız kalana, iğne ucu kadar bir delik yeter… Allahın hikmeti, bereketi, delik de çok küçükmüş, demez sızar, öyle sızıp akar ki, insan bir daha asla havasızlıktan ölecek gibi olmaz. Eğitim yapılan sınıfları temizlemek, sabah akşam koridorları, idare odalarını silip yıkamak da ablama havasızken, toplu iğne ucu kadar bir delikten oksijene kavuşma hissi vermişti. Biz, taşrada doğup büyümüş iki kardeş, ayrı şehirlerde yaklaşık otuz yıl öğrencilerle birlikte olup onlara hizmet

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1